1

367 38 15
                                    

saat geceyarısını geçeli çok olmuştu ve her geçen dakika endişem daha da artıyordu. sürekli bileğimdeki saatle yanımdaki duvarda asılı saate bakıyordum, sanki bu minho'yu bana getirecekmiş gibi.

minho'nun yatağında oturmuş onu bekliyordum. ne mesajlarıma geri dönüyor ne de aramalarıma cevap veriyordu. buna alışık olmam gerekirdi çünkü bu ilk kez başıma gelmiyordu. fakat her seferinde aynı senaryo yaşanıyordu. minho bir anda kafasına eseni yapar ve o gün ona ulaşmam imkansız gibi bir şey olurdu. sabahın erken saatlerinde eve döndüğü anlar olurdu bazen. ne zaman döneceğini ya da dönüp dönmeyeceğini asla bilmiyordum. tek bildiğim geri geldiğinde hep sarhoş olurdu. bundan nefret ediyordum. içkiden de sarhoş minho'dan da nefret ediyordum. oturduğum yataktan kalktım ve odanın içinde turladım. pencereden dışarıya bir göz attım. gelen giden tek bir insan bile yoktu. çünkü mantıklı insanların hepsi şu an yataklarında mışıl mışıl uyuyordu. benim gibi sevdiği adamın yolunu gözleyen mantıklılar vardı bir de. açık olan pencereden esen rüzgar kollarıma vuruyor ve üşümeme neden oluyordu. daha fazla boş karanlık sokağa bakmaya dayanamayıp oturduğum köşeye geri döndüm. yalandı bu. sarhoş minho'dan nefret ettiğim kısım yalandı. sadece içki kısmı doğruydu. alkolden gerçekten de nefret ediyorum. benim aksime minho alkole bayılırdı. sarhoş minho'yu seviyordum fakat onu sadece benim yanımda sarhoş olduğunda seviyordum. başına bir iş geldi mi, kiminle, nerede, ne yapıyor gibi düşüncelerimle içim içimi yerken, yine kendimi minho'nun evinde, onun odasında, onun yatağında onu beklerken buluyordum. böyle anlarda çaresizce onun bana gelmesini beklemek dışında elimden gelen bir şey olmuyordu çünkü ne sıklıkla gittiği bir yer ne de takıldığı insanlar vardı. onu arayabileceğim bir yer ya da sorabileceğim kimse yoktu. minho kendisini bir mekana ya da birisine bağlamıyordu. aynı bara iki kereden fazla gitmezdi, aynı grup insanla da aynı içkiyi sadece bir kez içerdi. yoksa bizim yatağımız mı demeliydim?

vücudum gerginlikle kıpırdanırken ellerimi koyacak yer bulamıyordum. oturduğum yatağın köşesine sinmiş, bir duvardaki saate bir de odanın kapısına bakarken sağ bacağımı istemsiz sallıyordum. yanımda kapalı duran telefonumu aldım. hâlâ hiçbir şey yoktu. olmayacaktı da. başımı öne eğdim ve yüzümü ellerim arasına alırken gözlerimi kapattım. "tanrım." diye fısıldadım kendi kendime. bir kaç dakika öyle durduktan sonra karşımdaki pencere takırtısıyla başımı kaldırdım. "minho." burada olduğunu doğrulamak istercesine dökülmüştü adı dudaklarımdan. ismini söylediğimi farketmemiştim bile.

hızla yataktan kalktım ve ona doğru adımladım. oysa önce ayaklarından birini sonra da diğerini pencereden atıp odaya girdi. minho'nun bir başka özelliğiydi bu. eski bir binanın üçüncü katında oturuyordu ve ne zaman sarhoş olsa eve pencere kenarındaki sık sarmaşlıklardan tırmanırdı. ertesi gün bunu hatırlamazdı bile. ayık kafayla kendisinden böyle bir şey yapmasını istesem bana tuhaf tuhaf bakardı. çünkü yükseklik korkusu vardı. fakat nasıl oluyorsa sarhoşken tüm korkuları uçup gidiyordu. aynı aklı gibi.

duruşunu düzeltip üstünü silkeledi sanki üstünde bir şey varmışcasına. ardından bana baktı. ya da bakmaya çalıştı. gözleri neredeyse açılmıyordu. beni tanımış olacak ki dudaklarına bir gülümseme yayıldı ve bana doğru adımladı. yarı yolda neredeyse takılıp düşecekti. onu tutmak için kollarımı ileri uzatsam da, o hemen kendisini toparladı ve hiçbir şey olmamış gibi ona uzanan kollarım arasına girdi. kahverengi saçları esen ilkbahar rüzgarıyla bir birine karışmıştı. "hyun." sesi sadece fısıltı kadar çıkmıştı. bir yandan elleriyle kollarımı okşarken bir yandan da beni inceliyordu. beni rüya mı sanıyordu? "minho, lütfen." diyebildim sadece. kollarını boynuma dolarken başını göğsüme yasladı. tenime değen elleri soğuktu. "hyun, hyun, hyun," sesi boğuk geliyordu. kendi sesine güldü. kollarımı beline doladım. şayet bunu yapmasaydım kayıp düşecekti çünkü. sessiz sessiz bir şeyler mırıldandı. bir süre sonra sanki dans ediyormuşcasına sakin sakin sağa sola salındık. ardından durdu ve yanaklarımı avuçladı. "gerçekten buradasın." dedi. "burada olacağını biliyordum. beni bekleyeceğini biliyordum. özür dilerim." neden özür dilediğini gayet iyi biliyordum. ilk özürü değildi, muhtemelen sonuncusu da olmayacaktı. özür dilemesine bile gerek yoktu aslında. bu bir şeyi değiştirmeyecekti sonuçta. o gelene kadar, onu karşımda görene kadar ona olan kızgınlığım varlığını sürdürmüştü. şimdiyse ne dese yapacak kıvamdaydım. ona kıyamıyordum. ne yaparsa yapsın, beni ne kadar bekletirse bekletsin ona kıyamıyordum. yine kollarımla sarıp sarmalıyordum onu. bana kocaman olmuş kahverengi gözleriyle bakarken dudaklarıma sayısını hatırlayamadığım kadar kelebek öpücükler kondurdu. dudakları alkolle kirlenmişti. kendisiyle birlikte beni de kirletmişti. o, nefret ettiğim alkol gibiydi. neden onu seviyordum ki? buna kendim bile cevap bulamıyordum. zira minho'yu nedensiz seviyordum. sadece minho olduğu için seviyordum. ona karşı beslediğim hisler benden gizli yeşermişti, büyümüştü ve bu gün olduğu noktaya gelmişti. onları farkettiğimde çoktan kök saldıklarını görmüştüm. ruhumun en derinliklerine kadar uzanıyordu kökleri. bu bağları kesmek için artık çok geçti. kesmek de istemiyordum. bu hisler her geçen gün daha da uzayıp tüm vücudumu kaplayana kadar ve en sonunda beni nefessiz bırakana kadar onlarla birlikte yaşayacaktım. beni yaşatan onlardı, minho'ydu. ne kadar garip değil mi?

him | hyunhoDär berättelser lever. Upptäck nu