Çırpınırken aşağıya bakmaya çalıştım, gördüğüm hiçbir şey yoktu ama his çok güçlüydü. Beni dibe doğru çekiyordu, su o kadar derindi ki, sonu görünmüyordu. Ben çekildikçe daha da derinleşiyor, beni suyun yüzeyinden uzaklaştırıyordu. Kurtulmak için bağıramıyordum bile, öyle lanet bir andı ki, elimden gelen tek şey çırpınmaktı. Ne sesim vardı, ne de yeterli nefesim. Elimde son kalan gücümden başka hiçbir şey yoktu, katilimin yüzü bile yoktu. Öyle sıkı sıkı sarılmıştı ki bileğime, o mu bana daha sıkı tutunuyor, ben mi yaşamaya bir an kararsız kaldım.

O galip gelecekti, yine de pes etmedim. Bir kere geldiğim bu hayatta elimde kalan suyun yüzeyini görme umuduysa ona sarılırdım, ciğerlerime su da dolsa, vücudum dermansız kalsa da yapabileceğim tek şey buydu. Hem bu benim en iyi yaptığım şey değil miydi? Hayatta kalmaktan başka çarem yoktu, ben de bunu yapmayı öğrenmiştim işte.

Faydasız çırpınışlarımın sonu gittikçe bulanıklaşan görüşümdü.

Bir şeyler bitiyor hissi kalbimin tam ortasındaydı, korkuyla kasılan organın merkezinde.

Benim başıma hep bir şeyler geliyordu ama bileğimdeki o soğuk elin, ensemdeki ürpertici nefesin sahibini bir türlü karşımda bulamıyordum. Bulsam elimden ne gelirdi, bilmiyordum ama bir bilinmezlik ile savaşıyordum. Ne kuşanacağımı, kendimi nereden koruyacağımı bilmeden verdiğim koskocaman bir savaş.

Bitmek üzere olan bir savaş.

Boğulmak öyle bir şeydi ki, ağlayıp ağlamadığımı bile anlayamıyordum çünkü her yer benim gözyaşlarımla doluydu sanki.

Gözlerimi kapattım, çığlık atmak isteği ile tekrar açtığımda ise koltukta, bir elim kalbimde uzanıyordum.

Yavaşça doğrulurken doğru düzgün nefes almanın tüm nimetlerinden faydalanmak istiyor gibi ciğerlerime hızla havayı doldurup boşaltıyordum. Kalbim sol yanımda değil de kulaklarımda atıyordu gibiydi, sertçe yutkunurken ayağa kalkmıştım.

Gözüm ayak bileğime takıldı, rüyada oraya saplanan parmaklar tarafından aşağıya çekildiğim an tekrar zihnime dolunca ürpererek banyoya koştum. Aynada kendime bakmamaya çalışarak avucuma su doldurmuş ve suratıma çarpmıştım.

Boğulduğum bir rüyadan sonra çok da mantıklı değildi ama biraz ayıltmıştı, elim havluya uzandı. Tam o sırada aynadaki aksimi görüp duraksadım.

Yorgundum, çok yorgun.

Sarı saçlarım dağılmış, ela gözlerimin ışığı sönmüştü. Dudaklarımın çevresi hafifçe morarmış, rengi kaçmıştı. Bu halime katlanamayarak hızla aldığım havluyu suratıma bastırdım. "Of," nidası ağzımdan kaçtı istemsizce.

Bu rüyayı neden gördüğümü biliyordum, barda bileğime yapışan elin sahibini görememiştim. Hiçbir şey yapamıyordum, sadece ihtimaller vardı. Her zaman olduğu gibi.

Bazı seçeneklerin elenmesine ihtiyacım vardı.

Biri benim için şıkları elesin, doğru cevaba yaklaşmamı kolaylaştırsın istiyordum artık. Sınavda son bir umut soruyla cebelleşen o öğrenciydim, bana bir işaret verilmezse tüm süremi burada yiyecektim. Yanımdan geçen hocanın yaptığım bir işlemi gösterip göz kırpmasına ihtiyacım vardı.

Fakat ben yalnızdım, seçenekler ne kadar çok olursa olsun.

Değişmeyen tek şey de buydu, tek başıma verdiğim tüm savaşlar. Üç yaşımda da, on üç yaşımda da, şimdiki yaşımda da. Seneler geçiyordu, güneş gökyüzünü defalarca terk ediyor, yerini aya bırakıp tekrar doğmak üzere geri çekiliyordu.

DİP: ACININ KRALLIĞI Where stories live. Discover now