25.GÜL İLE BÜLBÜL

En başından başla
                                    

Anıl Emre Daldal-S.

Sezen Aksu-Yandı İçim

Semicenk-Kalbim Usandı

Nevzat Yılmaz-Hüsran (Mektup kısmında iyi bir yardımcı.)

Keyifli okumalar!

25.GÜL İLE BÜLBÜL

Bazı acılar öldürmüyordu. Aynı zamanda süründürmüyordu da. En kötüsü belki de buydu. Acıyı hissetmeden, bir yük gibi taşımak ve omuzlarında ağırlığa rağmen dik durmaya çalışmak... Eğilemezdi çünkü babası kızardı. Dik durmak da içindeki küçük kızı yoruyordu fakat zaten o babası yüzünden içindeki kızı hep ağlatıyordu. O kızın, gözyaşlarının içine kezzap olup düşerken, yanmaya alışmıştı. Belki de o yanmayı hissettiği için ağlatıyordu o kızı çünkü o da giderse, bir şey hissetmezse nasıl yaşardı? Vadesi dolmamıştı sonuçta, yaşarken ölmek de istemezdi.

Adım Mehir Mirzan yazmıştı zihninin tozlu sayfalarına. Annem bir ay olup, gökyüzüne kavuşurken, ben bir parçası olup yeryüzünde kaldım. O beni kendinden koparıp, yeryüzünde bırakacağını biliyormuşçasına adımı ay parçası koymuştu fakat ay geceye o kadar sadıktı ki güneşi ardında bırakırdı. Bir parçası gündüz nasıl nefes alırdı? Alamamıştı. Gündüzler; onun düşmanı, geceler; hüznüydü. Kimsesizliğini yanına alıp, izlediği boş tavanlarda gördüğü suretlerle sınanırken, hıçkıra hıçkıra ağlardı. Neden ağlıyorsun diye soracak kimse de yoktu, uyuyakalana kadar ağlardı. Şikâyet etmezdi de, çünkü Tekirdağ'da babası ile yaşadığı süre boyunca ağlamamak için kendisini sıkarken, boğazında bir tel varmış hissinden nefret ederdi. Ağlamak onun için özgürlüktü. Ağlamak nasıl özgürlük olabilirdi değil mi? Babasının sevmeyip, üstünde sadece otorite kurmak istediği kıza özgürlüktü.

Mart ayına girdiklerinden beri, annesini çok fazla düşünüyordu ve bu yüzden daha çok üşüyordu. Annesizlik, nasıl bu kadar ağır gelebilirdi insana? Hiç ısınmıyordu. İçi yanarken, dışı donuyordu. Her şey eksikti. Gözleri uzun uzun bir noktaya dalıyordu hep. Hüznü içini boğuyordu. Onu düşünmemek için, staj günlerini arttırmaya çalışmıştı ve sınıfından arkadaşça sinemaya gidecek kızlardan birinin yerine gelmişti.

Kızlar ona gelmek ister misin diye sorabilirdi mesela, fakat kimse onu bir yere dâhil etmezdi. Zaten kendisini ait hissetmediği yerde de duramazdı ya. Onlar arkadaşlarıyla eğlenebilirdi, o bolca çalışacaktı. Kafasını ancak böyle susturabiliyordu çünkü. Filmi de izlemek isterdi aslında ama sinemaya tek gidemezdi, utanırdı. Herkes ona bakardı kesin izleyemezdi. Evde açardı bilgisayarından duraklamadan izlerdi. Daha iyi değil miydi? Hiç sinemaya gitmemişti aslında, bir kere gitse o tuzsuz patlamış mısıra kendisi tuz attığında sadece bir kısmında yoğun tuz tadı gelirken, diğerinde yavan bir tat oluşunu tatsaydı ya da koltukta her yayıldığında içi geçecekmiş gibi kendisine gelseydi, arkadaşları ile fısıldaşsaydı belki alırdı hevesini ama olmazdı, herkes ona bakardı. Hayallerinden sıyrılıp, hastaneye doğru ilerledi. Dönen kapıdan girer girmez, yüzüne değen sıcak havayla biraz sızı hissetti. Dışarı o kadar soğuktu ki, sıcak biraz acıtmıştı.

Günlerden çarşambaydı, hastane en çok pazartesi ve cuma kalabalık olurdu fakat bugün ekstra bir sakindi. Hemşireler görünmüyor, hastalar da tek tük denecek kadar azdı. Kaşları çatılırken, sabahın erken saati olmasına verdi bu sessizliği. Hızla, bir üst kattaki hemşirelerin öğle arasında toplandığı dinlenme odasına adımlarını yönlendirdi. Stajyerler, hemşireler ile çok yakın değildi. Onun okuluna has bir şeydi belki de çünkü herkes birbiriyle tanışıktı. Onun arkadaşı olmadığı için genelde hemşirelerle takılır, onlardan taktikler alır kendisini geliştirmeye çalışırdı. Böyle böyle en azından onlara sevdirmişti kendisini. Odaya girdiğinde, gördüğü ikili ile hafif gülümsedi. Ferda ve Tuncay ikilisini seviyordu.

EHVENİŞERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin