''Abla...'' dedi ama devamını getiremeden boynuma sarıldı.

''Korkma demedim mi sana?'' onu nasıl teselli edeceğimi bilmiyordum. Aziza gibi değildi, normal bir çocuktu işte. Normal çocuklar ağlar ve teselli isterlerdi.

Biraz gerimizde duran dokuz, bu yükü üstümden alarak ikimize birden sarıldı ve çocuğu saçlarından öptü.

''Bir daha ağlarsan kafanı koparırım, tamam mı çocuk?''

Hayır, hayır. O da bu işten anlamıyordu.

''Şimdi kalk da şu piç herifler gelmeden kapıya ulaşalım.''

Çocuk gerçekten de ağlamayı kesip bizimle birlikte ayağa kalktı.

''Siz! Orada kalın...''

Başımı çevirdiğimde koridorun ucunda elindeki uzun, şekilsiz silahı bize doğrultan bembeyaz giyinmiş muhafızı gördüm.

''Tamam dostum, buradayız işte.'' dedi dokuz önümüze geçip ellerini iki yana kaldırarak. ''Senin gelip bizi atmanı bekliyorduk.

Muhafız kendinden emin adımlarla bize yaklaşırken dokuzun bir planı olduğunu biliyordum. Çocuk dizlerime yaslanmış, elbisemi sıkıca tutuyordu.

Muhafız yanımıza tam olarak yaklaşmadan iki adım uzakta durdu ve emretti. ''Sırtınızı dönün ve ilerleyin.''

İki kapı ileride başka bir muhafız önüne yaşlı bir adamı almış gülümseyerek bizimkine baktı.

''Sen daha kârlıymışsın. Üç kişi ha?''

''Evet.'' Diyerek güldü bize silahını doğrultmuş olan. ''Senin bunaktan çok daha iyi iş çıkarmışım.''

Diğeri, sesinde hırs dolu bir ifadeyle bizi süzdü. ''Skoru topluyorsun. Kafa başına kazandığın parayla bir içki ısmarlarsın ha?''

''Olur.'' Dedi ve ufak bir kahkaha attı.

Piçler.

Önümüzde duran, yaşlı adamın sırtına silahı bastırarak ittirdi.

Birkaç adım attıktan sonra durdu ve başını bize çevirip gözlerini gözlerime dikti.

''Baksana,'' dedi ama bunu bana değil, muhafız arkadaşına söylüyordu. ''İçkiyi boş ver. Bana kızı ver.''

Dokuz numara beni alabileceklermiş gibi hızlıca kolumu kavradı.

''Trenden atmadan önce,'' güldü. ''İşimi görür.''

''Seni piç!'' diye gürleyen dokuz, tutmama fırsat kalmadan iki adımda muhafıza yaklaştı ve kafasını yüzüne geçirdi. Adam acıyla yere yığılırken silahı bir köşeye savruldu. Elindeki adam, yaşına göre hızlı adımlarla oradan uzaklaşmaya çalışsa da tam arkamdaki silahtan çıkan kurşun sırtını delip, muhtemelen kalbine yerleşti ve yere yığıldı.

Dokuz, tüm hırsını yerdeki muhafızdan çıkarıyordu. Art arda defalarca kez yumrukladı.

Ona doğru eğilip omzundan çekiştirdim ama başarısızdı. Diğer piç, çoktan silahını omzuna dayamıştı.

''Kalk!''

Yumruğu havadayken durdu ve yerdeki adamın yüzüne tükürüp ağzını elinin tersiyle silerek ayağa kalktı. Göz ucuyla bana baktığında sinirden alnındaki ve boynundaki tüm damarları görebiliyordum.

Başımı onu onaylamayarak iki yana salladım. Kaşları çatıldı. Burada, bir aptalın sözüyle bunu yapmak anlamsızdı.

Yerdeki muhafız öksürerek ayağa kalkmaya çalıştı ama başarısız olunca yere yatıp sağlam bir küfür etti.

Silahını dokuzdan ayırmayan muhafız, bir eliyle beni öne ittirdi ve yerdeki arkadaşına mırıldandı. ''Kalk ve al şunu.''

Dokuz, iki elini yumruk yapmış, kendisine silah doğrultan muhafıza baktı.

''Tek bir hamlende şu çocuğu gebertirim.'' Dedi adam boştaki eliyle tuttuğu civcivi gösterip.

Çocuk tekrar ağlamaya başlamıştı. Önce çocuğa bakıp gülümsemeye çalıştım. ''Korkma.'' Dedim yalnızca ağzımı oynatarak. ''Tamam.'' diye fısıldadım dokuzun yanından geçip silahını yerden almış doğrulan muhafızın önüne düşerken. ''Seni bekleyeceğim ve sensiz bu trenden asla inmeyeceğim. Korkma.''

Cevabını beklemeden sırtımı dönüp yürümeye başladığım anda, sırtımda silahın ucunu hissedebiliyordum.

Söylediklerimin yalan olduğunu ikimiz de biliyorduk. Gözlerim yaşarmıştı ve ona ağlayarak veda etmek istemiyordum.

''O pisliği ben olmadan atma,'' dedi arkamdaki şerefsiz. ''İki yumruk çakmadan rahat etmeyeceğim.''

Arkadaşı gülerek yanıt verdi. ''Hemen arkanızda olacağız.''

Sessizce önünden yürüyordum ve inatla silahı sırtıma bastırıyordu.

''Yirmi Yedi!'' diye bağırdı arkamdan. Bu sesi uzun süre duyamayacak olmak acı vericiydi. Sanki yıllardır tanıyordum ve şimdi beni çok iyi bilen birine veda ediyor gibiydim.

Vedalardan nefret ederdim.

Ses çıkarmadım. Onun bağırışlarını artık duyamayacak kadar uzaklaştığımızda şükrettim.

Kapının önünde durduk. Arkamdaki muhafızın silahı sırtımdan çekip kapının yanındaki düğmeye uzanmadan önce kulağıma eğilip iğrenç sesiyle fısıldayışını dinledim.

''Senin gibi küçük sürtüklere mi kaldım? Cehenneme kadar yolunuz var.''

Parmağını tuşun üstüne koydu ama basmadı. Bize doğru koşan adam dikkatini dağıtmıştı.

Dokuzdu bu.

Muhafızın sinirlenmesini bekledim ama yapmadı. Yalnızca büyük bir kahkaha attı ve silahı ona çevirip hiç düşünmeden sıktı.

''Dokuz!'' diye çığlık attığımda bir eli boğazıma yapıştı.

Omzundan vurulmuştu. Anında kan içinde kalan gömleğinden yarasının derin olduğu belliydi.

Bir elini omzuna götürdü ve yere yığıldı.

Muhafız tuşa bastı ve tren, hiç durmadığı o tünelin ortasında büyük bir gürültüyle bize kapılarını açtı.

Muhafız, rüzgara direnerek boştaki eliyle kapının yanındaki kola tutundu ve beni tüm gücüyle dışarı itti.

Siyah tünelin içinde savrulmaya başlamadan ve kendi yoluma gitmeden önce son gördüğüm şey, kapanmak üzere olan bir çift siyah, güzel gözdü.

ZAMAN TRENİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin