''Maya Yıldırım... Evet, yazdım. Bir sorayım belki tanıyordur seni. Akşama burada olur.''

Başımı onaylar anlamda sallarken, '' Sağ ol. ''dedim ve arkamı dönüp üç yıldır çalıştığım ve daha dün gece kapatıp çıktığımkafeden uzaklaştım.

#

Kendimi oturabileceğim bir bank bulup hemen üzerine atmıştım. Başımı ellerimin arasına almış vaziyette sadece yere bakıyordum. Kafamın içinde dönüp duran soruların hiçbirinin cevabını bulamıyordum. Belki de kaçırılmıştım. Bu düşünce aklımdan yeniden geçtiği gibi başımı iki yana salladım. Bu ne evdeki kızları ne de kafeyi açıklayamıyordu. Belki birine devredilmiştir, dedim kendi kendime ve arkasından bu tezimin de çürümesine neden olacak sebepler arka arkaya sıralandı. Daha dün gece oradaydım bu nasıl olabilirdi ki? Mantıklı değildi. Hiçbir. Şey. Mantıklı. Değildi. Kaçırılma, gasp veya saldırı gibi şeyler yaşadığım durumu açıklayamayacak kadar basit kalıyordu.

Başımı kaldırıp yavaşça gökyüzüne baktığımda çoktan karardığını gördüm. Ve o an gözümü açtığımdan beri zamana dair hiçbir şey bilmediğimi fark ettim. Kaç saat geçmişti? Uyandığımda saat kaçtı?

Hemen yanımdaki bankta, bebeğine küçük bir yoğurt paketinin hepsini yedirmeye çalışan kadına baktım.

''Pardon?''

Kadın kafasını hızla kaldırıp bana döndü.

''Saat kaç acaba?''

''Ah... Bir saniye.''

Yoğurdu ve içindeki metal kaşığı bankın üzerine bırakmaya çalışıp ikisini de düşürmesini ve bebeğinin mızıldanmaya başlamasını izledim. Montunun cebinden çıkardığı ve benimle aynı model olan telefonunu gördüğüm gibi zihnimde oluşturduğum ''başıma ne gelmiş olabilir?'' adlı listeden ''zaman yolculuğu'' maddesinin üzerini karaladım.  Hala 21.yüzyıldaydım. Tüh.

''19.27.'' dedi nazik bir sesle.

Başımı eğerek sessizce ''Teşekkürler.'' diye mırıldandım.  Üzerimde hissettiğim baskıyla orada daha fazla oturamadım ve ayağa kalktım. Güçlükle yutkunurken boğazımın susuzluktan kuruduğunu fark ettim. Bunun farkına varmamla daha çok susamaya başlamıştım. Adımlarım iyice ağırlaşmıştı ama durmadım. Yürümeye devam ettim çünkü kalacak hiçbir yerim yoktu. Ayaklarım beni yeniden evim olması gereken yere götürüyordu, onları durdurmadım.

Etrafta oradan oraya koşuşturan, kabaca birbirine bağıran, gereksiz bir telaş içinde olan binlerce insan vardı ve ben bunların arasında yapayalnız hissediyordum. Bu kalabalığın içinde sonsuza dek kaybolup gitme düşüncesi acımazsızca beni ele geçirmişti. Nasıl olur da tanıdık bir kişi bile göremezdim? Tanıdıklarımla iletişim kurabileceğim bir telefonum bile yoktu. Çaresizliğimin ve yorgunluğumun arkasına sığınmayı bırakıp adımlarımı hızlandırdım. Evdeki kızlarla daha sakince konuşmayı denemeli ve bir çözüm bulmalıydım. Aksi takdirde yakınlarda bir akıl hastanesi varsa gidip kendim yatacaktım.

Yeniden yedi numaralı dairemin(?) önündeydim. Dışarıya yansıtmadığım ama içten içe beni öldüren stresle baş etmeye çalışırken zile basamadım. Midem iyice kasıldı ve bana derin bir nefes alma ihtiyacı hissettirdi. Elimi kaldırıp zile götürürken dudaklarımı dişlemeyi bırakmaya çalıştım. Zil sesi benim için çaresiz bir yakarıştan farksızdı. Her şeyiyle benim evim işte, dedim kendi kendime. İnsan zil sesini bile tanımaz mı? Zile ikinci defa basmaya hazırlanırken kapı aceleyle açıldı.

Açılmasıyla karşımda görmeyi beklediğim kızları görememiştim. Bu bir erkekti. Aklıma o an kızın bana söyledikleri geldi ve bu çocuğun kızın bahsettiği sevgilisi olabileceğini düşündüm.

MAVİ AY (Tamamlandı)Where stories live. Discover now