I - Ölüm Satrancı

Start from the beginning
                                    

Prens Molliut bu beyan karşısında sandığından daha az mutlu olduğunu hissetti bir anlığına. Babasını öldürtmüştü. Krallığın geleceği için diye kendini avutmaya kalktı aynı sırada ama içinin yandığını hissetti bir kere. Bunu söndürmesi ve yoluna devam etmesi gerekiyordu.

Kaşlarını çatarak çenesini dikleştirdi ve dimdik duruşuyla öyle bir bağırdı ki tüm sarayda yankılandı sesi: "Muhafızlar!"

Yataklarından fırlayıp ne olduğunu anlamaya çalışanlar oldu. Muhafızlar ise koşturarak odaya girdi.

"Götürün bu haini, gözüm görmesin! Kralımızın, babamın canını aldı bu soysuz!"

Uşağın gözleri büyüdü. Olanları algılayamazken az daha prensin yaptığını söyleyecekti ki suratına çok sert bir darbe aldı.

Attığı tokadın etkisiyle eli neredeyse uyuşan Prens bir an bile tereddüt etmedi. "Bu sabah babamın adına yaraşır bir cenaze merasiminin ardından bu hainin cesedi sefillik içinde kalkacak! Şimdi atın bunu zindana!"

Muhafızlar el mahkûm denileni yapıp prensi yalnız bıraktı.

Kalbinde açıldığını hissettiği yarık iyileşmiş miydi; pek emin değildi Molliut ama kesinlikle içini soğutmuştu. Üstelik bugün bu kralı öldüren yarın onu da öldürebilir ve hanedanlığın soyunu elbet tehlikeye atabilirdi. Doğru kararı vermişti, bundan hiç olmadığı kadar emindi.

İlerleyen birkaç yıl içinde Molliut, artık hep hayalini kurduğu krallığın başında, kraliçesiyle beraberdi. Gözü her zamanki gibi yükseklerde ve tabii komşu krallıklarının topraklarındaydı. Halkla ilgilendiği neredeyse yoktu, sefaletten yakınan seslere kulaklarını tıkayıp kraliyetin tüm hazinesini -zamanında babasının stratejik başarılarıyla doldurduğu hazineyi- savaşlara ve askere harcıyordu.

Hükmünün yaklaşık beşinci senesinde düşman krallığa açtığı savaşıyla göz göre göre tüm askerlerini ölüme sürükledi. Üstelik kendisi de esir alındı. Büyük bir yenilginin ortasında seneler boyunca halkını soktuğu duruma kendisi düştü ve iki senesini karanlık bir zindanda geçirdi. Hastalandı ve hatta tüm Fortis Hanedanlığı onun öldüğünü düşünüp -belki de ümit edip- kraliçelerinin karnındaki çocuğun erkek ve tabii yeni kralları olmasını dilediler. Kral Molliut ise tüm bunları duydukça kahroluyor, hastalıklarına yenileri ekleniyordu.

Sadece çok sevdiği satrancını oynamasına izin veriliyordu bu karanlık zindanda. Günden güne ise onun da yüzüne bakamaz hâle geldi. Bir gün geldiğinde ise öylesine bitap haldeydi ve vücudunun her yanını öyle yaralar sarmıştı ki neredeyse ölmek için yalvaracaktı ama buna gerek kalmadı. Çünkü gerçekten ölümün kendisi bir insan suretiyle ona gözüktü.

Zaman gelmişti. Artık bu hayatta yaşattıklarının cezasını belki de diğer hayatta çekecek ve herkes derin bir nefes alacaktı. Molliut bunu hissetti. Derin bir öfke duydu.

Tek parmağını kaldıramaz durumdayken tüm kaslarındaki gücü son damlasına kadar kullanıp oturur pozisyona geldi. Karşısındakinin ölüm olduğunu biliyordu ama bu bile onu durdurmadı. Ona da küstahça ama içten içe umarsızca meydan okudu: "Hayır, ben ölmeyeceğim. Daha çok gencim!" Öksürükleri onu duraksatsa da devam etti. "Asla canımı alamayacaksın. Koca bir krallığın tek umuduyum ben!"

Ölüm, gülümsedi. Sessizce onun çırpınışlarını izliyordu. Biraz yaklaştı.

"Yaklaşma!" diye adeta haykırdı Kral Molliut. "Hayır, bu olmayacak! Koca bir imparatorluğun kralıyım ben! Beni öylece alıp gidemezsin. Her onurlu savaşçı gibi beni de ancak bir düello sonucu yenik düşürebilirsin."

"Ben savaşmam, Molliut." Ölümün sesi korkunç bir sakinlikteydi.

Öksürükler ardı ardına dizildi. "Ben de kılıç kuşanıp savaşacak durumda değilim ama seni aklımla yeneceğim. Soylu kraliyet üyelerinin baş tacı olan satrancın tahtası bizim savaş alanımız olacak. Her bir taş da askerlerimiz." Hemen çok sevdiği satrancının başına geçmeye koyuldu. Her nedense ölümün bunu kabul edeceğinden emin gibiydi. "Olur da ben yenilirsem hemen şu saniye canımı alman için sessizce bekleyeceğim."

"Sen kazanırsan," diye sorar gibi konuştu beklenmedik bir anda ölüm, anlaşılan gerçekten kabul etmişti.

Kral Molliut'un yüzü aydınlandı neredeyse. "Ben kazanırsam bana insan ömründen çok daha uzun yıllar boyunca uğramayacaksın."

Ölüm yine o soğuk gülümsemesini bahşetti Molliut'a ve satrançta karşısındaki yeri aldı. Kafasını ağır ağır sallayıp kabul ettiğini beyan etti.

Kral Molliut, işte şimdi yeniden doğmuş gibiydi. Kendisine o kadar çok güveniyordu ki kaybetme ihtimali aklının ucundan bile geçmiyor ve geçireceği uzun bir hayatın hayallerini kurmamak için kendini zorluyordu.

Taşlar dizildi. Ölüm, ilk hamle için zengin bir kraliyete ait olduğu her bir noktasından belli olan beyaz boyalı taşları Molliut'a verdi.

Oyun çok sakin başlamış ve öyle devam etmişti bir süre. Çünkü Molliut yine o kadar emindi ki ölümün bir hata yapacağından ve kibri tüm bu hasta hâline rağmen yine o denli büyüktü ki saldırmayı gerek bile görmüyordu.

Önce piyonlarının üçü yenildi, sonrasında atı. Yavaş yavaş gerildiği hissedilirken bir de baktı ki ölümün veziri şahını tehdit ediyordu. Nasıl olup da o boşluğu göremediğini anlayamadı.

Ölüm, dümdüz bir sesle şahı tehdit ettiğini bildirdi.

Kral Molliut, fazla düşünmeye gerek duymadan filiyle şaha giden tehdidin önünü kesti. Sonrasında ise hırsına yenik düşerek saldırıya başladı. Vezirini karşıdaki şahın hemen yanına gönderirken vezirini koruma görevini de kalesine vermiş oldu. Akıllıca bir hamleydi. İçten içe kendini takdir etmeden duramıyordu.

Şimdi ölümün, kendisinin tahmin ettiği hamleyi yapmasını beklemeye koyuldu. İki hamle gecikmeli de olsa o hamle yapıldı ve Kral Molliut, ölümün bu oyundan kendisi kadar iyi anlamadığına artık tüm benliğiyle emin oldu.

Satrançta çok özel bir hamle olan ve kale ve şah ile gerçekleştirilen Rok hamlelerinin -uzun ve kısa olarak iki tanelerdir-, 17. yüzyıldan itibaren artık gezegenin her yerinde tek bir hamle olarak sayılabiliyor oluşu büyük bir devrim yaratmıştı bu oyunda. Kral Molliut ise bu kuralı işte şimdi karşısındaki düşmanı, ölümü mat etmek için kullanmıştı.

Etrafı hem kendi piyonlarıyla hem de Molliut'un veziri ve Rok hamlesi yapılmış kalesiyle çevrelenen şah, kesin suretle çaresizdi.

"Şah ve mat."

Oyun bitmişti. Kral Molliut, ölümü bir satranç oyunuyla yenilgiye uğratmıştı.

Ölüm giyindiği serin rüzgarıyla kalktı oturduğu yerden. "Kazandın, Molliut," dediğinde Kral Molliut bir duvara çarpmış gibiydi. "Artık sana, anlaştığımız gibi, tahmin ettiğinden çok daha uzun yıllar uğramayacağım. Yaşamının tadını çıkar."

Molliut, ölümün sesindeki soğukkanlılığı zaferine bir gölge gibi gördü o an. Karşısında öfkelenmesini mi istiyordu? Tüm insanlığın canını alabilen bir varlığın bile karşısında aciz görünmesini isteyecek kadar hudutsuz bir büyüklenmeydi bu. Ölüm, bunu çok açıkça hissediyordu ama tek bir kelime daha etmeden zindanı terk ederek Kral Molliut'u eski karanlığıyla yalnız bıraktı.

Kral Molliut, içinde yarım kalan zafer nidalarına rağmen tarifi verilmez bir şekilde gururluydu ve kendi kendine böbürlenmekten yine de vazgeçmedi. Zindandaki yatağının üzerine çıkarak ufak demir parmaklıklı penceresinden esir düştüğü şehrin manzarasını gözlerini kısarak izledi.

"Ne kadar gerekiyorsa bekleyeceğim," dedi tehditkâr bir tonda. "Bekleyeceğim ama zamanı geldiğinde hiçbir şey önümde duramayacak." Kendi kendine güldü tüm ağrılarına rağmen. "Ben ki ölüme kafa tutup onu mağlup etmiş Fortis Hanedanlığı Kralı Molliut Fortis. Artık ölümden korkmayan bir adam, başka neyden korksun ki?"

Bugüne kadar gözünün gördüğü her şeye meydan okuyan Kral Molliut, bugünden sonra gözünün göremediklerine de meydan okumaya başladı.

Her Oyun BiterWhere stories live. Discover now