suçüstü bulmalı ölüm, ölürken de sevdalı kal

297 34 131
                                    

Bir güz akşamında tanıdım seni.

Normalde ayrılığın ve vedanın simgesiydi gözümde güz. Yapraklar sararıp terk ederdi ağaçları, ağaçlar çıplak kalırdı. Üşürdü dalları yaprakları olmadan, boş kalırdı. Gökyüzü ağlardı hep kışın soğuğunu hissedercesine. Gözyaşı döküşünün ardından gökkuşağı açardı bazen minik bir teselli gibi. Kışın öncüsüydü güz, kuruyup giden ve bir daha dönemeyecek yaprakların habercisiydi. Seninle güzün de bir bahar olduğunu anladım lakin hüznü getiren bir bahar değildi güz seninle, bilemedim.

Dediğim gibi, bir güz akşamıydı. Sema yine son seferiymiş gibi döküyordu gözyaşlarını, daha da şiddetleneceği muammaydı. Biz de bu muammadan kaçıyorduk en büyük günahmış gibi, alelacele. Sen de bundan kaçanlardan biriydin yanımdan geçip gidene kadar.

Gözyaşlarıyla çok ıslanmış biri olmam nedeniyle önlemimi almıştım. Acılarla kavrulduktan sonra soğumuş ve siper edinmiştim. Şemsiyeydi benim siperim, altında barındığımdan korkusuzca yürürdüm, koşmazdım. Bilirdim bu küçük kubbenin beni gökyüzünün gözyaşlarından uzak tutacağını.

Eve doğru adımlarken bana çarpmandan sebep topladığın çiçeklerden bir tanesini düşürmüştün, hatırlar mısın? Öyle çok ıslanmıştın ki, bir an önce eve gidebilmek için koşuyordun. Düşürdüğün çiçeği fark edememiştin bile. Peşinden koşarak getirmiştim, uzattığımda gülümsemiştin. Yanakların al al olmuştu, hiç unutmam, unutamam. Bense o çiçeği sana hediye eden kişiymiş gibi heyecanlanmıştım ışıldayan gözlerine bakınca. Sırılsıklamdın ve titriyordun, üstüne doğru düzgün bir hırka bile geçirmemiştin. Hastalanacağın çok belliydi.

Şemsiyemi sana uzatarak daha çok ıslanmanı engelledikten sonra seni evime davet etmiştim. İlk başta buna pek sıcak bakmasan da, üşümekten dudaklarının morardığını ve çenenin titrediğini söyleyip bir şekilde ikna etmiştim seni. Birbirimizi iki kasabalı olarak bilirdik sadece, ondan çekiniyordun. Ama kasabalılar birbirinin ailesi gibiydi, burada herkese güven olurdu bilirsin, ondan içini rahatlatmıştım.

Eve girdiğimizde benden izin alıp dikkatle masanın üstüne sermiştin çiçekleri. Pardon, çiçek dememe kızıyordun. Manolyaydı onlar, hikayesini öğrendiğim ilk çiçekti, senin benim Manolya'm olmanı sağlayan çiçek. Kendinden bile öncelikliydi, bu duruma pek şaşırsam da, sana bir şey demeden kıyafetlerimden ödünç vermiştim. O gün yağmur iyice bastırmıştı geceye doğru, sen gitmek istesen de yollamamıştım ben seni. Çünkü belli etmemeye çalışsan da ara ara ürperiyordun, hala üşüyordun. Bense bir serçeye kış vakti bakan bir çocuk gibi ellerimden uçup üşümeni istemiyordum.

Tanıdım derken, sadece tanışmaktan bahsetmiyordum. Gerçek seni tanıdım, hikayeni dinledim, iç dünyanda gezindim. Ama ben kapalı bir insandım, sana pek açmadım kendimi. Sadece seni dinledim tüm gece sıcak kahve eşliğinde. Üzerindeki kıyafetlerim sana bol geliyordu ve heyecanlı hareketlerle konuşuyordun. Oldukça güzel görünüyordun, tüm gece seni dinlerken bunu düşünmüştüm.

Aramızda tatlı bir sessizlik olmuştu, yeni tanışmış iki insandık sonuçta. Sen susup uzun uzun kahveni yudumlayarak balkonumdan aşağıyı izlemiştin, ben de seni. Bilmiyorum neden lakin çok ilgi çekici bir güzelliğin vardı. İnsanı kendine çekiyordun, baktıkça bakasım geliyordu sana. Üstündeki battaniyeye daha sıkı sarılıyor, ince bileklerine doladığın kısımları kendine doğru çekiştiriyordun ikide bir.

"Manolyaları sever misin?" demiştin birden duraksayıp, bakışlarım sana çevrilirken sen cevabımı bekliyor, alt dudağını kemiriyordun. "Açıkçası pek ilgilenmem." Başını sallayıp kahve bardağını mermere bıraktın ve bir koşu çiçeklerin arasından bir tanesini eline alıp geri döndün. "Bak, bu bir manolya. Nasıl görünüyor?"

incir ağaçları çiçek açıncaWhere stories live. Discover now