14 Şubat Hatırası

83 2 0
                                    

14 Şubat 1950
Kar taneciklerinin üstünde uçuşan güller ,Fransızlar'ın deyimiyle "Roses Flottant". Hiç değilse Andre' nin deyimiyle öyleydi. Koca veranda daki pembelerin kırmızıya karışımı. Üzerine hafif bir örtü gibi sinen kar taneleri eşliğinde. "Je te aime" diye fısıldadı kulağıma, hafif dolgun karnımı okşarken.
Plakta çalan Edith Piaf 'ın zarif sesi odayı dolduruyordu.
"Hoşuna gitti mi?" Diye sordu dudakları boynuma inerken.
"Bayıldım!" Dedim tek kelimeyle çünkü karnımda ki kelebekler bebeğin tekmeleriyle karıştığında içimde ki coşku bu şekilde ortaya çıkabiliyordu. Güller göz kamaştırıyordu ,adeta başka bir dünya gibiydi. Sanırım şuana kadar bir insanın benim için uğraşarak yaptığı tek şeydi.

13 Şubat 1955
Viski ve ucuz puro kokusuna karışan serinlik tüylerimi diken diken etmiş yanım da uyuyan koca devin arsız horultularına katılıyordu. Midemde ki bulantı ve kusma isteği gitmemişti. Dokunduğu her yeri kesip atmak, öptüğü yerleri keseleyerek çıkarmak istiyordum adeta. İçimde olduğu o pis anı hatırladıkça göz yaşlarım kirli beyaz çarşaflara dökülüyordu usulca. Kim bilir daha önce kaç kadının ruhunu sattığı yatak şimdi de benimkini ele geçirmişti. Gün ağrımaya başlıyordu ,soğuk güneş yeni bir güne uyanıyordu. Soğuk ,sağlam olmayan camlardan içeri sızıyor kemiklerime işliyordu.
Eğer şimdi ayrılırsam Rose uyanmadan yetişebilirdim, o uyanmadan önce artık ona küçük gelen beşiğinin yanında ki iskemleye sinerek altın sarısı muhteşem buklelerini sabahın ilk ışıklarının kattığı ışıltıyla izleyebilirdim. Elimi usulca uzatıp o muhteşem dolgun dudaklarının kıvrımında gezdirebilirdim belki de. Uyandığında ki o yarı mahmur halini izleyip babasının tıpkısı olan bal rengi gözlerinde ki sersem bakışa hayran kalabilirdim. Üşümüşmüş müydü acaba? Bütün camları ve kapıları kapatmış mıydım ki? Ya açık kalan olduysa ve yorganlara rağmen üşüdüyse ? Ya dışarıda ki ayyaşların sesine uyanıp kalktıysa ve beşikten çıkıp beni aradıysa? Beni bulamayınca telaşlanıp ağlamış olabilirdi hatta belki ağlıyordu şimdi. Ah Tanrı'm ne olur yardım et. Usulca yataktan kalktım ve yerde saçılmış halde ki giysilerime baktım. Onları giymek o kadar tiksindirici gelmişti ki hepsini ateşte yakmak istiyordum. Odanın ortasında duran masanın üstüne baktım. 50 frank orada durmuş benimle alay ediyordu adeta. "İşte bu da senin değerin güzelim."diyordu. Parayı alıp paltomun içine sıkıştırdım. Üçüncü sınıf bir hotel olan " Non Je Ne" nin gıcırdayan basamakları da fısıldıyordu kulağıma ,dün geceyi hatırlatıyorlardı arsızca. Lobi de duran kıvırcık saçlı yaşlı kadın onaylamaz bakışlarla süzüyordu beni. O da en az benim gibi dün gece ne olduğunu biliyordu. Fakat her saniyesinden ne kadar nefret ettiğimi bilmiyordu, sahte zevk çığlıkları atarken aslında onların benden kopan ruhumun acı çığlıkları olduğunu bilmiyordu, vücudumu sattığım kadar ruhumu da o pis yatakta bedavadan kaybettiğimi bilmiyordu, her gece kendimi asmamak için nasıl tuttuğumu bilmiyordu ve Rose'u. Ah benim bir tanecik Rose'um, yaşama sebebim. Kısaca bu kadın sadece bi "Hayat Kadını" olduğumu biliyordu ve beni yargılıyordu. Haklıydı ben de yargılardım. Şubat'ın soğuk esintisi yüzümü ve çıkar çıkmaz da ellerimi buz kesmişti. Fazla yolum yoktu yürüyerek geçebilirdim. Düşen kar tanelerine baktım ne kadar saf ve masum, kirletilmemiş acılar tarafından. Dökük apartmanımın önüne geldiğim de kapının açık olmasına ve köşesine çökmüş bir ayyaşın bira şişesine sarılmış halde yatmasına hiç şaşırmamıştım. Bir zamanlar nezih kesimler taşıyan bu sokak daha da önemlisi aşkımı barındıran bu köşeler şimdi aynı benim içim gibi leş dolmuştu. Hızlıca merdivenleri çıktım kendi dairemin kapısının önüne geldim cebimde ki anahtarların şıngırtısını olabildiğince önlemeye çalışarak kapıyı açtım. Çok usulca içeri girdim. Ayakkabılarım karın etkisiyle ıslanmış ve büzüşmüştü. Kabanımı astıktan sonra koridorda ki sonuncuya odaya gittim. Uyuyordu. Yetişmiştim. Günün ilk ışıklarının aydınlattığı oda yerde zikzaklar çiziyordu. Küçük renk oyunları yaparak beşiği aydınlatıyorlardı. Doğduğundan beri aynı yatakta olan Rose artık sığmıyordu oraya fakat yenisini alacak param yoktu. Oysa ki bazen aynı bunun gibi sabahlarda odada ki büyük pencereden bakar ve her şeyin düzeleceğini hayal edemeden alamıyorum kendimi . Her şey güzel olacaktı bizim için, Rose için istediği gibi yatabileceği kocaman bir yatağı her sabah çikolata soslu krepler yiyebileceği sıcacık bir evi olacaktı. Evet bunlar olacaktı. Olmamalıydı. Onu uyandırmak istemiyordum, usulca ayağa kalkarak odadan çıktım. Makyaj masasının başına geçip aynadan kendime baktım. Rimelim gözümün etrafına bulaşmış, boynumun kenarlarında minik morluklar oluşmaya başlamıştım. Devin zevkle emdiği o yerlere baktım ,tarif edilemez bir iğrelti hissi boğdu içimi. Gözlerime baktım, bir zamanlar aşkla parlayan bu gözler şimdi sadece hüzün doluydu ve yitirdikleriyle. Yirmi altı yaşındaki bir kadın için fazla çökmüş duruyordum. Sevmemiştim bu görüntüyü. Sahte incilerimi çıkartarak kutuya yerleştirdim. Alyansım aradan sırıtıyordu. Şimdilerde pek bir değerliydi satsam Rose için çok güzel bir yatak alabilirdim ama yapmazdım. Çünkü bir şeyleri bana yaşadıklarımın gerçek olduğunu hatırlatması lazımdı. Ondan bana kalan bir şey, artık yüzünü bile hatırlayamıyordum ne zaman ona dair bir şeyler aramak istesem Rose'u uyurken izliyorum bir zamanlar aynı onu da izlediğim gibi.

20 Ocak 1949
Hava yağmurluydu fakat Ocak ayı için fazla ılık bir hava mevcuttu. Kavganın neyden çıktığını hatırlamıyordum. Biz hep böyleydik kavga ederdik fakat yaralanmazdık , aksine daha da alevlenir bir kor gibi yanardık. Yağmur bastırmış ve sırılsıklam kalmıştık göğüsüne yumruklar atıyordum.
"Sak'ın dokunma bana !"
"Bitti diyorum Andre! Anladın mı ? Bitti!" Diyerek haykırıyor yerimde tepiniyordum.
Güçlü kollarıyla beni bileklerimden yakaladı ve duvara yasladı.
"Haklısın Belle bitti artık daha fazla sevgilim olmanı istemiyorum." Dedi çok sakin bir şekilde. Donakalmıştım . Nasıl böyle bir şeyi söyler? Bununda diğer kavgalarımız gibi olması gerekiyordu ben bağırırdım o da bana bağırırdı ama sonunda kendimi yatakta bulur ve hiç bir şey olmamış gibi devam ederdik. Çünkü birbirimiz için çıldırıyorduk. Yani ben çıldırıyordum. Şimdi sadece tek bir kelimeye mi bakmıştı herşey "Bitti". Gözlerim yanmaya başlamıştı yağmurda göz yaşlarımın fark edilmemesini umut ediyordum.
"Ne?" Ağzımdan boğuk bir fısıltı şeklinde çıkmıştı hatta söyleyip söylemediğinden emin bile değildim.
Sanki çok komik bir şey söylemişim gibi sırıttı. Harika ! Önce benden ayrıldığını söylüyor şimdi de gülüyordu. Tanrı'm sen bana güç ver.
"Belle seninle daha fazla sevgili olamam çünkü... Ben senin sevgilin değil kocan olmak istiyorum. Belki bundan elli yıl sonra birbirimizden bıkmış bir şekilde sana bağırmak istiyorum. Bu görüntü bile beni diğer olabilecek seçeneklerin hepsinden mutlu ediyor. Sana hastayken bakmak istiyorum, kusarken saçını tutmak, burun kırmızı ve yaralıyken orayı binlerce kez öpüp iyileştirmek istiyorum. Seni her şeyinde istiyorum beşiğin başında oğlumuza bakarken saçların dağınık bir şekilde istiyorum, pokerde kaybettiğin de ettiğin küfürlerle istiyorum. Belle, benimle evlenir misin ?" Dizlerinin üzerine çökerek cebinde ki muhteşem alyansı bana sunarak bana baktı. Hiç düşünmedim sadece evet dedim.
"Evet! Evet! Her zaman evet!"
Boynuna sarıldım, yüzüğü parmağıma taktığında gece loş ışıkta parıldadığını hissedebiliyordum. Sertçe dudaklarına yapıştım. Tutku bambaşka bir boyut almıştı. Onu hep Sertçe hem de kırılmasından korktuğum bir porselen gibi şefkatle öpüyordum. Eve vardığımızda kapıyı kapatmasını bekleyemedim bile. Onu seviyordum ve onu istiyordum. Elbisemin düğmelerini açtı yavaş, yavaş beni çıldırtan ,çıldırta.

13 Şubat 1955
Aynada kendime bakarken ve anılarla boğulmuştum gözüm duvar takvimine kaydı bu gün 13 Şubat'tı yarın ise...
Hayır ,yine mi gelmişti o gün? Liseli bir gençken içimi pır pır eden o gün şimdi sadece kaybettiklerimi hatırlatıyordu. Tüm Paris birbirine çikolata ve çiçek dağıtırken ben kendine teselli arayan bir adamın altında sahte orgazma hayat vereyecek aynı zaman da elimden kayan şeyi hatırlayarak çığlıklarımın karışmasına izin verecektim. Belki bu sefer tutardım göz yaşlarımı. Ayağa kalktım ve bir plak taktım.

Des yeux qui font baiser les miens,
Un rire qui se perd sur sa bouche,
Voila le portrait sans retouche
De l'homme auquel j'appartiens

Quand il me prend dans ses bras
Il me parle tout bas,
Je vois la vie en rose.*
Bizim şarkımızdı ilk defa tanıştığımız dansta çalıyordu ve bunu takip eden diğer zamanlarda da hep bu vardı. Son kez dinlediğimiz şarkı da buydu. Son şarkımız olduğunu bilseydim izin verir miydim zaman'ın akmasına?
Benim için 14 Şubat artık sevgililer günü değildi çünkü bir sevdiğimi yitirmiştim ben. Sadece aşk, çikolata, böcek değildi. Acımın katlandığı bir gündü , kızıma cevap veremeyeceğim, "Babam nerde?" Derken sadece gülümseyip yukarı işaret edebileceğim bir gündü, 50 frank uğruna sokaklarda ayyaş bir adam arayacağım bir gündü. Kısaca 14 Şubat benim için yitirdiklerimin günüydü. Çok ayrıntıya girdim belki de. Anlamadınız beni. Aklınızda ki soru işaretlerini ve yargılayan bakışları görebiliyorum en iyi baştan başlamak tı. En baştan. Her şeyin başından.

14 Şubat 1949
... Devam Edecek...

Şarkı sözünün anlamı için:

bakışlarımı kaçıran gözler
dudaklarında kaybolan gülüş
işte ait olduğum adamın
rötüşsüz portresi

ben onun kollarındayken
kulağıma fısıldadığında
hayatı pembe görüyorum

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Apr 16, 2015 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

Roses FlottantWhere stories live. Discover now