"Ferimah."

Omzumu dikleştirdim. Boş gözlerle suratına baktığımda dudaklarımı aralayıp,"Ne?" dedim, buz gibiydim.

"Beni duydu-"

"Ne olmuş dayı?"

Baskın sesim beni bile irkitecek kadar soğukkanlı çıktığında dayım kaşlarını çattı. Eli kirli sakalıma kayarken hızla yanıma geldi. Kolumu kavradığında kulağıma doğru kısık sesle konuştu.

"Pusuya düşmüşler. Çakır..." dedi sesini daha da kısarak. "Yaralanmış."

Allah kalbimi söktü de içine yangın koydu sanki. Azap içinde cayır cayır yanayım da kıyameti göğsümde taşıyayım... Zulmüm hiç bitmesin istedi. Yana yana kül olacağımı sandığım vakit, "Bu sabah özel uçakla dönmüşler. Evde şu an. İyi dediler ama gidip bakacağım. Emin olmam lazım," diye açıklama yaptı.

"Dayı.." diyecektim ki titreyen sesim sessizliğe gömüldü.

"Ferimah," diye uyardı beni. Kolumu sıktı. Bu sıkış beni kendime getirmek için yapılmış bir hamleydi. "Topla kendini. Onlara belli edemeyiz. Yaşlı başlı insanlar. Hele ki Zeynep... Kadın hamile."

Hızla kafamı aşağı yukarı sallarken kolumu sıvazladı.  "Gideceğimizi söyleyip geliyorum. Bekle beni dayım."

Yanımdan ayrıldığı an kalbimin yerine geçen yangın gözbebeklerime sıçradı. İri bir damla gözyaşı yanağıma düştüğü an karanlık tabutun içinde unutulmaya yüz tutmuş ceset gibiydim; karanlık tarafından yutulmuş, Tanrı tarafından unutulmuş, üstesinden gelemediğim adamın altında kala kala kurutulmuş.

Ardımdaki hareketliliği fark etmemin beraberinde, "Ferimah," diyen Zeynep'in sesini duydum. Elimin tersiyle yanağındaki yaşı silip buz gibi tavrıma aldırmadan ona doğru döndüm. Dayım arkada, Selver ve Zeynep biraz daha öndeydi.

"Gidiyormuşsunuz. Akşam bizde yemek yeriz diye düşünmüştüm halbuki."

"Eniştem bu konuda katî," dedi dayım gözlerimin içine bakıp açık vermemem için gözünü bile kırpmadığında. "Bizi bekliyorlar. Belki daha sonra, değil mi Ferimah?"

Düz düz baktım.

 Kalbimdeki sancının varlığı mı yoksa varlığına sebep olan mıydı nefesimi kesen?

"Ferimah?"

Tanrım... Kalkmayı marifet sandığın anda mı düşmekmiş asıl seven, sevilen?

"Dayıcım?"

"Öyle." Duraksadım. "Öyle, dayıcım."

Kendimi nefes bile alamayacak kadar güçsüz hissederken nasıl oluyordu da ayakta başım dik duruyordum anlamıyordum. Düşünmesi bile mağlubiyeti göğsüme saplarken bulunduğum anda çaresizliği yaşıyorken ayakta dimdik duruyordum.

Zeynep ve Selver konuşuyor, bir şeyler söylüyordu ama asla duymuyordum. Öyle boğuk boğuk doluyordu ki kulağıma, kendimi Arafat Dağı'nda terkedilmiş kul gibi hissediyordum. O dağda bastığım  toprağın iskeleti tıpkı kumdan kale gibi yıkılmaya başladığında dayım omzuma dokunmuş ve cipe yürümemizi sağlamıştı.

Bir sorun vardı, içimi içimde bırakmayan ama içim içimdeyken de kendimde olamadığım bir sorun. Çakır yaralanmıştı. Durumu nasıldı, bilmiyordum. Bildiğim tek şey, duyduğum andan itibaren gözümde asılı kalan yeşilden hâkiye çalan gözleriydi. Varlığının tanımını göğsümde, gözümde hatta ve hatta özümde taşıdığım hâki gözleri...

DEHARİRHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin