Gözleri nemlenen ve hüzünle ilerleyen genç kız, duvarın üzerine çıkıp ayaklarını boşluğa savurdu. Böyle otururken sanki bulutlardan bir köşkte bankondan arşı âlemle seyre duruyordu bedeni tüm dünyayı. Oturduğu yerden İstanbul Boğazı ona göz kırpıyordu. Rüzgâr şalına yaramaz bir çocuk gibi yapışmış havalandırırken, gözlerini kapatıp derin derin tuzlu havayı içine soluyordu. Demek İstanbul böyle güzel kokuyordu.

"Gelmeyeceksin sandım." dedi arkadan gelen tok ses. Tanıdığı bu hesap soran sesle tüm sevinci kursağına dizildi kızın, bedenini korkunç bir ürperme sardı.

Çiçek panikledi, yüreği ağzında turlarken, arkasına bakmaya korktu ama içinden bakmak geçiyordu. Görmek, görüp de gerçek olduğuna gözleriyle karar vermek istiyordu.

Ve arkasını döndü. Gözleri çekinikçe yaşlı adamı aradı ilk. Onu buraya getiren dedesi nereye kaybolmuştu? Ve o...? O burada ne arıyordu?

"Ah be İstanbul duruşlu Elif, boğazım kuruyana kadar seveceğim seni."

Ve ter su içinde yataklarından fırladı iki beden.

Birisi "Bismillah." diyerek şoku atlatmaya çalışırken, diğeri bu saçmalığa kızarak fırladı yatağından.

İki yüreğin kalbi de aynı hızla ama başka korkularla çarpıyordu.

Dedesinin ve anneannesinin o feci kazaya kurban gidişinden on beş yıl sonra, aynı acıyla yüreği kavrulan Elif'e, hiçbir söz teselli olmuyordu. Onun tek tesellisi, duâlarına vakıf olduğu vasilerini dünya gözüyle tanıması ve sevmesiydi. Ama bu bile onun artık bu âlemde tek başına kaldığı gerçeğini hafifletmiyordu. Elif öksüzlüğün, yetimliğin ocağında kıvranırken, avukatın bürosundan bir telefon geldi!

Beklenmeyen bir telefon tüm kaderini değiştirebilir miydi? Minnet, vefa, hak sinmiş geçmiş hatırına, tüm dengeler bozulabilir miydi? Hain kaderin kalemi elinden alınıp, güzel bir son yazılabilir miydi?

Gül yüzüne hüzün, yüreğine acı yakışmayan, melekler kadar sevgi dolu olan Elif, artık hüzünler kraliçesiydi. Başına taktığı yetimlik tacına, şimdi öksüzlük taşı da eklenmişti. Çok uzun süredir yastaydı genç yüreği. Henüz daha kendine gelmemişti ve gelebileceğini de sanmıyordu. Üzerinden yıllar geçse de, o gecenin boğuk görüntüsü, bir gölge gibi aklının kıyısında kendine yer bulmuş ve bir duvar yazısı gibi göz kapaklarının altına kazınmıştı. Boğazına çökmüş acı, biçerdöver misali tüm kelimelerini tüketiyordu. Bu acı, önceki acılarından daha derin çökmüştü ruhuna çünkü ilk kaybını sâbiyken, ikincisini çocukken, üçüncüsünü olgunken yaşamıştı.

Daha dedesi yerine koyduğu Fazlı Bey'in ölümünün sebep olduğu şoku henüz atlatamamış, yaşamı bir türlü normale dönmeyi başaramamıştı. Üç yaşındayken uçak kazasında anne ve babasını kaybeden Elif... dokuz yaşında, geride kalan ve ona bakmak için hevesli olan tek akrabası; anneannesi ve dedesini kaybedince, tek sığınağı ve tutunacağı dalı olan Fazlı Yerlikaya'nın himayesine girmişti. Onu mirası için kabul etmek isteyen çok uzaktan akrabaları olmuştu elbette, ama yakındakilerden çıt bile çıkmamıştı.

Ne amcası, ne de daha yakın akrabaları adını bile anmamış, gözden uzak edip gönüllerine yaklaştırmamışlardı.

İyi olmuştu böylesi, eğer onu sahipsiz bırakmasaydılar Fazlı dedesini nasıl tanırdı! Onun güzel öğütleri ve sonsuz şefkatiyle... sıcacık kalbiyle serpilip büyüyerek, herkesin gözüne, gönlüne hitap eden gül dalı gibi şahane bir kız ve aynı anda mesleğine sımsıkı sarılan bir Arkeolog olmuştu. Her zaman geçmişe karşı müthiş ilgisi olan ve tarihe karşı tutkulu bir merak duyan yapıya sahipti ve bu mesleği seçtiğinde, Fazlı Bey onu vazgeçirmek yerine hep desteklemişti. Tarihin yaşanmışlıklarında düşünürken hayal kurmayı, bulguları gözlerinde canlandırarak hareket ettirip, onlar için aklından hikâyeler yazmayı zevk edinmişti adeta. Belki hiç masal dinlememişti ama bir sürü yapıta, hayali masallar yazmıştı zihni.

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Feb 10, 2021 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

EDEP ÇİÇEĞİ (DUÂMDASIN-1)Where stories live. Discover now