"Burada olmanızın ne gibi bir açıklaması olabilir? Baba iki yıldır buradasınız. Suçsuz olduğunuz halde sizi bu lanet yerde tutuyorlar."

Adalet miydi bahsedilen yoksa bize zannettirilen?

Kalbim iki yıl önce olanlarla zorlanırken zorlukla yutkundum. Konuşmak kor bir ateşe dokunmak gibiydi. Kor ateş kelimeler ile tekrar harlanıyordu. Bir yangın oluyordu. Yangın geçmişimi yakıyordu. Yanan geçmişimle birlikte yalnız kalmıştım. Yalnızlığım yüreğime takılıyor ve içimi kazıyarak aşağı iniyordu. Yalnızdım, hayattaki dalım olan insanlar yanımda değillerdi. Bu koca hayatta yapayalnız kalmıştım. Çaresizdim, umutsuz ve mutsuzdum. Ben hayatla olan savaşımı kaybetmiştim. Oysa ben savaşmaya başlamamıştım ki!

Bazı savaşlar kaybedilmeye mahkumdu. Galip baştan belli olurdu. Benim savaşımda öyleydi. Galip belirlenmişti. Ben mağluptum. Savaş beni yere yıkmıştı. Doğduğumda başlamıştı bu yıkım. Ben doğmadan belirlenmişti sanki kaderim. Ne zaman ayağa kalmaya çalışsam dizlerim yere yapışmış gibi yerden kalkamıyordum. Parçalanmış dizlerle öylece duruyordum. Ne canım acıyordu ne de acımıyordu. Zemin dizimi mıknatıs misali çekiyordu. Buna karşı koyamıyordum. Oysa biz zıt kutuplar değil miydik? İtseydi ya beni. Kalksaydım ayağa. Yere değen ellerim ise toz, toprak ve yara içerisinde kalmıştı. Dizimi acıtan tüm acılı ağrıları bir yerlere gömmeye çalışmaktan yorgun düşmüşlerdi.

"Buradan çıkacağımızı biliyorsun. Çıkacağız ve sen biz çıkana kadar hiç bir şey yapmayacaksın!"

"Hayır!" dedim içimden.

"Ne zaman çıkacaksınız baba? Henüz bunu bile bilmiyoruz. O yüzden bana bir şey yapma demekten vazgeç!"

"Roza az kaldı anlamıyor musun? Kendini de bizi de perişan etme. Biliyorum eli kolu bağlı oturmak zor geliyor fakat dayanmalıyız!"

Sinirli bir nefesi ciğerlerime misafir ettim.

"Hayır! Öylece durup izleyemem. Kusura bakma baba!"

Kaşlarını çattı, yaşlılık çizgileri şimdi daha belirgindi.

Dilimle dudaklarımı ıslatıp masadan tutunarak kalktım. Çıkışa yönelirken

"Öyle bir karışacağım ki baba! Son nefesleri benim elimden olacak!" diyerek yürüdüm.

Her yeni günü yazmaya başladığım zaman, zaman beni içene çekiyordu. Bir zaman fanusunun içine hapsolmuştum. Yazmak için kalemimi elime aldığımda mürekkebinin bittiğini görüyor ve içime çekiliyordum.

Ben benim için yazılan beş altı satıra sığmaya çalışıyordum.

Hapishaneden ayrıldığımda hava kararmaya yüz tutmuştu. Gök karamsarlığa bürünmüş bir ölü gibi cansızdı. Beni anımsatmıştı. Bana, beni... Cebimde titreyen telefonumu fark ettiğimde kaçıncı titreyişiydi emin değildim. Sakin bir edayla elimi cebime soktuğumda telefonum titremeye devam ediyordu. Bu ısrarlı arayışın nedeni neydi? Telefonun ekranına baktığımda arayanın üniversiten bir arkadaşım olduğunu gördüm. Sesli bir nefes alıp gözlerimi devirdim. Tam zamanıydı. Aramayı sinirle yanıtlayıp telefonu kulağıma götürdüm.

"Evet?" dediğimde sesim bile bana yabancıydı.

Sanem "Rozalin bugün Asyalarda buluşuyoruz biliyorsun değil mi?" dediğinde içimi gıdıklayan sinir dalgası ile "Biliyorum. Bir saate oradayım." dedim. Orada olmak istemiyordum ama Asya denilen kızın babasının bir teknoloji şirketi vardı ve bu kız kesinlikle bana lazımdı.

Gerçek Yaşamdan ArşivHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin