0.6

93 9 5
                                    

Şarkıyla okumanızı öneririm; Bon Jovi - Hallelujah

Bir anne canının parçasını dokuz ay bedeninde taşır ve acılı geçen bu süreden sonra bebeğini kollarına almanın mutluluğunu yaşardı. O büyük gün, aylarca beklediği o muhteşem gün geldiğinde çektiği acıya dişini sıkardı. Sonunda umut kaynağı doğduğu an rahatlık hissi bedenini ele geçirir, dünyadaki en şanslı kadının kendisi olduğunu düşünürdü.

Öyle değil miydi? En azından bu yaşıma gelene kadar annelik duygusunun tarifi bana böyle öğretilmişti. Annem sessizce pankreas kanserine yakalanıp bir hafta içinde beni yalnız bırakmıştı. Vefatından önce, o bir hafta içerisinde acılar içinde kıvranırken bana bunu  bir saniye bile hissettirmemişti. Ölümü bile tebessümle olmuştu. Sanki oğlunu meşgul etmemek, onun rahatını bozmamak için susmuş, aynı sessizlikle dünyadan yok olmuştu. Beni karnında dokuz ay taşıyıp gözü gibi bakarken, benim onun için bir şey yapmama razı olmamış; tek yaptığı dudaklarında tebessümle oğlunu yalnız bırakmak olmuştu. Bu anne ne kadar fedakardı, bu anne oğluna 'kadına saygı ve sonsuz sevgi' ilkesini ne denli kabullendirmişti haberi var mıydı acaba?

İşte bir anne bu mutluluğu yaşarken bebek dünyaya ağlayarak gelirdi. O bebek büyür, yaramaz bir çocuğa dönüşürdü. İstediğini yaptırmada üstüne yoktu. Üzerine sorumluluk yüklenene kadar canı ne isterse ona sahip olurdu. İşte o sorumluluklardan sonra, "ölsem de kurtulsam" süreci başlardı. Ben, o, bu, şu... Tüm ergen ve yetişkinler bunu düşünmezler miydi?

Sadece düşünürlerdi. Aklı başında olan her insan bunu gerçekleştiremezdi. Hatta 'ölüm' dendiğinde tüyleri diken diken olur ve bu tarz konuların konuşulmasını istemezdi. Daha çok yaşasın, daha çok gülsün, daha çok eğlensin, daha çok kazansın, daha çok sevsin ve daha çok sevilsin! Ölüm güçlü bir devletin tasarladığı, bir darbeyle ortalığı savaş alanına çeviren bombaydı. Saldırılan o güçsüz devletti insan. Kendini ne kadar korumaya çalışırsa çalışsın bunu hiçbir zaman başaramayacaktı. Güçlü devletin başı -Tanrı- emri verdiğinde kim buna karşı çıkabilecekti? O güçsüz insancıkların paslanmış demirle geliştirdiği basit kalkanlar mı?

İşte insan, her ne kadar kendini korursa korusun ölümle karşı karşıya kalacaktı. Yine de onu düşünmeden önüne bakardı ve umut edecek şeyi her zaman hali hazırda beklerdi. Kilit nokta burasıydı, işte anahtar kelimemiz buydu: umut.

Umut kaybedildiği an Tanrı'nın emrine bile boyun eğmeden kendi elinle felakete sürüklenirdin. İntihar. Dibe vuruş, mahvoluş. Akıl sağlığının kaybedilişi ve umudunun yok oluşuyla "artık yaşamama ne gerek var?" düşüncesinin beyinde yankılanması da denebilir belki de.

İntihar korkakların, bitmiş insanların işiydi. İhtiyacın olan umuduna sarılmak ve o umudun hep taze kalabilmesi için yanında biriyle yola çıkmak... Belki yürüdüğün yolun sonu felaket, ama o felakete küçük de olsa umut parçasıyla sürüklenmek gerek!

Her zaman kaybetmemeyi umduğum ama her geçen saniye küçülen o umut parçası, dün yaşadığım o güven duygusuyla tazelenmişti.

"Javiera'nın yokluğuna alışmalı mıyım?" ,"Onsuz olabilecek miyim?" gibi sorulara el salladım. Önümde bana göz kırpan tanıdık yüz vardı, benim yeni umut ışığımdı. Ve bana tek bir sözü gülümseyerek fısıldıyordu: "Javiera'yı bulacaksın, onu doyasıya öpecek ve bir daha asla yanından, hatta gözünün önünden ayırmayacaksın."

Bu hikayenin sonu ne olursa olsun, her zaman Marcie'ye minnettar olacaktım.

Bu bölüm, bölüm gibi olmadı aslında. Sadece böyle yazmak istedim. Kusuruma bakmayın lütfen. Neden böyle yazdığımı bilmiyorum tamamen ruh halime bağlı olmalı. Şunu da belirtmek isterim ki bana fikirleriniz ve desteğinizi derinden hissettiğimde gerçek bir bölümle kısa sürede karşınızda olacağım. Yazarınız, Sena.

HomelessHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin