BÖLÜM 1

216 44 7
                                    

   En sevdiğim mevsimdir ilkbahar. Etraftaki bütün ağaçlar çiçeklenmiş oluyor. Yenilenmenin ve yazın habercisidir ilkbahar, hele o havadaki tatlı esinti bana nasıl da iyi hissettiriyor. "Yatakta azıcık daha tembellik yapsam ne olur ki?" diye düşünüyordum.

   Tabi ki beni bu düşünceden bir kapı sesi vazgeçirdi anında. Deniz Hanım -evimizde yılların çalışanı- kapıyı tıklatıp içeri girdi. Kendisi ellili yaşlarında siyah saçlı ve siyah gözlü orta boylu bir kadındı."Günaydın Güneşciğim hadi kızım, Ateş Bey kahvaltı masasına oturmak üzere. Bir an önce hazırlan istersen. Sonra sıkıntı yaşıyorsunuz. Malum bekletilmeyi hiç sevmiyor."

   Deniz Hanım bu şekilde gelip beni uyandıran birisi değildi. Yedi ay önce annemin vefatıyla o da çok üzüldü. Annemle çalışan-patron ilişkisinden ziyade arkadaş gibiydiler. Şimdi ise babamın bana ve kardeşime olan ilgisizliğinden dolayı annelik iç güdüsüyle sanırım bizimle ekstra ilgileniyordu. Belki de acıyordu.

   "Günaydın Deniz Hanım, Ada uyandı mı? Bugün pedagog randevumuz vardı, geç kalmayalım" dedim biraz uykulu bir ses tonuyla.
  
   "Evet uyandı, ben de şimdi onu diyecektim. Bir derdi var sanki. Ablam uyandı mı, uyanınca yanıma gelebilir mi diye sordu bana"

   "Tamam ben bakarım hemen" diyip hemencecik yataktan kalktım. Deniz Hanım tam çıkacakken bir an duraksadı ve "Ah be kızım, yine hayır diyeceksin biliyorum ama.."

   "Ne diyeceğini gayet iyi biliyorum ve evet cevabım yine aynı. Ben psikolojik destek falan istemiyorum" diyerek lafını kestim.

   "İyiyim ben, yani ne kadar iyi olunursa o kadar iyiyim. Ada daha sekiz yaşında bir çocuk ve ister istemez çok kötü etkilendi. Ben de ne kadar iyiyim tartışılır tabi, ama ben dağılırsam onu kim toparlayacak, babam mı?" dedim. Yüzüme yerleşen alaycı gülüşe engel olamamıştım.

   "Seni kim toparlayacak be Güneş" diye sordu tekrardan. "Bir sene öncesine kadar neşeliydin, hayat doluydun. Senin o güzel enerjin bu eve ayrı bir hava katardı. Tabi ki anlıyorum, kolay bir durum değil ama biraz da kendini düşün be kızım."

   "Ben iyiyim, yani bu duruma alışıyorum sanırım. Zaten kendimi kaybetme gibi bir lüksüm yok. Şimdi müsaadenle Ada'ya bakmam lazım" dedim. Bir şey demedi ama yüz ifadesinde yine o acıma duygusunu görmüştüm.

   Hızlıca üzerimi değiştirip Ada'nın odasına gittim. Yatağın kenarına oturmuş, öylece duruyordu. Sarışın, kahverengi gözleri bembeyaz teniyle büyüdüğünde ne kadar güzel bir genç kız olacağını belli ediyordu.

   "Günaydın civciv, nasılsın bakalım? Beni sormuşsun" diye neşeli tutmaya çalıştığım ses tonuyla içeri girdim. "Annemi gördüm rüyamda abla. Parka gitmiştik, oyunlar oynadık. Çok güzeldi." dedi birdenbire.

   "Ama uyanınca annemin yokluğu geldi yine aklıma. Hep böyle mi olacak bundan sonra abla. Artık annemi sadece rüyamda mı görebileceğim?" diye sordu.
Ne denirdi ki bu yaştaki çocuğa. Nasıl anlatılırdı ki ölüm denen şeyin sevdiklerinizle aramıza aşılamayan mesafeler koyduğunu.

   Pedagog "Annesinin yokluğuna yavaş yavaş, sabırla alıştırmalısınız. Size ve babanıza çok iş düşüyor, Allah sabır versin" diye uyarmıştı. Ben elimden geleni yapmaya devam ediyordum tabi ki. Ama aradığımız babaya ulaşılamıyordu maalesef.

   "Evet civcivim annemiz melek oldu ve çok uzun bir süre göremeyeceğiz onu." Sesimin titremesine engel olamıyordum. Ada'nın elinden tutup kalbine götürerek "Ama onu her zaman burada hissedebiliriz. Biliyorsun, konuşmuştuk bunları"

   "Biliyorum abla, ama elimde değil annemi çok özlüyorum" dedi, gözleri dolmuştu. Yapabileceğim en iyi şeyi yaptım, sımsıkı sarıldım.

   "Bende çok özlüyorum, ama bu duruma artık alışmamız gerekiyor. Annemin yerini dolduramasam da belki gördüğün rüyayı beraber gerçekleştiririz, ne dersin?" dedim zorla gülümseyerek. O da hafif bir tebessümle başını tamam dercesine salladı.

   "Hadi bakalım, aşağı inelim, güzel bir kahvaltı yapalım, sonra Gamze ablanın yanına gideceğiz. Geç kalmayalım daha fazla, sen in aşağı ben hemen geliyorum" deyip Ada'yı gönderdim ve kendimi odaya attım.

   Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. En sevdiğimi kaybedip, üzüntümü sesli dile getiremiyordum. Acımı, sinirimi, öfkemi içime atmaktan artık kendi kendimi yiyordum.

   Sarılıp ağlayabileceğim bir omuza çok ihtiyacım vardı. Ama öyle bir omuz yoktu. Var ama yoktu. İki kızının ne yaptığından, ne hissettiğinden bihaber yaşayan bir babam vardı evet. Annemi yedi ay önce kaybetmiştim, ama babamı sanki doğuştan kaybetmişim gibiydi, hiç tanımamışım gibi.

   Ve ben şimdi hayatımıza konuk oyuncu gibi arada bir gelip giden babamla 'ailevi' bir kahvaltı yapmam gerekiyordu. Aceleyle yüzümü yıkayıp aşağı indim.

   "Günaydın" diyerek babamın sağ tarafına geçip oturdum. Babam basit bir günaydın yerine ters ters suratıma bakmaya devam ediyordu. Bu sefer imalı bir şekilde "Günaydın babacığım" deyip ben de ona 'ne var' dercesine bakıyordum.

   "Şu masaya erkenden oturulacağını daha kaç sefer söylemem gerekecek sana" diye söylenmeye başladı. Ses tonunu Ada yanımızda olduğu için yükseltmiyordu. Hiç değilse bunu yapabiliyordu. Ama o ses tonu öyle bir tondu ki sanırım otuz desibele eş değerdi benim için.

   "Biraz yukarıda işim vardı" derken "Zaten o işlerin hiç bitmiyor ki senin. Ne işler karıştırıyorsun acaba" diyerek lafımı kesti.

   Ada durumun ciddileşeceğini anlayınca "Ben çağırdım baba, ablama kızma olur mu?" diyerek beni kurtarmaya çalıştı. Ne zaman kavga edeceğimizi düşünse bir şekilde konuyu dağıttı çoğu zaman. Güzel kalbinden öpüyorum canım kardeşim.

   Çocuğa güzel bir söz söylemek yerine bana yaklaşıp "Fazla başına buyruk olmaya başladın, seni bir hizaya getirmek lazım" diye mırıldandı.

   Bazen bir baba-kız değil de, o komutan bizler de askermişiz gibi hissediyordum. Her masa başında da bizi içtimaya alıyordu. Firari asker olan bense bugünkü içtimadan şimdiden nasibimi almıştım.

   "Neyse sinirlenmeyeceğim, bir misafirimiz var, birazdan burada olur. Şimdiden söylüyorum ağzından en ufak bir yanlış kelime çıkmasın" dedi. Bu sinirlenmemiş hali miydi? Ayrıca benim ağzımdan yanlış bir kelime çıkabilecek kim geliyordu ki?

   "Kim geliyor" diye sorduğumda "Gelince görürsün" diyerek daha birşey dememi istemezcesine lafı ağzıma tıkadı.

   "Bu arada ne zamandır soracağım unutuyorum. Her ay binlerce liralık ne kitabı bu? Kütüphane falan mı satın alıyorsun?" diye sordu.

   "Malum, lise tercihimi sayende istemediğim bir yere yapınca, derslere odaklanmak zor oluyor benim için. Bende yardımcı kitaplarla birşeyler yapmaya çalışıyorum işte. Bu da mı suç oldu" diye imalı bir tonda cevap verdim. Bu yakalanmamış uzun vadeli bir yalandı babama karşı.

   Tam söylenmeye başlayacaktı ki kapı çaldı. Galiba şu ağzımdan yanlış kelime çıkmaması gereken misafir gelmişti.

   "Merhabalar" diyerek otuzlu yaşlarında siyah saçlı, beyaz tenli, kocaman siyah gözleri olan uzunca bir kadın içeri girdi. Fakat bu nasıl bir selam verme şekli. Merhabadaki son a yı öyle bir uzatarak içeri girdi ki ben yapsam bir ton laf yerdim. Babamın bu kadınla ne işi olabilirdi ki?

   Önce gitti babamı sol yanağından öptü. Sonra Ada'nın yanına gitti. "Merhaba Ada'cığım ben Ezgi memnun oldum. Babanın anlattığından çok daha güzelmişsin" dedi. Babam Ada'yı Ezgi denen bu kadına mı anlatmıştı, yoksa bu kadın babama mı yaranmaya çalışıyordu?

   Ezgi'nin samimiyetsiz tavırları Ada'nın dikkatinden kaçmamış olsa gerek sadece "Merhaba" dedi ve günün anlam ve önemini belirten o soruyu sordu. "Babamın arkadaşı mısınız?"

   Ezgi birkaç saniye babamla göz göze geldi. Tam cevap verecekti ki babam araya girdi. "Ada doktor randevun varmış bugün, hadi sen git hazırlan geç kalmayın" diyerek Ada'yı odasına gönderdi.

   Ada gözden kaybolduğunda Ezgi'nin adımları da bana döndü. Bana doğru gelirken babama "Ada küçüktü diye sanırım lafımı böldün" dedi ve tam karşıma burnumun dibine geldi. "Ama Güneş kocaman genç kız ve ona söyleyebilirim kim olduğumu değil mi sevgilim?"











-Seveceğinize inandığım bir kurguyu yılın İstanbul'a yağan ilk kar taneleriyle birlikte sizlerle paylaşmak istedim. Umarım beğenirsiniz.

DÖNME DOLAP Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin