SİYAHIN BİR HİSSİ

Por ceyzabel

136K 8.4K 5.3K

"Kötü olan her zaman ilgi çekicidir, mühim olan kötünün de sana ilgi duyması." ... Más

GİRİŞ | AV MEVSİMİ
GÖKYÜZÜNÜN HÂKİMLERİ
1| DOLUNAY
2| DÜŞÜŞ
3| KALP RİTİMLERİ
4| KORKULUK
5| KUM SAATİ
6| KARANLIKLA DANS
7| ZEHİRLİ VE GÜZEL
8| KUZGUN KRAL
9| KOZA KANATLAR
10| MENEKŞELER
11| ÖLÜMLER
12| ŞAFAK ÇIĞLIĞI
13| LAHZA
14| GEMİLER
15| GÜÇ
16| KAN VE GÜL
17| GÜVEN
18| KIZIL SERÇE
20| KUKLA
21| HEZMERAREDİTHEN
22| KARAHİNDİBA MEVSİMİ (FİNAL, PART 1)
22| KARAHİNDİBA MEVSİMİ (FİNAL, PART 2)
GRİNİN BİR HİSSİ | GİRİŞ
1| ANKAVARİ
2| HEZAREN VE DİĞER ÇİÇEKLER
3| TAN YILDIZLARI
4| ALTIN KRALLIK
5| İKİ KALP, BİR HANÇER

19| ALİZARİN KIRMIZISI

1.6K 148 199
Por ceyzabel



Keyifli okumalar...

Bölüm şarkıları:

Diary of Dreams - A Day in December.
Type O Negative - Wolf Moon.

***

***

Tüm beyazlığına, saflığına ve güzelliğine rağmen üzerindeki en ufak rengi, kiri ve kıpırtıyı en çok gösteren şeydi kar kütleleri. Beyaz başlı başına bir katildi bana göre, çoğu insan siyahın tüm her şeyi yuttuğunu, yok ettiğini ve kötü olduğunu sanardı. Oysa ben bu düşünceye asla katılmazdım çünkü beyaz bir illüzyondan ibaretti, sizi ilk ele veren olurdu. Mükemmeliyetçi ve kibirli bu renk, üzerinde başka bir rengin gölgesine bile tahammül edemez, eğer böyle bir durumla karşılaşırsa tüm çıplaklığıyla üzerindekini bir leke gibi gözler önüne sererdi.

Taraji Rovlet sayesinde ormanda, karların üzerinde soğuktan donmak üzereyken varlığımı belli eden şey beyaza tezat koyu kahve saçlarım olmuştu muhtemelen. Kar kütlelerinin içerisinde koca bir leke gibi kaskatı kalmış bir bedenden ibarettim. Negra'nın gitmesinin ardından vücudumdaki tüm gücü tüketerek ormanda ilerlemeye çalışmıştım ancak geldiğim yoldaki izler hızla yağan kar yüzünden kapanmıştı, yolumu kaybetmiştim ve zaten tükenen enerjim, korkmuşluğum, vücudumdaki giderek tükenen sıcaklığımla olduğum yere çökmüş, dizlerime sarılarak üzerime yağan kara boyun eğmiştim.

Koca koca kar tanelerinin üzerimi sıcak bir battaniye gibi örtmek istercesine yağışı, hiç şüphesiz ki bu hayatın ne kadar acı verici bir trajedi olduğunu hatırlatıyordu bana.

Taraji'nin beni gördüğünde gözlerindeki ifade öyle korkutucuydu ki gözlerinden kendi halimin ne kadar vahim olduğunu anlayabilmiştim. Dişlerimi birbirine bastırarak soğuktan donmadığıma, bu titrememin sebebinin tamamen ellerimden çıkan o aptal alevler yüzünden olduğuna onu inandırmalıydım. Çünkü Dolunlar şu an benim bulunduğum soğuktan çok fazla etkilenmezlerdi. Üşüdükleri kesindi ama bir insan ancak böylesine dişlerini tıkırdatarak üşürdü, onlar değil.

"Hezaren!" Taraji'nin sesi bir uğultu olarak yankılandı zihnimde, bana doğru hızlı adımlarla geldiğinde başımı hafifçe kaldırıp yüzüne bakabilmiştim. Aniden üzerindeki takım elbisesinin ceketini çıkarıp omuzlarıma attı.

Soğuktan kaskatı kesilen bedenim, ceketin omuzlarıma atılışını bile hissetmemişti.

Bunun şokunu atlatamadan "Yönetemedim... Yönetemedim..." diye sayıkladım ancak sesim sürekli çatlıyordu.

"Şş," dedi Taraji kollarımdan tutarak beni ayağa kaldırmaya çalışırken. "Öğreneceksin."

Ayağa kalkamamıştım. Vücudumu yönetemiyordum. O kadar kötü bir durumun içerisindeydim ki aklımda binbir türlü şey vardı; Negra'yla az önceki tanışmamızın yoğun ve kötü hissi, içimdeki büyü gücünün beni tüketmişliği, soğuğun bedenimdeki arsız hükmü, Taraji'nin korkusu... Taraji insan olduğumu fark ederse beni anında öldürürdü, şu andaki en büyük sorunum buydu lakin asla hareket edemiyordum.

Taraji bunu fark ettiğinde gözlerimiz birden bire çarpışmıştı. Korkmuştum. Yine, yeniden, bugünün tüm hissi buydu. Bedenim hâlâ yerdeydi ve Taraji'nin elleri kollarımdaydı beni kaldırmak için ama bu anlık durmasıyla o da donmuş gibi kalakalmıştı. Sonra bir an başını çevirdi sola doğru, ellerini benden ayırdığında boşluğa düşmüş gibi oldum ve dirseklerim kara battı. Kafam bulanmış bir şekilde Taraji'nin baktığı yöne çevirdim bakışlarımı ve O'nu gördüm.

Meredith.

Yüzünde öyle bir ifade vardı ki gözlerim bu ifadesiyle iri iri oldu ve dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Simsiyah kanatları sırtında, iki yanında iki sıra dağ gibi yükselmişti ve boynundan yüzüne yayılan siyah damar ağları fazlasıyla belirgindi. Gözlerinde... Gözlerinde kan kırmızısı alazlar vardı. Sanki simsiyah boşlukların içerisinde kan kırmızısı ateşler yanıyordu.

Meredith hızla bize doğru ilerlerken Taraji'ye "Çek ellerini onun üzerinden!" diye hırlarcasına bir sesle bağırdığında Taraji'nin iki adım gerilediğini fark etmiştim. Yeniden titremeye başladım ancak bunun hissettiğim yoğun korkudan mı yoksa soğuktan mı olduğunu artık hiçbir şekilde anlayamıyordum. His kavramıyla bedenimdeki tepkilerin ayırımını yapamayacak bir hale gelmiştim.

"Ne bu halin?" diye sordu Taraji, sesi benimle konuştuğundakinden daha kısıktı ancak merak doluydu. Meredith'in bakışları benim üzerimdeydi ve benim de bakışlarım onun bütün bedenindeydi. Kanatları, yüzündeki damar ağları, gözlerinin içindeki o kızıl alazları...

Meredith hiçbir şey söyleyemeden bana dehşet verici bir nefretle bakıyordu, ayaklarının dibinde duran bu zavallı kıza... Kalp atışlarım o an da hızlıydı ama sönmek üzere olan bir alev misali gittikçe yavaşlıyordu. Onun iyi olması için kalp atışlarımı kontrol etmeye çalıştım. Belki de kalp atışlarım onu bu dehşet verici hale sokmuştu? Hayatımdaki güzel şeyleri düşünürsem belki sakinleşirdim. Sakinlik, sakinlik ve sakinlik... Güzel şeyler, mesela annemin yaptığı poğaçalar. Sıcak, lezzetli, güzel poğaçalar... Annemin gülüşü, evin sıcaklığı, belki yanında bir şeyler de içerdik, sohbet ederdik... Hezaren, derdi bana, eski bir şarkı ismi söyler ve açmamı isterdi durup dururken, telefonumdan o şarkıyı açardım onun için. Şarkı kulaklarımızdan akıp giderken annem eşlik eder, bense mahsunlaşır, Efrah'ı düşünürdüm. Tüm gençliğimin en büyük aşk katilini...

Çok üşüyorum, anne.
Sadece bir parça sıcaklık istiyorum, sadece bir parça...

Gördüğüm tüm o ihtişamlı görüntü, siyah kanatlar, bembeyaz tende beliren simsiyah damarlar, siyahlığın içerisindeki kırmızı alazlar bulanıklaştı, silikleşti ve en nihayetinde karardı. Başım yere düşüp de saç diplerime üzerinde durduğum kar suları yürümeden, göz kapaklarım bir perde gibi gözlerime kapanmadan hemen önce dudaklarımdan kısık sesli bir cümle döküldü, zihnimde parçalandı. "Sadece bir parça sıcaklık..."

Uyandığımda ilk hissettiğim şey sıcaklıktan ensemin, saç diplerimin ve tüm vücudumun terden sırılsıklam olduğunu fark etmemdi. Sıcaklık beni öylesine içerisine çekmişti ki gözlerimi açmak istemiyordum ama beni buna mecbur eden bir şey vardı; bir el önce alnıma dokunmuş, sonra da alnıma ıslak bir şey koymuştu.

Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey buz grisi gözlerdi. Bana dümdüz, hep o bildiğim bakışlarıyla bakarken uyandığımı fark ettiğinde rahat bir nefesi aralık dudaklarından bıraktığını görmüştüm. Gördüklerim karşısında yutkunmak istedim ancak boğazım kupkuruydu, bu bana sadece acı verdi.

"Hezaren?" diye sorarcasına söyledi adımı. Birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım. "Daha iyi misin?" O kadar yorgun hissediyordum ki boğazımdan bir ses çıkarıp çıkaramayacağımdan bile emin olamadım ve sadece çok hafifçe iyi olduğuma dair başımı oynattım. Efrah'ın bir elinin tersi sol yanağıma dokundu yeniden, onun eli tam anlamıyla bir buzdu ve benim tenim alevden bir parçaydı sanki. "Ateşin var."

Başımdaki ıslak şeyin bir havlu olduğunu o an idrak edebilmiştim. O soğukta hasta olmadan durmam bir mucize olurdu zaten. Bakışlarımı nerede olduğuma dair bulunduğum yerde gezdirdim, Meredith'in evi ve salonuydu. Salondaki büyük şöminenin yanındaydım ama uzandığım koltuk tamamen şömineye yaklaştırılmıştı. Efrah koltuğun kenarına oturmuştu ve onun orada durup beni uyurken izlediğini düşündüm. Bu düşünce içimde gittikçe büyüyen bir bir utanca neden olurken zorlukla yutkunabilmiştim.

"Meredith nerede?" diye sordum çıkmak için adeta boğazımı yırtan bir ses tonuyla. Anlaşılan sesim de beni terk etmişti.

Efrah'ın kaşları sorum üzerine çatılmıştı. Kötü bir şey olduğunu hissetmiştim. "İnsanların yanında." dedi.

Donakaldım. Aklıma ilk olarak annem gelmişti. "Annem..." diye mırıldandığımda Efrah başını iki yana salladı.

"Hayır onunla alakalı bir durum değil." dedi beni rahatlatmak istercesine. "Negra... Dün gece birkaç insanı kamptan kaçırmış. Hepsi de erkek."

Söyledikleri fazlasıyla ilgimi çekmişti, yattığım yerden doğrulmak adına dirseklerimden güç aldım ancak kollarım bile beni zar zor taşıyordu. "Nasıl yani? Onları öldürmek için mi kaçırdı?" diye sordum aklım karışmış bir şekilde.

"Hayır, Tutucular insan öldürmez. Muhtemelen onları kendi menfaati için kullanacaktır." Duraksadı ve küçük bir oymalı sehpanın üzerindeki tepsiyi aldı. "İnsanları kullanarak bir ordu yaratmaya çalışıyor çünkü Güneş Krallığı, Ay Krallığı'na göre sayıca daha az."

"Bu korkunç!" dedim hâlâ kısık çıkan sesimi zorlayarak. "Planı Ay Krallığı'na saldırmak mı?"

Efrah sehpanın üzerindeki tepsiyle bana doğru ilerlerken düşünceli görünüyordu. "Artık o kadar aptal olacağını düşünmüyorum. Yeniden açık açık insanları kendi tarafına çekiyor ama bu planın sonucunu biz de biliyoruz, aynı şeyleri tekrar tekrar yapmaz."

"Geçmişte ne yapmıştı?" diye sorduğumda tepsiyle birlikte uzandığım koltuğa oturmuştu ve tepsinin içerisinde tavuk soteyle bir bardak su olduğunu görebilmiştim. Diğer yanından büyük bir yastık alıp sırtıma koyarak benim oturmamı sağladı.

"Bencillik." dedi Efrah kayıtsız bir sesle. Tepsiyi bacaklarımın üzerine bıraktı. "Yemek ye, çok yorgun görünüyorsun. Bir kraliçeye bu güçsüzlük yakışmaz."

Efrah'ın kraliçe kelimesi üzerine gülmek istedim ama bunu yapacak gücü kendimde bulamadım. Bacaklarımın üzerindeki tepsiye baktığımda bir yemeğin bile beni maziye götürebilecek kadar değerli olduğunun farkında değildim. Efrah, dünyada geçirdiğimiz o mükemmel yaz günlerinde bile tavuk sote yapardı ve bunun tadını sevdiğimi bilirdi. Sürekli ondan tavuk sote yapmasını isterdim çünkü hem mutfakta oturup onu izlemek bana deli dehşet güzel gelirdi hem de onunla vakit geçirmek içimdeki aşkın o dayanılmaz sancısını hafifletirdi.

Ama şimdi sessizce çatalı batırıp yemeğimi bitirmekle kaldım. Çünkü artık çoğunlukla geçmişin izinin üzerimden silindiğini açık açık görebiliyordum. Geçmiş uzanıp dokunabileceğim bir şey de değildi, hafızamın en güzel köşesinde tozlanmaya yüz tutan bir eşyadan ibaretti.

Tabağı tamamen silip süpürdükten sonra bardaktaki suyu içtim. Efrah kollarını göğsünde bağlayarak oturmuş dikkatle beni izliyordu. "Teşekkür ederim." dedim son su yudumumu da mideme yollarken. Efrah, her zaman yaptığı sahte gülüşlerinden birini dudaklarının kenarına kondurdu.

"Hiç önemi yok."

Ellerimi tepsinin tutacaklarına koyarak iyi olup olmadığımı tarttım kafamda. Üzerimde yoğun bir halsizlik vardı, muhtemelen hâlâ ateşim de vardı ancak iyiydim. Bunun bilincinde olarak Efrah'a döndüm. "Beni Meredith'in yanına götür." dedim gözlerinin içerisine bakarak.

Efrah'ın yüzü söylediklerimde gerildi. "Hayır, dinlenmen gerek. Hem daha ateşin de düşmedi."

"Ateşimin düşmesi için şömine yanında sıcaklara sarılmam değil, soğukta durmam gerek. Sıcaklık ateşimi tetikliyor ve yükseltiyor." Efrah'ın buz gibi soğuk sol eline uzanıp hafifçe sıktım. "Beni ona götür, hem dışarısı soğuk ve kendime gelirim, ateşim düşer. Zaten yanımda da sen olacaksın."

"Ateşinin düşmesi için pencereyi açmak bana daha mantıklı geliyor." dedi Efrah tek kaşını kaldırarak. "Unut bunu, Hezaren. Şu an her yer çok tehlikeli. Seni oraya götüremem, sanırım Negra Cehennem'de kaldığı süre boyunca mayası bozulmuş bir hamura dönmüş." Ona bu sözü üzerine anlamayarak baktığımı fark ettiğinde açıkladı. "İnsanların kalp atışlarını o da duyabiliyor."

"Arzen de duyamıyor muydu zaten?" diye sorduğumda sesim yeniden çatlamıştı. Negra'nın koyu kehribar sarısı gözlerimin önüne geldiğinde istemsizce dişlerimi sıkmıştım. O gözlerden hiç hoşlanmamıştım.

"Hayır," dedi Efrah oldukça düşünceli bir şekilde. "Yeniden doğumunu yaşamadığı için o duyamaz."

Yeniden doğum dediği anda öylece kalakaldım. Negra yeniden mi doğmuştu? Benim gibi... Beni en son gördüğünde yeniden doğum diye bir şey varmış demişti bana, tüylerimi diken diken edecek kadar ürpertici bir sesle. Kendisi de mi benim gibiydi? Eğer öyleyse neden bana bakarak bundan emin olmuştu?

"Nasıl? Reenkarnasyon mu geçirdi?" diye sordum.

Efrah başını iki yana sallayarak "Hayır," dedi oldukça net bir şekilde. "Onun ruh hayvanı kartallardır ve kartallar yalnızca belirli bir olgunluğa ulaştıklarında değişim geçirebilirler. Kartalların bedenleriyle birlikte gagaları, tırnakları ve kanatları da uzar, eskir ve işlevsiz hale gelir. Yaşamak için kartallar bedensel özelliklerine ihtiyaç duyarlar ancak gagasının uzayıp kıvrılması, pençelerinin de uzayıp sertleşmesi yaşamsal onların faaliyetlerini sürdüremez hale getirir. Bu yüzden de kartallar inzivaya çekilerek kapkaranlık bir yerde gagasını ve tırnaklarını taşlara vura vura törpüler, kanatlarını teker teker koparır. O yoğun karanlıkta kendine bu denli zarar verirken şanslı kalıp ölmediyse, yeniden doğumu gerçekleşir ki bu çok zordur. Bunu deneyen bu zamana kadar sadece iki Tutucu vardı ve ikisi de bunu yaparken öldü." Efrah duraksamıştı, benimse sözleri üzerine gözlerim iri iri olmuştu ve öylece onu izliyordum. "Yeniden doğuşlarında farklı özellikler de kazanırlar ama bunlar tamamen efsane, yeniden doğuşa bu zamana kadar hiçbir kartal ulaşamamış."

Duyduklarımın şaşkınlığı üzerime bir gölge gibi devrildi. Eğer Negra tüm bu anlattıklarını bile isteye yaptıysa çok acı çekmiş olmalıydı. Neden kendine bu denli acı vererek böyle bir şey yapmayı uygun görmüştü? Hırs... Negra'nın hırsları o kadar büyüktü ki bu uğurda ölümü bile göze alacak kadar dönmüştü gözü. Sırf Meredith'e olan düşmanlığından, sırf onun karşısında hep daha fazlası olmak istediğinden böylesine çılgınca bir şey yapmış olması kanımı dondurmuştu. Kendine bunu yapan başkalarına neler yapmazdı?

"Ne gibi özellikler kazanırlar?" diye sorarken sesim çok kısıktı. Negra'nın yüzü gözlerimin önünden gitmiyordu. O deli koyu sarı gözler beni de delirtiyordu.

"Emin değilim..." dedi Efrah hafifçe öne doğru eğilip dirseklerini dizlerine dayayarak. "Sanırım en ufak bir sesi bile duyabilecek kadar hassaslaşıyor kulakları. Daha güçlü, daha hızlı ve daha ölümcül oluyorlar. Çok ama çok yükseklere uçabiliyorlar ki dünyada onlar kadar yükseğe hiçbir kuş türü çıkamaz."

Evde sessizlik oluştu bir süre. İkimizin de huzursuz olduğu konunun odak noktası Negra Kuventar'dı. Hâlâ bacaklarımın üzerinde duran tepsiyle birlikte usulca yerimden kalkarken Efrah başını kaldırıp bana baktı. Tepsiyi az önceki yerine, oymalı sehpanın üzerine bıraktık ve koltukta oturup bana bakan buz grisi gözlere diktim bakışlarımı. "Beni Meredith'e götür, Efrah." dedim omuzlarımı düşürerek. "Lütfen..."

Efrah'ın yüzü kırıştı. "Neden onun yanına gitmek istiyorsun ki?" diye sordu.

"Çünkü ona çok önemli bir şey söylemem gerek." Evet, ona Negra'yla karşılaştığımı, insan olduğumu anladığını Meredith'e söylemeliydim. Artık bu konuyu tek başıma sırtlanmak istemiyordum çünkü bu hem bana hem de Meredith'e büyük zarar verebilirdi.

"Ne söyleyeceksin?" diye üsteledi Efrah. Sıkıntıyla ofladım.

"Beni ona götür, Efrah!" dedim sitemle. Gerçekten şu an ayak direterek bu kadar sinirlerimi bozmasına anlam veremiyordum. Bir an çenemi dikleştirip gözlerimi kısarak baktım ona. "Kraliçen olarak bu sana verdiğim bir emirdir."

Cümlem üzerine bir anlığına donup kaldı ama sonra ayağa kalkıp tam karşımda durdu. Buz grisi gözleri o kadar parlaktı ki kendi yansımamı gözlerinden çok net bir şekilde görebiliyordum. "Pekala, kraliçem." dedi oldukça imalı bir ses tonuyla. "Önden buyurun." Eliyle salonun çıkış kapısına doğru yön gösterirken bakışlarımı gözlerinden zorlukla çekerek kapıya doğru adımladım. Portmantoya asılı duran Meredith'in bana verdiği paltoyu en son Taraji'nin ormanda bana gelirken elinde tuttuğunu görmüştüm.

"Palto..." diye mırıldanırken durdum. "Taraji iyi mi?"

"Evet, neden?" Efrah bu yersiz sorum üzerine kafası karışmış bir şekilde bakındı bana.

"Benim Taraji yüzünden bu halde olduğumu sandı Meredith." dedim ellerimi paltonun yaka kürkünde gezdirerek. "Oysa sadece sınıfta birden bire ellerimden alevler çıkmaya başladı. Korktum ben, birilerine zarar vereceğimi sandığım için okuldan koşa koşa çıktım. Farkında olmadan ormana girmişim."

"Ellerinden alevler mi çıktı?" diyerek emin olmak ister gibi sordu Efrah. Başımı onaylarcasına salladım. Efrah hiçbir şey söylemedi ancak o hep kafasının içerisinden neler geçtiğini merak ettiğim haline büründü.

Paltoyu üzerime geçirirken Efrah da ceketini giydi ve dışarıya çıktık. Halsizliğim yüzünden tüm uzuvlarım ağrıyı en şiddetli şekilde hissediyordu, ateşim yüzünden ise soğuk adeta tenime iğneyle işlemeler yapıyordu. Aklım merak ve endişeyle, kalbim ise yaşadığım her saniyede daha da katlanarak çoğalan bir korkuyla doluydu.

Akşam henüz yeni yeni oluyordu. Efrah'ın kullandığı araba bomboş, karlı sokaklardan geçerken, avare bir ruh olarak görüyordum kendimi. Bedenini terk etmiş, yuvası olmayan başıboş bir ruh. Dünya sadece benim evim değildi, ruhumun huzur dolu olduğu tek yerdi. Nereye sığınsam hep eksik kalacakmışım hissi, kendimi bir sokak köpeğine de benzetmeme neden olurdu bu boyutta bazen. Bu boyutta nereye gitse taşlanılan, aç bırakılan ve yaşaması imkânsız kılınan, hep acı çeker gibi başı öne eğik ama mağrur bakışlı o sokak köpekleri... Kendimi bu kadar hakir gördüğüm için ise bazen kendime kızardım. Çünkü sokak köpekleri sokağa doğarlardı ancak yırtıcı ve savaşçı olmak, yaşamaları için gerekliydi. Bu kabuğu kendi çabalarıyla kırmak zorundalardı ve eğer ben bir sokak köpeği gibiysem bu boyut da benim kabuğumdu. Kırmalı ve bu düzeni bozmalıydım. Yaşamak için nelerle savaşacağımı bilmesem de bunu yapmak zorundaydım.

Araba eski akademi binasının önünde durdu. Akşamın karanlığıyla içerisinde ışıkları yanmayan bu binayı böyle gördüğüm için içimi garip bir hüzün kaplamıştı. Terk edilmiş, yarım bırakılmış ve eksik kalmış her şey bana biraz hüzünlü gelirdi, kendimden biliyordum.

Çok geçmeden arabadan indik ve insanların yaşadığı, bir nevi küçük bir şehir gibi olan küçük konteyner evlerden oluşan o yere doğru ilerlemeye başladık. Taş merdivenlerden inerken Efrah merdivenlerin üzeri karlı olduğundan dolayı bana kolunu uzattı ancak tutmadım. Nedenini bilmiyorum ancak Meredith'in benim Efrah'ın kolunu tutarken görmesini istemiyordum. Zaten dün geceki baloda Efrah'la dans etmeyi bile nasıl kabul ettiğimi sorguluyordum. Oysa bunda kötü ne vardı diye sorguluyordu bir yanım. Sonuçta Meredith benim gerçekten eşim bile değildi, üstelik kimse de -Meredith'de dahil- yargılayıcı bir bakış sunmamıştı Efrah'la dans ettiğim için. Lakin ben içimdeki huzursuzluğu asla susturamıyordum.

İnsan böyleydi işte. Dışı susunca içindeki konuşup duruyordu ve belki de insan böyle deliriyordu.

Merdivenlerin bitişinde konteyner insan kentine bir bakış attım. Evlerin aralarında insanlar vardı; gülüşenlet, hararetle bir şeyler tartışanlar ve küçük çocukların kar topu sevinçleri yankılanıyordu merdivenin son basamağını aştığımızda. Bizi karşılayan, tekdüze kıyafetlerinden anladığım kadarıyla Dolun askerleriydi bunlar ve dört kişilerdi, göz göze geldiğimde hepsinin de bakışları benim oldukça bitkin çehremde dolaşmıştı ama ben onların yüzlerine o kadar uzun bakmayı tercih ederek insan uğultularının geldiği yöne bakmayı tercih etmiştim. Zaten onlar da çok geçmeden Efrah'ın önünde hafifçe eğilerek bir krala nasıl saygı duyulması gerekiyorsa ona o şekilde saygı gösterisinde bulunmuşlardı.

"Meredith nerede?" diye sordu Efrah adamlardan birine. Adam başını hafifçe eğerek parmağıyla bulunduğumuz yolun solunan uzanan bir sapağı göstermişti.

"Sol taraftaki sokakta, kralım."

Efrah anladığını belirtir bir şekilde başını sallayarak ilerlemeye başladığında yanında ben de ilerlemeye başladım. İnsanların yaşadığı evlerin aralarından geçerken birçok gözün bizi görmeleriyle evlerine kaçıştıklarını fark etmiştim. Bu, bana yoğun bir acı verdi. Korkunun bu sokaklardaki karın, soğuğun ve her şeye rağmen gülüş seslerinin arasında çok taze bir şekilde yaşadığını anlamıştım. Burada ait olmam gereken bir yaşam vardı. Tüm benliğim burada çakılı kalmalıydı, burada açıp burada solan bir çiçek olmalıydım ben...

Ama değildim.

Dedem, ben çok küçükken bir iş için Halfeti'ye gitmiş ve oradan siyah bir gül fidesi almıştı Ege'deki yazlığımızın bahçesine ekmek için. Ona aşık olmuştum, güllere hep bir zaafım vardı ve o gül hem rengi hem de kokusuyla benim hayatımda gördüğüm en güzel güllerden biriydi. Dedemle birlikte o gül fidesini bahçeye ben dikmiş, can suyunu ben vermiştim toprağına lakin çiçek günden güne gövdesindeki o canlı yeşilini kaybetmiş, yapraklarını kıvırarak günden güne solmuştu. Odamın penceresi ön bahçeye bakardı ve onun solup gitmesini dakika dakika izlemiştim.

Daha o gün anlamıştım; bir şeyi ait olduğu yerden farklı bir yere götürürsen, sonuçları çoğunlukla kötü olurdu. O siyah gül sadece o topraklarda yetişirdi halbuki bakıldığında toprak aynı toprak, su aynı suydu ama evi orası değildi. Oraya ait değildi.

Belki de ben de o gül gibi solacaktım burada, ait olmadığım bu yerde. Tüm türlerin önümde saygıyla eğileceği bir mertebeliğe hiç de hak etmeden gelerek kendimi kandıracaktım. Kraliçe Hezaren.

Yalancı Kraliçe, sen bir düzenbazsın.

Soğuk gece ayazına dudaklarımdan nefesimi dışarıya bırakırken ağzımdan beyaz dumanlar çıkmıştı. Efrah'a baktığımda geçtiğimiz sokaklar yüzünden oldukça gergin olduğunu fark etmiştim. Yüzünde insanlarla dolu bir kentte dolaşmanın huzursuzluğu açıkça belliydi. Madem insanlardan bu kadar haz etmiyordu neden benimle iki yıl geçirmişti bazen gerçekten anlayamıyordum.

Sokağın sonundaki yolun tam ortasında, yanında birkaç Dolun askeriyle Meredith'in durduğunu, bize doğru baktığını gördüm. Neden bilmiyorum ancak tam o anda bir çocuk gibi koşa koşa onun boynuna sıkıca sarılma isteğiyle yanıp tutuşmaya başladım. Avuç içlerim, yanaklarım, ensem bir alev topu gibi bu düşünceyle sımsıcak olurken adımlarım hızlanmış, Efrah arkamda kalmıştı. Meredith'e doğru attığım her adımda onun da bedeni bana doğru dönüyordu; bu, bir mıknatısın metali yavaş yavaş kendine çekmesine benziyordu.

Daha fazla zaptedemedim kendimi ve koştum aramızdaki yirmi adımlık mesafeyi.

İlk olarak kollarımı sardım boynuna. Bedenim koşmanın hızıyla göğsüne sıkı sıkıya çarptı ve kırık bir parçanın diğer bir yarısı gibi göğsüne yaslandı. Huzur ve huzursuzluk, iyi ve kötü, gündüz ve gece, siyah ve beyaz... Tüm zıtlıklar yeniden tartıya çıkıp eşitlendi aklımda, fikrimde, kalbimde. Onun yanında tek bir duyguya yer bulamıyordum içimde, korku. Dünyada gözleri gözlerime değdiği ilk anda korktuğum bu adam kadar hiç bir şey şimdilerde bana güven vermiyordu.

"Hezaren..." Kulağıma doğru fısıldarcasına söylemişti adımı Meredith. Huysuz bir çocuk gibi burnumu çekerken biraz daha ona sarılarak durmak istedim, bu yüzden yanıtsız bıraktım bir süre daha onu. Ancak her eylemin bir sonu olduğu için ona sarılmam yavaş yavaş geriye çekilmeyle son buldu. Siyah kuzgun gözleri iri iri olmuştu ve tüm yüzümde dolaşıyordu. Simsiyah eldivenli ellerinin bir tanesi sol elimi tutuyordu. Diğer eline baktığımda tutma yerinde karga kafası olan siyah uzun bir şemsiye olduğunu fark etmiştim.

Kargalar... Kargalardan bile artık korkmuyordum. Bu boyuttaki hiçbir şey bana Negra'dan, Negra'nın yaptıkları ve yapabilecek olduklarından daha korkunç gelmiyordu. Ay Krallığı'ndan haz etmeyen büyük bir çoğunluk vardı, bunu sınıfta bizzat görebilmiştim. Ay Krallığı'nın yöneticisi olan bu adama da pek iyimser değillerdi. Meredith'in sandığımdan çok düşmanı vardı. Bunun sebebi rakip olduklarından veya hırstan dolayı mıydı, bilemiyordum. Kölelik, aşağılık görme ve yüceltilme arasında gidip gelen tüm bu olayların içerisinde Meredith'in kurban olarak seçileceğini düşünüyordum. Çünkü toplulukların her zaman dışa vurumları olurdu ve genellikle bu dışa vurumlarda, kötü olaylarda mutlaka tüm günah birisine veya birilerine yıkılırdı. Toplumun günah çıkarma şekli genellikle herkesin parmağının olduğu daha büyük ve acımasız bir günah işlemekten ibaretti. Şu an kurban edilmek istenen oydu; şahı düşürmek oyunu bitirirdi ancak bilmedikleri şey oyunun yeniden, farklı bir şahla devam edeceğiydi. Düzen buydu, düzeni kuran da onlardı.

Belki de Meredith'i anlamak istediğimden böyle düşünüyordum, bilemiyordum ancak Negra ve Meredith hakkında Arzen'in anlattıkları bir fırtına gibi büyüyordu zihnimde. Sonucunda ise herkesin nefret ettiği karşımdaki bu adamı haklı buluyordum. Çıkmazların içerisinde, binlerce ateş arasında bana doğrultulan sadece bir silahtan mermiler dökülmüyordu; bu silah onun elindeydi ve bir tek o bana ateş etmiyordu. Halbuki o bir insan avcısıydı ve en çok onun beni vurması gerekiyordu ancak bir tek o yapmıyordu bunu.

Nasıl herkes ondan bu denli haz etmezken onu bir tek ben haklı görebiliyordum?

"Neden geldin?" diye sorarken bile sorusunda asla sitem yoktu. Hatta bana iyi ki geldin, der gibi bakıyordu gözleri.

"Konuşmamız lazım." dedim alelacele. Yay gibi olan kaşları çatıldı. Sol elimin bileğini siyah deri eldivenli elleriyle nazikçe kavradı ve beni ağaçlardan birinin altına doğru çekti.

Oldukça alçak bir ses tonuyla "Zaten birazdan eve gelecektim, işim bitti burada." dedi.

"Annemi de görmek istedim." dediğimde bana üstten üstten yaramaz bir çocuğa kızar gibi bakındı. "Bakma bana öyle, kuzgun kral... Annemi deli gibi merak ediyorum. Negra'nın insan kaçırdığından haberim var."

"Bakıyorum o itin adını öğrenmişsin."

Burnumdan bir nefes verirken kollarımı göğsümde bağladım. "Onunla tanıştım."

Meredith sözlerim üzerine olduğu yerde donakaldı. Yüzündeki bütün mimikler kırılıp dökülecekti sanki o saniyelerde. Havadaki gerginliğin acı tadını dilimin ucunda duyumsayabiliyordum. "N-nasıl?" diye kekeledi Meredith. İlk defa onu böylesine tedirgin görüyordum.

"Bugün akademide ellerimden bir anda alevler çıktı. Kimseye zarar vermemek adına binadan koşa koşa çıktım, nereye gittiğimin farkında değildim ve kendime geldiğimde ormandaydım. Onu gördüm. Daha doğrusu o beni görmüş. Onu Arzen sandım ve..." Duraksadım. Meredith'e, Negra'nın benim insan olduğumu anladığını söyleyemedim. Sanki söylersem hissetmediğini bilsem bile bu durumun onu fazlasıyla üzeceğini sanıyordum.

"Ve?" diye üsteledi Meredith. Kapana kısılmıştım ya baştan bunu anlatmayacaktım ya da sonuna kadar anlatacaktım.

"Ve ona beni korkuttuğunu söyledim. Bana korkunun insanlara ait bir his olduğunu söyledi..." Meredith hışımla ellerini simsiyah saç diplerinin arasından geçirirken derin bir nefes alarak ciğerlerini şişirmişti. "Özür dilerim, Meredith. Ben bilmiyordum onun Negra olduğunu." Meredith artık bana bakmıyor, kısa kısa adımlarla hızlı hızlı volta atıyordu.

"Aptallık bende, seni asla korunmasız bırakmamalıydım... Dün gece onun bu boyuta geçtiğini öğrendiğimde bu olaya el atmalıydım. Seni bir serçe gibi kartalların önüne atmamalıydım..." Meredith'in mırıldanarak söylediği bu sözler dikkatimi fazlasıyla çekmişti. Serçe demişti. Bu kelimeyi Negra'nın bana söylediği cümleleri tamamlamak için ben de kullanmıştım. Bir nevi şiirin son kelimelerini ben tamamlamıştım. Kızıl serçe...

Bu tesadüf beni fazlasıyla ürkütürken Meredith'in omzunu tutarak bana bakmasını sağladım. "Benim kraliçe olacağımı biliyor." dedim. "Adımı öğrenmek için boğazıma bıçak dayadı ve adımı öğrenince bıraktı beni."

"Şerefsiz, piç kurusu!" diye tükürürcesine söylendi Meredith. "Aklından ne geçtiğini çok iyi biliyorum onun!"

"Sence bizi kurula şikayet mi edecek?" Bahsettiğim, daha önce de çıkarıldığımız mahkemeydi. Bu sefer sonu ölüme çıkan bir dava... Boğazımı yırtacak derecede güçlü bir şekilde yutkundum.

"Hayır," diyerek kafasını iki yana salladı Meredith. "O benden bu kadar kolay kurtulacak birisi değil. Gösteriyi sever o."

İki adım attım ona doğru. "Bu artık senin meselen değil, Meredith." dedim net bir şekilde. "Bizim meselemiz. Bunu hiç aklından çıkarma. Geçmişte ne yaşandı bilmiyorum ama bildiğim tek şey onun geçmişten farklı hareket edeceği. Çünkü Efrah onun yeniden doğmuş olabileceğinden bahsetti. Bu dünyaya çok hakim olmasam bile bunun ne anlama geldiğini çok iyi kavradım. Beni anlıyorsun, değil mi?"

"Evet." diyerek onayladı beni Meredith. "Ama o okula gittiğin süre boyunca seni rahatsız edecek."

"Sanmam." dedim. "Çünkü insan olduğumu bildiği için bana zarar vermesinin seni asla yaralamayacağını düşünür."

"Haklısın." dedi Meredith ama yine de huzursuz olduğu yüzünden, tavırlarından belliydi.

"Annemi görmek istiyorum." dediğimde yine sessiz kaldı ancak başıyla onayladı beni. Bizden yalnızca on adımlık mesafede uzakta duran Efrah'a baktım ve göz göze geldik. Dolun askerleriyle konuşuyordu ama bakışlarımız çarpıştığında sustu.

"O halde ben annemin bulunduğu eve gideyim." dedim bakışlarımı Efrah'tan çekmeden.

"Seninle geliyorum." dedi Meredith ama bakışlarımı ona çevirdiğimde "Kapıda dururum, içeriye girmem. Annenin varlığımdan rahatsız olmasını istemiyorum." dedi büyük bir özveriyle. Bundan memnun olmuş bir şekilde gülümsedim.

Meredith, Efrah'ın yanına gidip benimle annemin yanına gideceğini isterse onun da bizimle geleceğini söylese de Efrah bunu kabul etmedi. Bu insan kentine girdiğimizden beri üzerindeki gerginliği fark ediyordum, bu nedenle ona asla kızamıyordum hatta bu rahatsızlığını artık çok fazla olağan karşılıyordum. Çölde çok ama çok susamış bir insanın su kaynağı içerisine düşmesi ve Efrah'ın insan kentine girmesi aynı şeydi gözümde.

Buradan gitmesi onun ve herkesin yararına olurdu.

Ellerim ceplerimde karlı sokaklarda birlikte yürürken, Meredith'in de aslında ondan farksız olmadığını düşündüm ama Meredith insanlara olan arzusunu o kadar profesyonelce kontrol ediyordu ki çoğunlukla onu bir canavar olarak görmüyor aksine; benden, içimden biri gibi olarak sayıyordum. Bu fazlasıyla hastalıklı bir düşünceydi. Kendi içimde ikiye bölünmüş taraflar vardı ve durmadan savaşıyorlardı. İki taraf da onun insan katili olduğunun bilincinde olmasına rağmen ikisinin de sebepleri mantıklıydı. İlk taraf onun insanlara olan arzusunu kontrol edebilen, olgun ve aşırı düşünceli biri olduğunu, artık zarar vermekten çok gerçekten insanlara yardımcı olmak istediğini savunuyordu. İkinci taraf ise acımasız gerçeklerden oluşuyordu; bunların tamamen bir illüzyondan ibaret olduğunu, insan ölümlerinin belki de benim haberimin olmadığı şekilde devam ettiğini, kaybolan insanların da Dolunlar tarafından öldürülmüş olabileceğini düşünüyordu.

İki ayrı kıta arasındaki ince güven köprüsünde, bir o yana bir bu yana yürüyen zavallı bir düşünce mahkûmuydum.

"İyi görünüyorsun, dudakların alizarin kırmızısına dönmeye başlamış yeniden." dedi Meredith. Ona anlamayarak baktım.

"Alizarin kırmızısı da nedir?" diye sordum.

"Güzel ve kadifemsi bir renk. Sana bir gün asıl rengi göstermek isterim. Seni soğukta bulduğumda dudakların gül kurusuydu ama şu an alışık olduğum o renkte dudakların. Alizarin kırmızısı." Gülümsedim. Rengin adı çok hoşuma gitmişti ama rengin kendisini de fazlasıyla merak etmiştim.

"Güzelse bunun benimle pek alakası olacağını sanmıyorum. Neticede sana göre insanlar en çirkin ve sıradan yaratıklar değil mi?" diye sorarken bir yandan da ayaklarımla yerdeki kar kütlelerini tekmeliyordum.

Ama Meredith duraksadı ve bu benim de durmama neden oldu. "Bu doğru." diye kabul etti. "Ama sen istisnasın. Alizarin kırmızısı dudakların on üzerinden beş vermemi sağlıyor sana." Ona gerçekten nefret dolu bir bakış attığımda "Hiç sinirlenme bak, yıldızlı beş." diyerek ellerini kaldırdı. Omuzuna hafifçe vurdum ve yürümeye devam ettik.

Annemin yaşadığı evi zihnimin en kuytu köşesine kazıdığımdan bulmam hiç de zor olmamıştı her evin birbirine benzediği bu kentte. Evin kapalı kapısının ardından yoğun konuşma gürültüsü ve kahkahalar boğuk bir şekilde ulaşıyordu dışarıya. Bir an Meredith'e korkuyla baktım. "İçeride bir sürü insan var." dedi bu duyduklarımı desteklemek ister gibi. Onların kalp atışlarını duyuyor olmalıydı. Elim tereddütle kapıyı çalmak veya çalmamak arasında havada kalırken Meredith güven vermek istercesine gözlerini yumup kapıyı çalmam için işaret verdi bana. Kapıya üç kez hızlı hızlı bir ritimle vurdum. İçerideki homurtular anlık olarak sustuğunda birinin kapıya doğru hızlı ve yeri döven adım sesleriyle ilerlediğini duydum.

Kapı açıklığında kendi hizamda birini görmeyi beklerken beklentimi karşılamayan, beni şaşkına çeviren biri vardı karşımda. Boyu bir hayli kısa, yaklaşık beş veya altı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir erkek çocuğuydu kapıyı bize açan. Gözlerimizin siyahlığından bizim Dolun olduğumuzu fark ettiği anda çehresindeki o ani değişimi görür görmez içimin ezildiğini hissettim. Korkmuştu.

"Andre, kim gelmiş?" İçeriden erkek çocuğuna seslenen sesi çok iyi tanıyordum, annemdi. Sesi duymamla garip bir rahatlama duygusu içime yayıldı. Adının Andre olduğunu öğrendiğim çocuk bir bana bir de evin salona açılan kapısına doğru bakarken yutkunuyor, içindeki korkuyu bastırmaya çalışıyordu. Venzabo boyutunda en sevdiğim şey herkesin dilini anlamak olmuştu. Yeni bir dil öğrenmeme gerek yoktu, herkesim ne söylediğini veya ne yazdığını rahatlıkla anlayabiliyordum.

Sağ elimle çocuğun kısacık, siyah ve dalgalı saçlarını okşadım. Çocuk irkilse de hiçbir şey söylemedi. "Ben geldim!" diye seslendim içeriye doğru büyük bir mutlulukla. Hastalığım yüzünden kırık çıkan sesim o an nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde bahar rüzgarları kadar taze ve gür çıkmıştı.

İçeride bir gürültü, hareketlilik duyuldu ve salon kapısından yaklaşık on tane çocuk evin girişine üşüştü. Gördüğüm manzarayla şaşkınca gülerken salon kapısının yanına duvarlara tutunarak annemin geldiğini gördüm. Çocukların hepsinin yüzünde az önce Andre'nin de yüzünde beliren korku ifadesi baş gösterdiğinde onlara sorun olmadığını göstermek adına gülümsedim. "Hezaren!" diye adımı büyük bir coşkuyla söyledi annem.

Küçük çocukların neden bu evde, annemin yanında olduğunu çok iyi biliyordum. Annem dünyada bir dergiye yazarlık yapıyorken aynı zamanda çocuk öyküleri ve masalları yazmada da ustaydı. Bana masallarıyla mükemmel bir çocukluk yaşatan bu kadın şimdi de başka çocukların hayatlarına dokunuyor, onların beyinlerini iyi şeylerle besliyordu. Boğazıma bir gurur yumrusunun oturmasına engel olamadım. Orada daha fazla bekleyemeyerek anneme doğru hızla adımlarken çocuklar hızla iki yana ayrılarak yol açtılar bana. Kollarım annemin boynuna sarıldığı an dünyayı, tüm insanlığı kucaklıyormuşum hissine kapıldım. Yoğun ve içimi ısıtan bir histi bu. Bana küçüklüğümde horozlu şeker yerkenki hissettiğim mutluluğu anımsatmıştı.

Bir süre sımsıkı birbirimize sarılı kaldıktan sonra ayrılınca durup annemin yüzüne hafızama her kıvrımını kazımak ister gibi baktım. Bu eylemi onu her gördüğümde tekrar tekrar yapıyordum çünkü onu kaybedeceğim korkusu yakamı hiçbir zaman bırakmıyordu. O benim tek gerçek parçamdı, değerli ve biriciğimdi. Nera'yı bilmiyordum ama ben Hezaren olarak onun için her şeyi feda ederdim. Bu noktada Meredith'le kesin bir ortak yönümüz daha ortaya çıkıyordu; aile kavramı. Benim tek ailem olan bu kadın için Meredith gibi ben de her şeyi feda edebileceğimi düşünüyordum.

"Hadi, çocuklar!" dedi annem etrafımızda bize iri iri olmuş gözlerle korkarak bakan çocuklara doğru. "Yarın akşam yine devam ederiz masallara... Şimdi beni misafirimle yalnız bırakın." Misafirim kelimesi içimi burksa da sessiz kalarak çocuklara bakındım.

"Ama o! Ama o!" diyerek benim Dolun olduğumu anneme anlatmaya çalıştı çocuklar fakat hiçbiri bu türün adını söylemeye cesaret edemedi.

Annem hafif kızgın bir ses tonuyla "Hadi dedim, sizi küçük yaramazlar!" diyerek payladı onları. Çocuklar tıpış tıpış evin çıkış yolunu tutarken kapıda gülerek bizi izleyen Meredith'i gördüm. Gözlerimiz çarpıştığında ben de gülümsemiştim. Çocuklar Meredith'ten özellikle uzak durmak ister gibi duvara yapışarak kapıdan çıktılar. Etraf bir anda sessizliğe bürününce annem kolumu tuttu ama sonra bir anlığına durdu. "Hezaren, kapıda biri daha mı var?"

Ne diyeceğimi bilemeyerek bir anneme bir de Meredith'e baktım ama Meredith kafasını iki yana sallayarak orada olmadığını söylememi istedi. "Hayır, yok." diyerek kolumu tutan elini güven vermek istercesine sıktım ve kapıya yöneldim. "Sadece ağaçta duran huysuz bir karga var. Daldan dala konuyor..." Meredith sözlerim üzerine dişlerini gösterecek kadar güldü ancak sesini çıkarmamak adına yoğun bir çaba sarfetti. Kapıyı onun yüzüne kapatırken "Sadece bir karga..." diye tekrarladım.

Bu cümleyi, onu dünyada ilk kez odamın penceresinden karşımdaki erik ağacının dalında gördüğümde içimden söylemiştim. Hayat gerçekten çok tuhaftı.

Ertesi günün sabahında içimde dün geceden kalma mutluluk kırıntıları ve hastalığımın geçmiş olduğunun farkına vararak büyük bir huzurla uyandım. Annem, yanında elleri ellerimdeyken ateşim olduğunu asla fark etmemişti ve itiraf etmem gerekirse, yirmi yaşında bir kadın olmama rağmen bu beni bir miktar üzmüştü. Kendimi çok kısa bir anlığına ilgi için yerlere yatıp ağlayan o küçük kız çocuklarına benzettiğimde yattığım yatakta öteki yanıma huzursuzlukla döndüm.

Görüş açıma giren pencerenin ardından sızan gün aydınlığı güneşten değil gri bulutlardan yansıyordu. Hava yine kapalıydı, ince perdenin ardından her ne kadar fazla seçemesem de lapa lapa kar yağdığını sanıyordum. Bu buz gibi havada incecik kazakla, içimdeki o yoğun korkuyla Negra Kuventar'ın koyu kehribar gözlerine çakılmış gözlerimi, o ormanı, yağan karı, bir yaprak gibi titreyen bedenimi asla unutamıyordum. Yatakta derin bir kendimi koruma içgüdüsüyle cenin pozisyonunu alıp yorganıma sarıldım. Kendime sığınmak bana hep iyi gelirdi.

Odamın kapalı olan kapısı iki kez hafifçe tıklandığında arkamı dönmedim ve bir cevap vermedim. Kapının yavaşça açıldığını duydum, gözlerimi yumdum. Akademiye gitmek istemiyordum, o yaratıklar bana ucube gibi bakacak ve mutlaka benim hakkımda konuşacaklardı. Kimseyi tanımadığım için herkes beni sadece yeni kraliçe olacak kız olarak biliyor, böyle bir görünmez etiketle görüyorlardı beni. Yalnızlıktan nefret ediyordum. Beni etiketsiz ve sadece olduğum gibi hiç kimse görmüyordu.

"Uyumuyorsun, biliyorum." dedi Meredith. Hâlâ odamın kapısının kolunu tutarak durup bana öylece baktığını düşünüyordum ama birden yatağımın öteki tarafı hareketlendiğinde aceleyle o yöne döndüm. Meredith oldukça olağan bir şey yapıyormuş gibi yorganımın üzerine doğru yanımda uzanmış, ellerini ensesinin altına alarak tavanıma bakmaya koyulmuştu.

"Ne yapıyorsun sen be?" diye uyku dolu bir sesle sordum ona. "Çık git odamdan!"

Dudağının kenarı alaylı bir edayla kıvrıldı. "Korkuyorsun." dedi gözlerini hâlâ tavanda tutarak. Neden bahsettiğini anlayamıyordum. Zaten uyku sersemiydim, bir de bu adamın laflarını işitiyordum sabah sabah. "Akademide seninle alay etmelerinden korkuyorsun." dedi daha sonra.

Bakışlarımı ondan kaçırdım. Korku değildi hissettiğim, artık ait olmak istiyordum sadece. Tüm belirsizliklerin içerisinde kendime sadece bir yer bulmayı, bu fırtınanın içerisinde artık hırpalanan bir yaprak olmamayı istiyordum. "Hayır." dedim ama sesim bile bu hayır lafını itiraz eder gibiydi.

Meredith'in bana döndüğünü fark ettim. "Hezaren, korktuğun başkaları değil bence sen olmalısın."

Kaşların çatıldı ve ben de ona döndüm. "Ne demek istiyorsun?" diye sordum.

"Bana ellerinden alevler çıktığını söyledin. Bu dünyada her şey seni bir seviyeye kadar korkutur, kaçırır hatta kendini korumak için birçok şeyi yaptırırdı ve konu asla seninle ilgili olmamıştı. Şimdi ise konu tamamen seninle ilgili ama sen bunu oldukça olağan karşılıyorsun." Duraksadı ve gözlerini üzerime daha dikkatli bir şekilde dikti. "Sanki bu gücün uyanmasını bekliyormuş gibisin."

"Senin benim dün ne kadar korktuğum hakkında hiçbir fikrin yok, Meredith!" diye çıkıştım bir anda. Kan beynime sıçramıştı, yataktan hızlıca kalktım ve yatağın ayak ucunda ayakta durdum. "Dün ellerimden alevler çıkarken korkudan öleceğimi sandım ama belki de Negra Kuventar tarafından da öldürülebilirdim! Şanslıydım ki ne korkudan öldüm ne de tanımadığım bir deli tarafından öldürüldüm!" Kuru boğazım bağırdığım için acımıştı bu yüzden sesimi biraz alçalttım. "Sadece farkına varıyorum, Meredith. Artık sadece kabullenmeye, bir şeylerin bana ait olmasına ve o şeylere ait olmaya çalışıyorum çünkü başka şansım yok!"

Meredith anladığını belirtir gibi başını sallarken kaşları hâlâ düşündüğünü belirtircesine çatılmıştı. "Kolay olmayacak." dedi birdenbire. Neyden bahsettiğini anlayamadım, o ise yatağımda doğruldu ve özellikle gözlerini odanın farklı noktalarında tutarak benden kaçırdı. "Alevler... Renta Cadıları'nın seni neden seçtiğini şimdi anlıyorum. Sen alevleri yönetebiliyor olmalısın."

İlgiyle ona doğru bir adım attığımda Meredith düşmüş bir suratla yatağımdan kalktı. "Ne demek istiyorsun? Bunun anlamı ne?" diye sordum ona odamdan çıkmadan hemen önce.

"Merak etme, onlar sana anlatacaktır. Bugün akademi çıkışında seninle buluşmak istiyorlarmış. Seni dersinin sonunda akademinin önünden alıp More Dağları'na götüreceğim. Artık kimseye güvenemem, Negra'nın seninle bir daha konuşmasını istemiyorum."

"More Dağları mı? Orası da neresi?" diye sordum ancak Meredith beni duymazdan gelerek odadan hızlı adımlarla çıktı. Şu alev mevzusu... Meredith'in canını bir hayli sıktığı aşikârdı. Oysa bu konu benim de canımı sıkıyordu, alevlerden hoşlanmayan biri de bendim. Küçük küçük başlayıp giderek çoğalan her şey beni korkuturdu; ufak kar tanelerinin birleşip oluşturduğu çığ gibi, kıvılcımların toplanıp bir yangına dönüşmesi gibi ve en ufak bir sevgi kırıntısının aşka dönüşmesi gibi...

Aceleyle üzerime bir şeyler giyip, sade bir kahvaltıyla öğünü kurtardıktan sonra akademi binasına gittik. Araba akademi binasının önünde durduğunda Meredith bana doğru baktı ancak ben ona değil akademinin merdivenlerinin iki yanına konumlandırılmış kartal ve karga heykellerine bakıyordum. Bu heykeller beni oldukça ürkütüyordu.

"Merak etme, kimse sana dün olanlar hakkında bir şey demeyecek. Herkes bir kraliçeye nasıl davranması gerektiğini bilir." dedi Meredith. Ona baktım, güven vermek istercesine gülümsedi. Kraliçe kelimesi de beni fazlasıyla geriyordu.

Daha fazla beklemeden arabadan indim ve hiçbir şey söylemeyerek arabanın kapısını kapattım. Kraliçe mevzusundan hoşlanmadığımı anlamıştı, yüzü düştü. Ama o arabanın motorunu çalıştırdığında ona elimi salladım. Yeniden güldü ve gözden kaybolana dek arabanın arkasından baktım. Son zamanlarda Meredith'e bakarken veya onun hakkında en ufak bir şey düşündüğümde göğüs kafesim ağrıyordu ve ben bunun sebebini asla çözemiyordum.

"Şey, merhaba!" Merdivenlere yöneldiğim sırada arkamdan oldukça yumuşak bir kız sesi duyduğumda bana seslenilmediğini sanarak yoluma devam ediyordum ki "Hezaren?" diyerek adım söylenince hemen döndüm. Karşımda saçları kırmızıya çok yakın kızıl olan bir cadı vardı. Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken kız bana gülümsüyordu. "Seninle dün tanışamadık, oldukça talihsiz bir olay yaşadın..." diyerek dün ellerimden alevler çıkmasını hatırlayınca yüzü mahcup bir şekilde buruştu. "Ama üzülme, annem mükemmel eğitecektir seni."

"Afedersin?" dedim büyük bir şaşkınlıkla ama gülüyordum.

"Ah, çok özür dilerim! Pat diye böyle konuya giriş yapıyorum. Ben Ole Boneti'nin kızı, Tuva Boneti. Aynı zamanda sınıf arkadaşın. Annem seninle tanışmamı istemişti ama dün okul girişinde sana bir türlü rastlayamadım zaten sınıfa da en son sen girdin, tanışamadık. Eh, sonrasında olanlar da malûm..." O kadar hızlı ve nefes almadan konuşuyordu ki bir an küçücük dudaklarının içinden bu kadar çok kelimenin nasıl çıkabildiğine inanamamıştım. Tüm söylediklerini büyük bir dikkatle dinlemiştim ve o bir anda duraklamıştı. "Ben çok konuşuyorum sanırım." dedi ellerini kıvırcık kızıllarında gezdirip saç dibini hafifçe kaşıyarak. Bu hareketi üzerine gülümsemem büyüdü.

"Yok," dedim içtenlikle. "Sorun değil, memnun oldum. Hezaren Elzem." Elimi uzattım, elimi tuttu ve sıktı. Boyu benden kısa, minyon tipli tam anlamıyla çıtı pıtı denilen türden bir kızdı. Göz ve alın kısmı annesi Ole'ye benziyordu, onun gibi herkesi dikkatle süzen bakışları vardı. Kusursuz, sanki usta bir heykeltraşın elinden çıkmış gibi ucu kalkık, küçük bir buruna sahipti. Çok güzeldi. Belki bu güzelliğini büyü gücüne borçluydu ama yine de çok hoş göründüğü kesindi. Sırdında nasıl taşıdığına inanamadığın mor püsküllü kocaman bir sırt çantası vardı.

Birlikte merdivenlerden çıkarken ondan bakışlarımı çektiğim için biraz bozulmuştum ama ona çok bakarsam da rahatsız olabileceğini düşündüm. "Seni tanımayan yok." dedi samimi bir ses tonuyla. "Yeni kraliçe... Hem Dolun hem de büyücü... Bu zamanda zor bulunan bir kana sahipsin."

Aynı zamanda kafası karışık bir insan, diye tamamladım onu içimden. Yüzümdeki tebessüm bir anda soldu. Kalabalık koridordan geçerken bakışlar bana değiyor ve hemen geri çekiliyordu. Bana sanki ateşe dokunur gibi bakıyorlardı. Ellerimi paltomun ceplerine sıkıştırdım. Parmaklarımın altında yine beni bekleyen bilindik şeyler vardı; mendil, not ve pusula.

Elit A sınıfının önüne gelene kadar Tuva'nın benimle konuşmasını dinledim. Bana 2000 yaşında olduğunu, en sevdiği rengin cam göbeği rengi olduğunu -bunu söylediğinde yüzümü buruşturmuştum- ve evde kedisinin bile bulunduğunu, kedisinin adının Gli olduğunu, her şeye rağmen onu beslediği için dost canlısı biri olduğunu söyledi bana. Çünkü evde canlı bir hayvan beslemek, zaten ruh hayvanı olabilen bu türlere göre oldukça sıkıntılı bir durummuş ama o, kedisi Gli'yi bulduğunda kedi can çekişiyormuş ve bu yüzden onu sahiplenmiş. Evet, tüm bunları biz okulun merdivenlerinden sınıfımıza çıkana kadar teker teker özenle anlattı. Bana göre hayat enerjisi o kadar yüksek, o kadar pozitifti ki hayatımda uzun zamandır bulunmayan bu pozitiflik nedense içime değişik bir sıcaklığın yayılmasına neden oldu.

Dost sıcaklığı.

Elit A sınıfının kapısından içeriye baktığımda sınıfta sadece İlk türünün olduğunu gördüm. Yanlış geldiğimizi sanarak kapının üzerindeki yazıya tekrar baktım ama doğru gelmiştik. Tuva, benim afallamamı fark edip "Bugün sadece büyücülerin dersi var." dedi bana gülerek.

"Ama ben bu dersi almayacaktım. Yani Renta Cadıları'ndan alacaktım." dedim kafam karışmış bir şekilde.

"Yok, derse gireceksin ama senin büyü kontrolün yapılmayacak. Yarı büyücü olan bir melez olduğundan annem bu derse girip teorik bilgileri öğrenmeni istemiş, Bay J ile de konuşmuş." dedi.

"Bay J de kim?" diye sorarken koluma girip beni sınıfa çekmişti bile. Cam kenarında bir sıraya arka arkaya oturduğumuzda -o, benim önüme oturmuştu- derin bir nefes aldı.

"Bay J, buraların en güçlü büyücülerinden biri. Eşi de bu okulda Son türlerinin eğitiminden sorumlu bir Son türü. Onlara bayılıyorum..." Tuva, abartılı bir şekilde gözlerini yumarak gerçekten onlardan memnun olduğunu belirtircesine gülümserken bu hali beni şaşkına uğratmıştı. Duyularını o kadar hararetli yaşıyordu ki bu beni ürkütmüştü.

"Peki neden ona Bay J diyorlar?" diye sorduğumda Tuva kıkırdadı.

"Çünkü ismi çok uzun." dedi çok kelimesini uzatarak. Dudaklarımı büzerek kaşlarımı kaldırdım. Burada daha ne kadar ilginç şeyler duyacaktım, bilemiyordum ama bildiğim tek şey Tuva'nın bunca bilinmezliğime rağmen bana iyi bir yoldaş olacağıydı.

Öğle yemeği vakti diye bir vakit olduğundan haberim yoktu ancak büyü dersi tahmin ettiğimden daha uzun sürmüş, öğlen saat tam on ikide bitmişti ve öğle yemeğine inmek için Tuva yine benim koluma girerek yönümü kendisinin belirlemesini sağlıyordu. Aslında tipik bir insan okulunun aynısıydı, tek fark dersler ve yaratıkların abartılı görünüşleriydi.

Büyü dersinde -aslında büyücülük tarihi dersi demek daha doğru olurdu- İlk türlerinin ne kadar zaman önce büyüyü keşfettiklerini, il büyücüleri ve atalarının ırklarını yönetimlerini, güç aktarımlarının nasıl olacağını öğrendik. Daha doğrusu ben hariç herkese bunlar öğretildi, Bay J benim Renta Cadıları tarafından eğitim alacağımı bildiği için ben hariç herkesin dışavurum gücünü açığa çıkarttı. Dışavurum gücü bir çeşit büyücülüğe atışmış ilk adımdı ve bunu yapmadan büyücülerin sağda solda büyü yapabilme yetkileri yoktu. Az önce dışavurumları yapılan tüm büyücüler telaşlı ve büyü güçlerini yasal olarak kullanabilmenin haklı gururuyla gülümsüyorlardı.

Akademinin yemekhane olarak bilinen bölümü gerçekten çok büyüktü ve oldukça kalabalıktı. Beyaz taştan merdivenlerden iner inmez konuşma homurtuları, kahkahalar, tabak çatal sesleri daha yoğun ve net bir şekilde duyulmaya başlamıştı. Bir an büyüleyici kalabalığa bakakaldım. Büyü gücünün kontrolünü yavaş yavaş öğrenen İlkler, diğer türden arkadaşlarına çatal bıçakları masada bir kaşık yukarıya kaldırarak ve havada hareket ettirerek numaralarını gösteriyordu. Son türleri hakkında bir fikrim olmasa da, parlak lacivert gözlü bir çocuğun aynı büyücüler gibi diğer türlere gösteriş yapmak amacıyla koca bir buzdolabını hiç de zorlanmadan tek eliyle kaldırıp omuzuna çıkardığını görmüştüm. Bu olay benim yaklaşık iki-üç metre ötemde olmuştu ve benim durup şaşkın gözlerle çocuğa bakmama neden olmuştu. Buzdolabını kaldıran çocuk beni fark ettiğinde hızla buzdolabını yere indirmiş ve başını hızlıca eğerek bana saygı gösterip, kalabalığın arasına sanki az önceki şovu o yapmamış gibi kaçarcasına koşmuştu.

O andan itibaren varlığım bu büyük yemekhanede kendini belli ettiği için herkes susmuş, sessizlik bir dalga misali katlanarak tüm kalbalığı yutmuştu. Omurgamın tüm bakışların üzerime saplanmasıyla gerilip dikleştiğini fark ettim. Artık bu saygıya, bakışlara ve bulunduğum ortamda beliren onların tabiriyle saygı sessizliğine yavaş yavaş alışıyordum.

Tuva'yı takip ederek yemek için birkaç sebzelik tabak oluşturdum kendime. Adını bilmediğim birçok et türü vardı ancak ben özellikle bunları yemeyi reddediyordum. Bunun sebebi açıktı; ne eti olduğundan asla emin olamadığım bir şeyi yemek istemiyordum. Çiğnediğim bir insan kalbi de olabilirdi ve bu düşünce beni çıldırtıyordu.

Tuva önümden yürürken bakışlarım tabağımdaydı ve dikkatli bir şekilde yürüyordum. Ama o an yanından geçtiğimiz masaların birinde konuşulanlara kulak kabartmıştım. "Her açıdan bizden ayrı tutulmalarından, hep onların en değer gören olmalarından ve Dolunlar'ın abartılmasından bıktım artık! Şuna bak, sadece sıradan, sakat ve beceriksiz Hezaren adında bir kız hem kraliçe oluyor hem de Elit A sınıfında okuyor! Meredith gibi bir adam nasıl bunu kraliçe olarak seçti anlayamıyorum..."

"Neden öyle söylüyorsun, belki de kucak dansı iyidir?" Masada güçlü bir kahkaha tufanı oluştuğu anda durdum. Tuva benim durmamı fark edince arkasına dönüp bana baktı.

"Ne oldu?" diye sordu bana gülerek, sonra tabağıma baktı. "İçecek almamışsın, onu mu fark ettin? Hallederiz, gel masamız ileride." Başıyla ileride duran, diğer öğrencilerden özenle ayrı tutulmuş bir bölmeyi gösterdi bana. Elit A sınıfı için ayrılmış bölümdü orası.

Tuva, hakkımda söylenilenleri muhtemelen kendini duyulmamak için büyüleyenler yüzünden duymamıştı ancak ben duymuştum. İnsan olmanın en iyi getirisi büyülü olan her sesi duyabilmekti ancak acı yanlarından biri de hakkınızda konuşulan en kötü şeyleri bile duyabiliyordunuz. Benim üç adım solumda kalan masaya bir bakış attığımda masanın çoğunluğunu oluşturan grup Tutucular'dı. Arzen Kuventar'ın kartal ruhlu halkı.

Ellerimin arasında duran tepsiyi sıkarken onlara bakışımı ilk fark eden masanın bana en yakın tarafında oturan sıska genç olmuştu. Az önce kahkaha atanlardan biri oydu ve benim ona dik dil bakışımla yüzündeki ifade bir anda parçalandı, ağzını kapatarak başını hafifçe öne eğdi. Zaten çok geçmeden de masadakilerin hepsi benim onlara baktığımı fark etmiş ve susmuştu.

"Baksana Tuva, Elit A masasına oturmak zorunda mıyız?" diye sordum bakışlarımı az önce dedikodumu yapanlarım masasından asla çekmeden.

"Hayır ama böylesi bizim için daha iyi." dedi Tuva baktığım masaya o da bir bakış atarak. "Ayrıca sen kraliçe olacaksın, en yüksek mertebe... Bir nevi Elit A, senin statün."

Oysa ben statümün buraya asla ait olmamak olduğunun farkındaydım. Tombalada başkalarıyla aynı rakam çıkınca sayının üzerine sadece yer doldurulsun diye herhangi bir eşya konulan o eşya bendim işte. Kimse bunun farkında değildi.

Başımı onaylamayarak iki yana sallarken, yüzüme o kadar alaycı bir gülüş yerleştirdim ki şu an ben bile ukala gülüşümün sinir bozucu olduğunun farkındaydım. Tuva'yı önemsemeyerek dedikodu masasına doğru ilerledim. Benim onlara ilerlediğimi fark eden masadakiler yerlerinde kıpırdandılar, söylediklerini duyduklarımı sandıkları için yüzlerinde dehşete düşmüş bir ifade vardı. Oysa istediğim sadece küçük bir oyundu.

"Burası boş mu?" diye sordum tek kaşımı kaldırarak, sıska çocuğa. Çocuk bir yanındaki boşluğa bir de bana bakış atarken neye uğradığını şaşırmıştı.

"Boş." derken sesi kırılmıştı.

"Oturabilir miyiz?" Oyuna Tuva'yı da çekmek istediğim için onu da işaret ettim. Tuva, yaptığım şeyi görünce gözleri iri iri açılarak baktı bana.

"T-tabi..." Tepsimi özenle masaya yerleştirip hafifçe sıska çocuğun tepsisini ittirdim ve oturmadan önce Tuva'ya baktım.

"Gel, Tuva." diyerek oturdum masaya.

Tuva, olduğu yere çakılı kalmış gibi bir süre bana, masaya ve kendine bakındı. Sonra zoraki bir şekilde gülümsemeye çalışarak geldi masaya. Karşımdaki boş yere oldukça kibar bir şekilde otururduktan sonra ben de hem yemekhanedeki hem de masadaki bakışları görmezden gelerek yemeğimi yemeye koyuldum. Garip bir şekilde keyif alıyordum. Lokmalarımı, az önceki dedikoduları ağzımda çiğner gibi hızlı ve sert bir şekilde çiğniyordum. İçimde oluşan gururu, zafer kazanmışlık hissini ve mutluluğumu asla tarif edemiyordum.

Yemeğimi büyük bir iştahla yedim. Kendimi düne göre oldukça iyi hissediyordum, sağlığımın bu kadar çabuk iyiye gitmesi ruhuma da iyi geliyordu. Dudaklarımı özenle temiz peçeteme silerken bakışlarımı kaldırarak bana bakan tüm bakışları teker teker yakalıyordum. Göz göze geldiğim herkes başını önüne eğiyordu.

Biri hariç.

Sol karşı çaprazımda oturan saçları saman sarısı bir çocuk açık kehribar rengi gözlerini benden asla kaçırmıyordu. Kollarımı dirseklerimden itibaren tepsimin iki yanına koyarak gövdemi dikleştirip açıkça ona baktığımda bile kaçırmadı gözlerini benden. Yanındaki sarışın kız aramızdaki bu gergin bakışmayı fark ettiğinde yutkunarak "Iı, şey..." diye gevelemeye başladı. "Üst düzey sınıfların bizimle oturmasına alışkın değiliz. Yani... Bir kraliçenin asla biz gibi normallerle oturacağını düşünmemiştik."

"O bir kraliçe değil, Tanya." dedi benden bakışlarını asla ayırmayan çocuk. Gözlerimi kıstım.

"Henüz değil." Bunu söyleyen ondan hiçbir şekilde böyle bir atak beklemediğim Tuva'ydı. Çocuğa resmen ölümcül bir bakış atıyordu ve aynı anda bir eliyle de kirli peçetesini parmakları arasında buruşturuyordu. "Henüz olmaması, olmayacağı anlamında da değil." diyerek başını hafifçe yanında oturan çocuğa doğru eğdi. "Bu yüzden saygı çizgisi herkes için geçerli. Unutma ki o bir sarayın en önemli kolu olacak."

Çocuk sinir bozucu bir kahkaha attı. "Bayılıyorum saray entrikalarına!" dedi büyük bir keyifle. Çocuğun bu gevşek tavrı sinirlerimi bozmuştu. "Kraliçem, beni bağışlayın..." diyerek iki elini önünde kavuşturdu ve yapmacık bir şekilde bana bakarak yalvardı. "Ama ben Arzen Kuventar'ın değil, Negra Kuventar'ın askeriyim." Negra'nın adını duymamla ensemden bir ürpertinin geçmesine engel olamadım. Çocuk sonra masadakilere doğru döndü ve oldukça gür bir ses tonuyla tüm yemekhanenin işitebileceği bir şekilde konuşmaya başladı. "Aslında bu haberi sevgili Dolunlar'ın, güzeller güzeli kraliçesi olacak Hezaren Elzem'in masamıza teşrifiyle size açıklamam harika!" dedi ve oturduğu yerde ayağa kalkarak herkesin dikkatini çekti. "Bence o da duyduğunda çok memnun olacak bu habere!" Bana iğneleyici bir bakış attığında tek kaşımı kaldırarak meydan okurcasına gülümsedim ona.

"Dinliyorum." dedim gerçek bir şekilde gülerek.

Meydan okurcasına gülümsemem onu bozguna uğratmıştı ama bunu es geçti ve yeniden yemekhanedeki kalabalığa döndü. "Bildiğiniz gibi barış içerisinde, mutlulukla ve hak ettiğimiz değeri alarak yaşıyoruz... Tabi bunlar sözde! Kimsenin gerçekten ne halkı düşündüğü var ne de gerçekleri görmek gibi bir gayesi! Kral Arzen Kuventar kendisini bu barış saçmalığına o kadar kaptırmış ki bırakın krallığı kendi halkının bile ne durumda olduğunu göremeyecek kadar körleşmiş!" Çocuğun suçlayıcı kelimeleri karşısında ortam daha da gerildi. Bir an bütün masadakilerin bana saldıracakları hissine kapıldım ve korktum. Bana, Dolun sandıkları o insan kıza o kadar büyük bir kinle bakıyorlardı ki bakışlar bir bıçak olsaydı şimdiye delik deşiktim. "Herkesin bilmesini isterim ki bu haberi vermekten onur duyuyorum. Yakında yüce Tutucu türünün kralı değişecektir çünkü tahtın asıl sahibi, sevgili Negra Kuventar, haksız yere gönderildiği Cehennem boyutundan geri dönmüştür!"

Yemekhanede derin bir ölüm sessizliği oluştuğunda bakışlar çekingen bir şekilde beni bulmuştu. Hiç şüphesiz herkes Negra'nın Meredith'in en büyük düşmanı olduğunun farkındaydı. Dolayısıyla o, benim de düşmanım olarak görülüyordu. Oysa benim anlamak istediğim çok farklı şeylerdi. Çocuk bir itibar mevzusundan bahsediyordu, Güneş Krallığı'nın yeterince değer görmediğini, halkının iyi durumda olmadığını söylüyordu.

Kimin ne halde olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ancak ilk defa Güneş Krallığı'nın halkını merak ediyordum. Ben sadece Tutucularla tanışmıştım ve onlar bana hep standart bir tür olarak gelmişti ama bilmediğim, hiç tanışmadığım iki tür daha vardı. Onlardan ne haber vardı ne de kralları meydandaydı. Bilmediğim her şey canımı sıkıyordu, belki de çocuk gerçekten haklıydı. Ben ve içerisinde bulunduğum krallık bolluk, refah içerisinde yaşarken bu boyutta da birileri yaşam mücadelesi veriyor olmalıydı.

Madalyonun öteki yüzü dünyadaki gibi burada da acı vericiydi. Dünya bana göre ellerindeki kanı hiçbir zaman temizleyemeyen bir katilden ibaretti. Sanıyordum ki bu boyutta her şey yerli yerindeydi ama yanılıyordum. Tozpembe görünen bu boyutta aslında toz tabakası tıpkı dünyadaki kadar kalındı.

Onun gibi ben de ayağa kalktığımda Tuva da benimle birlikte telaşla ayaklandı. Bakışlarım sert ve keskindi, asla kendimden ödün veremezdim. "Arzen Kuventar hakkında bu kadar çirkince konuşmak kimsenin haddine değildir!" Çoğunluğun yüzünde bakışlarım dolaştı. "Sizi uyarıyorum, eğer bir şeyleri elde etmek istiyorsanız bunu savaşarak değil, uzlaşarak başarabilirsiniz. Size veya herhangi bir türe zarar gelmesini istemem. Öte yandan hepinizin asla unutmaması gereken bir şey var; filler tepişir, çimenler ezilir! Kendinizi korumak, savunmak istiyorsanız çimen olmamaya özen göstermelisiniz. Aksi takdirde barış ortamı yaratılmadığı sürece filler tarafından ezilmeye mahkûmsunuz!"

Masadan hızlı adımlarla ayrıldım. Midem feci bir şekilde bulanıyor, ellerim titriyordu. Hızlı hızlı merdivenleri çıkarken Tuva'nın arkamdan geldiğini adım seslerinden duyabiliyordum ama bir an bile duraksamadım. Sınıfa girip paltomu hızlıca üzerime geçirirken Tuva yanıma gelebilmişti, konuşmak için dudaklarını aralıyor ama hiçbir şey söyleyemiyordu. Paltomun düğmelerini teker teker iliklerken o da benim gibi beyaz paltosunu üzerine geçirmişti.

Sınıftan da aceleci adımlarla çıktım. Yoğun kalabalığın bakışları üzerimdeyken kimseyle göz göze gelmemeye özenle dikkat ederek merdivenleri üçer beşer atlayarak indim. "Hezaren, nereye?" Tuva hem bu soruyu soruyordu hem de beni takip ediyordu. O kadar öfke doluydum ki sanki damarlarımdan kan yerine lav nehirleri akıyormuş gibi hissediyordum. Saman sarısı saçlı çocuğun bana söyledikleri, bakışları asla aklımdan gitmiyordu halbuki onun hiçbir suçu yoktu. O sadece Negra'nın piyonlarından yalnızca bir tanesiydi.

İçimde Negra'ya karşı oluşan derin bir nefretin sebebi Meredith'i bir seçime tabî tutmasından mıydı yoksa tüm halkını savaşa kışkırtmasından mıydı, çözemiyordum. Ne istiyordu bu adam böyle?

Kendimi dışarıya attığımda kar havası sıcak tenimi yaktı. Benimle birlikte Tuva da çıkmıştı. "Sen git, derse dön." dedim onu gerçekten önemsediğimi belirterek.

"Bizim dersimiz yok ki şaşkın!" dedi bana gülerek. Oysa ben gülmüyordum. Tuva bunu fark edip bakışlarını kaçırdı benden.

Merdivenlerin iki yanına konumlandırılmış heykellere baktım. Yanında uzanan beyaz mermer taş ve heykeller özenle kardan temizlenmiş, parlatılmıştı. Karga heykelinin yanında uzanan beyaz mermer taşa çıkıp oturdum. Nereye gideceğimi bilmiyordum, sadece bu okuldan çıkmak istemiştim.

Tuva yanıma ilerleyip benim gibi oturdu ve karlara yansıyan güneş ışınlarını izledi bir süre. Daha sonra bir şeyi söylemek adına adeta kıvranır gibi baktı bana. Ona hayrola anlamında kafamı salladım. "Meredith'i bu kadar iyi koruyacağını, savunacağını tahmin etmiyordum." dedi ancak daha sonra bunu söylediği için dudağını ısırdı. "Yani... O bir buzdan kral, herkese ve her şeye karşı... Kim onu böylesine korur ki? Hele de senin gibi birisi..."

"Ne varmış benim gibi birisinde?" dedim yüzümü buruşturarak.

"Meredith bildiğim kadarıyla çevresinde asla sakat bulundurmayan birisiydi. Hatta sakatların çoğu bu nedenle güney yakasına sürüldü, sırf safkan Dolun ailesi onları istemediği için." Tuva yüzümdeki ifade nedeniyle kaşlarını kaldırdı. "Ama beni yanlış anlama, senin sadece kanatların yok. Görünürde başka bir eksikliğin de yok. Ee tabi, çok da güzelsin bence..." Tuva derin bir nefes aldı bunu söylerken. "Eğer diğer sakatlar gibi aklında, vücudunda bir eksikliğin olsaydı kesinlikle kraliçeliğe seçilmezdin."

"Bir dakika, diğer sakatlar derken onlar nasıl..." Anında sustum. Çünkü Tuva'nın insan olduğumdan haberi yoktu dolayısıyla bu, bir kraliçe adayı olacak olan benim bilmem gereken bir bilgiydi. "Meredith ve benim aramızda olan o bağ çok değişik." dedim daha sonra konuyu başka bir yöne çekerek. "Sanırım onu herkes gaddar biri olarak görüyor ama bence öyle değil."

"Değil mi?" dedi Tuva, kaşları çatılmıştı. Buradaki herkesin benim eşim olacak adam hakkında benden çok daha fazla şey bilmesi canımı sıkıyordu. "Meredith'in bir sakatla evleneceğini ilk duyduğumuzda öylece kalakalmıştık. Dediğim gibi, o eksikliği olan hiçbir şeyden haz etmez. Ona göre her şey kusursuz, mükemmel ve eksiksiz olmalı. Ayrıca savaşlarda bir sürü insanı öldürdüğünü de biliyoruz, tabi insanların her açıdan kusurlu olduğunu bildiği için bir nevi bunu yaptığını da..."

Tuva'nın söyledikleri beni dehşete düşürürken ayaklarımı sarkıttığım mermer taşta topladım ve karların üzerlerini örttüğü çam ağaçlardan oluşan orman yoluna doğru baktım. Meredith'in gerçekten böyle birisi olabileceğine inanmıyordum. Tamam, bana karşı olan tutumunu daha en başından beri çok net bir şekilde hiç de çekinmeden gösteriyordu ama bahsettiği tam anlamıyla barbarlıktı. Geçmişte her ne yaşandıysa çok kötü şeylere sebep olmuştu, bu çok açıktı.

Tuva ve ben yaklaşık bir saat boyunca orada oturduk. Hava, düne göre daha sıcaktı ve güneş gri bulutların arasından bazen sızarak bize içimizi az da olsa ısıtacak kadar vuruyordu. Bu nedenle asla üşüdüğümü hissetmedim. Ayrıca Tuva, çok konuşuyordu. Belki de bu yüzden üşümeyi düşünemeyecek kadar onunla ilgilenmiş, onu dinlemiştim.

Bir an aklıma gelenle gülmeye başladığımda Tuva bana anlamayarak bakmıştı. "Tuva," dedim gövdemi tamamen ona döndürerek. "Alizarin kırmızısı rengini biliyor musun?"

"Evet, çok eskiden kökboyası bitkisinden kıyafet renklendirmek için kullanılırdı ancak şu an ressamların da favori rengi." Duraksayıp kafasını hafifçe geri çekti. "Neden sordun ki?"

"Bay J bu derste size hayal ettiklerinizi gösterebilmeyi öğretti. Diyorum ki bana bu merak ettiğim rengi göstersen?"

Tuva bilmiş bir şekilde "Renge dokunmanı bile sağlarım." dedi. Anlamamıştım ama kocaman çantasının içerisinden bir defter çıkardı ve o kadar güzel renklerle boyanmış resimler geçti ki kalakaldım.

"Bu resimleri sen mi yaptın?" diye sordum hayranlıkla. Başını onaylarcasına sallayıp kıkırdadı. En sonlara doğru bir sayfa açtı, sayfada büyük bir renk kartelası vardı ve bu renk kartelası, kutucukların içerisine gerçek boyalarla boyanarak yapılmıştı.

Tuva işaret parmağını ağır ağır renk kartelasının kırmızının mora çalan tonlarında gezdirirken bir an durdu ve parmağını çekmeden defteri bana doğrulttu. "İşte bu! Alizarin kırmızısı." diyerek gösterdi bana onca renkten sadece birini.

Defteri elime alıp gösterdiği renge dikkatle bakarken bir yandan da parmaklarımı kurumuş boya kabartısının üzerinde gezdirdim. Rengi kan kırmızısına benziyordu. Dudaklarımın hiçbir zaman bu kadar parlak görünmeyeceğine emindim ama Meredith dudaklarımın bu renk olduğunu iddia ediyordu. Sebebini çözememiştim ancak yine de bu renk çok hoşuma gitmişti. Daha sonra onun bir karga olduğu aklıma gelmişti. Kargalar, her şeyi daha parlak görürlerdi ve muhtemelen Meredith de dudaklarımın rengini bu yüzden alizarin kırmızısına benzetiyordu.

"Teşekkür ederim." diyerek renge son kez bakıp defteri Tuva'ya uzattım. Henüz resimlerine bakmamı istemeyen çekingen bir tavrı vardı, istemediği bir şey yapmamak adına ona defterini geri vermiştim. Tuva defterini çantasına yerleştirirken bakışlarım yeniden akademinin karlarla kaplı bahçesini buldu.

Kendimi o an her şeye alışıyor gibi hissettim. İnsan nelere alışmazdı ki zaten?

Meredith'in arabası akademinin bahçesine girdiğinde aslında orada bir saatten fazla oturup Tuva'yla konuştuğumu fark etmiştim. Meredith, beni heykellerin yanında biriyle dışarıda gördüğünde ilk tepkisi kaşlarını çatarak arabanın ön camının ardından bana ve Tuva'ya dik dik bakmak olmuştu. Meredith kendi türü hariç diğer türlerden hiç haz etmediğinden ona böyle baktığını düşünmüştüm. Taş duvarın üzerinden atlayıp Meredith'e bakarken arabadan indi ve iki adım atarak durdu.

"Neden bu soğukta burada duruyorsun?" diye sordu bana. Muhtemelen dünkü hastalığımı düşünüyordu.

"Hava bugün daha güzel, sadece sohbet ediyorduk." Tuva'ya döndüm. "Bak, Meredith. Bu Tuva. Tuva Boneti, Ole'nin kızı."

Meredith kaşlarını çatarak garip bir ifadeyle Tuva'ya baktı. "Onu en son gördüğümde bir bebekti." dedi.

Söyledikleriyle ben şaşırırken Tuva kıkırdadı ama sonra hemen sustu ve başını öne eğerek selamladı Meredith'i. "Gerçekten mi?" diye sayıkladım ama bu tabii ki olağandı. Meredith'in Tuva'dan yaşça büyük olduğu aşikârdı. Konuyu değiştirmek adına "Nasıl olsa More Dağları'na gidiyoruz, Tuva'yı da götürebilir miyiz?" diye sordum Meredith'e. Tuva ve diğer Renta Cadıları'nın More Dağları adı verilen yüksek dağ eteklerinde yaşadıklarını Tuva bana az önce söylemişti. Bu yüzden onun bizimle gelmesini istiyordum.

"Aa, şey... Ben giderim tek başıma." Tuva'ya baktım. İri iri olmuş gözlerle Meredith'e bakıyordu. Meredith ise, kaşlarını kaldırmış bir şekilde ona bakıyordu.

"Hadi ama Meredith!" diyerek omuzlarımı düşürdüm. Meredith'le kısa bir anlığına gözlerimiz çakıştı.

"Tamam." dedi oldukça soğuk bir tonda. Gülümsedim ve elimle Tuva'ya işaret yaparak gelmesini söyledim. Tuva arka koltuğa kedi gibi sessizce bindiğinde ben de öne, Meredith'in yanına oturdum.

Yolculuğumuz büyük bir sessizlik içerisinde geçti. Meredith'e bugün olan tartışmadan bahsetmedim. Sebebini bilmiyordum ama bu tür şeyleri ona anlatmayı kendi içimde hiç de doğru bulmuyordum.

Araba adının More Dağları olduğunu anladığım yüksek yüksek sıra dağların eteğinde, kocaman bir evin önünde durmuştu. Burada kar kalınlığı daha çoktu ve görebildiğim her yer bembeyazdı. Ev ise koyu bir kahverengilikte adeta beyazın içerisinde sırıtıyordu. Evin çatısı çok dikti, muhtemelen burada çok kar yağdığından çatısı bu kadar dikti ve görünürde üç katlıydı. Pencerelerinden sarı sarı ışıklar henüz havanın kararmasına iki saat olsa da dışarıya yansıyordu. Evi çevreleyen beyaz çitler ve demir parmaklıklı bir kapı vardı. Kapının üzerinde demirden baykuş heykeli duruyordu ama üzeri karlarla örtülüydü, demir kapıysa aralıktı.

Arabadan indiğimizde önümüze geçerek demir kapıyı ardına kadar açıp evin giriş kapısını çalan Tuva'ydı. Kapıyı adını henüz bilmediğim ama Renta Cadıları'ndan biri olduğunu hatırladığım kısa boylu bir cadı açtı. Bizi gördüğünde yüzündeki gülümseme büyürken bakışları Meredith'i bulduğunda yüzü düştü.

"Ole, Tuva ve Hezaren gelmiş!" diye seslendi içeriye doğru büyük bir sevinçle. Sonra bize döndü yeniden. "Gelin, lütfen." Kapıyı ardına kadar açarken Tuva beş basamaklık merdivenleri çabuk adımlarla çıktı ve kapının yanına ulaşarak botlarındaki bütün karı yerdeki paspasta tepinerek silkti. Tam bu esnada bulunduğum yerden görebildiğim evin içerisindeki geniş merdivenlerden Ole hızlı hızlı aşağıya iniyordu. Beni gördüğünde yüzünde büyükçe bir gülümseme belirdi.

"Hoş geldin, Hezaren!" diye şakıdı. Gerçek bir mutlulukla keyifle gülümsedim.

"Hoş buldum!" dedim en az onun kadar sesimi keyifli çıkartmaya çalışarak. Beş adımlık merdiven basamaklarını ağır ağır çıkarken bir an duraksadım ve Meredith'e baktım. Hiç kıpırdamadan öylece belini arabasının ön kısmında yaslamış, kolları bağlı bir şekilde bizi izliyordu. Evi çevreleyen çitlerden içeriye bile girmemişti. "Sen gelmiyor musun?" diye sorduğumda Meredith'in bakışları Ole'ye kaydı.

Çok geçmeden "Yapacak ufak bir işim var," dedi kaşlarını çatıp düşünceli bir edayla. Yaslandığı arabadan doğrulurken "Seni almaya geleceğim, merak etme." diyerek arabasının kapısını açtı ve kendisini arabaya bıraktı.

Şaşkın bir şekilde bir anda gidişini izlerken boşluğa düşmüş gibi hissettim kendimi. Etrafta Negra'nın dolaştığını ve beni yalnız bıraktığı için başıma bir şey gelebileceğini düşünmüyor muydu bu adam? Ancak yeniden önüme döndüğümde Ole'nin bana bakan yüzü yeniden bir aydınlanma yaşamamı sağladı; boyutun en güçlü büyücülerinin evindeydim, kim onları karşısına almaya cesaret edebilirdi ki?

Bir süre sonra üzerimdeki şaşkınlık bu düşüncelerimle uçtu gitti. Ole'nin hâlâ yanıbaşımda, açık kapının önünde beklediğini fark ettiğimde onu daha fazla bekletmemek adına eve girdim. Tuva gibi ama ondan daha nazik bir şekilde evin girişindeki paspasta ayağımdaki karları silkelerken gözlerim bulunduğum yeri taramaya başladı. Ev oldukça gösterişliydi. Tam anlamıyla eski eşyalarla, duvarlarla çevriliydi ancak modern dokunuşlarla taçlandırılmıştı. Evin girişinin tam karşısında yukarıya ve aşağıya uzanan sarmal bir merdiven vardı. Sol yanımız büyük bir odaya açılıyordu. Sağımızda ise geniş bir hol vardı.

Ole ellerini bana doğru uzattı paltomu almak için. Çekingen hareketlerle ona paltomu verirken üst kattan diğer cadılar da inmişlerdi. Herkesin yüzünde dostça ve gerçekliğinden emin olduğum bir gülümseme vardı. Sanki... Sanki uzun zamandır hissetmediğim o aitlik sıcaklığı sarmıştı bir anda etrafımı. Bana şu an ne olduğunu anlayamıyordum ancak şu an buraya, bu eve ve bu cadılara kendimi fazlasıyla ait hissediyordum.

"Seni diğer Renta Cadıları'yla tanıştırayım," dedi Ole cadılara bakarak. "Bu Kalya Vernoça, kendisi oldukça mistik birisidir. Gelecek hakkında olabilecek önemli olayları bazen tahmin edebilir." Ole'nin işaret ettiği kadın dümdüz, soluk kızıl saçlı olan cadıydı. Burnu kemerli ve uzundu. Elini uzattı, nazikçe sıktım. "Bu Palkar Nipze, su ve sıvı olan her şeyi yönetebiliyor. Çok iyi, değil mi?" Dudakları ip gibi, incecik olan cadının elini de büyük bir memnuniyetle sıktım. "Bu da Palkar'ın kardeşi Sinet Nipze, o da ablası gibi bir element olan havaya hükmediyor ama henüz kontrol aşamasında." Kadınlar kendi aralarında gülüşürlerken ben onun da elini dostça sıktım. "Ve son olarak bu da Zenta Han. Kara büyüye dayanabilen yegane büyü bozucu..."

Ürperdim. Bu kadın diğer cadılardan farklıydı. Saçları kızıl değildi, beyazdı ama gözlerindeki kızıllıktan onun da İlk türüne ait olduğu anlaşılıyordu. Tereddütle elimi ona uzatırken bir dal gibi kuru eli elimi kavradı ve sıktı. Bu kadına baktığımda garip bir rahatsızlık duymuştum. Elimi çektim.

"Gel, Hezaren. Seninle öncelikle yalnız konuşalım." diyerek beni sol taraftaki geniş bölmeye doğru yönlendirdi Ole. Tuva hızlı adımlarla yukarıya çıkarak gözden kaybolmuştu. Kadınlar, geniş bir oturma odası olduğunu fark ettiğim yere girdiğimizde iki kanatlı kapıyı biz Ole'yle odaya girdikten sonra ardımızdan kapattılar.

Salona baktım; zümrüt yeşili bir koltuk takımı vardı, duvarlar beyaz ve toz pembe rengindeydi, pencerelerin tam karşısında yani odanın diğer yanında kocaman bir kitaplık vardı ve ağzına kadar doluydu. Bir şömine yanıyordu ve ortamda duyulan tatlı çıtırtı sesi insanın içini rahatlatıyordu. Şöminenin yanında, oldukça şişkin bir kedi yastığının üzerinde beyaz bir kedi uyukluyordu. Bu, Tuva'nın bugün bahsettiği kedisi Gli olmalıydı.

Ole yeniden görüş açıma girdiğinde dost bir şekilde elini bana uzattı. Elini tutarak birlikte tam şöminenin karşısındaki geniş koltuğa oturduk. Elini elimden çekmedi, hatta diğer elini de bana uzattı ve sıkı sıkıya tuttu elimi. Bir ellerine bir de yüzüne bakıyordum.

"Bir insan olduğunu biliyorum, Hezaren." dedi bana usulca. Kalbim tekledi, halbuki bunu bildiğini zaten baloda bana ima etmişti. "Ama gerçekten kim olduğunu da biliyorum. Sen de biliyor musun?"

Nera Zeh.

Tenimin altında küçük küçük karıncalanmalar hissettiğimde bakışlarımı ondan çektim. Halıda, tavandaki taşlı avizede, şöminenin harıl harıl yanan alevinde hızlıca gezdirdim gözlerimi. Biliyordu, Nera Zeh olduğumun farkındaydı ama ben onun kim olduğunu bilmiyordum ve artık bu bilinmezliklerin hepsi içimdeki ölüm korkusunu açığa çıkarıyordu.

"Biliyorum." dedim usulca. Gözlerim yeniden bana şefkatle bakan kızıl gözleri buldu.

"Uyanışın gerçekleşmedi daha ama haberdar olman çok güzel!" dedi büyük bir sevinçle. Oysa ben daha da katlanıp çoğalan bir korkuyla bakıyordum tüm bu olanlara. Kendimi bir denek gibi hissediyordum. Güçlü bir silah olmam için eğitiliyor, kendimi feda ediyordum sanki...

Ole, elimi bir kez daha sıktı. "Sanırım karahindiba mevsiminde uyanışım gerçekleşecek..." diye mırıldandım ama sesim bir fısıltıya yakındı. Bu büyük sır içimde öyle gizliydi ki kelimeler dilime zar zor taşınıyordu.

"Evet," diye onayladı beni. Derin bir nefes alarak göğsünü şişirdi. "Artık resmi olarak tanışalım. Ole Boneti, ben bir toprağa ve doğaya can verenim. Evet, toprak elementini yönetebiliyorum bu yüzden doğayla kuvvetli bir bağım var." Kaşlarım çatıldı.

"Peki ateş?" diye sordum merakla. Bu cadıların hiçbirisi ateşi yönetemiyordu.

Ole büyük bir keyifle dişlerini gösterecek kadar gülümsedi. "Fark etmen ne hoş!" diyerek arkasına yaslandı ve ellerimi bıraktı. Ellerimi kucağımda birbirlerine kenetledim. Meredith bu sabah bana Renta Cadıları'nın beni neden seçtiklerini söylemişti; ben alevleri yönetebiliyordum. Yaşadığım şokla tokat yemiş gibi öylece kalakaldım. Beni gerçekten bir silah olarak mı kullanacakları? Eksik parça ben miydim yani?

"B-ben..." derken şaşkınlığım hâlâ üzerimdeydi. "Ben alevleri yönetebiliyorum..." dedim usulca. Ole başını onaylarcasına salladı.

"Henüz değil ama olacak. Peki bu gücün sana nereden geldiğini biliyor musun Hezaren?" Başımı hayır anlamında iki yana salladım. "Annen, Eva Zeh... Çok ama çok güçlü bir alev yöneticisiydi." Dudağının kenarı di'li geçmiş zaman kullanımından ötürü olduğunu tahmin ettiğim buruk bir şekilde kıvrıldı. "Annen benim kardeşimdi, Nera."

Şaşkınlıkla kalakaldım. Eğer bu doğruysa karşımda benimle aynı kanı taşıyan Ole, benim teyzemdi. Buna inanamıyordum ama gerçekti. Eva'nın yazdığı günlüğünde Renta Cadıları'nı bul derken bahsettiği şey buydu; boyutun en güçlü cadıları tarafından eğitilip, ateşi yöneterek bir şeyler yapmamı istiyordu benden ama Eva'nın yazdığı şeylerden unutmadığım çok önemli bir şey de vardı: Afarel'den ne olursa olsun uzak durmak...

"Bana ondan bahset..." dedim gözlerimi yanan şömine ateşine sabitleyerek. "Eva'dan."

Ole'nin derin bir nefesi ciğerlerinden üflediğini işittim. "Dört kardeştik. İki erkek, iki kız... Annen en küçüğümüzdü, ben de onun büyüğüydüm ve iki abimiz vardı." Bakışlarımı şömine ateşinden çekip ona sabitlediğimde bu konuşmasından bahsettiği abilerinin de ölmüş olduğunu anlamıştım ve yüzü de bunu destekler nitelikte keder içindeydi. "Annemiz ve babamız çok iyi birer büyücüydü. Kendileri gibi İlk türüne mensup biriyle evlenmemizi istiyorlardı. Ben ve diğer iki erkek kardeşim annem ve babamın bu dediklerini kolayca yerine getirebildik. Ama annen..." Duraksadı. Kızıl gözleri gözlerimde öylece sabit kalırken "Hâlâ hissedebildiği o eski zaman diliminde bir insana aşık olmuştu. Annem ve babam bu evliliğe karşı çıktı ama Eva'nın içerisinde babana karşı hiç durduramadığı bir aşk vardı ve onunla her şeye rağmen evlendi. İlk türü ve insanların evlenmesinde hiçbir sorun yoktu ama insanlar... İnsanlar o dönemin şartlarına göre en alt tabakaydı. Sefalet içerisindeydiler ve köle olarak kullanılıyorlardı. Bizim gibi saygın büyücü ailenin kızı olan Eva'nın böyle bir tercih yapması evde krize sebep oldu ve ailem bir daha görmemek üzere evimizin kapısını ona, ailesine kapattı."

"Nasıl bu kadar gaddarca bir şey yapabildiler?" diye sorarken sesim gerçekten bu gaddarlığın altında eziliyordu.

Ole omuz silkerek "Söyledim, insanlar çok ama çok değersiz varlıklardı." dedi.

"Sonra..." diye mırıldandım. "Sonra ne oldu?"

"Ailesinin desteği olmadan Eva bir hiçti. O aşkı seçmişti ama sefalet de beraberinde geldi. Çok fakir bir hayat sürdüklerinden Eva zengin ve soylu ailelere dikiş ve nakış yapıyordu, para kazanmak için. Anlayacağın yönettiği element olan ateş hiçbir şekilde işine yaramıyordu. Baban bir tarla işçisi olarak yaşamını sürdürüyordu. Her şeye rağmen mutlu görünüyorlardı. Üç kızları oldu; Lina, Lena, Nera. Lina, senin en büyük ablan. Kendisi tam büyücü. Lena ortancanız, o da tam büyücü. Ama sen... Sen babanın kanından oldun, sadece insan." Ole, son cümlesini tiksinir veya ezikleyen bir şekilde söylememişti lakin ben cümlenin altında eskiden kalma bir hakir görme olduğunun farkındaydım.

"Madem öyle, dediğiniz gibi ben safkan bir insansam nasıl oluyor da büyü gücüne sahip olabiliyorum?" diye sordum.

"Yaramaz bir kız çocuğuydun, Nera." dediğinde kaşlarım çatılmıştı. "Asla ele avuca sığmayan, bütün gününü işten kaçmalarla geçiren biriydin. Yaşın ilerledikçe, asla yapmaman gereken şeyler yaptın. Asla hissetmemen gereken şeyler hissettin ve en kötüsü de bunu karşı tarafa da hissettirdin. Annen seni bu yanlıştan kurtarmak için çok uğraştı, sevgili çocuğum... Bunun seni öldüreceğinden emindi." Derin bir nefes daha alırken ellerini dizlerinin üzerine koydu ve avuçlarının içine baktı Ole. Bu yüz ifadesi hiç hoşuma gitmemişti. "Nitekim, beklediği gibi de oldu."

"Ne demek beklediği gibi oldu?" diye mırıldanırken sesim kendime bile zar zor ulaşıyordu sanki. Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Pencereden dışarıya baktım, zaman sanki o an daha hızlı geçmişti ve hava kararmıştı. Oysa aynı soğuk karanlık benim içime de çökmüştü.

"Öldün." dedi Ole bakışlarını bir yay gibi bana sabitleyerek. "Annenin seni kurtarmak için yaptığı bunca şeye rağmen sen ölümü seçtin."

Kafamı iki yana inanamayarak salladım. "Ama neden? Bir sebebi olmalı... Beni kim öldürdü? Neden?"

"Seni sen öldürdün, Nera. Seni o içinde büyüttüğün umutsuz aşk öldürdü."

"Aşk mı?" diye sordum fısıldarcasına. Kulaklarımdaki uğultu çoğaldığında kalp atışlarımın sesini daha keskin bir şekilde duymaya başlamıştım.

"Evet, ne kadar kanın babandan gelse de ve ne kadar insan olsan da sen annenin kızıydın hep, Nera. Annen gibi aşkı seçtin ama bu seni annenden daha kötü bir sona sürükledi." Ole ayağa hızla kalkarak alev alev yanan şömineye doğru ilerlemeye başladı. Siyah yumurta topuklu ayakkabılarının sesi tahtaların üzerinde tok bir ses bırakarak uğuldayan kulaklarıma ulaşırken, Ole'nin yüzünde dans eden alev yansımalarını izledim. Bir elini taş kaplama şöminenin yüksekteki çıkıntısına koyarak ateşe dalgın dalgın bakmayı sürdürdü. "Annenin de hayatında yolunda gitmeyen çok şey vardı; eşi ve ablaların... Ablaların ve baban seni asla sevmedi, Nera. Çünkü sen insandın, bir sefil türdün. Baban insan olmasına rağmen seni sevmedi çünkü eğer sen de büyücü olsaydın itibarı daha da artacaktı. Bunca şeye rağmen seni o hayatta en çok seven hep annendi. Annenin sana olan sevgisi o kadar büyüktü ki, kendi ömrünü sana bağışlayacak kadar yüce gönüllüydü." Duraksayıp bakışlarını bana çevirdi. "İçindeki o büyü gücünün sebebi annenin kendi yaşamını sana bahşetmesinden. Sen safkan bir büyücü değilsin, o büyü gücü de sana ait değil ama bu sana annenden kalan bir miras."

Kafamda her şey birbirine daha da karışıyordu ama yavaş yavaş anlıyordum. Ne hissetmem konusunda kararsızdım. Terli avuç içlerimi pantolonuma silerken ne söyleyeceğimi, ne soracağımı asla bilmiyordum. Hâlâ Hezaren'dim, Ole'nin bu anlattıkları bana korkunç bir hikaye gibi geliyordu ama bakışları o kadar keskindi ki bunların hepsinin gerçekten yaşandığına inanıyordum.

"Annem..." dedim bir süre sonra. "Bana bir defter bırakmış. Onda da sizin söylediklerinizi destekler nitelikte birkaç şey yazmış ama ben o defteri yanlışlıkla suya düşürdüm ve yazılarının çoğu silindi."

Ole olgunlukla başını salladı. "Çünkü bazı büyüler suda çözülür. Sana yazdığı o defterden haberim var ve o defteri senden başka hiçkimse okuyamıyordu, bunu büyüyle sağladı."

"Evet..." diye onayladım onu.

"Yazılarının silinmesi kötü olmuş." dedi Ole, gerçek bir üzüntü ifadesi takınarak. Oysa üzüntüyü hissetmediğine emindim. "Sonuçta annenden sana kalan tek şey o yazılardı."

Bu cümle içimi delip geçmişti. Öyle ki, sağ elim istemsizce sızlayan göğsüme gitti. Eva'nın yazdığı defterdeki cümlelerden birisini düşündüm: Buğday tarlalarında hiçbir şeyi umursamadan delicesine kahkahalar atarak koştuğun o güzel günler geri gelecek ama ben yanında olamayacağım.

Sohbetimizin bundan sonrası Ole'nin ve kızının yaşamından, büyücülükten ve bu boyutun nasıl bir yer olduğundan bahsetmekle geçti. Ole, anlattıklarının benim için ne kadar ağır olduğunu anladığından konuyu özellikle ailemden çekmiş olmalı diye düşündüm. Bunun için ona minnettardım.

Ole'nin bana doldurduğu tarçınlı ve portakallı ıhlamur çayını yudumladığım esnada, bir kilise çanını andıran ses bütün evde gürültüyle yankılandı. Ole yerinde kıpırdanırken "Meredith gelmiş olmalı." dedi. Zamanın nasıl bu kadar hızlı geçtiğinin farkına varamamıştım. Aklımda hâlâ cevaplanmamış bir yığın soru vardı. "Unutma Hezaren, bütün bu konuştuklarımız aramızda." dedi Ole hızlıca.

"Böyle bir şeyi kime nasıl anlatabilirim ki zaten?" dedim usulca. Göğsümde sebebini bilmediğim o sızı varlığını hâlâ ara ara belli ediyorken ayağa kalktım ve duraksadım. "Ole... Karahindiba mevsimi geldiğinde bana ne olacak?"

Ole, sorum üzerine yutkundu ve gözlerini benden kaçırdı. "Bunu konuşmak için henüz çok erken." dedi boynunu yukarıya kaldırıp esneterek. "Bugün sana büyüyle ilgili hiçbir şey öğretememiş olabilirim ama bir sonraki gelişinde ateşi nasıl yönetebileceğini sana göstereceğim." diyerek konuyu değiştirdi ve benimle birlikte kapıya ilerledi. Uysal bir şekilde kafamı salladım. Kulaklarımda hâlâ uğultular vardı, öğrendiğim her şey zihnimde tekrarlanıyor ve beni çıkmazlara itiyordu.

Kapıyı bizden önce diğer cadılar çoktan açmışlardı bile. Ole paltomu bana uzatırken nazikçe gülümsemişti. Paltomu giyerken açık kapıdan arabasının önünde sigara içmekte olan Meredith'i görmüştüm. Oldukça dalgın bir hali vardı, ona baktığımı fark etmemişti.

"Yine görüşeceğiz, Hezaren." dedi Ole, güven vermek istercesine kolumu hafifçe sıkarak. Gülümsedim. Tuva'nın kedisi Gli, beyaz gövdesini paçalarıma sürterek mırlarken eğilip onun da başını okşadım.

"Memnuniyetle." derken gülümsedim ve yeniden doğruldum. Onların planladıkları bu görüşmelere yavaş yavaş alışmayı umuyordum.

Evden çıkarken omuzlarımda bariz bir ağrı hissediyordum. Bu ağrının sebebi kesinlikle öğrendiğim Nera'nın geçmişinin görünmeyen yükü olmalıydı, başka bir açıklaması olamazdı.

Evden çıktığımı fark eden Meredith henüz yarısını içtiği sigarasını orta parmağıyla karların arasına fırlattığında, ateşin soğuk ve ıslak karla birleşince can çekişir gibi bir ses çıkararak söndüğünü işittim. Canını sıkan bir şey olduğu belliydi. Hiçbir şey söylemeden arabaya oturdum ve ön cama yaklaşarak Ole'yle diğer cadılara el salladım. Tuva'nın ikinci kattan bize baktığını fark ettiğimde cama doğru daha da eğilip ona da el salladım.

Meredith çok geçmeden arabanın motorunu çalıştırdı ve üşümemem için ısıtıcıları çalıştırdı. Hava geceleri bıçak kadar keskin bir soğukluğa ev sahipliği yapıyordu. Karlarla kaplanmış yolda ağır ağır ilerlerken yolu aydınlatan sadece arabanın farlarıydı. Meredith'in bir an öne doğru eğilip yukarıya, gökyüzüne doğru baktığını fark etmiştim ama ne yaptığını anlayamamıştım.

"Yukarı bak," dedi bana çarpık bir gülüşle. Kaşlarımı çatarak dediğini yaptım ve ağzım mutlulukla karışık şaşkın bir şekilde açıldı.

Kuzey ışıkları...

Çoğunlukla yeşil renkte olan bu muazzam renk kartelasına bazen mavi ve morlar da ekleniyordu. Yolun iki yanından göğe yükselen kara kara gölgeleri andıran çam ağaçlarının silüetlerinin arasında bu ışıklar öyle güzeldi ki... Güzelliği beni büyülemişti. Hayran bakışlarımı ön cama yaklaşıp iri iri gözlerle onları seyretmeye ayırdım. Muazzamdı ama nedense bu beni daha da hüzünlendirdi. Ole'nin evinden çıktığımdan beri göğsümde hissettiğim o sızı bir kez daha çağladı. Başımı torpidoya yaslarken boynum yukarıda, gökyüzünde kalarak öylece Nera'yı, annesi Eva'yı ve dönemin şartlarını kafamda düşlemeye çalıştım. Fazlasıyla zor bir hayatları olmuş olmalıydı çünkü onların zorluklarını, acılarını yüzyıllar sonrasında bu bedende bu denli yüksek bir sızıyla hissetmemin başka hiçbir açıklaması olamazdı. Hayatım tıpkı bu kuzey ışıklarındaki renk cümbüşü gibi orantısız, karışık ve akıl almaz derecedeydi. Gökyüzü koyu bir geceye ait olsa da bu parlak ve gösterişli renkler tüm tezatlığıyla orada olmaya, geceyle dans etmeye devam ediyordu. Meredith ve beni düşündüm. Hiç şüphesiz biz buyduk; gece ve kuzey ışıkları.

Araba ani bir frenle sert bir şekilde durduğunda yanağım yaslandığım torpidoya canımı acıtacak şekilde bastırılmıştı. Şaşkınlıkla bakışlarım direkt olarak Meredith'i buldu. Oysa o hiç kıpırdamadan direkt olarak tam karşıya, bir noktaya bakıyordu. Kolları direksiyonda dümdüz bir şekilde sabitti, kaşları çatık ve bedeni olabildiğince kasılmıştı. Hemen başımı baktığı yöne çevirdim ama görüş alanım arabanın farlarının aydınlattığı noktayla sınırlıydı; görünürde hiçbir şey yoktu.

"Ne oldu?" diye sorduğumda sesime endişem yansımıştı. Meredith hiçbir tepki vermedi, doğruca karşıya bakışını sürdürmeye devam etti. Yeniden yola doğru baktığımda yolun tam ortasında bir şeyin bize doğru yaklaştığını fark ettim. Hayır, bu bize doğru yürüyen biriydi.

Önce karlara tekme atarcasına hiddetle ilerleyen simsiyah botlarını görmüştüm, daha sonra tamamen bedenini ve en son da yüzünü. Arabanın farları yüzünü tamamen aydınlatacak noktaya kadar geldiğinde durdu ve öylece bize baktı.

Koyu kehribar gözleri ve Negra Kuventar...

Bakışlarım, birbirlerine oldukça nefret dolu bakan bu iki adam arasında gidip geldi. Her geçen saniyeyle gerginlik daha da artıyordu ve ben şimdiden korkmaya başlamıştım. İkisi o kadar uzun birbirlerinin yüzüne bakmışlardı ki bu bakışmanın arasına birisi girse anında tuzla buz olurdu muhtemelen.

Meredith arabanın motorunu bir anda susturup arabanın kapısını açınca dudaklarımdan "Meredith, hayır..." sözcükleri döküldü ama çok geçmeden ben de peşinden arabadan indim.

Karla kaplı ormandaki tek ses ayaklarımızın altında ezilen kar kütlelerinin sesiydi. Meredith Negra'ya üç adım mesafede durdu, ben de onun arkasında durdum. Ağzımdan bembeyaz buharlar çıkıyordu ve yine titremeye başlamıştım. Bu kez soğuktandı.

Negra büyük bir sırıtışla Meredith'in önünde reverans yaptı ve "Sevgili Afarel, seni görmek ne mide bulandırıcı bilemezsin..." diye söylendi. Meredith'in sırtının dikleştiğini, gerildiğini fark etmiştim. Onun için, onun iyiliği için kalp atışlarımı kontrol etmeye çalıştım.

"Ne işin var burada? Aptal kardeşine karşıma çıkmaman gerektiğini söylemiştim!" dedi Meredith küfür edercesine bariton bir ses tonuyla. Ürperdim.

Negra dilini büyük bir keyifle alt dudağında gezdirdi. "Çok söz dinleyen biri olmadığımı en iyi sen biliyorsun." dedi dudak kenarlarını kırıştıracak kadar büyük bir gülümsemeyle. Daha sonra çenesiyle beni işaret etti. "Hiç değişmemişsin. Hâlâ insanlara yeniliyorsun."

Meredith hafifçe başını bana doğru çevirdi ama yüzüme bakmadı. Sanki ardındaki varlığım yeni yeni aklına geliyordu. "Yoluma çıkma, Negra. Artık senin bildiğin o eski Afarel değilim ben. Karşında Ay Krallığı'nın 26. varis kralı var. Adım Meredith, Afarel değil. Bunu o bok beynine soksan iyi edersin!" Tehditvari cümleler dudaklarından sırayla üzerine bastıra bastıra çıkıyordu.

Negra, Meredith'e doğru büyükçe bir adım attığında Meredith de ondan geri kalmamak adına ona doğru adımladı. İki adam birbirine bir anda o kadar yaklaşmışlardı ki bu bana patlamaya hazır bir atom bombasının koca şehire düşmek üzere olduğunu hatırlatıyordu. Korkuyla yutkundum. Ne yapabilirdim?

"Vay vay vay!" dedi Negra dudaklarını büzerek. "Beş para etmeyen ailesini zaafına tercih eden hırçın çocuk konuştu."

"Kes sesini!" Meredith'in sesi öfkeden artık çatlıyordu.

"Neden?" Negra ona doğru mühim bir sırrı onunla paylaşacakmış gibi eğilerek kaşlarını kaldırdı. "Yoksa beni de zaafın gibi öldürecek misin?"

Meredith'in büyükçe elleri Negra'nın yarıya kadar açılmış gömleğinin yakasına sıkıca yapıştığında nefesimi tuttum. "Bunu yapacağımdan hiç şüphen olmasın!" dedi Meredith. Sesi o kadar boğuktu ki bir an bu sesin ona ait olup olmadığını anlayamadım.

Negra'nın koyu kehribar gözleri bir anlığına gölgelendi ve yakasını tutan Meredith'in ellerini tuttu. O esnada birden bire sırtında büyük, altın sarısı ve oldukça parlak kanatlar belirmeye başladı. Tuttuğum nefes kesik kesik dudaklarımdan firar ederken nutkum tutulmuşçasına kalakaldım. Söylenenler doğruydu. Negra'nın kanatları o kadar temiz ve bakımlıydı ki sanki yeni çıkmıştı. O, hiçkimsenin başaramadığı yeniden doğumunu tamamlayan tek Tutucu türüydü.

Meredith'in yakasını tutan ellerini kavrayarak onu hiç de zorlanmadan yolun sol tarafında kalan ağaçlık alanlardan birine fırlattığında, ciğerime çektiğim keskin nefes boğazımı zedelemişti. Meredith'in bedeni karlarla kaplı yere sertçe çarptı ama kısa sürede toparlanıp hemen ayağa kalktı. Tüm bu yaşananlar bana o kadar olağandışı geliyordu ki şoka girmiş gibi orada öylece kalmıştım ve hiçbir şekilde müdahale edemiyordum.

Meredith'in sırtında petrol yeşili parlaklıklar bulunan siyah kuzgun kanatları çıktı. Adeta ışık hızında Negra'ya doğru bir hamle yaptığında Negra'nın beli karlarla kaplı yere değdi ama daha sonra altta olan Meredith'ti. Negra'nın çok ama çok güçlü olduğunu bu hareketinden anlamıştım.

İki adam, birbirlerine bir şeyler söyleyip üzerlerindeki elbiseleri parçalayacak kadar kuvvetli bir kavgaya tutuştukları sırada ormanlık alanın içerisinden hızlı hızlı karların üzerinde birinin koştuğunu duydum. Korku dolu gözlerim karanlık ormanın içerisinde hızla gezinirken bir yandan da hâlâ kavga halinde olan ve iki küçük erkek çocuğuna benzeyen koca adamlara baktım.

"Bir şey duydum!" derken sesim dehşet doluydu ama ikisi de beni umursamadı. Negra, Meredith'i geniş gövdeli bir çam ağacının sırtına hızlı bir şekilde yasladığında ağacın üzerinde biriken kar kütleleri üzerilerine hızla düştü.

"Seni aptal kral!" dedi Negra hastalıklı bir şekilde gülerek. "Sana kimse söylemedi mi, yeni ay evresinde türünün güçsüz olduğunu ve dövüşmemen gerektiğini?"

Meredith'in yüzüne baktım. Yüzünde o ana dek fark etmediğim bir yorgunluk vardı. Fena hırpalanmıştı. İçimde bir şey ezildi onun yüzüne baktığımda ama bu sırada ormandan duyduğum ayak sesleri daha da yaklaştı.

Ormanın içerisinde gözlerimi kısarak bakınca bir karartı gördüm. Kısa boylu biriydi, büyük bir hızla bu yöne doğru ilerliyordu. Geri geri iki adım atarak kalçamın arabanın kaputuna yaslanmasını sağladım. Benden başka hiç kimse bize doğru ilerleyen o gölgenin farkında değildi. Kalp atışlarım yavaş yavaş hızlanıyor, buz gibi ellerimin eklemlerinde nabzım tenime doludizgin bir şekilde vurmaya başlıyordu.

Korku göğsümde, bana hızla ilerleyen gölgenin yüzünün görünmesiyle ağaç kökleri gibi sıkı sıkıya yayıldı. Kaçmaya ve çığlık atmaya zamanım bile kalmamıştı kuzguni siyah gözleri gördüğüm saniyelerde. Göğsüme tüm bedenimi titretecek kadar büyük bir acı yayılırken paltomun düğmelerinin yerlerinden sökülme sesi ve bedenimin soğuk karlara yığılması aynı zamanda olmuştu. Keskin tırnakların üzerimdeki kıyafetleri kağıt gibi yırtması, tenimin içerisine geçip yırtarken bıraktığı tüm sinirlerimi uyaran o acı bütün kontrolümü kaybetmeme yetmişti. Elim kendimi koruma arzusuyla göğsüme kapandığında keskin ve büyük tırnaklar ellerimi kesti.

O an çığlık attım.

Çığlığım o kadar korkunçtu ki tüm ormanda, dağ eteklerinde ve en çok da içimde katman katman büyüyerek yankılandı. Göğsümü tutan ellerime sıcacık bir şey aktı, parmaklarımın arasından su gibi sızmaya başladı. Kulaklarım, Ole'nin evinden çıktığımdaki uğuldamanın daha şiddetlisini misafir etti. Ayak sesleri yeniden karlarda uğuldayan kulaklarımda duyulduğunda üzerime yığılan küçük kız bedeni Meredith tarafından kaba bir kuvvetler hızla çekildi.

Evet, beni öldürmek isteyen oldukça korkunç görünümde, Dolun türünden olan bir kız çocuğuydu. Üzerinde dizlerinin altında biten bembeyaz bir elbisesi vardı, ayakları ve bacakları çırılçıplaktı. Saçları keçe gibiydi, kirli ve upuzun beline kadar uzanan bir siyahlık şeklindeydi. Yüzü o kadar korkunçtu ki asla unutamayacağım bir şekilde kazınmıştı zihnime her bir hattı.

Meredith kızı üzerimden çektiğinde küçük kız garip sesler çıkararak bağırmaya, haykırmaya ve uzun siyah tırnaklı ellerini bana doğru uzatmaya başladı. Negra ise bir kolunu sırtımdan geçirerek soğuk yere temasımı bir nebze keserken iri iri açılmış kehribar gözleri göğsümdeydi. Bu irkilmemi sağladı. Çünkü parmaklarımın altında kalan göğsümdeki o sıcak sıvı hâlâ çoğalıyor, sızmaya devam ediyordu, hissediyordum. Her nefes almaya çalıştığımda şişen göğsümle bu sıcaklık yapış yapış bir hal alıyordu. Kafamı aşağıya eğip bakmaya çok korkuyordum.

"O kadar aptalsın ki Afarel!" diye haykırdı Negra. Sesinde az önceki alaydan veya gevşeklikten hiçbir iz yoktu. Yüzündeki tüm kaslar gerilmişti ve bakışları benimle Meredith'in arasında gidip geliyordu. "Sen ve türün bu diyarın başına gelmiş en kötü şeysiniz!"

Konuşmak adına dudaklarımı araladım ancak göğsüme öyle şiddetli bir acı saplandı ki acıyla inledim. "Sakin ol! Sakin ol, Agena!" diye bağırdı Meredith. Başımı yana doğru çevirip ona baktım. Kızı sırt üstü yere yatırmış ve küçücük bedeninin üzerine çıkmıştı ancak onu zar zor zaptediyordu.

Kızı tanıyordu.

"Bu da kim oluyor?" diye sordu Negra gerçek bir merakla. Sırtımı kavrayan eli sıkılaştı. Her an beni kaldırıp götürecek gibiydi ama bir eli bacaklarımın üzerinde duruyordu.

"Sana sakin ol dedim, Agena!" diye kükrercesine bağırdı Meredith. Titremeye başladım. Kalp atışlarım o kadar hızlıydı ki sanki her kalp atışımda göğsümdeki açıklıktan bir şeyler daha hızlı sızıyordu. Meredith'in sakin ol çağrısını biraz da bana yaptığını düşündüm ama hissettiğim acıyla sakin olmam, kendimi kontrol edebilmem mümkün değildi.

Yeniden istemsizce acıyla inlediğimde Negra'nın gözlerime bakan gözleri bir an donuklaştı. "Bana onun kim olduğunu söyle..." dedi Negra, düşünceli bir şekilde. "Bana o küçük canavarın kim olduğunu söyle Afarel!"

Meredith ısrarla Negra'yı duymuyordu. Küçük kız o kadar saldırgandı ki yerdeki karları tekmeliyor, sara nöbeti geçiren bir hasta gibi davranıyordu. Zaten vücudundaki bütün enerjiyi az önceki boğuşmada kaybetmişti Meredith. Gözlerimi yumarak acımı yavaş yavaş kabullenebilmeye çalıştım. Kesik kesik ama derin nefesler alırken botlarımın içerisindeki ayaklarımın uyuştuğunu hissetmeye başlamıştım. Gözlerimi yeniden açtığımda Negra'nın yüzü bulanıklaşmaya, silikleşmeye yüz tuttu.

"O ölüyor!" diye bağırdı Negra. Tenimin altında bir şeyler karıncalandı. Sanki hayali bir el kollarımı sıkıyordu. "Aptal, Afarel! Yine zaafını öldürüyorsun!"

Negra'nın susmasını istedim. Ağır ağır sol kolumu oynatarak elimin tersinin çıplak göğsüne hafifçe çarpmasını sağladım. Tenime değen teni bir ateş kadar sıcaktı. "Yapma..." diye fısıldadım güçlükle. Bunu yapmamalıydı. Meredith'i artık böyle yaralamamalıydı.

"Kardeşim!" dedi Meredith, boğuk bir ses tonuyla. "Agena benim kız kardeşim!"

Gökyüzünde parıldayan kuzey ışıklarına baktım. Gözlerim buğulanıyor, görüş açım sürekli bulanıklaşıyordu. Ağlıyordum, göğsümdeki acı müthişti ve her şekilde yolu ölüme çıkan bir faniden ibaret olduğumu hayat bana bir kez daha hatırlatıyordu. Eğer bugün burada, tanımadığım yabancı bir boyutta, tanımadığım yabancı kolların arasında, soğuk karların üzerinde ve parlak kuzey ışıklarının altında ölüyorsam, hayatıma bana çok güzel bir aşk, anne, baba ve dede verdiği için minnettardım. Dünyadaki tüm kötülüklere rağmen ölümüm burada, hiç sevmediğim bir soğuklukta olacaksa bu kolay bir ölüm olurdu ve beni mutlu ederdi.

Duyduğum şeyin zihnimin bana bir oyunu olduğunu sandım ama Negra'nın çatık kaşlarını, gergin yüzünü gördüğümde bunun sarsıcı bir gerçek olduğunu anlamıştım. Sanki o keskin pençeler tüm hislerime de indirilmişti. Korku, üzüntü, ölüm soğukluğu... Hepsi bedenimle birlikte kan kaybediyordu.

"Kadere bak, Afarel..." Negra yeniden yüzüme baktı. "Hayatın bizi getirdiği şu mükemmel noktaya bir bak!" Başımı çevirip Meredith'e bakmaya cesaret edemiyordum. Negra'nın sesi kulaklarımın uğultusunda yankılanıp duruyordu. "Seçimler, seçimler, seçimler..." diye mırıldandı acı verici bir ses tonuyla. "Seçimler ve sonuçlar. Seçimler ve gerçekler. Seçimler ve geri kalan tüm kötülükler..." Başını kaldırıp Meredith'e baktı. İtiraz etmek adına dudaklarım aralandı ama göğsümdeki elimin üzerine, tam o yarığın üzerine boşta kalan elini çok hafifçe bastırdı Negra. Acıyla bir çığlık attığımda Meredith'in altında kardeşi olduğunu söylediği kız da çığlığımla hiddetlendi. "Seçimini yap, Afarel!" diye bağırdı Negra. Sıcak göz yaşlarım soğuk yanaklarımdan tenimi yakarcasına kulaklarıma doğru ilerledi. Böyle olmamalıydı, diyordum içimden. Asla böyle son bulmamalıydı. "O çok değer verdiğin canavar ailen mi yoksa kız mı?"

Daha çok ağlamaya başladım. Kendimi müthiş bir istekle onun kollarından kurtarmak adına başımı vücudumdaki bütün gücümü kullanarak kaldırdığımda bütün gövdemin kan içinde olduğunu görünce buna inanamadım. Gördüğüm şey o kadar korkunçtu ki bunun bedenime ait olduğunu beynim asla kabul etmiyordu. Kanım giysilerimin üzerinden taşmış, beyaz karların üzerinde hakimiyetini göstermeye başlamıştı. Güçsüz bir şekilde yeniden Negra'nın sırtımı sıkı sıkıya kavrayan koluna bıraktım kendimi.

Gökyüzündeki renk cümbüşüne baktım. Çok güzeldi. Bulutsuz ve yıldızlarla gökyüzünde kuzey ışıkları mükemmel bir şekilde dans ediyordu. Gerçek olamayacak kadar güzeldi. Kuzey ışıkları ve gece; Meredith ve ben gibiydik.

Göğsümde duran kan içindeki elimi kaldırdım ve görüş açıma kendi kanımın bulaştığı ellerimi aldım. Ellerim kıpkırmızıydı. Tuva'dan bugün bana göstermesini istediğim, Meredith'in dudaklarımı benzettiği tonda bir kırmızıydı bu; alizarin kırmızısıydı. Elimin ardında kuzey ışıkları ve gece vardı, ellerimde alizarin kırmızısı kanım esen ayaz soğuğuyla yavaş yavaş kuruyordu.

"Ya-yapamam... Onu bırakamam!" Vücudum titremeye başladı. Kaslarımı yönetememeye başladım ama duyularım hâlâ tazeydi. "Kardeşimi bırakamam..." diye fısıldadı Meredith, artık bana tamamen yabancı gelen boğuk sesiyle.

"Ben de öyle tahmin etmiştim." diye mırıldandı Negra, solgun bir ses tonuyla. Gözlerim kararıyordu ama inatla açık tutmaya çalışıyordum. Ölüme direniyordum.

Yanılıyordun, Meredith.
Alizarin kırmızısı hiç de güzel bir renk değildi.

Bedenimin buz gibi kar kütlesinin üzerinden havaya süzüldüğünü sandım, kuzey ışıklarına ve geceye daha da yaklaştığımı... Ama sadece Negra'nın beni kucağına alarak ayağa kalktığını başımın sol yanı onun göğsüne çarptığında fark edebilmiştim.

"Bazı şeyler asla değişmezmiş." diye mırıldandı Negra. Daha sonra geniş, altın sarısı kanatları açıldı ve buz gibi rüzgar tenimi, saçlarımı ve bedenimi okşadı usulca. Kollarında ikiye katlanan bedenim yüzünden acıyla bir kez daha inlerken kanımla boyanmış elime baktım bir kez daha. Gözümden sıcak bir yaş daha akarken alizarin kırmızısına boyandı bütün zihnim. Karanlık bile alizarin kırmızısıydı.

Ölümün rengi alizarin kırmızısıydı.

Ve alizarin kırmızısı, hayatımda gördüğüm son renkti, Meredith.

***

Mutlu yıllar.
Tabi böyle bir şey mümkünse...
Bu yılda tüm güzel şeylerin ve en önemlisi de sağlığımızın bizimle olması dileğimle.

İnstagram: ceyzabel
Bu gece İnstagram sayfasında soru kutucuğu açacağım. Hesabı herkese açık yapacağım, merak ettiklerinizi sorabilirsiniz. Spoiler vermeyi düşünmüyorum ama hayırlısı tabii...

Seviliyorsunuz.❤️

Seguir leyendo

También te gustarán

180K 15.1K 40
Av oyunlarını bilir misiniz? Hani bir ormana hayvanları salarlar, en hızlı avcıyı bulabilmek için. Avcılar için bir zevk ve güç gösterisi olan bu oyu...
77.2K 3.5K 30
Bir berdel hikayesidir.. Havin sevdiğinden ayrılırken nerden bile bilirdi evleneceği adamın kuzeni olduğunu herşeyden habersiz berdeli kabul etmişti...
16.2K 1K 28
Gece yarısı sokakta karşısına çıkan evsiz bir kediyi evine alan bir kız en fazla kediyle ne yaşayabilirdi? "ben aslında evine aldığın kediyim, " ger...
99.9K 7.4K 61
Karanlık sokakların birinde, kenar köşede kalmış bir dövmeci, yıllardır saklanan bir sırrı korumaya çalışıyordu. Burası normal bir dövmeci gibi görün...