DEHARİR

By melisyazafir

1.4M 69.6K 43K

Kaşları derinden çatılmışken dudakları üst dudağımı kavrayıp ısırdı. Elleri kazağımın altından sırtımı okşadı... More

•DEHARİR ~Zamanın Şiddetleri~|| TANITIM
EPİSODE 1
EPİSODE 2
EPİSODE 3
EPİSODE 4
EPİSODE 5
EPİSODE 6
EPİSODE 7
EPİSODE 8
EPİSODE 10
EPİSODE 11
EPİSODE 12
EPİSODE 13
EPİSODE 14
EPİSODE 15
EPİSODE 16
EPİSODE 17
26.12.2018, Arslan Ateşbar.
EPİSODE 18
EPİSODE 19
EPİSODE 20
EPİSODE 21
EPİSODE 22
03.01.2019, Saltuk Alpay.
EPİSODE 23
EPİSODE 24
EPİSODE 25
EPİSODE 26
EPİSODE 27
EPİSODE 28
EPİSODE 29
EPİSODE 30
10.03.2019, Alev Yaltır.
EPİSODE 31
EPİSODE 32
EPİSODE 33

EPİSODE 9

40.2K 1.9K 844
By melisyazafir

Beyler ve Beybiler!

Merhaba!

Sizi çok özledim. Bazi sebeplerden ötürü yazmam gecikti. Ve bu süre zarfında sizi özledim...

Umarım bölümü beğenirsiniz. Sizi çok çok öptüm^^

EPİSODE 9

Hârda kalmış kalbimi söktü ıssız eller diş geçirip ruhuma; kar üstüne çiğneyip tükürdü düş dediğim sanrılar yana yakıla.

Yandım, yalan yanına aldandım.

Kandım, kanayıp kaldım.

Bir gece vakti kaburgamdan bir parça çaldılar ve cehennemin aralık kapısında sakatlandım.

Sakat kalbin bekçisi, azrailin çelme taktığı ama şeytanın el attığı kötücül tohum toprağın üzerine düştü ansızın.

Ay ışığını gölgeleyen şeytanın dölü, silüetini genç kızın kapısına düşürdüğü vakit o kapının ardında elindeki kitabı sakince okuyan masum bir ruh vardı.

Antalya sağanak yağmuruyla geceyi apansız ıslatığ dururken Ferimah elindeki kahveden büyük bir yudum alıp ela harelerini okuduğu satırların üzerine düşürdü.

Psikolojiye metaklıydı, insan ruhuna ve işleyişine hayran bir kişiliği vardı. Soğuk bir kızdı. Pek arkadaşı yoktu ama incelediği insanların kişilik analizini yapabilecek kadar zekiydi. Gözleri, Tanrı'nın ona bahşettiği iki tanecikten ibaret değildi. Bir lütuftu.

Önemli olan görünen değil, görünenin ötesiydi.

Gözbebekleri satırlar arasında kaybolduğu sıralarda salonun sessizliğini bıçak gibi kesen zil sesi ile irkildi.

Saat gecenin on biriydi. Koray dışında yakın bir arkadaşı yoktu. Onu bir buçuk senedir tanıyordu. Bir de Ünal vardı. İki ay önce tesadüfen kampüste tanıştığı, şimdilerde ise flört aşamasında olduğu biriydi.

İkisinden biri olduğuna emindi. Elindeli romanı istemeye istemeye bıraktığı sırada kapı zili bir kez daha çaldı.

"Geldim," diye mırıldandı Ferimah.

Kapı deliğinden Ünal'ı gördüğü an şaşırsa da kendini toparladı ve usulca açtı kapıyı.

Ünal, üstü başı yağmurdan nasibi almış şekilde karşısında durduğunda, "Gecenin bu vakti rahatsız ettiğimi biliyorum güzellik ama işler biraz karışık," diyerek güldü. "Dondum, Ferimah. Almayacak mısın içeri?"

Ferimah bir anda şaşkınlığını yüzünden yırtıp attı. "Ah," diyerek kafasını iki yana salladı. "Kusura bakma, geç lütfen. Bayağı ıslanmışsın."

"Öyle oldu biraz."

Ünal içeri girdiğinde Ferimah yavaşça kapıyı kapattı ve Ünal'ın ıslak paltosunu elinden alıp askıya astı.

"Her yerim battı. Şu halime bakar mısın?"

"Şey," dedi Ferimah bir an ne diyeceğini bilemeyerek. "Koray'ın birkaç parça kıyafeti var. Onlardan vereyim istersen. Sırılsıklamsın."

Ünal içindeki kötülüğü dili ile sakladı. "Buna hayır diyemeyeceğim, inan."

Ferimah gülümseyerek içeri geçerken, "Ne olduğunu anlatmayacak mısın?" diye seslendi.

Ünal'dan yanıt gecikmedi. "Kulüpte bir müşteri ile tartıştım. Patronla sürtüştük. Siktiri çekti bana. Kaldım dımdızlak ortalıkta."

Ünal'ın bir gece kulübünde çalışarak geçim sağladığını biliyordu. Hatta geceleri arka tarafında uyuduğunu da biliyordu. Onun bu durumuna üzüldüğü sırada elindeki kıyafetlerle salonda girdi. O an Ünal'ı üstü çıplak görmeyi beklemiyordu.

Islanan kazağını köşeye bırakırken göz gçze geldiler. Ferimah gözlerini kaçırarak, "Umarım bedeni olur," dedi ve koltuğun kenarına bıraktı.

Ünal dudağının kenarında şeytani gülümsemesini gizlerken, "Korayla hemen hemen aynıyız. Sıkıntı olmaz," dedi ve kazağı üzerine geçirdi. Sıra pantolona geldiğinde Ferimah istemsizce gerildi.

"Ben kahve yapayım mutfakta. Sen de rahatça giyinirsin," dedi ve Ünal'ı arkasında bırakarak mutfağa gitti.

"Habersizce geldim ama..."

Ünal kemerini çözerken yalandan mahçup bir tavır takındı. "Ne yapacağımı bilemedim. Aklımdakine getirdi yollar beni."

Pantolonunu da değiştirdiğinde Ferimah elindeki kupaları tezgâha bırakıp duraksadı.

"İyi yapmışsın."

Ünal'ı ilk tanıdığı zamanlar karmaşaya düşse de ona aşık olmadığını biliyordu Ferimah. O ilgiye aç bir kızdı ve o ilginin kaynağına kara deliğe çekilir gibi çekilmişti. Şimdiyse böyle sözleri duymak ona rahatsızlık veriyordu.

Ünal mutfak kapısında belirdiğinde, "Mahçup oldum sana," diyerek yanına kadar geldi. Ferimah'ın önündeki kupaları kendine çekti. "Bırak da ben yapayım."

Ferimah gülümsemeye çalışarak geri çekildi. "Mahçup olunacak bir şey yok. Saçmalama lütfen."

Kendini sandalyeye bırakıp kollarını masanın üzerinde birleştirdiğinde Ünal'ın sırtı ona dönüktü.

Şeytanı içine hapseden, içinde besleyen çirkin kalpli adamın dudakları yukarı kivrılırken kahve makinesinden kupaya dökülen kahvenin içine parmağındaki yüzüğün içindeki toz ilacı döktü yavaşça. Fazla oyalanmadan kupalarla Ferimah'a döndü.

Ferimah şeytanın oğluyla göz göze geldi. Kana susamış azgın ruhuyla karşı karşıya kaldı ama farkına varamadı.

"Al bakalım güzellik."

"Teşekkür ederim."

Ünal, Ferimah'ın yanındaki sandalyeyi çekerken, "Asıl ben teşekkür ederim," diye karşılık verdi. "Sen olmasan çalacak bir kapım bile yoktu."

Kötülük o kapıyı çalmamış, tekinsizce içeri girmişti. Canavarın susayan dili kanı, kana kana içmek için masumiyetin tenine görünmez mühürler dikmişti.

Ferimah'ın dudakları zorlukla yukarı kıvrılırken kahvesinden bir yudum aldı.

Şeytanın dölü gülümsedi, masumiyet ilk kirini yuttu ve birileri o masumiyetin yoluna gölgesini devirdi.

Salonda, orta sehpanın üzerindeki telefon defalarca ard arda çalıyordu ama sessizde olduğundan çığlığını duyuramıyordu.

Bir adam, şeytanın cehenneminde yanmaya ramak kalmış kıza uzanmak için çırpınıyordu ama yetişemiyordu.

Zaman kum saatinin içine hapsolmuş taneler kadar dakik ilerlerken Ferimah son yudumunu içtiği kahveden sonra kupayı masanın üzerine bırakmaya yeltendi ama uyuşmaya başlayan kolundan dolayı kupa masanın üzerinde devrildi.

Gözlerine ağırlık oturmuş, görüşü bulanmaya başlamıştı.

"Ferimah?" dedi Ünal gülümsemesini saklamak için yüzüne sahte maskesini indirerek. "İyi misin güzellik?"

"Ben..." dedi Ferimah ama dili yalpaladı. Elleri masanın kenarlarına tutunurken, "Ah..." Yüzünü buruşturdu. "Ellerim tutmadı bir an."

"Gel böyle, içeri geçelim."

Ünal ayaklandı. Kızı kaldırıp göğsüne yapıştırdığında Ferimah itiraz etmek için dudaklarını araladı ama gücü o bedenden uzaklaşmaya yetmedi.

"Gel bakalım küçük kız."

Kirli elleri kızın ince beline dolandı. Onu yavaş yavaş odaya doğru götürürken, "Ünal," diye mırıldandı Ferimah. "Sen..."

"Sakin ol, Ferimah. Her şey yolunda. İşler..." Güldü Ünal, pislik gibi. "Yolunda."

Yatak odasına girdiklerinde Ferimah gücü toparladı biraz. Elleriyle Ünal'ın kazağını avuçladı. "Bırakır mısın beni?" dedi baskın bir sesle.

"Bırakacağım ama önce halletmemiz gereken mevzular var."

Ünal, Ferimah'ın kazağını eteklerinden tutup yukarı çekiştirdiğinde Ferimah, "Bırak beni!" diye tısladı. Geriye doğru sendeleyip yatağa düştüğünde Ünal da üzerine düştü. Kazağı kafasından sıyırıp attığında, "Bırak beni, kahretsin!" diye bağırdı Ferimah.

Ağladı, ağlayacaktı.

Bir haykırsa sesini evren duyacaktı ama şeytanın dölü ona sağır kaldı.

Ferimah'a saldırmaya başladığında Ferimah var gücüyle onu üzerinden atmaya uğraşıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

"Rahat dur!"

"Allah belanı versin!"

Ünal'ın ağzı boynuna yapışacaktı ki tırnaklarını yüzüne geçirdi Ferimah. Acımasıza, acımasızca davrandı. Uzun tırnakları Ünal'ın yüzünü kanattığında birden üzerinden attı onu. Yataktan hışımla kalkarak kapıya attığında kendini, Ünal kestane renkli saçlarından yakaladı. "Kevaşe!"

"Şerefsiz! Adi!"

Ferimah yüzü gözü yaşlar içinde yardım için bağrırken yüzünde sert bir darbe hissetti. Şeytanın kötücül tohumu yüzünde izini kazımış, dudağını kanatmıştı.

Salona doğru savrulan bedeni ile yere kapaklandığı sırada Ünal adice üzerine atıldı ve saldırısına devam etti. O anda dış kapı ölüm tahsilini yapacak Azrail kadar alel acele çalıyordu.

"Ferimah!" diye haykırdığını işitti birinin. Bu ses, onun yardım eliydi.

Sesin sahibi Arslan'dan başkası değildi.

Arslan görevdeyken telefonuna düşen mesajı önemsememiş ama emin olmak için görevini yarıda kesip yeğenine bakmaya gelmişti Antalya'ya. Fakat aramalarına cevap vermedikçe içindeki endişe, korkuya dönüşmüş ve onu boğmaya yeltenmişti.

Şimdiyse deli dehşet vurduğu kapının ardından duyduğu yardım çığlığıyla algılarj açılmış, gözünün perdesine sis inmişti.

"Ferimah!" diye hırladı vahşice.

Gözleri kararmaya, kulakları uğuldamaya başlamıştı. Yumruk olan elleri defalarca kapıya darbe indirse de elinin acısını hissedemeyecek kadar kendinde değildi.

Tekmeler savurdu kapıya.

"Dayı..." diye inledi Ferimah. Acı, çaresizlik dolu bir inlemeydi. "Dayı!" Hıçkırdı. "Dayı yardım et, lütfen dayı!"

Ünal, gelen adamı umursamıyordu. Ona verilen görevi yerine getirmeliydi. Bunu yapmalıydı.

Salonun soğuk zemininde debelenen bedeni duraksatan kırılan kapı oldu.

Duvara sertçe çarparak açılan kapıda Arslan'ı, vahşi bir hayvanı andıran sert soluklarıyla gördüğünde hıçkırdı bir kez daha Ferimah.

"Orospu çocuğu!"

Arslan, Arslan değildi o vakitten ibaret.

Orospu evladının biri, biricik yeğeninin üzerinde kirini ona bulaştırmaya yeltenmişti. Aklı da onunla değildi vicdanı da.

Perde çektiği gözlerinde kandan ve karanlıktan başka bir şey yoktu.

"Anasını siktiğimin evladı!"

Hışımla Ünal'a saldırıp yüzüne ard arda darbeler vurmaya başladığında Ferimah soğuk zeminde gözyaşlarını bile dökemedi.

İçindeki acıyı da uyuşmuş bedenini de zorlukla ayaklandırdı. Arslan'ın öfke problemi olduğunu biliyordu. Şu an kendinde olmadığını da.

"Amına koyduğumun zürüriyetsiz piçi!" diye hırladı Arslan. Ünal'ın burnuna salladı yumruğunu. "Puşt oğlu puşt!"

Ünal yüzü gözü kanlar içinde duvara dayandığında Ferimah hızla dayısının kollarına tutundu.

"Dayı, yapma. Yalvarırım bırak, yapma."

Arslan, yeğenini görmedi de duymadı da.

Kulakları uğulduyor, boynunda atan damar tenini zorluyor ama içindeki öfkenin soluğu bitmek tükenmek bilmiyordu. Kolundaki ağırlığı ittirdi duvara. Kararan gözleri kime vurduğunu görmeden darbe indirmeye devam etti.

Vurduğu, Ferimah'tı.

Vurduğu, Ünal şerefsiziydi.

Bir yandan şeytanın kötücül tohumunu eziyor, bir yandan masumiyete kendi ellerinin kanını bulaştırıyordu.

Sağır oldu Arslan. Kör oldu. Her şey oldu ama küçük bir kızın çaresizliğine ilaç olamadı.

Bencil oldu ve dindirmesi gereken öfkeyi kusmayı yeğledi.

Yetmedi...

Kendini de hırpaladı.

Aklını yitirdikçe sertleşti, sertleştikçe içindeki vicdanın izlerini sildi.

Sonra bir an geldi ve kum saati son tanesini aşağı döktü.

Arslan'ın gözlerine inen karaldı kana bulandı. Bilinci yitip giderken bedeni boşluğa teslim oldu.

Elinde şeytanın tohumundan kalma kan izleriyle soluğuna ket vurdu.

Düştü.

Şeytanın tohumu boşluğu fırsat bilip yüzünde lanetiyle yarattığı kızıl kıyameti terk ederken masumiyet bulandığı kanın içinde boğulmaya mahkûm oldu.

Ferimah Karabağ; bir gece vakti kaburgasından bir parça kayıp verdi ve cehennemin aralık kapısında sakatlandı.

O kayıp kaburga kemiğinden, Tanrı ona bir cennet inşa etmişti ki, bulabilene deva; bulduğu anda dert olsun.

Tanrı ona öyle vefalı bir ceza vermişti ki, bulabilen yosun tutmuş gözlerde beter olsun.

Bir rüzgâr esti, kalpleri üşüttü, kalpler buz tuttu.

Bir rüzgâr esti, ateşten ruhlar dirildi, buzdan kalpleri eritti.

Ve yine öyle bir rüzgâr esti ki, yeşil cehennemi inşa eden gözünün bebeğinden hârdan azaplar belirdi.

Siyah postallarının altında haşırtıyla ezdiği mektuba düşen gözlerimle nefesimi tuttuğumu hissettim ama nefessiz kaldığımı asla hissedemedim.

Tüm bedenimi tavaf eden irkilmeyi atlatamamışken Çakır'ın ayağını geri çektiğini gördüm. Bembeyaz mektubu lekeleyen postalının izi, Ünal'ın imzasınıia leke sürmüştü.

Ellerim nadiren titrerdi fakat bu kez titremenin ötesiydi. Bu kez depremi parmak uçlarımdan var edebileceğim kadar şiddetliydi.

Eğilip yerdeki mektubu alırken üzerinde kocaman harflerle adının yazdığını görmek bile midemi ağzına getirdiği sıralarda Çakır kuvvetle mektubu elimden çekti ve buruştura buruştura açtı. Sararmış kağıdı içinden çıkardığında kelimelerin mürekkebi kandan belirdi gözlerime.

Bir gece vakti. Ansızın.

"Hassiktir!"

Çakır kağıdı avcunun arasında ezdi tekinsizce.

"Kanını siktiğim! Kanını canını siktiğimin puştu!"

Uyuşan ellerimi yumruk yaptım.

"Evveliyatını sikeyim senin!"

Çakır'ın kibrit çakılmış gibi alev alev yanan hareleri bir devri yakabilecek kudrette parladığında yangınından korktum ama çekilmekten geri duramadım.

"Öldüreceğim bu iti! And olsun alacağım o beş para etmez canını!"

Delirmiş gibi bağırırken benim yaptığım tek şey boş boş bakmaktı. Aklım durmuştu, zihnim saati geriye almış ve o lanet gecenin içinde saati dondurmuştu.

Ünal bana saldırmıştı.

Kan soludum, kanla doldum ama kan kusamadım. Tepeden tırnağa sıcak buzlarla yanıp soğuduğumu hissederken geçen zamanın geçmeyen anları gözümün perdesine düştü.

Gözyaşım akmamıştı ama o gece ağlasaydım içimin nehir yatağı taşardı, koskoca şehri su basar ama göğsüme oturan yangının boyunu aşamazdı.

"Ferimah," dediğini duydum Çakır'ın. Baskın dili, sinirden titreşen gözbebekleri... Bana geri adım attırmadı ama dilime ket vurmaktan da alıkoyamadı. "Aklımı kaçırıyorum bak ben. Kontrolümü kaybediyorum. Hissediyorum, felaketin olacağım, kıyametini koparacağım ama ikimiz altında kalacağız bak o denli karartıyorum gözümü."

Yeşil gözleri kısıldı, upuzun kirpikleri elmacık kemiklerine gölgesini devirdiği sırada havada yumruk yaptığı elini birdenbire posta kutusuna geçirdi ve ben olduğum yerde geriye bir adım attım.

Posta kutusunun tenekesi elini yırtıp geçmiş, koyu renk kanını akıtmıştı.

"Izdırabını sikeyim böyle işin! Orospu çocuğu!"

Çakır zaptedemediği benliğinden dolayı delirmiş gibi oradan oraya giderken ağza alınmayacak sayısız küfrü ortalığa savuruyordu. Tekmesini de posta kutusuna geçirdiği anlarda sert bir fren sesi duydum.

Peşine de Feza'nın korkulu sesini.

"Ne oluyor lan burada?"

Gözlerimi duran araca çevirdiğim anda Feza'nın yanında gelmiş olan Fırat'ı gördüm. Diğer abim...

O ana kadar tükendiğini düşündüğüm gözümün pınarlarında yaşlar birikmeye başladı.

Fırat beni bu halde görür görmez kaşlarını çattı ve tek bir saniye kaybetmeden kollarını bana sardı.

"Kardeşim benim," dedi saçlarımı öpüp sımsıkı sarılırken. "Ne oldu benim küçüğüme?"

"Çakır sakin olsana bir!"

"Şu andan itibaren sakin kalan Çakır'ın götünü sikeyim ben."

Sımsıkı kapattım gözlerimi. Ellerim Fırat'ın çeketini avuçlarken onun hiçbir şeyden haberdar olmadığını biliyordum. Feza'nın aksine o bir asker değil, mimardı. Küçük bir ofisi, güzeller güzeli eşi Belen ve küçük oğlu Karya vardı.

"Biri bana burada neler olduğunu açıklasın," dedi Fırat beni bırakmadan. Sesi isyan dolu çıkmıştı. "Kafayı mı yedin Çakır?"

"Yedim," dedi Çakır hızla. "Kafayı yedim lan, var mı?"

Feza sanki durumu anlamış gibi, "Fırat siz içeri geçin," diye konuştu. "Biz Çakır'la biraz konuşalım."

Çakır'ın ağzının içine küfür ettiğini duysam da yüzüne bakamıyordum. Ne onun ne de Feza'nın. Fırat'ın göğsüne sakladığım yüzümü açığa çıkaramıyordum. Fakat her ne olursa olsun güçlü kalmamı öğütleyen içimi sesine kulak astım. Kendimi toparladığımı düşündüğüm an yüzümü Fırat'ın göğsünden çektim.

Fırat belimden tutup, "İçeri geçelim hadi," dediğinde belli belirsiz kafamı salladım ve eve doğru yürümeye başladık.

Çakır'a bir an bile bakmadım. Öfkeli soluklarını işittiğim için biliyordum ki yosun yeşili gözlerinde söndürdüğü cehennemin kapılarını aralamıştı. Orada yanmaya çekiniyordum.

Demir kapıdan geçip merdivenleri çıktık yavaşça. Kapıya geldiğimiz an durdum ve soluklandım. Cesaretimi topladım ve Çakır'ın olduğu yöne baktım ama tuzla buz oldum.

Kanayan elini yumruk yapmış öylece bana bakıyordu. Avuç içinde buruşturduğu beyaz mektup, akan kandan nasibini almıştı. Harelerine sakladığı, Tanrı'nın sanki bana özel inşa ettiği cehennemi hararetle yanarken kaburgamda bir yanma hissettim. Oralarda bir kayıp vermiştim ve sanki Tanrı o kayıp kaburgadan, hârdan bir adam yaratıp beni ona mahkûm kılmıştı.

Çakır, içinde yanmam için sakatlanıp tutsak düşürüldüğüm cehennemimdi.

Kırılan omurgama rağmen dik durmaya çalıştım. Kendimi buna zorladım. Gözlerimi ondan çekip önüme döndüğümde kapı birdenbire açıldı.

Babam çatık kaşlarının altında yatan açık renk gözleri beni ve Fırat'ı buldu.

"Fırat?" Sonra Çakırların olduğu yöne doğru baktı. "Ne bu tantana böyle?"

"Önemli bir şey değil baba. Çakır her zamanki gibi Feza ile atışıyor."

Babam ikimizin arasından sıyrılıp açığa çıkarken onlara doğru bağırdı.

"İçeri. Derhâl."

Sonra bana döndü. Kolunj belime sararken, "İsviçre seyahati erken bitmil anlaşılan," dedi Fırat'a hitaben. "Sen geldin de gelinim ve torunum nerede?"

Fırat güldü. "Torun olunca pabucumuz dama atılmış bakıyorum da." Babamın ters bakışlarına maruz kalınca boğazını temizledi. "Akşam yemeğine yetişecekler."

Babam aksi yüz ifadesini bozmadan beni de kolları arasında tutmaya devam ederken içeri doğru yürüdü. El mahkûm bende onunla birlikte içeri girdiğimde, "Neyin var senin böyle ay yüzlüm?" diye sordu. Siyahına beyaz taneler karışan kaşları çatıklaştı. "Bir şey olmuş, de bakayım."

"İyiyim... Çok iyiyim babacığım. Sadece..." Yutkunurken gülümsemeye zorladım kendimi. "Yoruldum birazcık."

"Bir şey olmasın da."

Sorun yok dercesine kafamı iki yana salladığım anda, "Ayaküstü sorgun bitti mi Güner?" diyen anneme döndüm. Mutfak kapısında, üzerinde önlüğü ile dikilmişti. "Ferimah, sende üzerini değiştir de yanıma gel. Yardım eli lazım."

"Olur," diye kabul ettim. "Geliyorum birazdan."

Babam ve Fırat salona geçerken bende arkamı döndüm ve o an Feza ve Çakır kapıdan girdi.

Feza'nın da yüzü en az Çakır kadar sertleşmişti şimdi. Öyle ki bana bakmamak için çaba sarf ediyordu. O an gözlerimi ondan kaçırıp Çakır'a düşürdüm ama asıl çukurun o olduğunu unutmuştum.

Kazılı bir kuyuydu ve ben ona baktığım an uçurumundan aşağı çakılıyordum.

Yeşil gözlerinin mezarı kanla sulanmıştı.

Yanlarından geçerken merdiven basamağına adım atmadan önce yumruk olan eline bakındım. Kan damlaları, birbirine çıkan yollar çizmişti teninde. İçim bu görüntüye dayanamadığından sessizliği omzumda yüküm bilip merdivenleri çıkmaya başladım.

Odama geldiğimde güçsüzce kendimi yatağa bıraktım. İçimde bir korku yattığı yerden uluyarak uyanmıştı ama korkunun sahibi ben değil, ailemdi. Sevdiklerime uzanabilecek kirli eller, azılı dişlerdi.

Düşünmenin iyi gelmediğine karar verdiğimde üzerimi değiştirerek vakit kaybetmeden aşağı inmeye başladım. Merdiven başından bile duyabileceğim seslere kulak astığımda, "Kendine zarar vermekten başka bir şey yapmıyorsun Çakır," dediğini duydum babamın. "Şu elinin haline bak. Açtığın kaçıncı yara oğlum bu?"

O an sanki zamanın ensesine esen rüzgar tenimize ateşini savurdu ve aynı anda yangına tutuşurken gözlerimiz iki yıldırım gibi birbirine çarptı.

"İlkti," dedi Çakır mesafeleri aşıp zamanı yüzüme savururken. "Uğruna ilkti, Albayım."

"Ne uğruna?"

"Ferimah?"

Birden irkildim ve annemin mutfak kapısından sitemle bana bakışıyla karşılaştım. Elindeki tahta kaşığıyla hararetli görünüyordu. "Bana yardım etmeden önce Çakır abinin elini sarsana kızım. O canını bilmez şimdi."

Çakır abi?

Bu söz beni dehşetin kucağına iterken ona abi dediğimi bile hayal edemedim. Gözlerimi tekrar ona çevirdiğimde birdenbire çatılan kaşlarıyla karşılaştım. Sanırım o da bu durumdan rahatsızlık duymuştu. Bir an yüz ifadesine güleceğimi sandım ama dudaklarımda tek kıvrım dahi oluşmadı.

O ise dişlerini sıkarak bana ters bir bakış attı. "Gerekmez. Ben hallederim sonra." Ayağa kalkıp elleriyle kotlarının ceplerini yokluyordu ki, "Gerekip gerekmediğini sormadık zaten," diye tersledi babam. "İlkyardım çantası yukarıda. Çık da elini sarsın. Hiçbir yere de gitmiyorsun. Akşam yemeğe kal."

Çakır ağzını açıp itiraz edecekti ki babam otoriter tavrını korudu. "Ayrıca tarzan gibi dolaşma ortalarda."

"Ben bir tane kazak vereyim," dedi Feza ayağa kalkarak.

Çakır eliyle yüzünü ovalayarak bana doğru gelmeye başladığında bakışlarında oturan öfkeyi de soludum sabrı da. Yanıma geldiğinde omzuma çarparak merdiven basamağına adım attı, sert darbesinden dolayı geriye doğru savruldum. Kaşlarım aniden çatıldı, öfkeyle ona dönmüştüm ki Feza kolumu kavrayım beni kendine çevirdi.

"Yapma Ferimah, kafası atık yine. Ben sonra alırım ifadesini. Hem babam varken hır gür çıkmasın şimdi."

"Susturma beni, susturmayın artık!"

Tıpkı benim kadar ela harelerine isyanla içimdekini kusup basamakları ayağımın altında eze eze yukarı çıktım. Ellerimi yumruk yaparak sıktığımda banyodan tıkırtılar geliyordu. Feza odasına doğru giderken ben hışımla banyoya girdim.

Çakır elindeki kanlı pamuğu çöpe atarken yüzüme bile bakmadan, "Çık dışarı," diye sert yaptı. "Hallederim ben."

"Yardıma geldiğimi de nerden çıkardın?" diye kafa tuttum. "Ben, sen artık haddini bil demeye geldim." Dişlerimi sıktım. "Evet, hadsizsin. Ama ben sana haddini çok güzel bildiririm."

Eline sargı sarması duraklarken aniden kafasını kaldırdı ve yeşil ormanın içinde başlayan yangınını maviyi çevreleyen okyanusuna taşırdı.

"Ferimah," dedi sessiz ama tekinsizce. "Yapma, bana oynama."

Attığım adımdan vazgeçmedim. "Oynarsam?"

"Kaybederiz."

"Kaybederiz?"

"Kaybederiz," diye tekrarladı. "Yüzüme kan tükürsen şimdi, ben yine sen yenilirken sana sırt dönmem."

Veryansın edercesine inledim. "Neden ama, neden?"

"Asıl soru nedenler değil; bu nedenleri doğuran an, zaman."

Kaburgam sızladı, göğsümün içinde biriken nefes toprak gibi doldu o boşluğa. Uzun kirpikleri birbirine çarpıp geri çekildiğinde Feza kapıda belirdi. Elindeki koyu yeşil kazağı Çakır'a uzatırken, "Şunu giy de gel," diye konuştu. "Güvenlik kamerasına bakalım. Belki bir şey buluruz."

Başka bir şey demeden tekrar odasına gittiğinde Çakır gözlerimin içine bakarak deri ceketini çıkardı. Çıplak üstüyle öylece karşımda dikilmesi öfkeme geri adım attırıp utancı ayaklandırdığında sırtımı ona döndüm. Kapıdan çıkacaktım ki boğuk sesi sırtıma hançer oldu, girdi; kan oldu, üstüme aktı.

"Göğsünü ferah tut, ay ışığı. Kimsenin ışığını söndürmesine müsaade etmeyeceğim."

•••

Yüzüne buz soğuğunu yatırmış, sıcağı içinde kalmıştı; içini inceden inceden yakıp kül etmişti.

Çakır'a bir kez baksam böyle düşünür, bu düşüncemden geri adım atmazdım. Seni üşütür ama üşütürken bile yandığını hissetmeni sağlardı.

Şimdi masada öylece durmuş ona bakıyordum. Bakışlarında üşüyordum ama yanıyordum da. Ben onun mavi ile yeşilin seviştiği gözbebeklerinde kendi kıyametimi görüyordum.

"Özlemişim yemeklerini annem," diyen Fırat ile, Çakır'dan gözlerimi çektim. "Ellerine sağlık."

"Afiyet olsun oğlum."

"Belen'in yemeklerinden veryansın ediyorsun sanki?" diye takıldı Arslan dayım. Alev'in hemen yanında oturuyordu. Akşam Alev'i iş yerinden alıp eve gelmişlerdi. "Kesin ona da böyle yağ çekiyorsun lan, değil mi?"

Alev ona kınayan bir bakış attığında, "Ne vardı yargı hanım?" diye ters yaptı dayım.

Alev homurdandı. "Bana şöyle seslenme lütfen. Daha kaç kez uyaracağım?"

"Adın dilimi yakıyor," diye mırıldandı dayım göz kırparak. "Ondan."

Onlar arasında rüzgârlı bir bakışma geçerken Belen hemen yanımda oturduğundan bana doğru eğilip, "Abin olacak herif aynen böyle yapıyor gerçekten," diye isyan etti fısıltıyla. "Ne anasının gözü o var ya..."

Gülümsedim. "Bilmez miyim, seni beş dakikada pamuk gibi yaptığından biliyorum."

Çatalımla önümdeki tabağı eşelemeye başladım. Bir yandan da gözlerim babama kaydı. Kucağına torununu oturtmuş, her zamanki otoriter tavrının aksine çocuklaşmıştı.

"Çirkin yap bakayım kendini dedeye," dedi Karya'ya bakarak. Karya minik elleriyle babamın yüzüne pat pat dokunurken babam ona fırsat vermeden kendini çirkin yaparak Karya'ya beklentiyle bakıyordu.

"Koskoca adamın şu haline bak anasını satayım. Bize terör estiriyor, torununa gelince pamuk oluyor resmen."

"Bir şey mi dedin Feza?"

"Torununla diyorum babacım, nasıl da güzelsiniz maşallah."

Feza'ya dolayısıyla Çakır'a baktım. Çakır hemen karşımda oturmuş, Feza'da yanında yer almıştı. Sabahtan beri Feza ne derse desin Çakır kafasını kaldırıp bir kez bile bakmamıştı. Ne Feza'ya ne de bana...

Bu durum sinirimi bozduğunda elimdeki çatalı bırakarak geriye yaslandım. Gözbebeklerim Çakır'ın suretini incelemeye başladı istemsizce. Yeşil kazak gözlerinin rengini ortaya çıkarmıştı. Saçları alnına dökülmüş, uzun kirpikleriyle karışmıştı. Bir an için esmer teninin, Tanrı'nın tuvali olduğunu düşündüm.

Kusurlarıyla kusursuz bir adamdı.

"Çakır."

Babamın sesiyle Çakır birden irkilir gibi oldu. Masaya yasladığı dirseği geriye çekildi. Yosun yeşili gözleri babama döndüğünde, "Tabağına dokunmadın," diye konuştu babam.

Çakır sırtını geriye yaslarken sert yüzü tek bir an bile yumuşamadı. "İştahım yok pek."

"Bu aralar beni çok geçiştiriyorsun, asker."

Çakır saatler sonra dibi yosun tutmuş gözlerinin suyuyla beni ıslattı. Çehreme bakarken derin bir nefes aldığını fark ettim. "Bizden geçmiyor, biz de mecburen geçiştiriyoruz Albayım."

Kelimeler, dağının gölünü kan damarlarıyla çevrelediğinde aynı anda yutkunduğumuzu fark ettim. Bu göğsümde buğulu bir yankı uyandırdığı vakit yavaşça kirpikleri kısıldı ve bana bakmayı keserek geri adım attı.

"Size afiyet olsun."

Ayağa kalktığında babama baktı. "Ufaklığı alayım, siz rahatça yemeğinizi yiyin Albayım."

Babamın bir an için itiraz edeceğini, hatta masadan kalktığı için Çakır'a kızacağını düşündüm ama bu olmadı. Vakur bir edayla kafasını sallayıp Karya'yı alması için işaret yaptı.

Çakır az önceye kadar sirke satan yüzüne sahici bir gülümseme yerleştirip Karya'ya baktı. "Gel bakalım aslan parçası."

Karya seslice gülüp dönmeyen diliyle Çakır'a bir şeyler anlatmaya başlarken Çakır koltuk altlarından onu havaya kaldırdı ve ağzıyla çocuğun karnını gıdıklamaya başladı. Karya'nın insanın içini ısıtacak kahkahası salonda yankılandı.

"Yavaş ol lan biraz, çatlatacaksın oğlumu."

Fırat'ın konuşması Çakır'ı soğuk soğuk güldürdü. "Hadi lan ordan."

"Gör Ferimah gör," dedi Feza. "Bize küçükken az işkence etmedi. Oğluna gelince babayiğit kesiliyor hemen."

Fırat omuz silkti. "Sizi de göreceğim ben. Evlat sevgisi bir başka."

"Ben neyse de Ferimah'ı niye görüyorsun oğlum sen?" diye homurdandı Feza. "O daha kendisi çocuk. Nasıl abisin lan sen?"

"Senin gibi kalın kafalı olmadığım kesin. Elbette o da zamanı gelince tadacak bu duyguları."

Biraz önceye kadar dudaklarımda olan gülümseme aniden dondu. Kaşlarım çatılırken Çakır'ın aksi aksi  Fırat'a baktığını gördüm.

Feza'nın çatalını sertçe tabağına koymasıyla irkildim.

"Gelmez zamanı falan. Büyümeyecek o.." Bana baktı. "Değil mi abim?"

Ben ne diyeceğimi bilemez bir halde aval aval ikisine bakarken Çakır sanki bu konuşmalara daha fazla tahammül edemiyormuş gibi babamın arkasından geçip kanepelerin olduğu yere gidecekti ki annem birden Çakır'ın koluna dokundu. 

"Eline de pek yakıştı Çakır. Yok mu ciddi düşündüğün biri?"

Masaya düşürdüğüm gözlerim kısılırken kafamı kaldırıp ona baktım. Esmer yüzüne yayılan kırmızılık gerildiğini ve kendini sıktığını gösteriyordu. Karya, boynundaki kolyesine yakalayıp oynarken sertçe burnunu çekti.

"Onda biri değil birileri var anne."

Feza'nın sözleri Çakır'ın kurşunu andıran gözlerini ona çevirmesine neden oldu. Çatılan kaşlarının ortasında derin bir oyuk oluşurken sırtını dönüp gitmeden önce iki ucu  bilinmezliklere gebe sözlerini savurdu vahşice.

"Sen ne bilirsin ki."

Ne bilmesini isterdin Çakır?

Ucu bucağı çıkmazlara gebeyken bu kadar, ne bekliyordun ki?

O, çıkmazlara sağ bırakan acılarıyla yanardağın tepesinde göçükte kalan bir dağ gölüydü. Dibi tutmuş, yosun bağlamıştı da şimdi kan gölü olup beni içinde boğuyordu.

•••

Dört duvarı acıdan örülmüş küçük bir odanın içinde yankılanan inleme ile yattığım yerden irkildim.

Bir inleme, bin acıya bedeldi.

Ama acının da ızdırabın da bir bedeli olmazdı.

Yanaklarıma yapılan saçlarımın ardından kualk kesildiğim inleme sesi kaşlarımı derinden çatmama neden olurken bu tanıdık mırıltılar göğsüme dikenlerini batırdı. Çarşafın yüzeyini avuçladım.

"Çakır," dediğini işittim Feza'nın, sesi huzursuzdu. "Çakır uyan."

Gece geç vakitlere kadar oturduğumuzdan babam Çakır'ı bırakmamış, burada yatmaya ikna etmişti. Şimdi kapalı kapımın ardından onun acılı inleme sesini duyuyordum ve sanki ölümü dudaklarımla tadıyordum.

Bu katlanmak istemediğim bir şeydi.

Yataktan kalkıp kapıya kadar geldim. Sessiz olmaya gayret ederek kapıyı araladım ve kafamı çıkardığım an Feza'nın odasına takıldı gözbebeklerim.

Kapı ardına kadar açıktı. Feza'nın yatağında Çakır huzursuzca kıvranarak inliyor, sertleşen yüzünden ter damlalaeirı akıyordu. Feza yerde yattığı yerden gece lambasını açmıştı ve Çakır'ın yüzünün aydınlığa boğulmasına neden olmuştu.

İstemsizce adımlarım oraya doğru yöneldi. Kara zor kapıya kadar geldiğimde görünmek istemediğimden karanlığa sığındım.

O an.. Karanlığın üstüme gölge gibi düştüğü o an Tanrı'nın kaburgamdan yarattığı cennetin, cehennemde cayır cayır yanan sesi yankılandı.

"Hayır hayır," diye inledi Çakır acılar içinde. "Olmaz hayır."

"Çakır!"

"Ölemezsin! Öldürtmem!"

Çakır hınçla yattığı yerden doğrulduğunda nefes nefeseydi. Bir an duraksadı. Gözleri Feza'ya anlamlandıramayarak baktı. Sonra bilinci yerine gelmiş gibi, "Sikeyim," diyerek elinin tersiyle terli alnını sildi.

Feza elini Çakır'ın kolundan çektiğinde, "Yine başlamış kabusların," diye konuştu. "Konuştun mu doktorunla?"

"Başladığı falan yok. Yazıp çizme o sikik kafanda hemen."

"Beni mi yiyorsun Çakır?"

Çakır sinirle üzerindeki yorganı kenara atıp ayaklanmaya niyetlendiğinde görüneceğim korkusuyla geriye çekildim.

"Uzatma."

Bir an hışırtı sesi geldi. Ardından Çakır'ın pürüzlü sesini duydum.

"Ya sen git aşağıda uyu ya da ben. Uyutmayacağım seni yoksa, belli."

Feza sesli bir nefes verdi. "Saçmalama, bir şey olmaz."

"Feza." Çakır hiddetliydi. "Ben mi gideyim yoksa sen siktir olup gidiyor musun?"

"İyi anasını satayım, tamam. Gidiyorum. Ama bu konu burada kapanmadı. Yarın konuşacağız."

"Yarın ola, hayrola."

Bedenimi iyice geriye çekip Feza'ya görünmemek için ekstra çaba sarf ettim. Feza, sırtı bana dönük şekilde elinde yastık ve yorganıyla aşağı indiğinde çekinerek de olsa kafamı eğdim ve odanın içine baktım.

Sırtı bana dönük şekilde pencerenin önünde dikiliyordu. Pencereyi sonuna kadar açmış, rüzgârın içeri üşüşmesine neden olmuştu. Çıplak üstü, gergin omuzları ve kabusun etkisinden üzerinde beliren ter damlacıkları... Ona içimin gitmesine neden oldu.

Ona içimi yaktım, cehennem oydu ama yangına  kibriti ben çaktım.

Elindeki sigarayı dudaklarına yerleştirdikten sonra zippoyla ucunu ateşledi. Derin bir nefes alıp sigaranın çıtırdamasına neden olduğunda elini pervaza yasladı.

Onu izlemenin yanlış olduğunu bildiğimden omuzlarımı düşürerek sessiz sedasız odamın yolunu tuttum. Ta ki yangınıma su sıçratan sesine dek...

"Kaç bakalım, ay ışığı."

Adımlarım bıçak gibi kesildi. Ona yakalanmak, ona vurulmak demekti. Ona yakalanmak, ateşi  çıplak ellerle avuçlamak. O ateşin yüzüne, yüzümü döndüm. Yavaşça gözlerimi alacalı yeşil gözlerine diktiğimde kalbimde ağrılar doğdu, yaralar son buldu.

"Ben..." Bir an ne demem gerektiğini bilemedim. "Sesine uyandım."

Kanlanmış gözlerini benden çekerken pencereye döndü tekrar. "Sen bana sağırsın Ferimah. Yangınıma uyanmışsındır. Ben yanarken dumanı boğmuştur seni."

Bu canımı yaktı. Yutkunamadığım anlarda adımlarım ona yöneldi. Çekingen ama dik durmaya çalışarak yanına kadar vardığımda esen rüzgâr saçlarımı geriye savurdu.

Çakır bana baktı, yangına ikimizi yuttu, dumanı ikimizi boğdu.

Gözünün pınarından bir damla kan akıp elmacık kemiğine kadar yolunu çizdiğinde, "Çakır," döküldü dudaklarımın arasından. "Gözlerin..."

"Ağlaya ağlaya yosun tuttular."

Sesi, ölümün ensesine vuran rüzgâr gibi zihnime kelimelerini döktü, o kelimeler acıdan doğdu, acıyı yuttu ama acıyı geçiremedi. Hiç uzanmayacağını sandığım ellerim yüzüne tırmandığında ona bu denli yakın olmak tenimi alevlendirdi.

Parmak uçlarım gözünün pınarından aşağı doğru kayıp akan kanı silmeye başladığında, "Ferimah," diye inledi nefes alamıyor gibi. "Ah... Ferimah..."

Sigara tuttuğu eliyle elime uzandı. Sıcak avuçları arasına giren elim gevşedi.

"Baktığımda gördüğüm bir adam değilsin," diye fısıldadım.

"Göremiyorsun madem, hissediyor musun peki?" diye fısıldadı tıpkı benim gibi. "Şu an.." Tuttuğu elimi kaydırıp çıplak göğsünün üzerinden kalbine bastırdı. "Bak cehennem avuçlarının arasında, hissediyor musun Ferimah? Yanıyorum ama sönemiyorum."

Kirpikleri kısıldı; gözünün bebeğine sızan karanlık, sanrıların beşiğini kurarken dili yeminli bir hançer gibi battı tenime.

"Ben bu yangının sahibinden alacaklıyım."

•••

Bölüm Sonu.

Bölüm hakkında düşünceleriniz neler?

Son kısımları açıkça söylemek gerekirse zorlanarak yazdım çünkü kafamı net olarak veremedim ama sizi bekletmek de istemedim. Umarım beğenmişsinizdir^^

Gelecek bölüme kadar hoşça kalın❣️

Continue Reading

You'll Also Like

1.3M 99.9K 27
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...
4.2M 203K 51
"Ulan bari Polat de." dedi. Sesi yalvarır gibi çıkmış gözleri beklentiyle doluydu. "Mirza demiyorsan deme ama en azından Polat de." "Sen yengeye Eli...
649K 40.4K 26
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...
TOHUM By P!NK

General Fiction

3.3M 101K 48
"BAĞIRMA BOŞUNA! BABAN SENİ SATTI!" Duyduğum sözlerle, biraz önce sinirle bağırdığımda gürleyen sesim, aniden içime kaçtı. "Ne... Ne saçmalıyorsun?" ...