DİLHUN

By lawellia

39K 1.7K 816

"Bu gidişlerimin bir gün dönüşü olmayacak. Biliyorsun değil mi?" Başımı sağa yatırıp böyle yapmaması için yal... More

1.Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11. Bölüm
12.Bölüm
13.Bölüm
14. ve 15. Bölüm
16.Bölüm
18.Bölüm
19.Bölüm
20.Bölüm
21.Bölüm
22.Bölüm
23. Bölüm
24.Bölüm
25. Bölüm

17.Bölüm

1.3K 82 43
By lawellia

Çok değişik. Hayat kimimize yüzünü gülüyor, kimisine ise sırtını çevirip küsüyordu. Bana küsmüştü. Buraya yerleşmeden önceki hayatımın da bundan çok farklı olduğunu söyleyemem. Çok şey yaşamış, çok şey yaşatmışlardı. Daha öncesinde de yaşamıştım buna benzer bir olay. Bir gün bile geçmeden bulunmuştum. Şu an ise saatleri bırak, günlerdir buradayım. Zaman kavramını yitirmiştim. Sabah oluyor, güneş çok tatlı bir şekilde doğup yüzümü ısırıyordu. Sonra bir anda batıyordu güneş, dışarısı karanlığa bürünüyordu. Ay ve yıldız çıkıyordu gökyüzüne bana bayrağımızı anımsatıyordu. Belki de bir işaret verilmişti, güçlü durmam için ayın yanına büyük ve parıldayan bir yıldız kondurulmuştu. 

Türk Bayrağımızın simgeleri diyorum içimden, güçlü dur diyorum. Kaç gündür birinin gelmesini bekliyorum. Gökyüzündeki ay ve yıldız okullarımızın bahçelerinde, her yerde... Gökyüzüne doğru sallanan bayrağımızı anımsattı. Dökülecekse kanım bir hilal uğruna dökülsün.

Artık hazırdım. Gözyaşı dökmüyordum. Sırtımdaki yaralar kabuk bağlamış, kendiliğinden iyileşmeye başlamıştı. Onlarda acıtmıyordu canımı. Sadece ölümümü bekliyordum. Kesmiştim ümidimi Asaf'tan. Gelmiyordu, gelmeyecekti. 

Bekliyordum. Beni günlerce bir sandalyede oturtmuşları. Yemek ve su dışında kimse benimle konuşmuyordu. Maskeli adam gelmiyordu. Sesimi unutmamak için kendime şarkı söylüyordum. Sesimi de kaybetmeyeyim diye düşünüyordum ama bildiğim bir şey vardı ki ölecektim. 

Yaptığım şey farkına varılmıştı. Bir parça ekmek, peynir ve bir bardak su geliyordu. İki defa ya da üç defa getiriyorlardı bir günün içerisinde. Cezamı bu şekilde mi verecekler, diye düşünüyorum. Ama sonra aklıma sırtıma yediğim kemer darbeleri geliyor. Ön cezamı kemer ile kesilmişti. Yemek vermeyip aç bırakıp kendi ellerini benim kanıma bulamadan ölmemi niye beklemediler, diye bir soru da düşüyor aklımın en ücra köşelerine. Sonra diyorum ki, acı çekerek ölümümü izlemek varken neden açlıktan ölüşümü izlemek istesinler ki? 

Sonra çok farklı bir düşünce nüksediyor beynime. Tüm timi öldürüp bir tek Asaf'ı bırakmak isteyenlerin bir şeyin peşinde olduğunu anlıyorum. Beni koz olarak kullanacaklardı. Kendi kafamdan uydurduğum o mesajlar aslında doğruluğu kanıtlayan yegane düşünceleriydi. 

Kendi ölüm fermanımı imzaladığım o kağıt işleme ne zaman geçecekti? Kaç gün geçmişti aradan? Kaç gündür yorgundum? Bir mi, iki ya da üç? 

Yeşim... O kıza bir şey yapmışlardı. Evet, ölmemişti. Buna çok sevinmiştim. Fakat o kızın bu adamların ellerinde ne işi vardı? 

Yeşim'i arabaya binmeden önce görmüştüm. Maskeli adam benim tek bir laf daha etmeme izin vermeden minibüse bindirmişti. Arkamızda Yeşim'i bırakmıştık. Onu korumak için beni bindirdikleri araçta her şeyimi ortaya koymuştum. Ama nafileydi. Kimse ağzını açıp tek bir laf bile etmemişti. Ona ne olduğunu, ne yaptıklarını, bilmiyordum. Kendi canım umurumda bile değildi. Yeter ki o kıza bir şey olmasın. Çünkü ona söz vermiştim. 

Beynim de o kadar fazla düşünceler geziyordu ki bunların altında eziliyordum. Gün geçtikçe yok olduğumu hissediyorum. Bir an önce ölüm anımın gelmesini ve bu hayata gözlerimi yummak istiyordum. Bir kaç günde o kadar yorulmuş ve o kadar bitkin düşmüştüm ki bedenim bunu kaldıramamıştı. 

Ellerim ve ayaklarım sandalyenin arkasına bağlıydı. Geceydi ve her yer karanlıktı. Başımı sola doğru çevirdim. Kaç gecedir olduğu gibi yine ordaydılar. Ay ve yıldız, ayakta durabilmem için bana güç vermeye gelmişlerdi. 

Bir anda gözlerimin önüne küçük Ecmel'in görüntüsü düştü. İki elimde de Türk Bayrağı sürekli sallıyorum, kırmızı eteğimi giymişim. Önümde bir sürü insan var, yanımda sınıf arkadaşlarım. En çok benim sesim çıksın diye daha fazla bağırmıştım daha sonra ise sesim kısılmış ve bir süre olmayan sesimle gezmiştim. Ama değerdi. En çok ben bağırmıştım. Benim sesim gitti, en çok ben seviyorum, diye gezinip durmuştum.

Küçük Ecmel, kırmızı eteğiyle bana gülümsediğinde dudaklarım kıvrılmıştı. Dudaklarım usulca aralandı. Küçük Ecmel'in sesi kulağıma dolmaya başladığında gözümden birer yaş düşmüştü. 

"Şehitlerin kanı ile boyanmış                                  Gökyüzünden Yıldız'ı ve Ay'ı almış                       Yedi iklim dört bucağı dolaşmış                                Şanlı tarihimin asil bayrağı "

Küçük Ecmel ağzını sonuna kadar açmış daha fazla bağırarak söyleyeceği yerde içeriye birileri girdi. Karanlıktan dolayı kim olduğunu göremiyordum. Umursamadım. 

"Ay Yıldızlı bayrağım sönmeyen bir ışıksın. Ay Yıldızlı bayrağım göklerdeki yıldızsın. "

"Kes sesini!" dedi bir ses. Dinlemedim. 

"Ay Yıldızlı bayrağım uğruna canım feda. Ay yıldızlı bayrağım haydi dalgalan durma"

"Kes sesini!" diye yineledi. Tam ağzımı açıp devam edeceğim sırada kafamın üzerinde bir el hissetmiştim. Saçlarımdan ne istiyorsunuz? 

"Ay..." 

Saçlarımı kökünden koparmak istediğini belli edercesine geriye doğru çektiğinde gülümsedim. Bir anda saçlarımı bıraktığında başım öne doğru düştü. 

"En sonunda öleceksin zaten. Ölmeden önce bizim canımızı sıkma. Sen ne kadar bize iyi davranırsan ölümün de o kadar acısız olur." dedi ve derin bir nefes alıp bıraktı. "Boku bokuna öleceksin. Birkaç kişinin hayatını kurtarayım derken kendi hayatını tehlikeye attın. Bayrak için ölümü göze aldın. Artık sen bir ölüsün. Hiçsin." 

Aldırış etmedim.

"Biliyor musun?" diye sordum karşımda dikilen adama. Biri arkamda diğeri ise önümdeydi. "Bizim bir marşımız var?" 

"Hangisi?" diye sordu bıkkınlıkla.  Sesinden bana ters ters baktığı anlaşılıyordu. 

Sorduğu soruyu duymazdan geldim. "Hatta marşımızın son kıtasının ilk iki dizesinde diyor ki: Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal." Gülümsedim. "O bayrak gökte dalgalanacak. Beni öldürmeniz umurumda dahi değil. Benim kanım bu ülkeyi kurtaracaksa, helal olsun." dedim başımı dikleştirerek. 

Dikleştirdiğim başımın arkasından vurarak öne doğru düşmesini sağladı. Ensemde ki sızıyı aldırmadan kafamı tekrardan kaldırıp yerimde doğruldum. Başım dik omuzlarım ise dümdüzdü. Onların sinir olduğu da benim bu kadar rahat ve dik durmamdı. Ama içimin kan ağladığını bilmiyorlardı. Kelimenin tam anlamıyla bir dilhunum. İçim kan ağlıyordu. Neden mi? Yeşim'e bir şey yaptıklarını düşünüp duruyordum. Kendime dair en ufak bir serzenişte bile bulunmak istemeyip o kız iyi olsun diye burayı yakıp yıkmak istiyordum. 

"Uslu dur." 

Önümde duran adamın hiç sesini duymamıştım. Konuşmuyordu ve sanırım nefes de almıyordu. 

"Arkamdakini tanıyorum." dedim. "Peki, siz kimsiniz?" 

Bir anda ışıklar açılınca karanlığa alışmış olan gözlerimi kırpıştırmak zorunda kalmıştım. Gözlerim ışığa alışınca başımı karşımdaki adama çevirdim. 

"Arkandakini tanıyorsun. Nereden?" diye sordu. 

Yem attım, gel bakalım oltama çirkin balık. 

"Bu seni hiç alakadar etmez." dedim arkamda duran adama hitaben. 

Önümde duran adamın yüzünde maske vardı. Arakamda duran adam önüme geçtiğinde onun yüzünde de maske olduğunu fark ettim. 

"Maske bu yılın yeni modası mı?" diye sordum sol kaşımı kaldırarak. Burada bazıları ağızlarında tülbentle dolaşıyordu. O maskeli adam ve videodaki adamın dışında, siyah yüzünün tamamını kaplayan maskelerden kullanıldığını düşünmemiştim fakat öyle gezen iki kişi daha çıkmıştı. 

"Oradan bakılınca böyle gezmeyi sevdiğimizi mi düşünüyorsun?" 

Başımla onayladım. "Doğru düşünmüşsün. Manyağız biz, işimiz gücümüz yok böyle geziyoruz." 

"Evet, manyaksınız siz. Hatta size manyak demek az kalır." dedim ve bakışlarımı yukarı doğru çekip iki saniye ne diyeceğimi düşündüm. Daha sonra başımı eğip maskenin altında gözüken gözlerine diktim bakışlarımı. "En ağır küfürler girsin size." 

Öne doğru eğilip elini kaldırdığında arkasındaki adam kolunu tutup indirdi. 

"Kurt gelecek. Kıza bir şey olması dedi. Ammar hırpalamış zaten." 

Maskeli adam diye dolandığımın ismi Ammar'mış. 

Bir saniye, bir saniye kurt mu gelecekmiş? 

"Bedir, bırak kolumu." dedi ve sonra derin bir nefes aldı. "Tamam, kurt gelene kadar kıza bir şey yapmayacağım." 

Başıyla onu onayladığında bir şey söylememek için zor duruyordum. 

Kapı açıldığında içeriye Ammar girdi. Onun olduğunu gözlerinden ve fiziğinden anlamıştım. 

"Dışarı çıkın, kurt gelecek. O gelmeden şununla konuşmam gerekenler var." 

Hiçbir şey söylemeden dışarı çıktıklarında Ammar ile tek kalmıştık. Kapının önünden çekilip karşımda durunca başımı dikleştirdim. 

"Özledin mi beni?" 

"Çok," Dudaklarım alayla kıvrılmıştı. "Ammar gelse de nöronlarımı arşa çıkartsa diye bekliyordum. İyi ki geldin ya nöronlarım sıkılmıştılar. Uzun zaman oldu tabi nöronlar bunaldı." 

"Yedi gün," dedi. "Sadece yedi gündür buradasın. Nöron ne bilmiyorum ama benimle dalga geçtiğin çok belli." 

Güldüm. Nöronun ne olduğunu bilmediğini biliyordum. 

Birkaç adımda önümde bitip üstten bana bakmaya başladı. "Kurt geldiğinde seni kemerle dövdüğümü söylemeyeceksin." 

Gözlerimi yumup istemsizce dudaklarımı büzdüm. "O ben de merak etme." 

Kaşları havalandı. "Söylemeyeceksin eğer söylersen..." 

"Anladım diyorum geri zekalı. O bende diyorum uzatmasana." 

"Sen de olan ne?" dedi o ses. 

Videodaki adamın sesiydi. 

"Kurt, hoş geldin." 

Şükürler olsun, tanışacağız. Tabi yüzündeki maskeyi çıkartırsa daha mutlu olacaktım. 

Sol ayağını sürüyerek yanımıza geldi. Ammar'a nasıl baktıysa  Ammar önümden çekildi. Görüş alanıma komple kurt girmişti. Başıyla kapıyı işaret edince Ammar deponun kapısını açarak dışarı çıktı. 

"Sen de olan ne?" diye sordu daha deminki sorusunu tekrar ederek. 

"Sırtıma kemer dövmesinin çok yakışacağını düşünüp bir kaç iz bırakmıştı. Onu sana söylemem için konuşuyordu." Dudaklarımı yaladım. "Önemli bir şey değil yani." 

"Kemer?" diye sordu tek kaşı havalanırken. "Ben yapacaktım lan, fikrimi çalmış puşt. O zevk bana aitti." 

Güldüm. Söylediği şeyler duymazdan gelerek konuyu başka bir yere çektim. "Ne zaman ölüyorum?"

"Çok yakında. Emanetimizi serbest bıraktıkları zaman seni öldüreceğim." Bakışları karardı. "Önce emanetimizi bıraksınlar sonrasında ise aklımda bir plan daha var. Planımın en güzel parçası da şu an karşımda duruyor. Yani ölümüne daha var." 

Tüm merak ettiklerimi sormak istiyordum. Önceliği adının ne olduğunu sormaya verdim. 

"Sana kurt diyorlar ya da bazıları tilki. Hangisi gerçek adın?" 

"Benim bir adım yok. Ne bir kimliğim var ne de ismim. Buradakiler bir isim koymayı çok istediler ama izin vermedim. Vahşet dediler, kurnaz dediler, tilki bile dediler olmayan adıma takma isim takma ihtiyacı duyduklarında. Sonra ise vazgeçtiler. Buradakiler kimliksiz o asker bozuntuları ise karaktersiz demeye başladı. Buranın dışında istediklerini derler ama benim yanımda kimliksiz diye çağırırlar. Kısaca benim bir ismim yok. Bir isme ihtiyacım da yok. Benim tek ihtiyacım bu toprakları kan gölüne çevirmek." diye konuştu tükürürcesine. "Elimdeki en güzel malzeme de sensin." 

Bu toprakları kan gölüne çevirmek istediğini söylediğinde içimde bir şeyler olmuştu. Kalp atışım hızlanmaya başladığında beynimin harekete geçip ülkeyi o halde düşündüğünü anlamıştım. Gözümün önüne anlatılması mümkün olmayan görüntüler iliştiğinde gözlerimi yumdum. Böyle bir şey olmayacaktı. İzin vermezdim. 

"Sen bana merak ettiklerini sor diye burada değilim." dedi. Daha sonra başındaki maskeyi çıkartmak için eli yüzüne uzattı. Maskeyi tutup kafasından çektiğinde gözlerim anın şokuyla büyümüştü. Karşımdaki adamı daha önce hiç görmemiştim. Şaşırdığım nokta ise maskesini çıkarmasıydı. "Maske sana özel değil. Böyle geziyoruz, nedeni ise seni ilgilendirmiyor." 

Siyah saçları ve siyah gözlerinin dışında tek farklı yönü sakallarıydı. Sağ ve sol yanaklarından eğik bir çizik atılmıştı. Oraların temiz olup boynuna kadar uzayan sakallarını dikkatle incelemeye başladığımda yüzünün çok karanlık olduğu için içime korkunç bir his çökmüştü. 

"Neden maskeyle dolaşıyorsunuz diye bir soru sorduğumu ya da merak ettiğimi hatırlamıyorum." 

"Bedir ve Hüseyin ile tartışıyordun." dedi gülerek. 

"Tartışmıyorduk," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Beyin zekalarını ölçüyordum. Bir beyinleri filan var mı diye bakıyordum." 

Dudaklarımın ucu kıvrıldığında gülümsemesi genişledi. 

"Bize çok zorluk çıkarıyorsun." dedi arkada duran sandalyeyi önüne çekip oturduğunda. "Duran'a Ammar'ın ağzından mesaj yazmışsın. Planımı mahvetmişsin. Ama merak etme gram üzülmedim. Biz de plan bol. Kusursuz bir plan daha yaptık, işleme koyacağız ve bu sefer sen bize engel olamayacaksın." 

Bedenim gerilmeye başladığında gülümsemesi yüzünde büyümüştü. "Korkuyor musun benden?" 

"Hayır," dedim başımı dikleştirerek. "Türk Askeri'nin sizi nasıl öldüreceğini düşünüyordum, dalmışım. Acaba parçalarınız bulunur mu? Ya da beyninizden kan aktığını düşünsenize." 

Ersin'in sergi gecesi anlattığı olay geldi aklıma. Asaf'ın bir anda önüne çıkan adamın alnından vurmasını düşündüm. Acaba bu karşımda duran adamın da alnından vurur muydu? 

"Düşündüm, senin bu söylediklerin sizler için geçerli bizim için değil. Burada şu an benim topraklarımdasın ve şuna inan ki kimse hiç kimse topraklarıma girdiğinde sağ çıkamaz. Burası sizin vatanınız değil, benim sadece benim."

Gözüm dışarıya doğru kaydı. Gündüz olduğunda camdan gözüken çok uzakta olan bayrağı anımsadım. Şu an dışarısı karanlık olduğu için  belli olmuyordu. Gündüzken de belli olmuyordu ama bu neyi değiştirirdi? Başımı tekrardan karşımda duran adama çevirdiğimde boş bakışlarla bana bakıyordu. 

"Bayrağımızın dalgalandığı her yer vatan toprağıdır. Bak şuraya," dedim başımla dışarıyı işaret ederek. "Bayrağımız dalgalanıyor. Burası size ait değil. Sadece boş yere benimsemişsiniz. Her kim bu topraklarımıza adım atacağını ya da benimseyeceğini zannediyorsa yanılıyor, izin vermeyiz." 

"O bayrak çok uzakta. Burası sınır ötesi. Uzaktan görüp de buraları benimseyemezsin." 

Sınırın ötesinde miydik? Ben hala Türkiye topraklarındayız sanıyordum. 

"Neyse," dedi derin bir nefes alarak. "Tanıştık da seninle . Başka bir şey kaldı mı diye düşünüyorum ama kalmadı gibi. Öleceksin bunu zaten biliyorsun ve bu ölümün ise bizim işimize gelecek. Senin korkudan titrediğini de gördüm. Seninle konuşacak başka bir konum da yok ya da oturup bir çay içecek vaktim." 

"Korkudan titremek?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak. 

"Aynen, titriyorsun."

"Olmayan bir şeyi var olarak görüyorsun. Titrediğimi mi gördün?" 

"Evet, bak hala korkudan titriyorsun." 

"Titremiyorum." dedim başımı sabit tutmaya çalışarak. 

Oturduğu sandalyeden kalkıp ayağıyla geriye doğru ittirdi. "Titriyorsun."

Başımı eğip vücuduma baktığımda titremediğimi gördüm. Zaten titremiyordum da insan bir an da şüphelenmiyor değil.

"Paranoid bozukluk." dedim kaşlarımı çatarak. "Hayırlı olsun." Sözcükler dudaklarımdan istemsizce çıkmıştı. 

Derin bir nefes aldı. "Korkup titrediğin zamanı da göreceğim. Şimdiden bunu olmuş gibi sayıyorum. Ve o söylediğinden yok bende." 

Niye beni korkutmaya çalışıyorsunuz aptallar? Korkmuyorum işte sizden. 

Arkasını döndüğünde aklıma düşen düşünceyi ona sormam gerektiğini anladım. "Dur," diye bağırdığımda arkasını yavaşça döndü. 

"Ne var?" 

"Yeşim nerede? O kıza ne yaptınız? Yeşim'i serbest bırakın o kızın hiçbir suçu yok ve o sarı saçlı kadın size mi çalışıyor? Bana o notların hepsini siz mi gönderiyorsunuz?"

"Nefes al." dedi sakince. 

"Yeşim nerede?" diye bağırdım. Bağırdığım için ses tellerim acımıştı. 

"Tuvana," diye bağırdı dışarıya doğru. Kapı açıldığında gelen kişiye görmek için kafamı sağa sola doğru oynatmıştım. "Seni istiyor. Bir bak şu kadına." 

Kurt kapının önünden çekilip dışarıya çıktığında kapının önünde belirenle gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. 

"Yeşim?" dedim sesimi normal tutmayarak. "Sana neden Tuvana dedi? Ya da dur önce ellerimi aç sana bir sarılıyım ondan sonra her şeyi anlatırsın." 

Heyecandan nefes alışlarım hızlanmıştı. Gözlerim karamel renginde olan saçlarına değdiğinde aklıma otel odasındaki peruk geldi. O adam bundan mı bahsetmişti?

"Salak mısın? Yoksa anlamamazlığa mı vuruyorsun?" diye sordu kollarını önünde birleştirerek. 

"Neyden bahsediyorsun Yeşim? Ecmel ben, yoksa beni unuttun mu?" 

"Yok," dedi ağırlığını diğer ayağına vererek. "Unutmadım. Ama sen cidden çok safmışsın tatlım ya." Gözlerim saçlarından başlayıp tüm vücudunu tararken onun ağzı şaşkınlıktan açılmıştı. "Pardon, ben bunları unutmuşum. Sen ondan hala beni Yeşim sanıyorsun."

"Ne?" diye sordum. İstemsizce gözlerim kısılmıştı. 

Elini saçlarına attığında kıstığım gözlerim bu sefer de açılarak büyümeye başladı. Saçını çekiştirmeye başladığında psikolojik bir sorumluluğu olduğunu düşünmeye başlayacaktım ki saçının peruk olduğunu görmemle donmaya başladım. Karamel rengindeki saçlar yerini sarıya bıraktığında beynim uyuşmaya başlamıştı. Elindeki peruğu yere bıraktı. Elini gözlerine  götürüp arkasını döndüğün de bunların hiçbirine bir anlam yükleyememiştim. Arkasını dönüp gözlerimin içine baktığında ağzım anın vermiş olduğu şokla aralanmıştı.

Sarı saçlı kadın diye dolanıp durduğum, ondan bu şekilde bahsettiğim kadın tam karşımda duruyordu.

Asaf'la o gece dans eden o kadın şu an karşımda duruyordu.

Odamı o hale getiren kadın şu an tam karşımda duruyordu.

Ve en önemlisi ise Yeşim sandığım bu kadının o gece bardaki kadın ile aynı olmasıydı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Boğazıma bir yumru oturmuştu ve yutkunduğum halde geçmiyordu.

"Sarı saçlı kadın diye dolanmazsın artık değil mi?" dedi kollarını önünde birleştirerek. Kaşları havalandı. "Bana Yeşim de demezsen sevinirim."

Gözlerim gördüklerine inanamıyor, beynim ise düşünme yetkisini reddediyordu. 

"Evet," dedi kafasını sallayarak. "Yeşim zannettiğin kişi öldü. Ama sen onu hiç görmedin. Haber doğru, senin tanıştığın insan yanlış." 

İrkildim. Bedenim ürpermişti. Üşüyordum. Dudaklarım aralanmak istemiyordu. Zorla da olsa kendime gelebildiğimde ne diyeceğimi bilememiştim. Küfür edebilirdim. Ama beyin fonksiyonlarım çalışmıyordu. 

"Yeşim öldü, sen şu an buradasın. Tuvana kazanacak Asaf ise ölecek." 

"N-Neden?" Dudaklarım titriyordu. Konuşmak da zorlanıyordum. "O kızdan ne istedin?" 

"Bir şey istemedim. Daha doğrusu ona bir teklif sundum, kabul etti." 

"N-Ne sundun ona?"

"Teklif..." 

"Teklifin neydi?" diye sordum. Sinirlenmiştim. 

"Bu seni ilgilendirmiyor." dedi dudaklarını uzatarak. "Kısaca senin o gün Yeşim sandığın bendim. Yeşim ise çoktan ölmüştü." 

Hiçbir şey diyemiyordum. Düğümlenmiştim. 

"O bar gecesi seninle karşılaşmasaydık şu an burada olmayacaktın. Bazı şeyleri yaparken iki defa düşün. Sonra böyle acı çekiyorsun." 

Sarı saçlarını parmağına dolayıp omuzunun üzerine bırakıyordu. 

"Büyük kartala öncelik vermiştim ama sen geldin." Kafasını yana yatırıp tebessüm etti. "Bu arada o sürprizimi beğendin mi?" 

"İğrençsiniz." Midem bulanmaya başlamıştı. "Allah hepinizin belasını versin. Kendini kanınızda boğulur ölürsünüz inşallah." 

"Kan demişken odandaki kan Yeşim'in kanıydı. Senin için saklamıştım. Hiç görmediğin kadının bari kanını gör diye." Topuklu ayakkabılarının sesini çıkarabilmek için yere vurarak yanıma geldi Tam karşımda durup yüzüme eğildiğinde öğürmemek için zor duruyordum. "Sende öleceksin. Yeşim acı çekmedi ama sen çok acı çekeceksin." 

Yüzüne kustum. 

"İğrenç, iğrenç midem bulandı. Kurt!" 

Midem hala bulanıyordu. Ama rahatlamıştım. "Cevabımı çok güzel verdiğimi düşünüyorum." 

Deponun kapısı açıldığında Tuvana ağlamaya başlamıştı. 

"Yeşim'in de herkesin de intikamını sizden alacağım. Bu daha sizin hiçbir şey değil." 

Yeşim'i hiç görmemiştim. Yeşim sandığım kişi sarı saçlı kadın diye söylendiğim kişi ile aynıydı. Hala kendime gelememiştim. Bir gelebilseydim. Ellerimin bağlı olduğu için bir şey yapamıyordum ama ağzım ile gayet güzel şeyler söyleyebilirdim. Ama donmuştum. Kendime tam gelememiştim. 

Başımı kaldırdığımda deponun içerisine sadece maskeli adamların girdiğini gördüm. Koşarak Tuvana'nın yanına gittiler. Ağzımı tişörtüme sürdüğümde Ammar bana bakıyordu. Anın vermiş olduğu gerginlikle irkildiğimde yanıma doğru yürümeye başlamıştı. 

"Ne yapıyorsun lan sen?" diye sordu bağırarak. 

"Kusuyorum. Sen de nasiplenmek ister misin?" 

Sinirlenmişti. Kimse benim sinirlendiğim kadar sinirlenemezdi. Elini yüzüne atıp maskesini çıkardığında gözlerim büyüdü. 

Yeşim'in odasının önünde bulunan dört tane abisinden en arkada durandı. Sesini hiç duymamıştım. Duysaydım eğer direk anlardım.

"Sen," dedim zorlukla. "Yeşim'in abisi." 

Güldü. Sinirden kasılan bedeni rahatlamıştı. "Orada gördüğün kişilerin hiç biri abisi değildi." 

Asaf nasıl anlamamıştı? Benim anlamamam normaldi. O nasıl anlamadı? 

"Senin kafana silah dayandığı zaman ben kaçmıştım oradan." dedi sanki düşüncelerimi okuyarak. 

"Ammar, baksana." 

Gülümseyip uzaklaştı. Gerçekler yüzüme tokat gibi çarpmış, sarsılmıştım. 

Kaldıramıyordum. Bu öğrendiklerimi bedenim taşıyamıyordu. Ağlamak istiyordum ama ağlayamıyordum. Onların karşısında gözyaşı dökmek istemiyordum. 

Kaç gündür düşünüp durduğum kişinin aslında üzülmem gerekenin o olmadığını anladığımda bir enkaza dönüşmüştüm. Odamdaki kanın gerçek Yeşim'e ait olduğunu öğrendiğimde enkaz olan bedenimin üzerine bir şeyler devrilmişti. O kapının önünde duranların gerçek abileri olduğunu düşünmüştüm ama değildi. Enkazın altında kalan bedenimin üzerine tonlarca eşya daha yığılmıştı. Enkazın altındaydım. Canım yanıyordu. Ne söylesem kelimeler kifayetsizdi. Dilimin ucuna kadar gelen kelimelerin hepsi beddua içerikliydi. Ne yapacağımı bilmiyordum. 

En önemlisi ise Asaf'ın Yeşim ile o sarı saçlı kadın diye tanıdığı kadının aynı kişi olduğunu bilip bilmediğini düşünmeye başladım. 

Düşünemedim. Beynim bunu da reddetti. 

"Ne yaptığını sanıyorsun sen?" Başımı sesin geldiği yöne doğru çevirdim. "Bunu nasıl yaparsın?" 

"Siz bir insanı nasıl kolayca öldürüp, suçu başkasının üzerine atıyorsunuz?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Bunu nasıl yaptığınızı sorgulamıyorsam sizin de bana bu kadar saçma bir şeyden dolayı beni sorgulayamazsınız. Hem bu daha sizin için hiçbir şey değil. Size öyle bir ah ettim ki ne bu dünyada ne de öbür dünyada huzura eremeyeceksiniz."

Karşımdaki adam ben konuşurken yanıma kadar gelmişti. Nefretle kurduğum cümlelerin üzerine elini kaldırıp hızla yanağıma geçirdi. Yüzüme geçirdiği tokadın etkisiyle başım sola düşmek istese de onu sabit tutmayı becerebilmiştim. Dudağımın kanamaya başladığında gülmeye başladım. 

"Canımı bu şekilde yakmaya çalışıyorsunuz ama bu imkansız." 

"Senin canın belki bu şekilde yanmıyordur. Ama ben yakmasını bilirim." Karşımda duran adam koşarak uzaklaşmaya başladığında bu davranışına anlam verememiştim. Tuvana'yı depodan çıkartmışlardı. Bulunduğumuz bu yerde dört erkekle tek başıma kalmıştım. 

"Bu kadına o kadar vurduk, dövdük, psikolojik şiddet bile uyguladık ama en az Türk askeri kadar sağlam çıktı. Göz yaşı bile dökmüyor."

Gülümsedim. Onların karşısında ağlamayacaktım. Bana verdikleri fiziksel acı benim canımı ne kadar acıtsa da acımıyormuş gibi davranmaya devam edecektim. Normalde bu kadar yenik düşmezdim fakat sırtımdaki yaralar beni zorluyordu. Kabuk bağlamıştı ama canım yanmıyordu, hissizleşmişti. 

Günlerce bu sandalyenin üzerinde oturduğum için her yerim tutulmuştu. Şimdi ellerimi açsalar, ayaklarımı çözseler kalkıp yürüyemezdim. Günlerce burada oturuyordum. Nasıl yürüyebilirdim ki?

"Onun canını çok pis yakacağız." dedi, adını unuttuğum ama sesini bildiğim adam. 

Kapıdan koşarak çıkan adam elinde bir ceket ve arkasına sakladığı bir şeyle yanımıza geldi. Omuzlarımı dikleştirmiştim. Arkasından kurt da geldiğinde gözlerim şüpheyle kısıldı. Ceketi kendi eline aldığında önümde durarak ceketi yukarıya kaldırdı. 

"Bunu derhal giyiyorsun. " 

Gözüm elindeki cekete ilişti. Giymezdim, giyemezdim. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Siz istiyorsunuz diye asla giymem." 

Yanındaki adam Kurt'un yanına yaklaştığında arkalarında duranların gülüş sesleri doldu kulağıma. Ammar kaşlarını çatmış yüzümü inceliyordu. Herkes gülerken onun suratıma bu kadar dikkatli bakmasındaki amaç neydi? Üstüne üstlük gülmüyordu bile.

Kaşlarını çatıp güldüğünde bu hareketine anlam veremedim. Yanında duran adam arkasında birleştirdiği ellerini önüne çektiğinde gözlerim büyüdü. Türk bayrağımızın bu iğrenç adamın elinde ne işi vardı? Kalbim ağzımda atmaya başladığında karşımdakiler sanki içimde olan kasırgayı hissetmiş gibilerdi. 

"Şimdi giyiyor musun? Yoksa bu çarşaf parçasını yere atıp üzerinde gezinelim mi?" 

Yutkunamadım. "Tamam giyeceğim ama bir şartım var. Bayrağımı bana vereceksin." 

Güldü. "Merak etme. Onu tepeye asacağız." 

Dişlerimi sıktım. Onun yeri göklerdi. Bulutların yanında dalgalanmalıydı. Bu karşımdakiler benimle dalga geçiyorlardı. İzin veremezdim. 

"Hayır," dedim. Öyle bir bağırmıştım ki boğazım acımıştı. "Bana vereceksiniz, dokunmayacaksınız. O pis ellerinizi bayrağımızın üzerinden çekin." 

 "Giyiyor musun?" dedi ve elini bayrağa uzattı. Dudaklarım aralandığında yerimde duramıyor sandalyede çırpınıyordum. "Yoksa biz sırasıyla üzerine basalım mı?"

Düşünmedim. "Giyeceğim." 

Ellerimi açmak için biri arkama uzandığında diğeri iki kişi de bir şey yapmamam için yanımda dikiliyordu. İpi çözdüklerinde nefes alışverişlerim hala çok hızlıydı. Korkudan kalbim hızlı hızlı atıyordu. Bileklerimi ovmaya başladığımda ceketi bana uzattı. Kolları olmayan ceketi giymem için kolumu kaldırdıklarında kollarıma hala güç gelmemişti. Gelmiş olsaydı eğer yiyeceğim dayağı göz ardı edip ikisine de yumruğumu geçirirdim. Yedi gündür kollarım yemek harici açıldığında bile uzun süre boyunca kendine gelemiyordu yine gelmemişti. Kollarıma enerji gitmesini beklemeden ceketi giydirip tekrardan arkadan bağladılar. 

"Birazdan ortalığı cehenneme çevireceğim. Sen de ortasında kalacak ve cayır cayır yanacaksın." Gözleri elinde duran bayrağımıza ilişti. "Ve tabi ki bu da." 

******

Gözlerim yeni aydınlanmış gökyüzünde geziyordu. Sanırım iki saattir tek başımaydım. 

Üzerimde bulunan ceket bana acı veriyordu. Omuzlarım çökmüş, saçlarım ağarmış, gözlerim ise fersizdi. Bekliyordum. Sadece zamanının gelmesini bekliyordum.

Gözlerimi yumdum, uykum gelmişti. 

Güneşin doğuşunu izlemiştim üzerimdeki ceketle birlikte. Mavi olan gökyüzünde ışıldayan güneşe ilişti gözüm. Artık gelmeliydi. Artık gelmeli ve buna son vermeliydi. 

Ciğerlerime derin bir nefes çektim. Elim, kolum, ayaklarım bağlıydı. Kimse yoktu. Herkes gitmişti. Yedi gündür olduğum gibi yine tek başıma kalmıştım. Bu durumdan memnundum. 

Fakat tek bir isteğim vardı. Asaf'a Yeşim ile Tuvana'nın aynı kişi olduklarını bildirmeden ölmek istemiyordum. 

Artık bir amacım daha vardı. Asaf'a ulaşmak. Yedi gün boyunca ölmeyi bekledim. Bugün öğrendiklerim ile aslında ölmeden önce yapmam gereken son bir görevim olduğunu anlamıştım. Neden bu kadar uzun süredir burada tutulduğumu pek fazla anlayamasam da bu benim işime gelmişti. Eğer ölmeden önce yetişebilirse ona bu gerçeği söyleyecektim. Ama yetişemezse kendisinin bunu bir şekilde öğrenmesi gerekiyordu. 

Hayat ne kadar garipti. Ailem beni onca yıl büyütmüştü, okutmuştu, yedirmiş, içirmiş bana bakmışlardı. Ama ben nedenini bile bilmediğim bir sebepten dolayı ölecektim. Ben istemiştim, evet biliyorum. Bundan hiç pişman değildim. Yine olsa yine Asaf'ı ve koca timi kurtarabilmek için canımı hiçe sayar, direk atlardım. Bundan pişman değildim. Tek pişman olduğum nokta evden çıkmadan önce aileme sarılmamış olmamdı. Bu iğrenç adamlar tarafından alıkonulacağımı bilemezdim. Eğer bilseydim sarılıp öyle çıkardım evden. 

Benim tek bir amacım vardı oda sarı saçlı kadın hakkında bir ize rastlayabilmekti. Bir ize rastlamamış direk kendisine rastlamıştım. Olsun, pişman değilim. En azından bu yolda Asaf'ları kurtarmıştım. Sekiz yaşındaki o çocuğun yaptığını yapmamış kurtarmıştım onları.

Asaf şu an şu kapıyı açıp girer miydi bilmiyorum fakat istiyordum. Son kez görmek istiyordum onu. Sonra ölebilirdim. Ama bu şekilde görmek de istemiyordum. 

Enkaz altındaydım. Ve kurtarılmak istemiyordum. 

"Gündoğdu, hep uyandık.                                                                                                                            Siperlere dayandık." 

Gözlerim büyüdü. Bu da neyin nesiydi? 

Gözümden birer birer yaşlar düşmeye başladığında Asaf'ların geldiğini anlamıştım. Sesler kulağımın birinden girip diğerinden çıkıyordur. Günlerdir tuttuğum yaşlar bardaktan boşalan su misali akmaya başladı. 

Gündoğdu Marşı ile gelmişlerdi. Çok güzel gelmişlerdi ama hemen geri gitmeleri gerekiyordu. 

"Türk'ün asker olduğunu dünyalara duyurdu."

Kulaklarım duyu yetkisini kazandığında marşın bazı yerlerini söylediklerini ve geçtiklerini anımsadım. Yetmezmiş gibi araya bir de silah sesleri karışıyordu. Silah sesini bastırmak için seslerini her defasında yükseltiyorlardı. 

Silah sesleri kesildiğinde, "Buradayım!" diye bağırdım. 

Deponun kapısı açıldığında Asaf önde olmak üzere tüm tim içeriye girmişti. Ellerinde tuttukları silahlar ile herkes bir yöne dönse de Asaf elindeki silahı yere indirmiş bana bakıyordu. Ağlamam şiddetlendiği konuşmam ve onları buradan göndermem gerektiğini biliyordum. 

Ersin silahını doğrulttuğu yerden ayırmadan göz ucuyla bana baktı. "Yenge, normalde operasyonlarda çok sessiz hareket ederiz. Ama sen bir anda silah sesi duyup korkma diye komutanım marş söyleyerek çatışmaya girmemiz gerektiğini buyurdu. Korkmadın değil mi?" 

Asaf'ın gözünün içine bakıyordum. Yerinde mıhlanmıştı. Ne bir şey söyleyebiliyor ne de hareket ediyordu. Silah sesi duysam korkmazdım ama Asaf'ın bunu düşünüp öyle hareket etmesi kalbimi yumuşacık etmişti. 

Asaf yanıma gelmek için bir adım attığında çığlık attım. "Gelme, sakın gelme. Herkes çıksın lütfen." Aklıma söylemem gereken o cümleler geldiğinde daha fazla ağlamamak için dudaklarımı ısırdım. "Yeşim ile o bar gecesinde dans ettiğin sarı saçlı kadın aynı kişiler. Adı Tuvana, şimdi çıkın buradan." 

Asaf kaşlarını çattı. Ersin bana döndüğünde içeride bulunan beş kişinin de donduğunu ama hemen toparlayıp silahlarına daha sıkı tutunduklarını gözlemledim. 

"Çıkın!" Boğazımın acımasına aldırmadım. Gözümden tekrardan yaşlar dökülmeye başladığında bu sefer tüm gücümle bağırmaya başladım. "Lütfen hemen buradan çıkın!"

Ersin elindeki silahı hafifçe yere indirip bana doğru döndü. "Niye çıkıyoruz yenge?" 

"Üzerimde," dedim nefes almaya çalışarak. "Üzerimde bomba var. Patlayacak."

Görüşüm net değildi. Bakışlarımı cekete çevirdiğimde elli saniyeden az kaldığını gördüm. Elli saniye sonra ölecektim ama yalnız sadece ben ölecektim. 

Dışarıdan bakıldığında bomba düzeneği görülmüyordu. Normal ceket olarak gözüküyordu ama bu üzerimdeki ceket değil bir bomba düzeneğiydi. 

Asaf bana doğru koşmaya başladığında ağlamam daha da şiddetlenmişti. Eren de buraya doğru koşmaya başladığında nefes alamıyordum. 

"Komutanım, kırk beş saniye kalmış." 

Nefes almaya çalıştım. "Asaf, ne olur çıkın buradan. Yalvarıyorum sana lütfen." 

Etrafı bulanık bir şekilde görmeye başladığımda Asaf önümde diz çökmüş. Yüzümü ellerinin arasına almış, alnımı da alnına yaslamıştı. 

"Seni asla bu şekilde bırakmam. Ya beraber ya da hiç." 

 Alnını geriye çektiğinde başımı eğmiş yüzüne yalvararak bakıyordum. "Lütfen Asaf, ben öleyim ama sana, size, bir şey olmasın." 

Önce burnuma sonra alnıma bir öpücük kondurdu. Bir yandan da gözyaşlarımı siliyordu. "Sana bir şey olmasına izin vermem." 

Yerden kalktığında başım hala eğikti. Burnumu çekip başımı kaldırdım. "Gidin ya gidin, Asaf lütfen bırak beni öleyim." 

"Komutanım," dedi Selim. "Ne yapıyoruz?"

"Otuz iki saniye kaldı komutanım." diye hatırlattı Altan.

Asaf bakışlarını yüzümde tuttu. "Ya bu düzeneği durduruyoruz ya da hepimiz ölüyoruz. " 

...

Bölüm sonu düşüncelerinizi çok merak ediyoruum. Nasıl buldunuz?

Asaf Ecmeli ne kadar uzak tutmaya çalışsa da o bar gecesi Tuvana'nın radarına girmiş oldu. Kitap da çok böyle şeyler olmayacak ama arada yine böyle bölümler yazmam gerekecek. Ben bu bölümü yazarken her şeyi iliklerime kadar hissederek yazdım. Marşlarla yazdım. Şu an çok duyguluyum. Dokunsanız ağlayacağım.

Ve Asaf... Senin kalbinden öperim.

Sizi de öyle. Çokça öperim. Kendinize iyi bakın. ❤


Continue Reading

You'll Also Like

346K 22.4K 23
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
7.1M 411K 84
Sevdiği çocuk yerine yanlışlıkla okulun serserisine yazan Ece, başına çok büyük bir bela aldığını fark ettiği an onu engeller. Fakat her şey için ço...
1.1M 15.9K 39
Aşık olduğu adamın evleneceğini öğrenen Mavi, çareyi en yakın kız arkadaşında bulur. Düğüne kısa bir süre kala acilen bir plan yapmaları gerekmektedi...
YUVA By _twclr

Teen Fiction

896K 43.5K 50
Amelya 20 yıl sonra aslında ailesinin gerçek olmadığını intikam için bebeklerin karıştırılmasına nasıl bir tepki verecek gelin hep birlikte okuyup öğ...