Prudence, just like an étoile

By obsidiyensever

17.4K 2K 2.1K

Adım Prudence'tı. Fındıklı çikolataya bayılır, sade sütten nefret eder, limonlu dondurma için gözüm kapalı ci... More

1. bölüm: beklenmedik eşleşme
2. bölüm: küçük, ufacık bir sır ve luke hemmings
3. bölüm: monterey lisesi dedikoduları
4. bölüm: açık pencere
5. bölüm: işe yaramayan şeyler
6. bölüm: del monte sahili
7. bölüm: bayan stiles'ın sebep oldukları
8. bölüm: hikâyedeki eksik
9. bölüm: jane austen
10. bölüm: bazı değişiklikler
11. bölüm: son gece
12. bölüm: tuhaflıklarla dolu bir piknik
13. bölüm: keşke
14. bölüm: fark etmemek ya da edememek
15. bölüm: tek gerçek dil
16. bölüm: bir ses
17. bölüm: umulmayan olaylar silsilesi
18. bölüm: mahvediş ve mahvoluş
19. bölüm: kabahatin cezası
21. bölüm: gerçeği şuursuzca inkâr eden bir alık
22. bölüm: gözde basketbol oyuncuları
23. bölüm / 1. kısım: son hak
23. bölüm / 2. kısım: aşkın dayanılmaz ağırlığı
24. bölüm: tuzlu deniz kokusu

20. bölüm: seth'in amacı

485 63 92
By obsidiyensever

Dolabımdan Tarih kitabımı çıkarırken, gözlerim istemsizce yağmur damlalarının sertçe vurduğu pencereye takıldı. Bu sabahtan beri çılgınlar gibi yağmur yağıyordu ve yağmurun altında ıslanma fikrine karşı koymak benim için giderek zorlaşmaya başlamıştı. Hemen şimdi koşarak dışarı çıkmak, sırılsıklam olana kadar bahçede dolanmak, su birikintilerinin üstünde zıplayıp her yere su sıçratmak istiyordum. İşin garip tarafı, en son ne zaman böyle bir şey istediğimi hatırlayamıyordum bile. Yıllardır ebeveynlerimin tembihleriyle yaşamaya o kadar alışmıştım ki, o tembihlerin yavaş yavaş gerçeklerim olmasına engel olamamıştım. Küçükken yağmurda ıslanmaya bayılırdım, ama annem ne zaman yağmur yağsa elime bir şemsiye tutuşturmuş, ıslanırsam hasta olacağımı söylemişti bana. Böylece bir süre sonra, o şemsiyeyi annem vermeden ben alır olmuştum.

Düşüncelerime iç geçirip Tarih kitabımı göğsüme bastırdım. Tam dolabımı kapatmak üzereydim ki, biri sağ tarafıma durup omzunu benimkinin hemen yanındaki dolaba yasladı. Başımı çevirip baktığımda Seth ile göz göze geldim. Açıkçası bu beni şaşırtmadı desem yalan söylemiş olurdum, çünkü en son konuşmamızdan –ki buna benim onu öylece ortada bırakıp Luke'un peşinden koşmam demek daha doğru olurdu– sonra benimle bir daha asla iletişim kurmaz diye düşünüyordum. Tabii şu anki varlığı, ne kadar yanıldığımı gözler önüne seriyordu.

Seth bir süre bana öylece baktıktan sonra, "Aklıma takılan bir şey var," dedi birden.

Konuşmaya giriş şekli beni afallatmıştı, bu yüzden ağzımı açıp herhangi bir şey söyleyebilmem biraz zamanımı aldı. "Nedir?"

Kelimeler ağzından hızlıca döküldü. "O günden sonra Luke ile hiç konuştun mu?"

Kafam karışmış bir şekilde ona baktım. Neden şimdi bana böyle bir soruyla gelmiş olduğun hiç mi hiç anlayamamıştım. Aklında ne vardı?

"Prudence," dedi yavaşça, "sadece cevap ver, olur mu? Sonrasında seni rahat bırakacağım."

"Ben sadece... Neden böyle bir şey sorduğunu anlayamadım."

Omuz silkti. "Merak."

Bu bana yeterli bir sebep gibi görünmedi, ama yine de sorusuna cevap verdim. "Hayır, konuşmadım."

Kaşları daha da çatıldı. "Hiç mi?"

Yüzümü buruşturdum. "Hiç."

Seth başka bir cevap duymayı bekliyormuş gibi şaşkın görünüyordu. "Yanlış anlamak istemediğim için bir soru daha soracağım. Okul dışında bir yerde de konuşmadınız, değil mi?"

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Yok, konuşmadık."

"O zaman ona yanlış anladığı şeylerin aslını ne zaman açıkladın?"

"Açıklamadım." Sesim benim bile zar zor duyabileceğim kadar kısık çıkmıştı. "Açıklayamadım."

"İnanılmaz," dedi hayretle. "Gerçekten inanılmaz."

Ne diyeceğimi bilemedim. Açıkçası bazı zamanlar ben de bunun inanılmaz olduğunu düşünüyordum. Keşke Luke beni dinlememek için bunca çaba sarf edeceğine, sadece bir kez dinlemiş olsaydı. Belki en azından o zaman her şey şimdi olduğu kadar berbat olmazdı.

"Neyse," dedi Seth, beni düşüncelerimden uzaklaştırarak. "Sorularımı cevapladığın için teşekkür ederim."

Ben ona hiçbir şey anlamadığımı belirten gözlerle bakarken, "Sonra görüşürüz," dedi ve elini kaldırıp bana hafifçe el salladı. O yanımdan hızla uzaklaşırken bakışlarım hâlâ üzerindeydi. Bir süre arkasından baktıktan sonra başımı önüme çevirdim. Kafam oldukça karışmıştı. Seth'in bana boşu boşuna böyle sorular sormayacağından emindim. Altında mutlaka bir sebep olmalıydı, ama ne? Aklıma hiçbir şey gelmiyordu.

Ofladım ve Seth'i gördükten sonra kapatmayı unuttuğum dolabımı kapattım. Zihnimde kocaman soru işaretleri vardı. Tabii ders zili çaldığında her şeyi boş vermekte karar kılarak kendimi Tarih sınıfına attım. Kitabımı yavaşça sıranın üstüne koyup yerime otururken keşke Britney Spears'ın Baby One More Time klibinin içinde olsam diye düşünüyordum.

Kendi kendime şarkıyı mırıldanmaya başladığımda, sınıf neredeyse dolmuştu. Birkaç kişi daha sınıfa girip yerlerine oturdu ve en sonunda sadece tek bir sıra boş kaldı: Tam arkamdaki, Hazel'ın sırası. Hazel bazı derslere kasıtlı olarak geç kalırdı. Bunu bildiğimden sessizce şarkımı söylemeye devam ettim. Ta ki Tarih öğretmeni aheste aheste sınıfa adımını atıncaya kadar...

Bay Nelson hiç vakit kaybetmeden ilgimi azıcık bile çekmeyen bir şeyler hakkında öğrencilerle sohbet etmeye başladığında kollarımı masanın üstüne koydum, istemiyor olsam da konuşulanları dinledim. Beş dakika ya geçti, ya geçmedi, kapı birden açıldı ve içeri Hazel girdi. Onu görmek içimin sıkıntısının bir nebze olsun kaybolmasını sağladı, ama sonra yüzündeki ifade dikkatimi çekti. Ne olduğunu çözemedim ve öğrenmek için arkama oturmasını beklemek zorunda kaldım.

Hazel Bay Nelson'dan hızlıca özür dileyip arkama otururken, "Az önce ne gördüğüme inanamazsın," dedi sessizce.

Omzumun üstünden ona baktım. "Ne gördün?"

Kimsenin konuşmamıza kulak misafiri olmadığından emin olmak için etrafına bakındıktan sonra bana doğru eğildi. "Luke ve Seth'i... Birlikte boş Matematik sınıfına girdiler."

Gözlerim kocaman açıldı. "Ne?"

"Evet, biliyorum," dedi şaşkın şaşkın. "Çok acayip."

Birden her şeyin mahvolduğu gün Seth'in bana söyledikleri geldi aklıma. Luke'a her şeyi açıklamanda sana yardımcı olabilirim, tüm suçun benim olduğunu söyleyebilirim demişti. Zihnim bu iki şey arasında hız kesmeden bir bağlantı kurdu ve bir sonuca vardı. Sonuç öyle tesirliydi ki, gözlerimin önünde şimşekler çaktı sanki.

Artık Seth'in bana neden o soruları sorduğunu biliyordum. Sormuştu, çünkü Luke ile konuşmak istiyordu. Muhtemelen bunca zamandır onun peşinde dolandığımın ve ona söylediğim hiçbir şeyi dinletemediğimin farkındaydı ve aramıza girmeden önce benim ona ne anlatıp anlatmadığımdan emin olmak istemişti. Benim için bir şeyleri düzeltmeye çalışıyordu. Ve nasıl yapmıştı bilmiyorum, ama Luke'u kendisiyle konuşmaya ikna etmişti. Hem de bunun için benim kadar uğraşması bile gerekmemişti.

Hızla elimi kaldırdım. "Bay Nelson, acilen tuvalete gitmeliyim!"

Bir anda herkesin bakışları bana döndü. Hazel beni dürtükleyip, "Ne yapmaya çalışıyorsun?" diye sorarken gözlerim Bay Nelson'daydı. Tüm dikkatim ona vermiş, onayını beklediğim için Hazel'ın sorusuna cevap veremedim. Bay Nelson, tuvalete gitmek istediğimi bu denli yoğun bir coşkuyla dile getirmeme şaşırmış olsa gerek, bana izin vermesi biraz zaman aldı.

"Tabii," dedi, bana yıllar gibi gelen bir sessizliğin ardından. "Git."

İzni alır almaz ayağa fırladım. Kendimi nasıl sınıftan dışarı attım, nasıl matematik sınıfına kadar gittim bilmiyorum. Tek bildiğim performansımın beni nefes nefese bırakmış olduğuydu.

Sınıfa yaklaşmadan önce bir süre boş koridorda nefes alışverişlerimi düzenlemeye çalıştım. Yeterince başarılı olduğumu düşündüğümde, yavaşça sınıfın kapısına doğru ilerledim. İçim, merak ve tedirginliğin getirmiş olduğu yoğun bir heyecanla doluydu. Sessiz adımlar atmaya, dikkat çekecek herhangi bir ses çıkarmamaya çalışıyordum, çünkü her şeyden önce ne konuştuklarını duymak istiyordum. Beni fark ederlerse bunu yapamazdım.

Henüz tam olarak kapıya yaklaşmamıştım ki, içeriden gelen sesleri duydum. Hem bunun, hem de birden hızlanarak sesini kulaklarımda duymaya başladığım kalp atışlarım yüzünden kimin ne dediğini anlayabilmem mümkün olmadı.

Kapının önüne kadar gelmeyi başardığımda, seçebildiğim ilk ses Seth'inki oldu. "Neden anlamak istemiyorsun," diyordu, "onun hiçbir suçu yok."

Sanırım konuşmanın önemli bir kısmını kaçırmıştım. O kısmı ne kadar merak etsem de, dikkatim hâlâ şu an konuşulanlardaydı. Nefesimi tutarak Luke'un da bir şeyler söylemesini bekledim, ama o sessiz kaldı.

"Seni gerçekten seviyor," diye konuşmaya devam etti Seth. "Bunu göremiyor musun? Sen onunla konuşmamaya devam ettikçe daha da kötü oluyor. Koridorlarda sanki bir hayaletmiş gibi geziyor, gözleri sürekli bir yerlere dalıyor, Hazel ile bile doğru düzgün konuşmuyor."

Vay canına... Seth'in söyledikleri kulağa ne kadar da acınası geliyordu. İşin kötü tarafı, bunların hepsinin doğru olmasıydı.

"Boşuna dil döküyorsun," dedi Luke, soğuk bir sesle. Sonunda konuşmuştu. "Senin söylediğin hiçbir şey bu durumu düzeltmeyecek."

Sonunda sesini duymuş olmak ne kadar heyecan vericiydiyse, söyledikleri de o kadar acı vericiydi.

"Ben öyle düşünmüyorum," diye karşılık verdi Seth. "Bence içten içe Prudence'ın suçsuz olduğunu biliyorsun ve ikna olmak istiyorsun. Seni ikna etmemi istiyorsun. Aksi takdirde benimle konuşmayı asla kabul etmezdin."

"Seninle konuşmayı kabul etmemin tek sebebi kimse görmüyorken yüzüne bir tane yapıştırmak istemem."

"Durma," dedi Seth, alaycı bir sesle. "Vur bana. Her şeyi berbat ettiğim için bunu hak ediyorum zaten. Ama bazı şeyleri kafanda netleştirmelisin. Mesela bir şeylere ikna edilmene gerek yok, çünkü kimsenin gerçeklere ikna edilmesi gerekmez. Prudence'ın sana olan sevgisi de, suçsuz olduğu da bir gerçek."

"Kime göre, neye göre?"

"Sana her şeyi anlattım, bu göreceli bir şey değil. Bütün suç benim, çünkü istemediğini bildiğim halde ona gittim. Benimle açıkça konuşmuştu, ama yine de bana el uzatmasını istedim."

Luke konuştuğunda sesi buz gibiydi. "Sana inanmak için hiçbir sebebim yok."

"Zaten bana inanman gerekmiyor," dedi Seth. "Ona inanman gerekiyor. Prudence, bu olay olduğundan beri Still Loving You şarkısı ondan ilham alınarak, senin için yazılmış gibi davranıyor. Bu bile yeterince ikna edici değil mi senin için?"

Seth'in ne demek istediğini anlayamadım, ama sanırım Luke anlamıştı, çünkü, "Bu hiçbir şeyi değiştirmez," dedi aynı soğuklukla.

Seth onu duymazdan geldi. "Seni her şeyi farklı yapmış olmak isteyecek kadar seviyor."

Luke kısa bir sessizliğinden ardından, "Umurumda değil," dedi. Bu iki kelime canımı o kadar acıttı ki, içimde ona karşı beslediğim tüm sevgi bir gülmüş gibi kurudu sanki. Benden nasıl bu kadar nefret edebilmişti, aklım almıyordu. Yaptığım şeylerin arkasında durmuyor, yanlış olduğunu biliyordum, ama bu kadarını da hak ediyor muydum gerçekten? Seth ona her şeyi anlattığını söylemişti. Gerçekleri bilmesi bile tavrında herhangi bir değişiklik yaratmıyor muydu cidden?

Daha önce beni görmelerini engelleyen kapının ardına geçmeyi hiç düşünmemiştim, ama bir anda bu, yapılabilecek en mantıklı şey gibi geldi bana. Luke'un beni görmesi gerekiyordu. Beni bunca zamandır görmezden gelmiş olabilirdi, ama bu sefer bir şeylerin farklı olması gerekiyordu.

Güçlü bir kararlılıkla elimi uzatıp kapı kolunu tuttum. Kapıyı açarken aklımda Luke'a söylemek istediğim tek bir şey vardı. Bunun tasarısıyla girdim içeri. Ve kapıdaki hareketliliği fark ettiklerinde anında ikisinin de bakışları bana çevrildi. Ama benim gözlerim sadece birinin üzerindeydi.

Kapıyı arkamdan kapatıp onlara doğru birkaç adım attım. Luke beni gördüğüne oldukça şaşırmışa benziyordu, ama kısa sürede toparlandı, ifadesi donuklaştı. Sanki beni hiç tanımıyormuş gibi baktı bana. Sanki bir yabancıymışım gibi...

Bunun beni etkilemesine izin vermedim. "Gerçekten mi?" diye sordum gözlerimi gözlerinden bir saniye olsun ayırmadan. "Gerçekten seni sevmem umurunda değil mi?"

Luke başını çevirip Seth'e öfkeli bir bakış attı. "Ona benimle konuşacağını söylemediğini sanıyordum."

"Zaten söylemedim," dedi Seth, dikkatle bana bakıyordu.

Üstünde durmak istediğim asıl konu bu olmadığı için, "Hazel sizi görmüş," diye duruma bir açıklık getirdim. "Bana o söyledi."

Luke tekrar bana bakınca bakışlarımız buluştu. Yüzündeki sert ifade arkama bile bakmadan burayı terk etmek istememe sebep olsa da, kalıp konuşmaya devam ettim. "Sana bir soru sordum Luke."

"Az önce cevabımı duymuştun," dedi acımasızca. "Yalan söylemiyordum."

O an, kelimenin tam anlamıyla paramparça oldum. Bana bunca zamandır kötü tek bir kelime bile etmemiş Luke Hemmings, şimdi karşıma geçmiş sevgimi umursamadığını kabul ediyordu. Yüzünden eksik olmayan nahif gülümsemesinin tamamen yok olması bile durumun ne kadar korkunç olduğunu açıklamaya yeterdi ve beni berbat hissettiriyordu.

"Tanrı aşkına," diye araya girdi Seth, tepkisi Luke'aydı. "Sana her şeyi anlatmama rağmen hâlâ nasıl bu kadar katı yürekli olabiliyorsun?"

"Sana ne oluyor ki?" Luke, Seth'e her an üstüne atlayabilecekmiş gibi baktı. "Neden onunla olmam için bir şeyler yapmaya çalışıyorsun? Sonuçta onu kendine istemiyor musun?"

Ağzım hayretle aralandı. Bu da neydi şimdi? O da mı Hazel gibi Seth'in bana karşı bir şeyler hissettiğini düşünüyordu?

Tanrım! Şu an olup biten her şey tatsız bir şaka gibiydi. İşin inanılmaz tarafı, Seth hiçbir şeyi inkâr etmedi. "Ben sadece onun mutlu olmasını istiyorum," dedi yüzünde sert, ama samimi bir ifadeyle. "Mutlu olmak için sana ihtiyaç duyduğu ortada."

Luke alayla güldü. "Ne kadar soylu bir davranış... İçinden onu asıl hak edenin sen olduğunu düşündüğüne yemin edebilirim."

"Belki de ediyorumdur," dedi Seth, Luke'a dik dik bakarak. Yüzündeki ifade, ne kadar sinirlenmiş olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. "Ona her şeyi açıklaması için fırsat bile vermemiş, onu dinlememişsin. Seninle gelmiş ben konuşuyorum, bu sefer dinlesen de anlamıyorsun. Bu da yetmezmiş gibi kızın karşısına geçmiş, sevgisini umursamadığını söylüyorsun." Gözleri alev saçıyordu sanki. "Siktiğimin aptalı! Onu tabii ki hak etmiyorsun!"

"Buna sen mi karar veriyorsun?" Luke en az Seth kadar öfkeli görünüyordu. "Madem bu kadar önemliydi Prudence'ın mutlu olması, neden seni istemediğini bile bile gittin ona? Karşıma geçmiş beni yargılıyorsun, ama benden iyi olduğunu iddia edebilir misin? Bencil herifin tekisin!"

Seth'in yüzü çarpıldı sanki. "Başka ne yapabilirim bilemedim!"

"Benim annem öldü," dedi Luke, sanki ona meydan okuyormuş gibi, "ama kimseden yardım istemedim. Ne kadar ihtiyacım olsa da, beni istemeyen bir kızın yardımını da istemezdim."

Seth'in dudakları ince bir çizgi halini aldı. "Demek ki ben senin kadar güçlü değilim, ama olay zaten ben değilim." Derin bir nefes alıp verdi. Az önce ne kadar öfkeliydiyse, şimdi de o kadar bitap görünüyordu. "O seni istiyor. Benim ne düşündüğümün, ne olduğumun bir önemi yok."

"Artık hiçbir şeyin önemi yok," dedi Luke ve bakışlarını bana çevirdi. "Onu bu kadar çok mu istiyorsun?" Şu an bana bakıyor olabilirdi, ama hâlâ Seth ile konuşuyordu. "Ben aradan çekiliyorum, senin olsun."

Boş boş baktım ona. Eğer bunca zamandır birlikte vakit geçirdiğim insan o ise, şu an baktığım adam kimdi, bilmiyordum. Onu tanıyormuş gibi hissetmiyordum. Belki de en başından beri onu tanıyamamıştım, kim bilir?

Luke yanımdan geçip giderek beni arkasında bırakırken, ne dönüp ona baktım, ne de onu durdurmaya çalıştım. Çünkü artık Hazel'ın haklı olduğunu düşünüyordum; Luke, onun için daha fazla mücadele etmemi hak etmiyordu. Bu kararlılık o kadar güçlüydü ki, içimdeki bütün kötü hislere baskın geldi.

Sanırım artık Bella Swan gibi davranmaya bir son vermemin zamanı gelmişti, çünkü görünüşe bakılırsa benim Edward Cullen'ım ne yaparsam yapayım hiçbir zaman bana geri dönmeyecekti.


Eveeeeeeeet,

ne düşünüyorsunuz???

bu arada şey... üzül(mey)erek söylüyorum ki, bir süre bölümlerde luke'u göremeyebilirsiniz ^-^

YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMMM!!!

Continue Reading