Aşka Tapanlar

By SadeceYildizlar

1.1M 30.5K 3K

Kadın ölümdü, Adam ise ölü. • • • NOT: Olaylar ve kişiler tamamen hayal ürünü olup bir distopya kaleme... More

Okumadan Önce;
Önemli gibi gibi!
A.T.▪ 00: Önsöz
A.T.▪ 01 : Sırça Kader
A.T.▪ 02 : Tanrı Parçacıkları Ve Polemos
A.T.▪ 03:"Vah Vah! O Da Mı Öğrenciymiş?"
A.T.▪ 04: "Asla Pes Etmez."
A.T.▪ 05: Ivan Androviç
A.T.▪ 06: Ivan Androviç'in Evinde
A.T.▪ 07 : Ölmek Zamanı
A.T.▪ 08 : SIFIR (The Zero)
A.T.▪ 09 : Savaş Ve Adras'ın Hikayesi
A.T.▪ 10 : Güvercin
A.T.▪ 11 : Kırılmaz Duvarlar
A.T.▪ 13 : Yalnız
A.T.▪ 14 : Onlar
A.T.▪ 15 : Konuşma
A.T.▪ 16 : Tehdit Unsuru
A.T.▪ 17 : "Sessizlik Ve Çığlık. Susmak Ve Küfretmek."
A.T.▪ 18 : "İyi Uykular Tanrım."
A.T.▪ 19 :Güneşe Gömülenler, Ayı Selamlarlar.
A.T.▪ 20 :"Onlar, Fırtınayla Savaştılar, Eşit Olmayan Savaşta!"
A.T.▪ 21 :"Savaş ve Soykırım"
A.T.▪ 22 : Arka Perde
A.T.▪ 23 : "Trajikomedi Müptelası"
A.T.▪ 24 : Günlükler - Savaş York
A.T.▪ 25 : Günlükler - Arda Boğan
A.T.▪ 26: "Yanan Kar Kristalleri"
A.T.▪ 27 : "Sonsuza dek yoldaş"
A.T.▪ 28 : EAS
A.T.▪ 29 : Erkek Kadına Dedi Ki
A.T.▪ 30 : Amen
A.T.▪ 31 : "Hayalet"
A.T.▪ 32:"Ey Özgürlük!"
A.T.▪ 33: "Edamızdaki dünya."
A.T.▪ 34 : "İşbirliği"
A.T.▪ 35: "Kan Kokan Hayaller Havuzu"
A.T.▪ 36:"Nefes Molası-Milattan Önce"
A.T.▪ 37:"Milat"
A.T.▪ 38:"Milattan Sonra"
A.T.▪ 39:"Son Darbe"
A.T.▪ 40: Dünyayı Güzellik Kurtacak
- Son Söz -
|Teşekkür|

A.T.▪ 12 : Sizden Biri

14.5K 598 56
By SadeceYildizlar

BÖLÜM 12 - Sizden Biri

Savaş kızgındı ve evet bende öyleydim.

Sadece istediğim şeyi söylemiştim, neden bu denli büyük bir tepki vermesi gerekiyordu ki?

"Sana söyledim." Dedim gözlerine bakarken. Ah, gözleri, kocaman açılmış ham petrol kuyuları gibi beni içlerine çekiyorlardı. Kuzguni bukleler yer çekimine karşı koyamayarak beyaz alnına dökülüyordu. Çenesi kasılmış yüz hatları sertleşmişti. Alnında bir damar belirginleşmiş, dudakları ince bir çizgi halini almıştı.

"Bende sana söyledim." Dedi, öfkeden dolayı soğumuş sesi ile. "Bunu istemezsin."

Kaşlarım çatıldı. "Eğer bunu istemeseydim, söylemezdim, Savaş." Ayağa kalkıp tam önümde durdu ve bana tehlikeli bir bakış attı.

"Olmaz."

"Bunu sana sormadım ki!" Ellerimi iki yana açarak ona baktım. "Tanrım, sadece bir şeyler yapmak istiyorum." Gözlerindeki ifade değişmedi fakat yüzü artık daha rahattı.

"Olmaz." Dediğinde ona sadece bezgince baktım.

"Hadi ama," dedim. "Buna sen karar veremezsin." Kaşlarını alayla kaldırdığında olduğum yerde tepinmek istedim. Evet, bir ilk okul öğrencisi gibi tepinmek istedim. Gözlerini hafifçe kısıp bana doğru bir adım attı.

"Gerçekten mi? Karar verdim bile ve kararım; olmaz." Öfkeden dolayı burun ve kulaklarımdan ateşler çıkarabileceğimi düşündüm fakat bu fikirden hemen vazgeçtim.

"Beni durduramazsın."

"Denemek ister misin?" Ona bezgin bir bakış atıp gözlerimi devirdim ve ayağa kalktım. Şimdi onun bir kol boyu mesafesinde duruyor ve gözlerine içimdeki tüm kararlılık duygusunu yansıtabilmeyi umut ediyordum.

"Evet." Diye fısıldadım. "Denemek isterim." Savaş'ın dudağının bir köşesi yukarıya kıvrıldı ve ben daha da öfkelendiğimi hissettim.

"Başım zaten belada değil mi, Savaş? Daha da belaya girmesini kim umursar?"

"Dur bir düşünelim..." Dedi gözleri parıldarken. Mutluluktan parıldadığını düşünmek fazla iyimser olurdu. "Ailen. Annen, baban, Arda... Arkadaşların. Ve, ben." Bir süre durdu. "Ve seni tanıyan herkes." Kirpiklerimi kaldırıp ona baktım. Bunları gerçekten söylemesi gerekmiyordu fakat bana değil vicdanıma hitap ediyordu ve vicdanım bu aralar önüne çıkan her engelde yere oturup bir bebek gibi ağlamayı huy edinmişti. Derin bir nefes aldım ve görünmeyen göz bebeklerine baktım.

Bir yerde hiçbir insanın siyah gözlü olmadığını okumuştum fakat ya bu tamamen yalandı, ya da Savaş özel bir istisnaydı.

İkinci seçeneği makul görüp kendimi toparlamaya çalıştım. Gözleri kelimenin tam anlamıyla küçük derin kuyular gibiydi ve beni içine çekiyordu.

"Beni anlarlar." Dedim ısrarla. Başını iki yana sallarken hala öfkeliydi fakat oldukça kontrollü olmak konusunda bir harikaydı.

"Seni anladıkları için bunu yapmanı istemezler. Bende istemem. Bunun için istemiyorum."

Hiçbir şey söylemedim. Yalnızca ona baktım; gözlerindeki titreşimi görebiliyordum. Rahat bir nefes verdim ve onu dinledim dinledim. Konuyu değiştirmeye çalışıyordu fakat seçtiği konu tam isabetti.

"Konuşman için bir metin hazırladım." Dedi. Gözlerim büyüdü, duyduğuma inanamadım. Elime aldım ve uzattığı kağıdı inceledim. Ona sadece bakabildim.

Kalbimin ilk defa ona bakarken bu denli hızlı attığını fark ediyordum. Dudaklarının gerçek olamayacak pembeliği ve keskinliği karşısında nutkumun tutulduğunu da ilk defa keşfetmiştim. Gözlerimi, kendimi zorlayarak gözlerine çıkardım ve gözlerinin gözlerime değdiğini hissettim.

Baştan ayağa ürperdim.

Ona ilk defa bu kadar yoğun bakıyordum ve gözlerindeki o kuzguni parıltılar beni benden alıyordu. Gökyüzündeki yıldızlar gibiydi, gözlerindeki o küçük parıltılar. Bir görünüp bir kayboluyordu. Göz açıp kapayıncaya dek her yerini karanlık boğuyordu gözlerinin veya yıldızlı bir gece kadar ışıl ışıl ve saf oluyordu bakışları.

"Teşekkür ederim." Diye fısıldadım içimi kasıp kavuran onca duygunun yoğunluğu nedeniyle boğuklaşan sesimle. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdı ardından başını salladı.

"Bunun için teşekkür etmene gerek yok, Elit. Ben..." Ona cümlesini bitirme izini vermeden öne atılıp kollarımı boynuna doladım ve gözlerimi sımsıkı kapatıp sıcaklığıyla harmanlanmış kokusunu içime çektim. "Teşekkür ederim." Diye fısıldadım tekrar. Defalarca tekrarladım ve o defalarca buna gerek olmadığını söyledi bana. Buna gerek vardı. Buna öyle gerek vardı ki...

Kollarını bedenime sarmış sımsıkı sarılmıştı bana ve o anda o kadar küçük, o kadar güvende hissettim ki, kendimi, şaşırdım.

Şaşırdım çünkü Çağan'dan başka kimsede kendimi güvende hissetmezdim.

Ve o bana yalan söylemişti. Tek güvendiğim, bana yalan söylemiş, beni kandırmıştı hemde defalarca. Boğazım düğümlenirken geri çekildim ve aramızda buruşan kağıtlara minnetle baktım.

"Savaş sen..." Diye mırıldandım kafamı kaldırdığımda. Amacım başka bir şey söylemekti fakat istemsizce döküldü kelime dudaklarımdan.

"Mükemmelsin." Bunun üzerine gülümseyip yavaşça bir nefes aldı. Gözlerimi kapattım ve sadece anın tadını çıkardım. "Sende öyle." Diye fısıldayınca gözlerimi açıp gözlerine baktım. Parlıyorlardı. O küçük yıldızlar tekrar göstermişlerdi kendilerini. "Mükemmelsin." Kalp atışlarımı duyabilirken küçük bir gülümseme ile gerildi dudaklarım.

"Bu harika." Diye mırıldandım, değiştirdiği konuya geri dönerek. "Bu harika çünkü bu mükemmelliğe ihtiyacım var. Bana izin ver, Savaş. İzin ver, istediğim gibi hareket edeyim. Beni onlar ile tanıştır. Yemin ederim eğer beni istemezlerse, ağzımı açmam." Gözlerine umutla baktım. İlk defa yalvarmaya benzer bir cümle kurmuştum ve bu kendimden iğrenmeme neden oldu. Yüzümü buruşturdum ve Savaş bunu fark etti.

Nasıl hissettiğimi tahmin etti ve gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. Aldığı nefes alnındaki saçları uçuşturdu.

"Bilmiyorum, Elit." Dedi gözlerini açtığında. Bağırmamak için dudağımı ısırıp ona baktım. Gözleri birkaç saniye yüzümü arşınladı ve elimin altındaki kalbinin hızlı atışları beni rahatlattı.

"Savaş..."

"Tamam." Ona şaşkınlıkla baktım. Birden doğruldu ve ben gözlerindeki sinsi ışıltıyı gördükten hemen sonra gülümsedi.

"Seni biri ile tanıştıracağım ve eğer o onay verirse... O zaman, tamam."

Olduğum yerde tepinmek istiyordum fakat bu sefer yaşadığım duygu apayrıydı ve gülümsüyordum.

"Bu çok kolay oldu." Dedim heyecanımı gizlemeye çalışmadan gözlerine bakarken. "Bir karşılığı var mı?" Gözlerini kısıp birkaç saniye düşündü.

"Hayır, yok." Dedi ardından. Gözlerim şaşkınlıkla büyürken onun gerçekten mükemmel olduğunu düşündüm ve bu, istemsiz bir şekilde dile getirilmiş basit bir sözcük değildi; doğruydu. Ona gülümsedim ve kendimi ona tekrar sarılmamaya zorladım.

* * *

Elimdeki kağıtları karıştırırken sandalyemde geriye yaslandım ve dudaklarımı büzüp masamın üzerindeki kahve bardağıma uzandım.

Güzel ve düzenli el yazısına bakarken yavaşça gülümsedim, benim için bu kadar şey düşünmesi hoşuma gidiyordu. Saate baktım sonra, yediye sadece beş dakika kalmıştı ve annem ile babam hala gelmemişti. Endişe ile dudaklarımı dişlerken zil çaldı ve ben döner sandalyeden adeta zıplayarak kapıya koştum.

Anne ve babama konuşma metnini baştan sona okuyacak ve sevinçten yerimde tepinecektim. Alt kalt komşularımız olan Yeşim ve onun lüzumsuz kocası tarafından herhangi bir şikayet gelmeyeceğini biliyordum çünkü söz konusu 'lüzumsuz koca' uzaklaştırma emri ile artık burada kalmıyordu. Boşanma davası açılmıştı ve bunun için oldukça huzurluydum. Yeşim ve bebeği daha sağlıklı ve insani şartlarda yaşayabileceklerdi.

Gülümseyerek kapıyı açtım fakat Arda'nın öfkeli yüzünü görmemle gülümsemem yüzümde dondu. Öfkeyle içeriye girdi ve ayakkabılarını sinirle çıkardıktan sonra kapıyı kapatıp kolumu kavradı, beni salona çekiştirdi.

O kadar şaşırmıştım ki, ağzımı açıp tek bir söz bile söyleyemedim.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun!" Diye tısladı dişlerinin arasından. Ona şaşkınlıkla bakarken yutkundum. "Şey, metnimi düzenliyordum." Dedim, boğazım kururken. Onu gerçekten hiç bu kadar öfkeli görmemiştim ki, o normal öfkeli haliyle bile koca bir devi andırırdı.

Ah, bir devin öfkeyle yüzüme bakmasının hoşuma gideceğini sanmıyordum. Kolumu ondan kurtarmaya çalıştım fakat buna izin vermedi. Başımı yavaşça yana eğip ona baktım. Gözleri öfke ile çalkalanıyordu fakat orada, çok uzaklarda beni umutlandıran ve bu tek taraflı kavgayı sonlandırabilecek o duyguyu gördüm;

Korku.

Korkuyordu, bunu ben biliyordum fakat bunu onun bildiğinden şüpheliydim.

"Kendine gel, Arda." Diye mırıldandım. "Sen, delisin." Dedi kolumu biraz daha sıkarak. Kolumu çürüteceğini bilmeme rağmen kolumu tekrar çekmeye çabalamadım.

İşte o zaman, Arda'nın gözlerindeki korku, büyüdü ve beni de içine alan bir fırtına olup devleşti. Ne düşündüğünü bilmiyordum fakat artık bir önemi yoktu.

Onun düşündükleri, bunu değiştiremezdi ve en sevdiğim şeydi bu. Yaptığım şeyler – ne olursa olsun, bir daha değiştirilmemek üzere yapılıyordu.

Tanrım, kolum bırakması gerekiyordu.

Gözlerimi bile kırpmadan konuştum. "Savaş, daha sakin bir tepki vermişti." Diye homurdandım. "Kolumu bırak." Kesik bir nefes alıp kolumu bıraktı ve bende kolumu gözlerinin önünde ovuşturmamaya çalışarak dudağımı ısırdım. Bir adım geri gitti ve tekrar bana baktığında gözlerinde bana yabancı olan bir duygu ile karşılaştım.

"Bunu yapmanı o istedi." Dedi, "bunu yapmanı o piç kurusu istedi değil mi?" Gözlerim bilmem kaçıncı defa şaşkınlık ile büyürken, "hayır!" Diye soludum. "Bunun onunla bir ilişkisi yok, bilmiyordu bile, Arda. Sana yemin ederim bilmiyordu!" Ellerini saçlarının arasından geçirirken, "onu gebertebilirim! Sen ne yaptın peki, ha? Yumruk tokuşturup birbirinize iyi iş falan mı dediniz?"

"Aslında ona bir yumruk attım." Kaşlarını kaldırdı, "fakat şu anda konumuz bu değil."

"Ne yani, buna inanmam mı gerekiyor?" Burnumu kaşıyıp söylediğini düşündüm ardından dudaklarım acı bir gülümseme ile kıvrıldı. "Aksini mi düşünüyorsun?" Kaşlarını kaldırdı.

"Dürüst olayım mı?" Ellerimi iki yana açıp geri bıraktım. "Evet, aksini düşünüyorum." Kaşlarımı çattım. "Ne?"

"Neden ben değilde o, Elit?" Diye sordu şüphe ile. İsmimi kullanması hiç hayra alamet değildi ve bu beni de şüpheye düşürdü. "Ne demek bu, Arda, Tanrı Aşkına!" İki adım atıp aramızdaki mesafeyi kapattı.

"Sana yalvardım, Elit. Sana bana anlatman için neredeyse yalvardım. Seni bu denli yıpratan şeyin ne olduğunu öğrenmek istiyordum hemde delicesine. Peki sen ne yaptın? Bunun benim suçum olduğunu bana anlatmak yerine gidip ona anlattın." Ah, mevzunun dönüp dolaşıp aynı yere takılmasına şaşmamak gerekti. Gözlerimi kırpıştırdım. "Ben senin kardeşinim, Elit. O ise sadece... hoşlandığın bir kişi."

Güvendiğim ve sevdiğim herkes beni yaralamaya çalışıyordu. Buradan bunu mu çıkartmalıydım, yoksa sadece ona gerçekten haksızlık etmiştim ve o da sadece bunun acısını mı çıkartamaya çalışıyordu? O gece yaşananlar onun suçu değildi. Bunu ona nasıl kanıtlayacağımı bilmiyordum fakat onun suçu değildi, onu hiçbir zaman suçlamamıştım.

O sokağa girmeyi biz istemiştik, ben istemiştim. İsteseydim anne veya babamı arayabilirdim, bir taksiye binebilirdim veya bir otobüse. Yine de her ne olursa olsun, aynı şey tekrarlanabilirdi.

Arabasına bindiğim taksici beni kaçırabilirdi veya otobüs şoförünün saldırısına uğrayabilirdim bu her zaman olabilecek şeylerdi. Bunun için kensini suçlayamazdı fakat benim kendimi suçlamam gerekiyor muydu?

Arda gerçekten bunu öğrenmeyi herkesten çok istemişti ve ben bunu aynı gün içerisinde ona anlatmak yerine gidip Savaş'a anlatmıştım. Ah, ahmak kafalının tekiydim. Savaş'ın söylediği kadar aptal, Arda'nın söylediği kadar deliydim fakat ben buydum. Bunu değiştirmeye hiç çalışmamış olsam da bunu değiştiremeyeceğimi biliyordum. Yine de, gözlerine bakarken o klasik Elit tavrını takındım ve her zaman olduğum gibi, tam bir ahmak gibi cevap verdim.

"O benim erkek arkadaşım değil." Durdum.

"Sadece arkadaşım." Arda, alay edercesine burnundan soluduğunda, omuzlarına sabitlediğim bakışlarım gözlerini buldu.

"Sadece bir arkadaş..." Diye alay etti Arda. Gözlerinde gördüğüm asıl duyguları bilmesem neredeyse bunu söylerken eğlendiğini düşünecektim. "Evet yanlış hatırlamıyorsam, Çağan'da senin sadece kardeşindi. Değil mi?"

Ah, hayır. Hayır, bunu söylemiş olamazdı. Gözlerimin dolmaması için gayret göstermem gerekti. "Çık dışarı." Dedim hala gözlerine bakarken. Söylediği şeyden pişman görünüyor olabilirdi belki de pişman değildi. Bilmiyordum çünkü o anda ona baksamda, asıl gördüğüm şey o değildi.

Hiçbir şey görmüyordum. Duyduğum son şey ise... Kapının çarpılma sesi idi.

Gitmişti.

* * *

Soğuktan dolayı titreyen uzuvlarım, isyan edercesine kendisini geriye çekiyordu fakat onlara kanacak kadar aptal değildim. Sadece kafam biraz dumanlıydı, babamın sakladığı bir şişe şarabı bitirmiştim, bunu sonra düşüneceğimi söyleyip duruyordum kendime fakat o şarap, babama patronunun hediyesiydi ve babamın 'batılı alanda' ilk hediyesiydi.

Ne diyebilirdim ki, babam duyarsa çıldırırdı ve duymamasını sağlamalıydım. Elimdeki sigaranın keskin kokusu burnuma dolarken başımı geriye atıp İstanbul'un normalde sıkışık görünen fakat o anda bomboş olan sokaklarına baktım. O sokaklarda kaybolmayı o kadar çok istiyordum ki, o sokaklardan birine girecek ve bir daha geri çıkamayacaktım; imkansız bir düşünce değildi. İstanbul'un ara sokakları labirent gibiydi. O kadar büyük fakat bir o kadar da küçük bir şehirdi ki, aklım almıyordu.

Gözlerimi kapatıp bir süre sessizliği dinledim. Kendimi dinledim. İçeride telefonum çalıyordu fakat kendimi ayağa kalkamayacak kadar yorgun hissediyordum. Bugün, o kadar uzun, o kadar berabat bir gündü ki!

Boğulduğumu hissediyordum. Sanki bir bataklığa saplanmıştım ve merhametsiz toprak, beni yavaş yavaş içine çekiyordu. Hiçbir şansım yoktu, kurtulmak, nefes almak, bağırmak, ağlamak, hiçbir şey. Hiçbir şey yapma şansım yoktu. Bunlara hakkım yoktu. Bunlara hakkım yoktu çünkü adımımı atarken önümdeki bataklığı görmüştüm ve adımlarım yine de ısrarcı, yine de meraklıydı.

O adımı atarken hiç olmadığım kadar cesur ve bir o kadar korkaktım içimde. Fırtınaların en büyüğünü kalbime konuk ediyordum ve bu soluğumu kesiyordu. Nefesim havada dalgalanırken gözlerim kendiliğinden kapanıyordu; bunu engelleyemiyordum. Kaybetmiş ve kazanmıştım fakat kaybettiklerim her zaman kazandıklarımdan daha çok etkiliyordu fani ruhumu. Sadece öylece durup sesimin çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Sanki göçük altında kalmıştım ve oksijenim giderek azalıyordu.

Tıpkı, zamanımın azaldığı gibi. Beni aramak için hiçbir girişimde bulunmayan insanlar ile çevriliydi göçük altındaki sefil bedenim. Bir damla zaman için yalvarmaktaydı, göz yaşlarım. İnsanlar, ne kadar güçsüzdü ölümün eşiğindeyken ruhları. Oysaki, ne büyüktü cesaret ve kudretleri bedenleri ayaktayken.

İstediğim tek şey boğazımdaki bu yumrunun, gözlerimdeki bu yaşların ait oldukları yere geri dönmesiydi. Tek istediğim buydu, o soğuk balkonda, sigaranın dumanı hala burnuma dolarken. Derin bir nefes çektim içime, öyle bir nefesti ki bu, görmeyen gözlerimi açmıştı sanki. Adem'in yasak meyveyi ısırması gibiydi; birden her şey gerçek rengine bürünmüş, tüm kokular canlanmış, tüm sesler işitilmişti.

Ayaklarımı uzattığım balkon demirinden aşağı indirip sandalyeyi iterek ayağa kalktım. Tüm uzuvlarım soğuk nedeniyle tutulmuştu ve benim üzerimde ceket bile yoktu, annem beni böyle görse çıldırırdı fakat o anda, annem beni görmüyordu. Pijamalarımla öylece, savunmasızca oturduğum balkon sandalyesini katlayıp duvara dayadım ve bir nefes bile çekmediğim sigarayı küllüğe bastırarak söndürdüm.

İçeriye girmek için balkon kapısını açtım ve salonun sıcaklığı isyan eden tenimi yalayıp geçerken gevşediğimi hissettim. Kapıyı kapatıp masanın üzerindeki telefonuma uzandığımda arayanın babam olduğunu gördüm. Sorun yoktu, bugün trafik nedeniyle yediyi geçmiş ve kendilerini zorla bir otele atmışlardı. Onlar adına mutluydum, kendilerine ait bir gece kazanmışlardı ve eve gelip problemli kızları ile ilgilenmek onları sadece yorardı. Yine de, onların burada olmasını istiyordum. Babama sımsıkı sarılır ve annemin kucağında uyurdum, bu sayede belki kalbime ve ruhuma çöken o apansız karanlıktan bir nebzede olsa uzaklaşmış olurdum.

Buna rağmen beni kontrol etmek için aramalarına gerek yoktu.

Telefonu tekrar masaya bırakırken bir cam kırılma sesi ile olduğum yerde sıçradım. Etrafa bakınıp neyin kırıldığını tahmin etmeye çalışırken ikinci bir ses ile adeta beynim uyuştu. Bu bir çığlıktı. Bir kadın çığlığıydı ve bu evden gelmiyordu.

Bir kat aşağıdan geliyordu. Kalbim haddini aşıp, gereğinden hızlı kan pompalamaya başladığında, nefesimin kesildiğini hissettim. Hayır.

Hayır, tekrar gelmiş olamazdı. Telefonu kapıp polisi ararken tek dileğim çok geç kalmamış olmaktı. Ardından telefonu cebime sıkıştırıp kapıyı arkamdan kapatmaya zahmet bile etmeden merdivenleri inmeye başladım. Her basamakta, korkum daha da artıyor, dualarım çoğalıyordu. Kapının önünde durduğumda sakin olmaya gayret gösterdim.

Eğer sakin olursam, beni bir tehdit olarak görmezdi ve belki de polisler gelene kadar o adamı oyalayabilirdim. Ne kadar suratına yumruğumu geçirmek istesemde, sakin olmalı ve metanetimi korumalıydım.

Kapı açıldığında, tüm o 'sakin kalma' planın suya düşeceğini biliyordum ve öyle de oldu. Yeşim'in yüzünü gördükten hemen sonra, sakin kalmanın faydasız olacağı izlenimine kapılmıştım.

Polisleri beklemenin canı cehennemeydi, tek istediğim arkadaşımı bu aşağılık adamın ellerinden çekip almaktı.

"Elit..." Dedi Yeşim adeta yalvarırcasına. "Lütfen git buradan." Başımı iki yana salladım. Önümden çekilmeyecekti biliyordum bu yüzden onu ittim ve içeriye girdim. İşte o anda arkamdan kapı kapandı ve ensemde soğuk metalin içler ürpertici varlığını hissettim. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım.

"Kaldır şu silahı, Mustafa!" Diye bağırdı, Yeşim acı içinde. Umrumda değildi. Silahın hedefi bendim ve önümde iki seçenek vardı. Ya ölecektim, ya da yaşayacak.

İkinciyi seçtim. Ah, her zamanki gibi, sınırları zorluyordum ve bundan zevk alıyordum.

"Durma." Dedim, içimdeki duygusuzluğu sesime yansıtmayı umut ederek çünkü evet, gerçek buydu. Hiçbir şey hissetmiyordum. "Vur beni. Ardından elinde silah ve üzerinde kanımla binadan çık. Askerler seni yakalar ve hapisi boylarsın." Mustafa silahı enseme biraz daha bastırırken, adeta hırladı. "Kes sesini." Omuz silkmek istedim fakat bu tehlikeliydi.

"Tamam. Sesimi kesmezsem ne yapacaksın?" Mustafa'nın delirdiğini biliyordum. Yeşim, "indir şu silahı, Mustafa, yalvarırım..." diye yalvarmaya başladı iyi olduğumu bile bile. Öfkelendiğimi hissediyordum. Yeşim'e bir daha hiçkimseye yalvarmaması gerektiğini söylemiştim fakat beni dinlemiyordu.

Bilmiyor muydu? Elimde silahım olmadığı halde ben kocasından daha tehlikeliydim. Çünkü ben öfkeli bir kadındım. Önümde hiçbir engel olmamalıydı.

Çünkü onları yıkardım.

"Bırak Yeşim." Dedim. "Bırak, vursun beni. Büyük bir ihtimalle askerlere yakalanmamak için binadan çıkmaz. Fakat yarım saat kadar az bir süre sonra aradığım polisler binaya gelir ve... PUF! Mustafa hapsi boylar." Neşeden uzak bir şekilde güldüğümde kendime şaştım. "Şöyle bir düşününce her türlü içeridesin, Mustafa." Dedim. "Bu yüzden kaybedecek bir şeyim yok ve beni vurman işime bile gelir. Hiç olmazsa Yeşim daha rahat bir hayat sürer." Bir süre durdum. Mustafa'dan ses çıkmıyordu. Nefesimi ayarlamaya çalıştım. Silahın namnusunu hala ensemde hissedebiliyordum.

Aniden döndüm ve işe yaramayacağından adım kadar emin olduğum o tekmeyi savurdum.

İşe yaramadı fakat silahın zemine düştüğünde duyulan o metalik ses, beni gülümsetti. Ellerimi iki yana açıp ona baktım. Burnundan soluyan bir boğa gibiydi nefes alış verişleri. Tanrı aşkına, sırf istediği yemeği yapmadı diye karısını döven bir adamdan korkmuyordum!

Mustafa öne yürüdü ve ben geri adım atmamak için dudağımı ısırdım. Mustafa elini kaldırdı, elini tuttum ve bu defa boştaki eliyle karın boşluğuma sert bir yumruk attı.

İçime çekmekte olduğum nefesim yarım kaldı, kesildi ve ben iki büklüm oldum. Bu acıyı biliyordum. Bir keresinde çocuklarla kovalamaca oynarken karnımın üzerine düşmüştüm ve adeta nefesim kesilmişti. Karnımdaki o sızıyı yok sayarak doğruldum ve onu ittim. Yeşim korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Ona kaçıp gitmesini söylemek için döndüğüm anda, sağ yanağımda bir yanma hissetmemle başım döndü.

Bana tokat atamazdı.

Bana yirmi küsür yıldır kimse tokat atmamıştı. Gözüm döndü. Bu hakkı kendinde nasıl bulabiliyordu? Hırsla öne atılıp yumruğumu kulağına geçirdim.

Erkekler öfkelerini almak için yüze yumruk atarlardı.

Kadınlar, zayıf nokta bulup düşmanını saf dışı bırakırlardı.

Mustafa geriledi. Gözlerinde ani şaşkınlığı ve acıyı görebiliyordum. Başının döndüğünü bildiğimden rahatça ilerledim. Amacım köşede duran silaha ulaşmaktı fakat umduğum gibi olmadı. Mustafa, ayağını öne attığında, kendi hızım ve hırsım ile yere yapıştım. Ayağa kalkmaya çalıştığımda karnıma yediğim bir tekme ile küçük bir acı nöbetine tutuldum. Yeşim'in ani çığlığı ile öfkemin arttığını hissettim.

Acıya rağmen döndüm ve Mustafa'nın bana ikinci tekmeyi atmak için havaya kalkan ayağını tutup onu aşağı doğru çektim. Üzerime düşeceği korkusu ile yana kaydım ve o tam yanıma iğrenç bir ses ile adeta yığıldı. Dikkatli baktığımda, yumruk attığım kulağından ince bir şerit halinde kan sızdığını gördüm.

Ah, bu bana tarifi imkansız bir tatmin duygusu yaşattı. Mustafa ayağa kalkmaya çalıştığında tüm acıya rağmen yan yattım ve üzerine çıkarak kalkmasını engelledim. Yüzüne bir yumruk attım.

Sonra bir tane daha. Bir tane daha, ta ki o beni devirene kadar.

Yumruğunu kaldırdı, ona bu zevki yaşatmamak adına çevirdiğim başım sayesinde zeminle buluşan yumruğu, damarlarımdaki kan akışını donduracak bir ses ile koridorda yankılandı. Onu itmeye çalıştım fakat başarısız olduğumu gördüm.

Yüzüme yediğim yumruk başarısızlığımın simgesiydi.

Çırpınışlarımın yetersiz olduğunu fark ettiğim anda, bedenimi tüm gücümle yuvarladım. Mustafa tüm ağırlığı ile yana devrilirken ayağa kalkmaya çalıştım fakat bu zordu. Başım dönüyordu ve kaslarım sızlıyordu. Ayağa kalktığımda, onun da kalkmış olduğunu gördüm. Gülümsedim ve dudaklarım isyan edercesine sızladı.

"Ne o?" Diye soludum gözüm üzerindeyken. "Bir kadın tarafından dayak yemek hoşuna gitmedi mi, Mustafa? Delikanlılığın kitabına sığar mı bu? Gelsene, gel ve vur bana. Yoksa gücün sadece hamile kadınlara mı yetiyor?" Mustafa öfkeyle soluduğunda bana geleceğini sandım fakat o, Yeşim'e doğru yürüdü.

Kalbimin ağzımda attığına emindim. Silaha uzanmaya çalıştım fakat çok geçti, o daha hızlı ve daha uzundu... Silaha uzandı ve silahı, suçsuz kadına doğrulttu.

Tanrı Aşkına, polisler nerede kalmıştı! İleri atılıp Mustafa'nın sırtına zıpladım ve boynuna asıldım. Boğuk bir çığlık atıp sarsıldı fakat silah hala elinde, parmağı hala tetiğin üzerindeydi.

Geriye doğru bir hamle yaptığında sırtım, duvara çarptı ve acıyla inledim. Nefesimin kesildi, bilmem kaçıncı defa. Gözlerim karardı, Mustafa'nın parmağı tetiğin üzerinde kasıldı, odayı bir kadının çığlığı ve bir patlama sesi doldurdu.

Kulağım adeta sağır olmuştu.

Mustafa beni lüzumsuz bir çöp gibi sırtından atarken hareket edecek gücümün kalmadığını düşündüm. Koşarak çıkışa yöneldi, kapıyı açtı, dışarı çıktı ve silahı merdivenden aşağı attı. Ona dair son gördüğüm şey koşar adımlar ile merdivenden inişi olmuştu. Ardında sürüklediği bir kadın ile beraber. O kadar yalnızdı ki, kadın... O kadar çaresizdi ki...

Çok geçmeden içeriye kanın o metalik kokusu doldu. Kırmızı sıvıyı takip ederek yerde süründüm fakat bir süre sonra bitkin düşüp olduğum yerde yığılıp kaldım.

Her şey buğuluydu şimdi. Gözlerim kırmızı ile lekelenen beyaz tavana takılı kaldı. Nefesim düşük, acım yoğundu. Acı heryerdeydi, beni boğuyordu. Elimi kaldıracak gücü aradım kendimde.

Fakat yoktu, tükenmişti. O son darbe, tüm hırsımı, irademi ve öfkemi alıp götürmüştü beraberinde ve bana bıraktığı tek şey acıydı. Bu kadar zayıf olmaktan nefret ediyordum.

Her nefesim göğsümde bir hırıltı ile son buluyordu. Dışarıdan sesler geldiğini duyuyordum.

Polis sirenleri mi? Ah, hayır. Sadece birkaç heyecanlı insanın fısıldaşmaları. Çok, çok fazla ses vardı. Peki ya Yeşim?

Bu kan onun kanı mıydı? Belki de, benim kanımdı. Bilmiyordum ve bilememekte ısrarcı gibiydim. Bilincimi açık tutmak ile uğraşıyor gibiydim. Belki, bunun için çaba sarf etmemeliydim. Buna gerek olmayabilirdi.

Çok, çok sonra, bana asırlar gibi gelen bir süre sonra, o kalabalık fısıldaşmaların arasından sıyrılıp gelen bir ses, bana güç verdi. Neredeydi, peki?

Önce sıcaklığını hissettim sonra yanağıma usulca değen parmaklarını. "Arda..." Diye fısıldadım, gözlerine bakarken. Gözleri korku, endişe ve çaresizlik ile parıldıyordu adeta.

"Lavinia..." Dedi tek solukta. "Ne... Ne oldu, böyle sana?" Dudaklarım küçük fakat zor bir gülümseme ile gerildiğinde, "sen bir de diğerini görmelisin..." Diye fısıldadım. Bunun üzerine gözleri hafifçe büyüdü. "Canı cehenneme."

Bunun üzerine daha çok güldüm. Sonra, elimi kaldırdım ve kanın, bileğimden süzülerek kolumda gezinmesini izledim. "Yeşim." Diye soludum, ayağa kalkmaya çabaladım fakat bana izin vermedi. "Hastaneye götürmeliyiz onu..." Arda endişeli gözlerle etrafına baktı, ardından bana döndü. "O... burada değil." Dedi, "sadece... sadece dur, tamam mı?" Tekrar kalkmak için hareketlendim fakat tek yaptığım acı ile inlemek oldu. Bunun için hareket etmeyi bıraktım ve Arda'nın beni kaldırmasına gönülsüz, izin verdim.

"O piç kurusunu geberteceğim." Diye tısladım Arda'nın kucağındayken. "Sadece seni bu karmaşadan çıkartacağım..." Dedi, Arda. Gözlerim kocaman açıldı.

"Yeşim'i bırakmayacağım." Dedim, öfkeyle. "Onu bırakamayız, Arda!"

"Bırakmayacağız, Lavinia, on bulacağız. Sen sadece sakin ol, olur mu? Başımı şişiriyorsun" Ona ters bir bakış attıktan sonra gözlerimi kapatıp başımı göğsüne yasladım ve sakin olmaya çalıştım. Kendimi, yoğun bir karanlığa çekilirken bulduğumda, savaşmayı bıraktım ve teslim oldum.

Sadece endişeleniyordum ve endişelenmekten nefret ederdim. Çok geçmeden tüm uzuvlarımın yavaşça uyuşmaya başladığını hissettim. Öyle ki, hareket etmiyor adeta uçuyordum. Zihnimin derinlerinden gelen toz pembe bir bulut, bedenimi sarmaladı ve beni içeri çekerken sadece teslim oldum. Çünkü bulut iyi hissettiriyordu ve pamuklu şeker gibi kokuyordu.

Kokuyu nasıl aldığımı bilmiyordum fakat bir şekilde tatlı kokuyordu ve sıcaktı. Yine de, bu güzel bulutların ardında, içimde bir yerlerde bir alev körükleniyordu. Ayağa kalkıp dört bir yana haykırmak, Yeşim'e bunları yaşatan adama sıkı bir tekme geçirmek istiyordum. Ard ardına, defalarca tekmelemek istiyordum. Kadınlar, sırf testisleri yerine yumurtalıkları var diye hor görülemezdi.

Neydi kadın olmak? Daha elinde oyuncağını tutarken evlendirilmek, dövülmek, çocuk doğurmak ve ev temizliği yapmak, girdiği ara sokakta sırf vücudunu gösterdiği için tecavüze uğramak mıydı?

Neydi erkek olmak?

Gün boyunca çalışmak, mesai saatleri yüzünden çocuklarının yüzünü bile görememek, sırf ekmek parası için günler gecelerce kaldığı yer altından, çocukları için oyuncakla çıkmak yerine beyaz kefene sarılarak çıkmak mıydı?

Kadınlık, kutsaldı, aynı erkekliğin kutsal olması gibi çünkü, insanlık kutsaldı.

Peki neydi insanlık?

Yolda parasını düşüren yaşlı bir adama yardım ettikten sonra eve gelip sırf yemeğin tuzu fazla olmuş diye, yemeği yapan kadını öldürmek mi?

Bir yetimhanede çalışıp, kocasını ve çocuklarını evde, tek başına bırakarak daha zenginine, daha ihtişamlısına koşmak mıydı, insanlık?

Sırf üç kuruşluk tatmin duygusunu yaşamak için küçük bir erkek çocuğunun hayat ışığını söndürmek miydi, insanlık? Taciz, tecavüz, cinayet, kaçakçılık, yolsuzluk, hırsızlık...

İnsanların, bir melek olarak doğduğu söylenirdi fakat yanlıştı bu. Her bebek, kötü doğuyordu, adım atarken dünyaya. O insanı yetiştirecek, kötülüğünü iyilik ile silecek yegane etmendi yine; insan. Masum görüntülerinin altında alev alev yanan bir yüz ile dolu insanların dünyasıydı burası.

Hiçbir insan iyi değildi.

Peki neydi iyilik? Nasıl ölçülebilirdi bir insanın iyi olduğu, neye göre ölçülürdü ki, kötülük!

Zihnim, gecenin kasvetli lacivertliğinde, küçük bir sepetin içerisine konulup güneş gibi akan uzun dereye bırakılmıştı sanki. Kayıptı. Hiçbir şey hissetmiyordum. Hareket etmek istemiyordum, hareket etmek neydi peki?

Hareket etmek için önce uyanmam gerekiyordu, uyuyor muydum ki ben? Ne zaman uyumuştum ben? Titrek bir nefes çektim içime. Sonra bir daha, bir daha, bir daha...

Geri verene dek milyonlarca defa. İşte o anda hissetmeye başladım. Acı, tüm gücüyle akın etti bedenime. Ne kımıldayabildim ne de engelleyebildim bu acımasız istilayı. Dudaklarım küçük ve acı dolu bir inleme ile aralanırken hareket etmenin ne demek olduğunu hatırladım o an. Gözlerimi açmaya çalıştım fakat olmadı. Elimi kaldırmayı denedim fakat bu ikinci bir inleme ile sonuçlandı.

Bu kadar zayıf olmaktan nefret ediyorum.

Zarif, incitmekten korkan parmaklar yüzümde gezindiğinde bir şeyler sayıkladım fakat tam olarak ne dediğimden emin değildim. Yüzüm sızlıyordu ve tüm vücudum bir sumo güreşçisi tarafından çiğnenmiş gibi hissediyordum. Sorun değildi. Sadece kilo bakımından rahatlıkla bir boz ayıyla yarışabilecek durumdaki bir adam tarafından yumruklanmıştım işte hepsi buydu!

Biri ismimi seslendi, bir kapı açıldı ve bir el yüzüme düşen saçları geriye doğru itti. Kesik bir nefes aldım ve gözlerimi açmaya çalıştım.

İlk deneyimim başarısızdı fakat ikincisi ile gözlerim alıştığı karanlıktan çıkıp renklerin dünyasının kapısını araladı, yavaşça. Gördüğüm ilk şey kırık beyaz asma tavan olmuştu. Daha sonra küçük şeyleri fark ettim, mesela kırık beyaz asma tavanın üzerinde asılı olan uçuk pembe avizeyi.

Burası benim odamdı. Başımı yavaşça yana döndürdüm ve onu gördüm. Çenesini, sağlam olan omuzuma dayamış beni seyrediyordu.

Yüzüne, çözemediğim bir ifade hakimdi. Kuzguni gözleri hafifçe kısılmıştı, sanki bir şeyler arıyordu ama aradığı şeyi bir türlü bulamıyordu. Yüz hatları sertti, asi bukleler beyaz alnının üzerine dökülüyordu. Koşu bandı takmamıştı ki, onu ilk gördüğüm günden beri takmadığı dikkatimi çekmişti. "Hey." Diye mırıldandım uzayıp giden bu sessizliği kırmak adına. İçim tarifi imkansız duygularla doluyken aynı şekilde cevap verdi. "Günaydın." Kaşlarımı çatıp masamın üzerindeki saate bakmak için döndüm ve o anda kaburgalarıma nefesimi kesecek kadar şiddetli bir ağrı saplandı. Acı ile bağırmamak için dudaklarımı ısırdım ve kesik bir nefes aldım.

"Beş." Dedi Savaş, "belki de beş buçuk. Tam altı saattir uyuyorsun." Şaşkınlıkla ona döndüm. Sandalyesinde geriye yaslanmıştı. Onu dikkatlice süzdüğümde, yüzündeki çözemediğim o duygunun yorgunluk ve endişe karması bir fırtına olduğunu fark ettim. Uyumamış olmalıydı.

"O kadar da kötü değildi." Dedim kaşlarımı kaldırarak. "Neden bu kadar uzun uyudum bilmiyorum." Omuz silkti, "ben biliyorum." Ona beklentiyle bakarken, "Arda sana uyku şurubu içirmiş." Dedi. Gözlerim neredeyse yuvalarından fırlayacakken, Arda'ya zamanı gelince bunu ödeteceğime dair içimden sessiz bir yemin ettim.

"Bunu neden yapmış ki?" Diye sordum yarı zamanlı öfke ile. Yeşim hala kayıpken benim burada tam altı saat boyunca uyuyor olmam kimin işine yarardı?

"Aslında mantıklı bir şey yapmış." Öne eğilip dirseklerini dizlerine dayadı. "Eminim ki henüz tam iyileşmemişken hatta iyileşmenin kıyısından bile geçmemiş yaralarla sokağa çıkma yasağını çiğneyip koşturarak karakola giderdin sen." Durdu. "Ya da Mor Çatı'ya. Bilemiyorum."

Ona şaşkınlıkla baktım fakat... Ah, tamam. Haklıydı. Kesinlikle Yeşim'in veya Mustafa'nın peşinden giderdim- tabii yerde bir seksen yatıyor olmasaydım. Bu utanç beni hayatım boyunca soluksuz bırakacaktı.

Kendimden beklemediğim bir özveri ile direnmiştim fakat bunun bir anlamı kalmamıştı; Yeşim, ben, sıcak yatağımda adeta bir prenses gibi süzülerek yatarken, kocasından dayak yiyor olabilirdi. Veya kan kaybından ölmesi için bir otoyolun kenarındaki çalılıkların altına öylece bırakılmış da olabilirdi. Beklenmedik bir refleks ile yataktan fırlayıp doğruldum ve bu tekrar kaburgalarımın çığlık atmasına neden oldu.

Gözlerimi kapadım ve tekrar açtığımda Savaş karşımdaydı. Ellerini omuzuma koyup beni yavaşça çekti ve daha sağlıklı bir pozisyonda durmamı sağladı. Hiç olmazda kaburgalarım bir kere daha isyan etmeyecekti. "Onu bulmalıyım." Dedim, "kim bilir o adam ona ne yapıyor ve..."

"İşte bundan söz ediyordum." Savaş yaklaşıp saçımdan düşmek üzere olduğunu yeni fark ettiğim tokayı yakaladı ve bana uzattı. Tokaya bezgince bakarken, "anlamıyorsun..." Diye mırıldandım. Kalbimi sıkıştıran suçluluk duygusu adeta körüklenerek büyüyen bir yangını anımsatıyordu.

"Eğer ben biraz daha güçlü olabilseydim..."

Savaş işaret parmağını yavaşça dudaklarıma bastırdığında susmak zorunda kaldım. "Elit..." Diye mırıldandı ses tonumu taklit edermişçesine. "Sen tanıdığım en güçlü insanlardan bir tanesisin. Bu olanların- Yeşim'in kaçırılmasından bahsediyorum, senin kontrolünde olmadığını bilmen gerekiyor. Eğer oraya inip o adamla yüzleşmeseydin, Yeşim şu anda daha ağır yaralar almış olabilirdi. Sana minnettar olduğuna eminim ve eğer senin kendini suçladığını biliyor olsaydı, kahrolurdu. Bunun için lütfen kendini suçlama. Artık birilerini suçlamak için- bu kendi benliğin bile olsa, çok geç." Titrek bir nefes alıp elini tuttum ve ortamıza yerleştirdim. Parmaklarımdan yukarı tırmanan küçük karıncalanmalar kaşlarımı çatmama neden olurken kalbim yok yere hızlandı.

Bunun ilacın bir etkisi olabileceğini düşündüm. Arda'ya bunu ödetecektim. Yavaşça yutkunup gözlerimi kuzguni gözlerine diktim. Bana böyle bakmasını seviyordum bu bana kendimi... İyi hissettiriyordu. Yavaşça gülümsedim. "Teşekkür ederim." Gülümsedi, gülümseyince, gözlerinin hafifçe kısıldığını yeni fark ediyordum. Bu beni daha çok gülümsetti. Yüzüme düşen bir tutam saçı iterken, "nasıl hissediyorsun?" Diye sordu. Ağrılarımı geride bırakarak cevap verdim;

"Muhteşem hissediyorum." Durdum, "Savaş..." Diye mırıldandım sonra. Başını kaldırıp bana baktı. Gözlerine baktığımda, yüzsüzlüğümün seviyesini ölçmek ile meşguldüm. "Eğer... Beni tanıştıracağın kişi için de uygunsa- ve tabii senin içinde, bugün bu işi bitirebilir miyiz?"

Bana anlayışla baktı ve ben onun bu konuda ilk defa bana anlayışla baktığını fark ettim. Cebinden telefonunu çıkarıp saate baktı, ardından ezbere bir numara tuşladı. Bir süre durdu, ardından konuştu.

"Hey, Arkan! Selam dostum, bana Aramis'i bağlar mısın?" Bir süre durdu ve bende onu izledim. Daha çok şaşkınlık ve hayranlık karışımı bir duyguyla bakıyor olmalıydım çünkü güldü.

Aramis demişti.

Demek ki, Aramis yaşıyordu. O anda hiç tanımadığım o adam için o kadar sevinmiştim ki, yaşadığım en garip anlardan bir tanesinin içerisinde olduğuma emindim.

"Hey Po! Demek beni özledin!" Aramis'in sesi, ahizenin dışına taşınca, Savaş yüzünü buruşturdu. Ardından gülümsedi.

İşte o anda zihnim adeta ikiye bölündü.

Ona Po dedi! Ona neden Po dedi ki! Bu onun gerçek isimi olabilir mi? Belki sadece bir lakaptır...

Aman Tanrım gülümsemesine bayılıyorum!

Tanrı Aşkına, son kısımda kendimden geçmiş olmalıydım!

"Seni o kadar çok özledim ki, Aramis. Seni gördüğümde o ahmak suratına koca bir yumruk geçireceğim." Kendimi tutamayarak gülümsedim. Gülümsediğimi gördüğünde bana göz kırptı.

Tanrım, gözleri endişe ile kısılmaktan başka yaşam belirtileri gösterebiliyordu demek!

"Biliyorum, adamım. Bensiz yapamıyorsun." Savaş gözlerini devirip ciddi bir ses tonu takındı.

"Biriyle görüşmelisin." Ahizenin diğer ucunda uzun süren bir sessizlik oldu. Ardından Aramis'in sesi duyuldu.

"Kapat telefonu seni bok kafalı." Savaş telefonu kapatırken ona kaşlarımı çatarak baktım. "Pekala bunun anlamı ne?" Diye sordum hayretle, bunun üzerine dudakları gizemli bir sırıtış ile büküldü.

"Bu 'sana buluşacağımız yeri mesaj atacağım' demek." Omuz silkip parmaklarımla oynamaya başladı. "Ona alışırsın."

"Ona alışma fırsatım olmasını isterim." Dedim, güldü. "Evet bu kulağa daha hoş geliyor." Bir süre ses çıkarmadan öylece oturduk. Daha sonra zihnime inen perde adeta yırtıldı ve gözlerim kocaman oldu, öyle ki tek gözlü olsam bir Kyklop olduğumu düşünebilirlerdi fakat tek gözlü değildim.

"Senin burada ne işin var!" Dedim birden. Gözlerime bakıp kaşlarını kaldırdı. "Tanrı Aşkına askerleri nasıl atlatabildin!" Ne dediğimi anlaması sadece iki saniye sürdü.

"Şey, askerleri atlatmak benim için problem olmadı çünkü dışarıdan içeriye girmek gibi bir sorunum yoktu." Ona öylece baktığımı görünce gözlerini devirdi. "Arda ile durum değerlendirmesi yapıyorduk." Dedi. "Hepsi bu."

"Ah." Dedim. Başka ne denirdi bilmiyordum. Ah, bir edebiyatçının ne diyeceğini bilememesi az rastlanan bir durumdu ve pek hayra alamet olduğu söylenemezdi. Bir şey söylemek için ağzımı açtığım sırada kapım adeta kırılırcasına açıldı ve nefes nefese bir Arda eşikte görüldü. Ayağa kalkmaya çalıştım fakat elini uzatıp beni durdurdu.

"Sadece bunu görmelisiniz." Dedi. "Sadece..." Tüm itirazlara rağmen ayağa kalktım ve salonda, seslerin bıraktığı izleri takip ederek ulaştığım yerde durdum.

Televizyon açıktı. Geceden kalanlar adı altında gösterilen haberlerde bir son dakika gelişmesi vardı.

İnsanlar sokaklardaydı. Tencere ve tavalarla gürültü çıkarıyor, akla sığmayacak sloganlar atıyor, ellerinde karikatürler bulunan koca pankartlar ile Taksim'de, Gezi Parkı'nda, Süleymaniye Camii önünde, sahilde, Beyoğlu'nda ve daha bir çok yerde 'özgürlük' ve 'eşitlik' adına, Çağan adına yürüyorlardı.

O artık bir simgeydi ve bunu ben başarmıştım. Farkına varmadan bir zafer kazanmıştım.

Başarmıştım.

Gülümsedim. Her şey değişmek üzereydi.

Hemde her şey. Fakat bundan beş dakika sonra anlamıştım ki, sevinmek için henüz çok erkendi.

tz��s&Xb'

Continue Reading

You'll Also Like

- CEY - By Merve

Teen Fiction

6.8K 843 8
Eski bir liderin yeniden doğuşu... Kısaca ona Cey derler. Bu şehrin eski lideri. Onu liderlikten alan şey ise seçimiydi. En yakın arkadaşını kaybetme...
410K 20.1K 58
"Keşke hep çocuk kalsaydın,hep o masum çimen gözlü kız olsaydın." "Ben hala masumum Hamza." "Değilsin,inan öyle olsaydın çoktan kalbimde bir yerin...
502K 20.6K 42
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
1M 66.3K 48
Annesinin tekrar evlenmesi üzerine üvey babasıyla anlaşamayan Mira Bars kendini bir anda beş yıldır görüşmediği babasının yanında İstanbul'da bulur...