Cesur Yeni Dünya

By ClassicsTR

10.3K 419 56

Cesur yeni Dünya bizi 'Ford'dan sonra 632 yılına' götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında "Cemaat, Özd... More

Önsöz
Birinci Bölüm
İkinci Bölüm
Üçüncü Bölüm
Dördüncü Bölüm
Altıncı Bölüm
Yedinci Bölüm
Sekizinci Bölüm
Dokuzuncu Bölüm
Onuncu Bölüm
On Birinci Bölüm
On İkinci Bölüm
On Üçüncü Bölüm
On Dördüncü Bölüm
On Beşinci Bölüm
On Altıncı Bölüm
On Yedinci Bölüm
On Sekizinci Bölüm

Beşinci Bölüm

293 15 0
By ClassicsTR

1

Saat sekiz olduğunda hava kararıyordu. Stoke Poges Kulüp Binası'nın kulesindeki hoparlörler, insan tenorundan daha kalın bir sesle golf sahalarının kapanışını duyurmaya başladılar. Lenina ve Henry oyunlarını bırakıp Kulüp Binası'na doğru yürümeye başladılar. İç ve Dış Salgılar Tröst tesislerinden, hormon ve sütleriyle Farnham Royal'daki büyük fabrikaya hammadde sağlayan büyükbaş hayvanların böğürtüleri duyuluyordu.

Alacakaranlığı helikopterlerin aralıksız vızıltısı doldurdu. Bir zil ve ıslık sesi iki buçuk dakikada bir, alt sınıf golfçüleri ayrı kortlarından metropole taşıyan hafif tek raylı trenlerden birinin kalkışını anons ediyordu.

Lenina ve Henry makinelerine atlayıp havalandılar. Sekizyüz metrede Henry pervaneleri yavaşlattı ve bir iki dakika boyunca kararmakta olan manzaranın üzerinde hareketsiz asılı kaldılar. Burnham Beeches Ormanı büyük karanlık bir havuz misali, batıda gökyüzünün parlak kıyılarına değin uzanıyordu. Kızıla boyanmış ufukta günbatımının son kalıntıları turuncudan sarıya ve soluk su yeşiline dönüşerek kayboldu. Kuzeyde, ağaçların ötesinde ve üzerinde, İç ve Dış Salgılar fabrikası, yirmi katındaki her pencereden taşan vahşi bir elektrik ışıltısıyla parlıyordu. Aşağılarında Golf Kulübü'nün binaları vardı -alt sınıflara ait dev barakalar ve bir ayırma duvarının diğer tarafında Alfa ve Beta üyelere tahsis edilmiş daha küçük evler. Alt sınıflar, siyah karınca sürüleri gibi kıpırdaşarak tek raylı istasyonuna yaklaşmaktaydılar. Işıkları yanan bir tren, cam korunağın altından çıkarak açık alanda yol almaya başladı. Karanlık ova boyunca trenin güneydoğuya uzanan rotasını izleyen gözleri, Slough Krematoryumu'nun heybetli binalarına takıldı. Gece uçan uçakların güvenliği için dört adet yüksek bacası projektörlerle aydınlatılmış ve tepelerine de kırmızı tehlike sinyalleri konmuştu. Bir kilometre taşıydı.

"Niye bacaların etrafında balkon gibi şeyler var?" diye sordu Lenina.

"Fosfor elde etmek için," dedi Henry duygusuzca. "Gazlar bacadan çıkmadan dört ayrı işlemden geçiriliyor. Ne zaman birini yaksalar P2O5 bacadan uçup giderdi. Şimdi yüzde doksansekizinden fazlasını tutabiliyorlar. Yetişkin cesedi başına bir buçuk kilodan fazla. Her yıl sadece İngiltere'de elde edilen dörtyüz ton fosforun büyük bölümünü oluşturuyor." Henry konuşurken mutlulukla karışık bir gurur duymuş, başarı kendisininmişçesine tüm kalbiyle neşelenmişti. "Öldükten sonra bile toplumsal fayda sağlayabileceğimizi düşünmek güzel. Bitkileri büyütebilmek gibi."

Bu arada Lenina gözlerini çevirmiş, dik olarak aşağıya, tek raylı istasyonuna bakıyordu. "Güzel," diyerek Henry'nin fikrine katıldı. "Ama Alfa ve Betaların aşağıdaki şu berbat Gama, Delta ve Epsilonlardan daha fazla bitki yetiştirmeyecek olması garip."

Fetva verircesine, "Tüm insanlar fiziko-kimyasal açıdan eşittirler," dedi Henry. "Üstelik Epsilonlar bile vazgeçilemez hizmetlerde bulunurlar."

"Bir Epsilon bile..." Lenina aniden, okulda küçük bir kızken, gecenin ortasında uyanıp, uykularında bir hayalet gibi asla peşini bırakmayan fısıltının ilk kez farkına varışını anımsadı. Ay ışığı huzmesini, sıra sıra küçük beyaz yatağı tekrar gördü. "Herkes herkes için çalışır. Hiç kimseden vazgeçemeyiz. Epsilonlar bile faydalıdır. Epsilonlar olmadan yapamayız. Herkes herkes için çalışır. Hiç kimseden..." diyen yumuşak sesi bir kez daha duydu. Onca gecelik tekrarlardan sözcükler aklındaydı, unutmamıştı, unutamazdı. İlk korku ve şaşkınlık şokunu hatırladı; uyanık geçen yarım saat süresince düşündüklerini; sonra da o sonsuz tekrarların sonucunda yumuşayan, zihnini yumuşatan, işleri yoluna koyan, sürünerek gizliden gelen uykuyu anımsadı...

"Herhalde Epsilonlar Epsilonluklarından memnundurlar," dedi yüksek sesle.

"Elbette memnunlar. Nasıl olmazlar ki? Başka birşey olmanın nasıl olduğunu bilmiyorlar. Bizler memnun olmazdık, tabii. Ama bizler farklı şartlandırıldık. Üstelik bizler farklı bir kalıtımdan geliyoruz."

İnançla, "Bir Epsilon olmadığıma memnunum," dedi Lenina.

Henry, "Bir Epsilon olsaydın da, şartlandırman gereği aynı şekilde Alfa ya da Beta olmadığına memnun olurdun," dedi ve ileri pervaneyi vitese geçirip helikopteri Londra'ya yöneltti. Arkalarında, batıda, kızıl ve turuncu solmak üzereydi; gökyüzünü yoğun, karanlık bir bulut kümesi kaplamıştı. Krematoryum'un üzerinden geçerlerken bacadan yükselen sıcak hava dalgasına rastlayan helikopter aniden havaya yükseldi ve soğuk havayla tekrar buluşunca aynı hızla eski irtifasına düştü.

"Ne muhteşem zıplayıştı ama!" diyerek keyifle kahkaha attı Lenina.

Ama Henry'nin ses tonu bir anlığına neredeyse melankolikleşti. "O zıplayış neydi biliyor musun?" dedi. "Son ve kesin bir biçimde yok olan bir insandı. Sıcak bir gaz sıçramasıyla göğe yükselen bir insan. Kim olduğunu bilmek isterdim -kadın mı yoksa erkek mi, Alfa mı Epsilon mu?..." İç geçirdi ve sonra neşeli olmaya karar vermiş bir sesle, "Her neyse," dedi, "emin olabildiğimiz tek bir şey var; her kim idiyse, hayattayken mutluydu. Artık herkes mutlu."

"Evet, artık herkes mutlu," diye tekrarladı Lenina. Aynı sözcükler, oniki yıl boyunca her gece yüzelli kez kulaklarına tekrarlanmıştı.

Westminster'da Henry'nin dairesinin bulunduğu kırk katlı apartmanın çatısına iniş yapıp doğrudan yemek salonuna geçtiler. Orada gürültücü ve neşeli bir grupla muhteşem bir akşam yemeği yediler. Soma, kahvenin yanında sunuldu.

Lenina iki tane, Henry de üç tane yarım gramlık tablet aldılar. Dokuzu yirmi geçe, yürüyerek caddenin karşısında yeni açılan Westminster Manastırı Kabaresi'ne gittiler. Neredeyse bulutsuz, aysız, ama yıldızlı bir geceydi; fakat şanslarına Henry ve Lenina, aslında iç karartıcı olan bu gerçeği fark etmediler. Elektrikli gök tabelaları dışarının karanlığını etkin bir biçimde siliyordu. "CALVIN STOPES VE ONALTI SEKSOFONCUSU." Manastır'ın ön cephesinde dev harfler davetkâr bir şekilde parıldıyordu. "LONDRA'NIN EN KALİTELİ KOKU VE RENK ORGU. EN YENİ SENTETİK MÜZİKLER."

İçeri girdiler. Amber ve sandal ağacı kokan hava sıcak ve boğucuydu. Renk orgu salonun kubbe şeklindeki tavanını geçici olarak tropik günbatımına boyamıştı. Onaltı Seksofoncu eski, sevilen bir parçayı çalıyordu: "Arasam tüm dünyayı yine de bulamam küçük sevimli Şişe'm gibi başka bir Şişe."

Dörtyüz çift,cilalanmış zeminde beş-adım dansı yapıyordu. Lenina ve Henry çok geçmeden dörtyüzbirinci çifti oluşturdular. Seksofonlar, ay ışığında melodi tutturmuş kediler gibi ağlamaklı çalıyor, üzerlerine ufak çaplı bir ölüm çökmüşçesine, bir uçtan diğerine alto ve tenorlarda inliyorlardı. Armoni bakımından zengin, titreşen koro giderek yükselen bir tonda doruğa tırmandı -ta ki sonunda şef, elini sallayarak eter-müziğin son parçalayan notasını da bırakıp onaltı üfleyen insanın varlığını noktalayana dek. La bemol majör gök gürültüsü. Sonra, sessizliğin ve karanlığın ortasında, ses bir silinişe doğru kayarak çeyrek tonlardan geçip asılı kalan çok hafif fısıltı tonunda baskın bir akorda dönüştü (bu arada beş-dörtlük ritimler alttan nabız gibi atmayı sürdürüyordu) ve karanlık saniyeleri yoğun bir beklentiyle yüklemeye başladı. Ve sonunda, beklenti gerçeğe dönüştü. Ani, patlayan bir güneş doğuşu yaşandı ve onaltı seksofoncu bir bomba misali eşzamanlı olarak şarkıya girdiler:

Şişem benim, ben hep seni istedim!

Şişem benim, yine sana döneyim!

İçinde gökler mavi,

Hava daima güzel;

Çünkü

Arasam tüm dünyayı yine bulamam

Küçük sevimli Şişe'm gibi başka bir Şişe.

Westminster Manastırı'nda diğer dörtyüz çiftle beş-adım dansı yapan Lenina ve Henry başka bir dünyada -soma tatilinin sıcak, sonsuz dostluk dolu, renk cümbüşü dünyasında- dans ediyorlardı. Herkes öyle kibar, öyle güzel ve eğlendiriciydi ki! "Şişem benim, ben hep seni istedim..." Şişelerinin içindeydiler, burada ve şu anda-güven ve güzel havanın içinde, her dem mavi gökyüzünün altında. Yorulan Onaltılı, seksofonlarını bıraktılar ve Sentetik Müzik sistemi en son slow Malthus Blueslarını çalmaya başladı. Dörtyüz çift, şişelenmiş yapay-kan okyanusunda, hep birlikte dalgalarla yumuşakça sallanan ikiz embriyolar gibiydiler.

"İyi geceler, sevgili dostlar. İyi geceler, sevgili dostlar." Hoparlörler emirlerini neşeli, müzikli bir kibarlık peçesinin ardından veriyorlardı. "İyi geceler, sevgili dostlar..."

Lenina ve Henry, diğerleriyle birlikte emre uyar bir şekilde binadan çıktılar. İç karartıcı yıldızlar gökyüzünde uzaklara gitmişti. Ancak gök tabelalarının ekranı şimdi büyük ölçüde sönükleştiyse de iki genç, mutlu bir şekilde geceyi görmezden gelmeyi sürdürdüler.

Kapanış saatinden yarım saat önce yutulan ikinci soma dozu, gerçek evrenle zihinleri arasına iyice aşılmaz bir duvar çekmişti. Şişelenmiş bir halde caddeyi geçip şişelenmiş halde asansöre bindiler ve Henry'nin yirmisekizinci kattaki odasına ulaştılar. Yine de, şişelenmiş haline ve somanın ikinci gramına rağmen Lenina, yönetmeliklerin belirlediği tüm doğum kontrol önlemlerini almayı unutmadı. Yıllarca süren hipnopedya ve oniki yaşından onyediye dek haftada üç kez uygulanan Malthus alıştırmaları, önlem almayı, göz kırpmak kadar otomatik ve kaçınılmaz bir şeye dönüştürmüştü.

Banyodan odaya dönerken, "Aklıma gelmişken," dedi, "Fanny Crowne bana verdiğin o güzel, yeşil maroken taklidi fişekliği nereden bulduğunu merak ediyor."


2

İki haftada bir, Perşembe günleri, Bernard'ın Dayanışma Ayini günleriydi. Aphroditaeum'da (İki Nolu Kural'a göre yakın tarihte buraya Helmholtz başkan seçilmişti) erken yenen bir akşam yemeğinden sonra arkadaşından ayrılıp çatıda bir taksi çevirdi ve adama Fordson Cemaat İlahievi'ne uçmasını söyledi. Makine birkaç yüz metre yükselip doğuya yöneldi ve dönerken İlahievi, tüm devasa ihtişamıyla Bernard'ın gözlerinin önüne serildi. Projektörlerle aydınlatılmış üçyüzyirmi metre beyaz Carrara taklidi, kar beyazı bir ışıltıyla Ludgate Tepesi'nde parıldıyordu; helikopter platformunun dört köşesinin her birinde dev boyutlarda bir T, gecenin karanlığında kızıl kızıl parlıyordu ve yirmidört tane kocaman altın rengi hoparlörün ağzından ağırbaşlı, sentetik bir müzik gümbürdüyordu.

İlahievi'nin saat kulesi Big Henry'ye bakınca kendi kendine, "Lanet olsun, geciktim," dedi. Taksinin parasını öderken de Big Henry'nin gongu saati vurdu. Altın rengi hoparlörlerin hepsinden, gürleyen bas bir ses "Ford," diyerek ilahi söylüyordu. "Ford, Ford, Ford..." Dokuz kez. Bernard asansöre koştu.

Ford Günü kutlamaları ve diğer toplu Cemaat Ayinleri'ne ayrılmış büyük konferans salonu, binanın alt katındaydı. Üstünde ise Dayanışma Grupları'nın iki haftada bir ayinlerinde kullandıkları, her katta yüz tane olmak üzere toplam yedibin oda vardı. Bernard otuzüçüncü kata indi, koridoru aceleyle geçip Oda 3210'un önünde bir an tereddüt edip bekledi. Sonra kendini toparlayıp kapıyı açtı ve içeri girdi.

Ford'a şükürler olsun! En son gelmemişti. Yuvarlak masanın etrafına dizilmiş oniki sandalyeden üçü hâlâ boştu. Mümkün olduğu kadar göze çarpmamaya çalışarak yakındaki sandalyelerden birine ilişti ve geç kalanlara geldiklerinde kaşlarını çatmak üzere hazırlandı. Solundaki kız ona dönerek, "Bu öğleden sonra ne oynadın?" diye sordu, "Engelli mi, yoksa Elektromanyetik mi?"

Bernard kıza baktı (Fordum! Morgana Rothschild'dı) ve kızararak hiçbirini oynamamış olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. Morgana şaşkınlık içinde bakakaldı. Tuhaf bir sessizlik oldu. Sonra bariz bir şekilde ona sırtını dönerek solundaki daha sportif adamla konuşmaya başladı. Bernard içinde berbat bir hisle, "Dayanışma Ayini için iyi bir başlangıç," diye düşündü ve bir kez daha günahtan arınma konusunda başarısız olacağını sezdi. Keşke kendini en yakın sandalyeye atmak yerine, etrafa bakınmak için kendisine zaman tanımış olsaydı. Şu anda Fifi Bradlaugh ile Joanna Diesel'ın arasında oturuyor olabilirdi. Oysa gidip kendisini kör bir şekilde Morgana'nın yanına atmıştı. Morgana! Ford aşkına! Onun o kara kaşları -daha doğrusu, kaşı -çünkü kaşları burnunun üzerinde birleşiyordu. Fordum! Sağında ise Clara Deterding vardı. Doğru, Clara'nın kaşları birleşmiyordu. Ama gerçekten aşırı dolgundu. Oysa Fifi ve Joanna mükemmeldiler. Balıketi, sarışın, hem fazla iri de değillerdi... Şimdi de o Tom Kawaguchi ayısı oturuyordu aralarına.

Son gelen Sarojini Engels oldu. Grubun Başkanı sert bir şekilde, "Geç kaldın," dedi. "Bir daha olmasın."

Sarojini özür diledi ve Jim Bokanovski'yle Herbert Bakunin arasında yerini aldı. Grup şimdi tamamlanmıştı, dayanışma çemberi eksiksiz kurulmuştu. Erkek, kadın, erkek, masa etrafında sonsuz bir halka şeklinde birleşmişlerdi. Onikisi de tek vücut olmaya, bir araya gelmeye, kaynaşıp oniki ayrı kimliği daha yüce bir varlıkta yitirmeye hazırdılar. Başkan ayağa kalktı, T işareti yaptı ve sentetik müziği başlatarak yumuşak, yorulmak bilmez davul vuruşlarını ve o kaçınılması olanaksız İlk Dayanışma İlahisi'ni iniltili bir şekilde tekrar tekrar çalan -meltem -üflemelilerden süper yaylılara -enstrümanlar korosunu salıverdi. Tekrar tekrar -nabız gibi atan ritmi kulak değil, diyafram duyuyordu; tekrarlanan armonilerin inilti ve çınlaması beyne değil, merhametin hasret çeken bağırsaklarına musallat oluyordu. Başkan bir T işareti daha çıkardı ve oturdu. Ayin başlamıştı. Okunmuş soma tabletleri masanın ortasına yerleştirilmişti. İçinde çilek dondurmalı soma bulunan kupa elden ele dolaştırıldı ve "Benliğimin silinişine içiyorum," duasıyla oniki kez büyük yudumlarla içildi. Sonra da sentetik orkestra eşliğinde İlk Dayanışma İlahisi söylendi.

Fordum, onikiyiz biz; bizi bir eyle,

Sosyal Nehir'deki damlalar misali;

Ah, güç ver bize koşalım birlikte

Parlak Dört tekerin gibi çevikçe.

Oniki tane hasretle yanan dörtlük. Sonra kupa ikinci defa dolaştırıldı. Bu kez dua, "Yüce Varlık'a içiyorum"du. Herkes içti. Müzik yorulmaksızın çalıyordu. Davullar vuruyordu. Ağlayan ve çarpışan armoniler, erimiş bağırsaklarda bir saplantıya dönüştü. İkinci Dayanışma İlahisi söylendi.

Gel, Yüce Varlık, Sosyal Dost, Onikiyi silip bir eyleyen! Ölmeye can atarız, çünkü sonunda, Daha yüce hayattır bizi bekleyen. Yine oniki dörtlük. Soma artık etkisini göstermeye başlamıştı. Gözler parlıyor, yanaklar kızarıyor, evrensel iyiliğin içsel güneşi, her suratta mutlu, dostane gülümsemeler şeklinde doğuyordu. Bernard bile bir parça eridiğini hissediyordu.

Morgana Rothschild dönüp parlayan gözlerle kendisine baktığında karşılık verebilmek için elinden geleni yaptı. Ama kaşı, o kara ikisi -bir -yerde -ne yazık ki hâlâ yerinde duruyordu; görmezden gelemiyordu, ne kadar uğraşırsa uğraşsın yapamıyordu. Yeterince eriyememişti. Eğer Fifi ile Joanna'nın arasında oturuyor olsaydı belki... Kupa üçüncü kez dolaştı. Dairesel ayini başlatma sırası kendisine gelen Morgana Rothschild, "Yüce Varlık'ın gelmek üzere oluşuna içiyorum," dedi. Sesi yüksek ve gurur doluydu. İçti ve kupayı Bernard'a geçirdi. Gelişin yaklaşmakta olduğunu hissedebilmek için büyük çaba harcayarak, "Yüce Varlık'ın gelmek üzere oluşuna içiyorum," diye tekrarladı; ama kara kaş peşini bırakmıyordu ve Bernard'a kalırsa, Geliş, korkunç derecede olanaksızdı. İçti ve kupayı Clara Deterding'e geçirdi. "Yine başaramayacağım," dedi kendi kendine. "Biliyorum, olmayacak." Yine de parıldayan gözlerle bakmaya çalıştı.

Kulplu kupa, turunu tamamlamıştı. Başkan elini kaldırarak işareti verdi, koro Üçüncü Dayanışma İlahisi'ne geçti.

Hisset Yüce Varlık'ın gelişini!

Neşelen ve neşe içinde öl!

Davulların müziğinde eri!

Bende seni, sende beni gör.

Bir dize diğerini izledikçe, sesler gittikçe artan bir heyecanla titremeye başladı. Geliş'in yakınlığı hissi, havada elektrik gerilimi gibi asılı duruyordu. Başkan müziği durdurdu ve son dörtlüğün son notası da sustuğunda mutlak bir sessizlik çöktü-gerilen bir beklentinin, galvanik bir canla titreyen ve sürünen sessizliği. Başkan elini uzattı; aniden bir Ses, salt insan sesinden daha müzikal, derin ve güçlü bir Ses, daha dolgun, daha sıcak, aşk, hasret ve heyecanla titreyen muhteşem, gizemli, doğaüstü bir Ses kafalarının üzerinden konuşmaya başladı. Uzaklaşarak zayıflayan bir tonda çok yavaşça, "Ah Ford, Ford, Ford," diyordu. Midelerinin altındaki sinir örgüsünden çıkarak heyecanla titreten bir sıcaklık, dinleyenlerin bedenlerinin en uzak noktalarına kadar yayıldı; gözlerine yaşlar doldu; kalpleri ve bağırsakları, sanki bağımsız bir yaşamları varmışçasına kıpırdıyor gibiydi. "Ford!" aşkıyla eriyorlardı, "Ford!" diye çözülüyorlar, eriyorlardı. Sonra irkilten bir anilikle "Dinle" diye gümbürdedi Ses. "Dinle." Dinlediler. Kısa bir sessizliğin ardından fısıltıya dönüştü, ama öyle bir fısıltıydı ki, her nasılsa, en yüksek çığlıktan daha derine işliyordu. "Yüce Varlık'ın ayakları," diyerek devam etti ve tekrarladı, "Yüce Varlık'ın ayakları." Fısıltı neredeyse duyulmaz olmuştu. "Yüce Varlık'ın ayakları merdivenlerden iniyor." Bir kez daha sessizlik oldu ve bir anlığına gevşeyen beklenti gerildi, gerildi, neredeyse kopma noktasına ulaştı. Yüce Varlık'ın ayakları -ah, evet, duyuyorlardı, merdivenleri yavaşça indiğini, görünmez merdivenlerden inerek yaklaştığını duyuyorlardı. Yüce Varlık'ın ayakları. Aniden kopma noktası geldi. Gözleri sabitlenmiş, dudakları ayrık, Morgana Rothschild ayağa fırladı.

"Duyuyorum onu," diye haykırdı, "duyuyorum."

"Geliyor," diye bağırdı Sarojini Engels. Fifi Bradlaugh ve Tom Kawaguchi aynı anda ayağa kalkarak, "Evet geliyor, duyuyorum onu," dediler.

Konuşamayan Joanna, tanıklığını, "Oh, oh, oh," diye bildirdi.

"Geliyor!" diye yırtındı Jim Bokanovski. Başkan öne eğilerek bir düğmeye dokundu ve çıldırmış zilleri ve nefeslileri, tamtamların ateşini başlattı.

"Ah, geliyor işte," diye yakardı Clara Deterding. "Aayy!" derken boğazı kesiliyormuş gibiydi.

Kendisinin de bir şeyler yapma zamanının geldiğini hisseden Bernard ayağa fırlayıp bağırdı: "Onu duyabiliyorum, geliyor." Ama doğru değildi. Hiçbir şey duymuyordu ve ona kalırsa, hiç kimse gelmiyordu. Hiç kimse -müziğe rağmen, tırmanan heyecana rağmen kimsenin geldiği yoktu. Ama kollarını sallayıp en heyecanlılarına katılarak haykırdı ve diğerleri raks edip tepinmeye başladığında o da raks edip tepindi.

Daire şeklinde dans eden bir dans grubu misali, her biri ellerini önündekinin kalçasına koyarak döne döne dans ediyor, bir ağızdan haykırıyor, müziğin ritmine uyarak ayaklarını vuruyor, elleriyle öndekinin kalçasını dövüyordu; oniki çift el tek bir elmişçesine dövüyor, oniki kalça tek bir kalça misali sallanarak şaklıyordu. Oniki birleşmiş, bir olmuştu. "Duyuyorum, geliyor, duyuyorum." Müzik hızlandı; ayaklar yeri daha hızlı dövüyor, ritmik eller daha hızlı, daha hızlı iniyordu. Aniden yüksek, sentetik, bas bir ses, gümbürtüyle, yaklaşan günah diyetini ve dayanışmanın tamama erişini müjdeleyen, Onikisi-bir-yerde'nin gelişini, Yüce Varlık'ın yeniden doğuşunu bildiren sözcükleri söyledi. Ses, "Toplu seks-poplu seks," diyerek ilahi söylüyordu ve bu arada tamtamlar ateşli tezahüratlarını sürdürüyorlardı:

Toplu seks-poplu seks, Ford'la neşelen,

Öp kızları Birleşsinler.

Oğlan kızla huzur bulur;

Toplu seks-poplu seks uçurur.

"Toplu seks-poplu seks," dans edenler duanın kafiyesine uyarak tekrarladılar, "Toplu seks-poplu seks, Ford'la neşelen, öp kızları..." İlahiyi söylerlerken ışıklar yavaşça kararmaya başladı-kararırken de aynı zamanda yoğunlaşıp, sıcak bir kızıla dönüştüler, ta ki sonunda dans edenler, kendilerini bir Embriyo Deposu'nun kızılca karanlığında dans ederken bulana dek. "Toplu seks-poplu seks..." Dansçılar bir süre cenine özgü kan rengi karanlıklarında dönerek tepinmeye, yorulmak bilmez ritimle raks etmeye devam ettiler. "Toplu seks-poplu seks..." Sonra çember gevşeyip dağıldı ve parça parça çözülerek, masayı gezegenler gibi çevreleyen sandalyelerin etrafına - çember, çember içinde - daire şeklinde dizilmiş koltuklara dağıldı. "Toplu seks-poplu seks..." Derin ses yumuşak bir biçimde mırıldayıp cıvıldayarak ilahiye devam ediyordu; sanki kızıl karanlıkta, dev, zenci bir güvercin, rehavet içinde boylu boyunca, sırt üstü ya da yüz üstü uzanmış dansçıların üzerinde hayırsever bir şekilde süzülüyor gibiydi.

Çatıda dikiliyorlardı; Big Henry onbiri yeni vurmuştu. Gece sakin ve ılıktı.

"Muhteşem değil miydi?" dedi Fifi Bradlaugh. "Tek kelimeyle muhteşem değil miydi?" Coşkulu bir ifadeyle Bernard'a baktı. Coşku ama bu coşkuda tahrik olmuşluk ya da heyecandan eser yoktu - çünkü heyecan duymak demek henüz tatmin olmamışlık demektir. Fifi'nin coşkusu, yerine getirilmiş görevden duyulan sakin coşkuydu; huzuru, sırf boş bir tatmin ve hiçlikten değil, dengeli yaşamdan, durağan ve dengelenmiş enerjiden kaynaklanıyordu. Doygun ve yaşayan bir huzur.

Çünkü Dayanışma İbadeti, aldığı kadar vermişti de; çekilip alınan, sadece zenginleştirmek içindi. Fifi tamdı, mükemmelleştirilmişti, hâlâ kendini aşmış durumdaydı. Doğaüstü bir şekilde parlayan gözleriyle Bernard'ın suratına bakarak ısrarla, "Sence muhteşem değil miydi?" diye sordu.

"Evet, muhteşemdi," diyerek yalan söyledi ve bakışlarını kaçırdı; kızın ruhanî bir parıltıyla güzelleşmiş yüzüne bakmak bile ironik bir biçimde kendi ayrıklığını hatırlayıp suçlu hissetmesine yetiyordu. Şimdi yine ayin başladığı zamanki denli bedbaht ve yalnız hissediyordu -doldurulmamış boşluğu, ölü tatmin hissi onu daha da yalnızlaştırıyordu. Ayrıktı ve günahlarının diyeti ödenmemişti, diğerleri Yüce Varlıkla bütünleşirken bile böyleydi; Morgana kendisine sarıldığında da yalnızdı - çok daha yalnız, aslında, hayatında daha önce hiç olmadığı kadar çaresizce kendisiydi. O kızılca karanlıktan sıradan elektrik parıltısına çıktığında kendinden utancı, ızdırap derecesine varmıştı. Feci durumdaydı ve belki de (kızın parlayan gözleri suçlayarak bakıyordu), belki de kendi suçuydu. "Gerçekten muhteşemdi," diye tekrarladı; ama tek düşünebildiği Morgana'nın kaşıydı.

Continue Reading

You'll Also Like

6.9K 304 9
Yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından sayılan F. Scott Fitzgerald, bu ölümsüz eserinde bizleri Birinci Dünya Savaşı sonrası Amerika'da para, lüks...
1.2K 689 30
Sevdiğiniz k-pop şarkılarıyla çevirileri... BTS, IU, EXO, BLACKPİNK, TWİCE ve daha birçoğu... ne bekliyorsun, hadi sende bize katıl.... Cover by @afi...
396K 8.5K 116
Korkudan hep arkanıza bakmanız gerekicek çünkü onlar arkanızda gizlenmeyi sever....
875 61 76
Stendhal'in yaşanmış bir ya da iki olayı birleştirerek kaleme aldığı bu romanın baş kahramanı Julien Sorel'in yazar ile birçok yönden örtüştüğü söyle...