SONSUZ

By slncylnx

12.4K 2.6K 9.1K

Uyarı: Bu kitap; cinsellik, şiddet gibi konuları işliyor olabilir. Bunu göze alarak okuyunuz. Diğerleri gibi... More

İZ
KAYIP
GERÇEK
YENİDEN DOĞUŞ
SANDRA
TUTKUNUN ESİRİ
CİNAYET
ÇIĞLIK
YÜKSELEN SICAKLIK
KARDEŞLİK BAĞI
SORGU
GEÇİŞ
PORTAKAL ÇİÇEĞİ
İLK BULUŞMA
EV
BABANIN GÖLGESİNDE
SIR
KAPANMAYAN YARA
ACI
ÖLÜ BEBEK
DUVARDAKİ FRAMBUAZ
SAVAŞ TOHUMLARI
KATİL
ISTIRAP
BULUŞAN GÖVDELER
CAİTLİN'İN ÖLÜMÜ
BLERİAN
KIRMIZI
MEDCEZİR
MAHKUMİYET
YASAK ELMA
MELEZ
SABIR
BEKLENMEDİK DAVET
DİRENİŞ
GERÇEĞİN ACI TINISI
HIRÇIN VE VAHŞİ
ŞAH MAT
UÇURUMDAKİ SON
ARAF
BELKİLER
SONSUZ'UN DOĞUŞU VE VEDA

ANDERSON MÜZESİ

83 11 61
By slncylnx

Son zamanlarda inanılmaz şeyler gerçekleşiyordu çevremde. Düşünecek ne bir zihin ne de düşünme yetisi kalmıştı. Her şey çok hızlıydı. Hız, midemi bulandıran en önemli unsurken bir diğeri kirpiklerimin arasına sızan kandı.

"İstemiyorum!" diye haykırdım babamın kollarında çırpınırken. Bir tanrıydım. Lanet olsun, ben bir tanrıydım fakat babama bile karşı gelemiyordum. Saatlerdir o kadar ruhsuzdu ki bakışlarım, babamın en ufak tavrında patlamıştım. Çırpınmama rağmen zihnimdeki bir ses, pes edeceğimi söylüyordu.

Kazağımı çevik bir hareketle çıkarıp beyaz göğsümün loş odayı aydınlatmasına izin verdi. Hemen hemen kurumuş kanlar yüzümden bir bir akıyor, beyaz bedenimi kirletiyordu. Ellerime gitti umutsuz gözlerim. Avuç içlerim Harry'nin kafasına dayalıydı bir saat önce. Şimdi ise kıpkırmızı ve yorgundu.

"İstesen de istemesen de bu kirden kurtulacaksın." dedi duygusuz ses tonuyla, pantolonumu indirirken. Ayaklarım güçlükle kurtuldu kirli pantolondan. Duşakabinin kapılarını sert bir şekilde aralayıp olan gücüyle itti beni içeri. Kırgın bedenim süratle duvara çarptığında tok bir ses yankılandı kulaklarımda. Başımı duvardan ayırmadan, göz yaşlarımı geceye bahşettim. Yavaş yavaş çöktüm zemine. Diz kapaklarım yaralıydı. Hayır, hayır... Bütün bedenim yara bere içerisindeydi. Gözlerim, avuçlarıma kaydığında oluk oluk kan fışkırdığını gördüm. Her ne kadar halüsinasyon olduğunu bilsem de acı veriyordu işte. Ağlamamı durdurmuyordu.

Ilık su vücudumun her bir uzvunda dolandı, kırmızılıktan arındırıp beyaza hapsetti. Yüzümdeki kan bir an için, ki bu son bir saattir düşündüğüm şeydi, iğrenç gelmeye başladı. Ellerimle yolarcasına kazıdım bütün suratımı. Uzun tırnaklarım etimi keserken yapabildiğim şey yalnızca hıçkırarak ağlamaktı. Andrew Anderson olalı bu kadar acı çekmemiştim. Sanki bağrımdan bir şey söküyorlardı. Canım yanıyordu; hayat, suratıma okkalı bir tokat geçirirken canımın yanması çok olağandı.

Otantik olan bir şey vardı ki; suratıma çarpmadan, her salise aklımı bir çürük kurdu gibi leşe çevirmeden duramıyordu. Hep bir katil olabileceğimi düşünmüştüm. Ancak hiçbir zaman gerçek gibi görünmemişti gözüme. Olabilme ihtimali fazla, olması imkansız bir şey... Olmuştu. İmkansız diye bir kavramın gerçekliğini reddetmek istercesine oluvermişti. Harry her şeyi bilen tehlikeli bir tetikleyiciydi. Onun ortadan kalkması gerekiyordu düşüncesi beynimde naralar atarken sadece kendimi kandırdığımın farkındaydım.

Gözlerimden intihar eden her bir damla yaş için kolyem daha gür parıldıyordu. Gerçek bir ısı yayıyor, göğsümün yanmasına sebep oluyordu. Hala umutsuz bir şekilde ağlarken kolyeyi avuçlarımın arasına aldım. Mavi kısımlar şiddetle parlıyor, gözümü kamaştırıyordu. Zihnimdeki rahatsız edici ses tekrardan patlak verdi. "Güçlü ol."

"Olamıyorum!" diye kükredim hışımla ayağa kalkarken. "Nefret ediyorum hepinizden! Savaşınızdan, lanet olası evrenlerinizden, defolup giden bedenlerinizden, Froghar'ınızdan ve en önemlisi senden..." Creotes karşımdaymış gibi işaret parmağımı tehdit edercesine salladım. "Senden nefret ediyorum!" Haykırışım duşakabinde yankılanırken mesajımın doğru yere gittiğinden emindim.

"Creotes'in çocuğu." İlahi ses kafamda yankılanmaya devam ederken Harry'e yaptığım gibi başımı ellerimin arasına aldım ve kuvvetimi son damlasına kadar kullanarak sıktım. Fakat hiçbir şey olmamıştı. Oysaki koca bir balonmuş gibi patlayıp bundan kurtulmak istemiştim. "Kendimi bile öldüremiyorum." dedim fısıltıyla. Bedenimin çöktüğünü biliyordum ama buna izin vermeyecektim. O lanet olası kıçını bile kaldırıp gelemeyen tanrı benim zihnimde kol gezerken güçsüz düşemezdim. "Savaş mı istiyorsun Creotes?"

Yumruğumu duşakabinin camına geçirdiğimde arada görünmez bir duvar varmış gibi dalgalandı. Kasığımdaki yara kendini belli etmek istermişçesine parıldadı. "Savaş istiyorsan savaşacağım. Önüme çıkan herkesi öldüreceğim Creotes ve biliyorsun, bu ilk defa olmayacak." Histerik bir kahkaha atmamın ardından devam ettim. "Seni buraya getirip parçalayacağım ve cesedini asla bulamayacakları bir yere saklayacağım. Bu saatten sonra hepiniz benim yüceliğimden korkar hale geleceksiniz. Sen evrenlere hüküm bile geçiremiyorken bu saatten sonra şeytanı oynayacağım Creotes."

Son kez kendimi inceledim. Tamamen temizdi. Bedenim temizdi fakat ruhum gırtlağına kadar kire batmıştı. Artık sakin kalmayacağımı, daha doğrusu kalamayacağımı biliyordum. Küçümsemişlerdi. Neylerine güvendiğini bilmediğim insanlar bana aşağılarcasına bakıp bir hiçmişim gibi davranmıştı. Ben, Andrew Anderson'dım. Güçsüz düşmeye kalkışsam köşeden bir Anderson çıkıp beni hırpalar ve "Kendine gel!" diye söylenirdi. Sırtımı dayadığım bazı şeyler vardı. En başında, unutmama izin vermedikleri bir gerçek yer alıyordu. Dünyayı yok edecek bir güç taşıyordum. Pekala, bunu ortaya çıkarma vaktiydi.

Çenemi sıktığımda dişlerim kavgaya tutuştu ve kulakları rahatsız eden bir gıcırtı çıkardı. Akmakta olan suyu ellerimi bile kullanmadan telekineziyle kapatmamın ardından hızlıca buharlı duşakabinden çıktım ve benim için kapalı klozetin üzerine bırakılmış kıyafetlere göz attım. Beyaz sweatshirt ve oldukça geniş gelen kot pantolon kesinlikle bana ait değildi.

Kapıyı aralayıp kendimi dışarı attığımda boş koridora göz gezdirdim. Kıyafetler gibi bu ev de ne bana ne de babama aitti. Daha önceden görmediğim bir evde, loş ışıklarla aydınlatılmış sonsuz gibi görünen koridorda yalnız mıydım?

"Beni takip edin lütfen Bay Anderson." dedi anlaşılır bir İtalyan aksanıyla konuşan iri adam. Normalde güvenmezdim fakat çok yakında kokusunu aldığım Hendrix Anderson, daha yumuşak karşılamama sebep olmuştu.

Büyük ihtimalle İtalyan olan adam beni uzun yollara sokmuş, sonunda oymalı bir kapıyı aralayıp beklemişti. Adımımı attığım anda burnuma çarpan lavanta kokusu, bir yerlerde Hendrix Anderson'ın yemek yediğini gösteriyordu. Lavantanın, koku duyusunu geliştirdiğini söyler dururdu. Uzun ahşap masanın en başında oturan takım elbiseli adam düşüncelerimi kanıtlar nitelikteydi.

"Duştan çıktın demek." Odada masa dışında sol tarafa dizili olan kırmızı koltuklar vardı. Edgar'ın himayesindeyken gözümün önünden gitmeyen kırmızı renk saniyelik bir zaman zarfında şimşek gibi aklımda patlamış, gözlerimi kırpmaya zorlamıştı. Odanın geri kalanını görmekte güçlük çekiyordum. Aydınlığa kavuşan tek kısım masanın üzeriydi ve bunu da şamdanlara konulan mumlar sayesinde başarmışlardı. Masa, Leonardo da Vinci'nin Son Akşam Yemeği tablosundaki kadar uzun bir masaydı. Babam, bıçağın ucuyla masanın öbür ucunu gösterdi. "Senin için bir şeyler hazırladım."

Yiyemeyecek kadar kötü durumda olduğumu bilmiyor muydu bu adam?

"Aç değilim."

"Otur yerine Andrew." dedi gözleri, dilimlemekte olduğu etteyken. Bıçağın, eti parçalara ayırması; istemsizce Harry'i getirmişti aklıma. Gözlerimi yumdum kusmamak için. Boğazıma kadar yükselen yakıcı sıvıyı geri gönderip bana gösterilen yere oturdum zorlukla. "Nasıl hissediyorsun?"

"Nasıl hissetmemi bekliyorsan öyle hissediyorum." dedim ahşap masanın üzerindeki işlemeleri incelerken. "Neredeyiz?"

Masanın üzerinde duran peçeteyle nazikçe sildi dudaklarını. "Bunu soracağını tahmin etmiştim." Mumların aydınlattığı suratından hiçbir duyguyu okuyamıyordum. Gerçi, artık buna şaşırmamam gerekiyordu.

Sandalyesinden kalkıp odanın ortalarına doğru ilerledi. Pahalı ayakkabının yüksek topukları zeminde tok sesler çıkarıyor, Hendrix Anderson'ın varlığını kanıtlıyordu. "Burası benim gizli sığınağım. Yardımcılarım dışında kimsenin haberi yok."

"O yüzden senin kıyafetlerini giyiyorum." Şimdi daha anlaşılır geliyordu.

"Ah!" Aniden dönüp dudaklarına sinsi bir gülümseme yerleştirdi. "Senin yaşındayken giydiğim kıyafetler onlar. O zamanlar biraz kiloluydum, geniş geliyor olabilir."

"Oldukça geniş." dedim gülerek. Odanın karanlık kısmına gittiğinde bir cızırtı duydum ve ardından duvarları aydınlatan bir ışık göründü. Aynısını birkaç defa yaptığında bunların gaz lambası olduğunu anlamıştım. Odadaki koku ise kesinlikle gaz lambası olduğunu söylüyordu.

"Daha doğrusu burası Andersonların sığınağı. Her Anderson on sekizinci yaşının ikinci ayında burayı görmekle görevlendirilir ve Anderson soyundan gelmeyen hiç kimseye buranın varlığından bahsetmeyeceğine dair yemin eder." Klasik Anderson yasalarına hiçbir zaman şaşırmamıştım. Bunun garipliğine de şaşıramayacak kadar alışkındım. "Bir kadın, Anderson soyadına sahip olsa bile burayı göremez. Yalnızca erkeklere özel bir sığınak."

"Anlıyorum." dedim başımı anladığımı göstermek istermişçesine aşağı yukarı sallarken. "Büyük babam seni buraya getirdiğinde sen de benim yaşımdaydın yani."

"Evet fakat o dönemler biraz sıkıntılı şeyler yaşıyordum. Pek iyi değildim, dolayısıyla burada sadece on dakika bulundum." Ellerini iki yana açarak iki tarafında da bulunan gaz lambalarını gösterdi. "Burası tamamen eski mantıkla döşendi. Elektrik, doğalgaz yok. Susadığında bir mil ileride bulunan kuyudan su çekmen gerekiyor. Buraya çok uğramadığım için su içme gereğinde bulunmuyorum. O yönden kolaylık sağlıyor ancak eğer bir süre burada yaşamak istersen-"

"Neden burada yaşamak isteyeyim?" dedim aniden sözünü keserek.

"Saatler önce olan şeyleri hatırlatmak istemiyorum fakat Bay Pérez'in yokluğu er ya da geç fark edilecek. Kanıtları yok etmek, insanların zihnindeki Harry'i de sildiğimiz anlamına gelmez."

"Benim yokluğumu da fark edecekler. Ölen bir genç ve ardından kaybolan zengin bir genç daha..."

Daha önce aklına gelmemiş gibi anlayışla salladı başını. Kollarını göğsünde buluşturdu ve bir noktaya dalmış gitmişken konuşmaya devam etti. "Haklısın Andrew." Saniyeler sonra eski haline dönüp derin bir iç çekti. "Peki, ne yapmak istiyorsun?"

"Hiçbir şey. Yalnızca evime gidip son bir aydır yaptığım gibi evden çıkmamak istiyorum. Ayrıca..." Duraksadım. "Ayrıca ben birini öldürdüm. Neden kızmıyorsun bana?" Ayaklanıp tam karşısına geçtim. Boyumuz hemen hemen aynıydı. Yapılı bir vücudu yoktu fakat takım elbise içerisinde gayet de yapılı gibi görünürdü.

"Bu, senin hayatın. İster birini öldür ister azılı bir katil ol. Ben yalnızca işlerimin başına geçecek kişinin aklanmasını sağlamakla görevliyim."

"İşlerinin başına geçecek kişi..." Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp gülümsedim. "Oğlunu böyle tanımlaman ne güzel Hendrix Anderson." Önceden düşünememiş olmama rağmen aklıma çok daha garip bir fikir gelmişti. Cevabı belli olsa bile yine de sormaktan alamadım kendimi. " Harry'i öldürmemin yalnızca birkaç dakika sonrasında birden ortaya çıktınız. Beni takip mi ediyorsun?"

"Bütün gün seni takip ettim Andrew." Bileğimi sertçe kavrayıp yukarı kaldırdı. "Bu ellerin ne yapabildiğini gördüm." Avuç içimde güçsüz bir ışık parlayıp yavaş yavaş söndü. "Gördün mü?"

Kalp atışlarımın hızlandığını hissettim. Sanki kalp yerine son gücünü kullanan bir makine vardı. Fakat babamın kalp atışlarında herhangi bir değişim yoktu. Şaşırmamış, aşırı bir tepki vermemişti. Biliyormuş gibi davranıyordu ve bu, beni şaşırtmaya yetmişti. Her ne kadar davranışlarını normal görmüş olsam bile son yaptığı... Benim tanrı olduğumu biliyordu.

"Sen..."

"Her şeyin farkındayım. Hiçbir Anderson, bir diğer Anderson'ı kandıramaz. Ne yaparsan yap, anlaşılır."

Kapı gürültüyle açıldığında bileğimi bırakıp donuk ifadesine ve dik duruşuna geri döndü. "Ne var Emilio?"

"Dediklerinizi yerine getirdik efendim. Yol güvenli, müzenin çevresinde kimse yok."

"Teşekkürler Emilio. Lütfen arabayı hazırlayın. Çıkabilirsin." Babam ellerini çarpıp birbirine sürttü ve ardından fısıldayarak, "Seni bir yere götürmek istiyorum." dedi.

"Nereye?" Burası bile bana ağır gelmişken bir Anderson klişesini daha kaldıramayacaktım. Tam bunu düşünürken babam, nereden çıkardığını bilmediğim, bir kağıt uzatıp elime kalem tutuşturdu. "Sözlü ve yazılı yeminini etmelisin."

Başıma neler geleceğini bilmeksizin imzaladım gösterdiği alanı. Ya burada yaşananlar ses kaydına alınıyor ve babam da bunu kanıtlamak için imzamı alıyorsa? Ya beni Şerif Terrence'ın eline verecekse? Yok, bu mümkün değildi. Az önce de söylediği gibi ben, Andersonların tek çaresiydim. Devamlılığı benim üzerimden sağlamayı düşünüyorken neden şikayet etsin ki? Pekala, Andrew. Mantıklı düşün. Düşünmek zorundasın, başka çaren yok. Baban bile olsa güvenemezsin, öyle değil mi? Babana bile güvenemezsin.

"Tekrarla." dedi kağıdı elimden çekerken. "Buranın varlığını ilerideki erkek çocuğum dışında kimseye söylemeyeceğime yemin ediyorum."

Saçmalık, diye geçirdim içimden fakat bunu dışa vuramadım. Babamın, Anderson kuralları konusunda ne kadar katı olduğuna daha önceden şahit olmuştum. "Buranın varlığını ilerideki erkek çocuğum dışında kimseye söylemeyeceğime yemin ediyorum."

"Aferin, çok iyi. Şimdi..." Karanlıkta kaybolup tekrardan yanıma geldi. "Oğlumun sorunu neymiş öğrenelim." dedi orada olduğunu fark etmediğim farklı bir kapıya ilerlerken. Sorunu öğrenmek derken neyi kastediyordu? Doktora gitmeyecektik. Sanırım...

"Nereye gidiyoruz?" dedim nihayetinde arabaya bindiğimizde. Cevap vermeden arabayı çalıştırdı ve kasaba yoluna girdi. Aramızdaki sessizliği bozmak adına hiçbir şey yapmıyordu. Dolayısıyla konuşmamanın daha mantıklı olduğunu düşünüyordum. Ama... Ama nereye gidiyorduk? Babam biliyordu ve kesinlikle gideceğimiz yer 'sorun' diye bahsettiği şeyle alakalıydı. Tanrı olmamla alakalıydı.

Tahminen on dakikalık bir araba yolculuğunun ardından üç katlı bir binanın önünde durduk. Yazılar okunacak kadar net değildi ama Anderson yazdığına yemin edebilirdim.

Babam arabadan indiğinde yavru kedi gibi arkasından takip etmeye devam ettim. Az önceki İtalyan adam yine karşımıza çıkmış, babamın ceketini sırtından almıştı. Onlara acıyordum. Ceket taşı, Hendrix'i koru, kirli işleri kapatmakla uğraş...

Otomatik kapılar iki yana açılırken Hendrix Anderson bütün heybetiyle içeri giriş yaptı. Otomatik kapının iki tarafında uzanan insan sürüsü vardı ancak bunlar halktan değildi. Hepsi takım elbiseli, ciddi görünüşlü, iri yapılı insanlardı. Babam, içeride gizlediği şey için buraya bütün korumalarını dökmüştü. Her ne saklıyorsa önemli olmalıydı.

Orta kısımda küçük bir lobi ve hemen ileride yer alan, cam pencerenin ardında bir oda daha vardı. Lobinin sağında ve solunda başka gidiş yolları da vardı ama babamın odağı karşısındaki camın arkasıydı.

Kapıyı açmasıyla ikinci devasa alan çıktı ortaya. Birkaç adımlık merdiven uzanıyordu karşımızda. Tavan tahmin ettiğimden daha yüksekte kalıyordu. Tavandan aşağı kocaman ihtişamlı bir avize sarkıyor, eski bir hava katıyordu. Duvarlar krem renginde, her birinin üzerinde yağlı boyayla resmedilmiş kişiler vardı. Abraham, William, Geoffrey, Anthony, Ronald, Kenneth, Benedict, Hendrix Anderson ve... Ben. Böyle bir tablomun olduğundan bile haberim yoktu. Bu, ben miydim? Oysaki kendimi asla ciddi yüz hatlarına sahip olarak görmemiştim. Bunun aksine sürekli sinirliymiş gibi görünen gergin bir suratım vardı. Bu ise tamamen Andersonlara yaraşır bir duruştu. Üzerimde beyaz gömlek vardı ve kollarını dirseklerime kadar katlamıştım. Böylelikle aslında beyaz olan ama resimde esmermiş gibi görünen kolum ortaya çıkmıştı. Yandan bir bakış atmıştım, vücudum kameraya dönük değildi. Kim çizdiyse iyi iş çıkarmıştı.

"Hayran kaldın bakıyorum." Babamın soğuk sesi tenimde dolaşırken istemsizce üşümüştüm. "Burası Anderson Müzesi. Tanıman için sana vakit tanıyacağım." dedi merdivenlerin başında dikilmeye devam ederken. Benden herhangi bir tepki vermemi beklediğini anladığımda merdivenleri indim yavaşça. Fildişi rengi fayansların üzerinde müzelerde bulunan sergi camları vardı. Rastgele yerleştirilmiş kahverengi ahşap direkler ve üzerinde bulunan tabanı ahşaptan cam kutu... İçlerinde bir şeyler olduğunu görebiliyordum. Camın küçük bir kısmını, içindeki şeyi açıklayan kağıtlar kapatmıştı. En yakınımdakine yaklaştığımda kağıt parçasının üzerinde "Ruth'un beyzbol topu" yazdığını fark ettim. Şu şekilde devam ediyordu: "Ruth Anderson, önceki performanslarının yanı sıra son maçındaki başarısından dolayı Amerika'da bir ilke imza attı. Başarısını tamamen topun şekline bağlıyor!"

"Abraham Anderson şirketi kurduğu senelerde, bu işin nasıl ilerlemesi gerektiğine karar veremiyordu." Tekrardan daldığım esnada beni kendime getiren babamın sesine odaklandım. "İlk çocuğu Ruth'du. Gayet başarılı, estetik görünüme sahip, zeki biriydi. Fakat O, kadındı. O seneleri göz önüne alırsak bir kadının şirket başına geçmesi inanılır gibi değildi. Büyük büyükbaban, öleceği kesin olan son günlerinde William'ı seçmiş; onun devam etmesini istemişti. Gel gör ki William'ın çocuk sahibi olamayacağını düşünüyorlardı. Büyükbaba William'ın çocuk sahibi olma yönünden başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Geoffrey ve Duncan dışında olan iki çocuğu da ölmüştü."

"Büyükbaba William depresyon hastasıydı, öyle değil mi?" dedim dokuz yaşındayken eğitimini aldığım Anderson tarihi dersini hatırlayınca.

"Aynen öyle. Bu yüzden ne büyükbaba Geoffrey'i ne de kazada ölen Duncan'i tam olarak eğitim verememişti. Geoffrey kendi kendini yetiştirmese bu zamanları göremezdik bile." Birkaç adım atıp öteki cam kutunun önünde belirdi. "Gel bakalım."

"William Anderson'ın günlüğü." diye okudum sesli olarak. Deri kapaklı, oldukça eski defterin yaprakları birbirine girmişti.

"Bu cam kutuyu hiçbirimiz açamadık. Büyükbaba Abraham'ın kesin emri var bu konuda. Buradaki hiçbir cam kutu açılmayacak fakat bu defterde ne yazdığını tahmin edebiliyorum. Geoffrey, babası William erken yaşta ölünce onu anmak için ilk çocuğuna William adını vermişti. William belli bir yaşa geldiğinde bu durumdan rahatsız olduğunu, hasta büyükbabasının adıyla anılmak istemediğini söyledi. Söyledikleri kimse tarafından umursanmayınca bu günlüğü yazmaya başladı. Her şeyi yazıyordu: Dağları, böcekleri, çiçekleri, içindeki umudun yavaş yavaş eriyip yok olduğunu..."

"Bunları nereden biliyorsun?"

"Büyükbaban Benedict anlatmıştı. Williamlar trajik bir konu Andrew. İyice kavramanı ve bundan ders çıkarmanı istiyorum. Her neyse, nereden kalmıştık?" dedi usulca çenesindeki sakalları okşarken. Üzerindeki beyaz gömleğin duruşu ile az önceki tablomdaki benzerlik gözümden kaçmamıştı. Andersonlar'a beyaz gömlek yakışıyordu. "William ergenlik dönemine geldiğinde bazı semptomlar gösterdi ancak bunun ergenlikten kaynaklandığını düşündüler. Oysaki William da büyükbabası gibi hastaydı ve dediğim gibi yavaş yavaş eridi. Yataktan çıkamayacak kadar güçsüz düştü, zamanla kendini ölümüne teslim etti. Normalde şirketin başına geçmesi gereken O'ydu fakat ölünce en küçük çocuğa, yani Anthony'e verildi bu görev. Onun ölümünün ardından hiçbir Anderson'a, William adının verilmemesi kararlaştırıldı."

"Ne kötü." diye mırıldandım meraklı gözlerimi kutuların üzerinde bir bir gezdirirken. Babamın, her şeyden haberdar olmasını unutmuştum çoktan. "Şu nedir?" dedim parmağımla ilerideki cam kutuyu gösterirken. Hepsi ışıkların altında kendini sergilerken o kutu karanlığa gömülmüştü. Kendini göstermek istemiyormuş, saklanıyormuş izlenimi veriyordu.

Babam başını robotik bir şekilde çevirip gösterdiğim yere odaklandı. "O mu? Buraya gelme sebebimiz."

Kanımın ısısı birdenbire artmış, mideme kramplar girmişti. İlk önce sığınakta olan şey, sonrasında ise karanlığın kucağındaki cam kutu... Saatler öncesinde birini öldürdüğümü görmezden gelemezdim. Bu geceden sağ çıkabilir miydim, bilmiyordum.

Hem meraktan hem de bilmediğim bir yerde yalnız kalmama isteğimden dolayı takıldım peşine. Ayaklarımın altı karıncalanmaya başladığında içimde tuhaf bir huzursuzluk yeşeriverdi. Doğaüstü bir şeyin yakıcı gücünü tüm hücrelerimde hissedebiliyordum. O kutuda ne varsa bu dünyaya ait değildi.

"Diğerleri için o derece olmasa bile Abraham Anderson'ın bu kutuyu açmamaları hakkında kesin bir vasiyeti var."

Cam kutunun üzerine yerleştirilmiş bir adet içe gömülü ampul vardı. Fakat o seneleri düşününce ampulün olmaması gerekiyordu. Büyük ihtimal gelecekten geliyordu. Gaz lambaları ve mumlarla aydınlanan bir dünyanın parçası değildi ampul ve herkes bunun farkındaydı. Ampul ve cam kutu bir şekilde içerisindeki parşömen kağıdını koruyordu.

"Bu müze kaç yılında kuruldu?"

"1858 senesinde. Tuhaf olan da bu: O zamanlar ampul icat edilmemişti. O halde, bu ampulün burada ne işi var?" Demek ki bu konuda şüpheye düşen yalnızca ben değildim. Abraham Anderson 'açılmamalı' dediğine göre özel ve insanların görmemesi gereken bir şey saklıyordu bu kutuda. Ludvig'in sert ses tonu kafamın içinde yankılandığında istemsizce irkildim. Ludvig, her şeyi büyükbaba Abraham'a anlatmıştı. Abraham her şeyi biliyordu ve bana not bırakmıştı. İyi ama nasıl emin olabilmişti açılmayacağı konusunda? Camdı bu, her şekilde açılabilirdi.

"Müze ilk kurulduğunda yalnızca bu kutu vardı. Ayrıca müze, kuruluşunun yirmi iki sene ardından ziyarete açıldı. Yani büyük büyükbaban Abraham, ölmeden bir sene önce buranın ziyarete açılmasını istedi."

Geçen her saniye daha da kafamı karıştırırken bunun sebebinin ampulden kaynaklandığına emindim. Abraham Anderson, müzenin açılması için ampulün icat edilmesini bekliyordu. Bu sayede bu kutuda bulunan ampul kimsenin dikkatini çekmeyecekti. Her Anderson bir şeytan zekasına sahipti ve keşfettiğimde hayretler içerisinde kalıyordum. Bunun yanı sıra ampul seneler sonra buraya konulmuş olabilir ancak cam, bu ampule göre tasarlanmıştı. Yani en başından beri burada, yalnızca bu kutuyu aydınlatmak için yer alıyordu. Aydınlattığı şey ise dürülmüş bir parça parşömen kağıdıydı.

"Kimse açmak için uğraşmadı mı?" dedim cam kutunun etrafında turlar atarken. Açmanın bir yolu olmalıydı ama ne bir anahtar girişi ne de camı kaldırıp açacak bir boşluk vardı.

"Elbette denediler. Büyükbaba William'ın dediğine göre Abraham Anderson ölümünden birkaç saat önce William ile konuşmuş. Kim erkek çocuğundan şüphe duyarsa, aslında yapmayacağı davranışları yaptığına şahit oluyorsa gelip bu kutuyu açacak yol bulmalıydı oğluyla beraber."

"Büyükbaba Abraham cinsiyetçiymiş sanırım." dedim dalgayla ama bunun tamamen benimle alakalı olduğunun farkındaydım.

"Bildiği bir şeyler olmalı." Dudaklarını ıslatıp anlatmaya devam etti. "Kuzenlerin Harold ve Javed buraya gelip açmak istediler. Camı kırmaya çalıştılar, üzerine büyük bir demir gülle bıraktılar, ahşap direği yerinden sökmek istediler... Fakat ikizler ne yaparsa yapsın açmayı başaramadılar. Sende gördüğüm şeyden sonra bunu açabileceğini düşündüm."

"Sanmıyorum." dedim camla yüzüm arasında kısacık mesafe bırakmış haldeyken. Aynı zamanda babamın doğaüstü sorularından kaçmak için çabalıyordum. Biraz daha yaklaştığımda en dipte, fark edilmeyecek kadar küçük bir çukur gördüm. Kutunun zemini ahşaptı fakat bu kesinlikle demirden yapılmıştı. Çömelip incelediğimde direk ile ahşap zeminin birleştiği ufacık aralıkta farklı bir demir parçası gördüm. Parmağımla dokunamayacağım kadar küçüktü. Ona ulaşmak için daha küçük bir şeye ihtiyacım vardı. "Kalemin yanında mı?"

Babam gömleğinin ön cebinden küçük bir pilot kalem çıkarıp uzattı. "Kalemin bu gizemli kutuyu açabileceğini mi düşünüyorsun?" Sesinin her bir kırıntısında merak duygusu vardı. Atalarına saygı duyduğunu biliyordum ama elinde olsa bu kutuyu parçalara ayırabilirdi. Sonuçta kimse bunu açamamıştı. Kendisi neden imkansızı başarmasın ki?

"Olabilir." Kalemi kapağından ayırıp ucunu demire bastırdığımda zeminin bir parçası olan demir çukur bir CD yeriymiş gibi öne çıktı. Oradaki küçük demir, tuştu. Aslında bu kutuyu açmak için bir anahtardı ve ben, anahtarı bulmuştum. "Kimsenin bundan şüphelenmemesi tuhaf. Bu tuşun buraya sonradan konma ihtimali var mı?" dedim doğrulurken.

"Sanmıyorum. Büyükbaban ne dediyse o uygulanır, aksini yapmaları mümkün değil."

Çukurun net bir şekli yoktu. Kare şeklindeki pürüzlü çukurun tam ortasında girintili çıkıntılı başka bir çukur daha vardı. Şekil olarak bütünlük sağlanamadığından ne olduğunu anlamam imkansızdı. Bu şekle kim baksa hiçbir nesnenin şeklinin böyle olamayacağını söylerdi.

"Boynundakini ne zaman aldın?" dedi babam, işaret parmağıyla yakamı gösterirken.

"Sadece hediye." dedim umursamaz tavırla. Anderson tarihinin en gizemli olayını çözmeye çalışırken bana kolyemi sorması tuhaftı. Az önce meraktan dudaklarını kemiriyordu, kolye mi önemliydi gerçekten? Babama anlam veremiyordum.

Saniyeler içerisinde parıldamaya başlayan kolye, gerçeği göremediğimi bağırıyordu. Boynumdan çıkarıp hızlıca çukura bastırdım. Daireyi andıran çukur kolyenin, kare olan ise avuç içimin iziydi. Abraham... Bu zekanın koskoca şirket kurup zamanının en zengin adamı seçilmesine şaşırmamalıydı. O, bir dahiydi!

Ahşap direğin içerisinden demir bir çubuk yükselip cam kutuyu kaldırdı. Parşömen ulaşabileceğimiz bir yerdeydi artık. Kısacık bir anda babamla göz göze geldik ve ikimiz de nefesimizi bırakmak istemiyormuşçasına tuttuk. Açmaya çalışıp da başaramadıkları cam kutu yukarıdaydı, duruşuyla başardığımızı söylüyordu.

"Kağıdı al ve içinde ne varmış bak." dedi babam heyecanını gizleyerek. Oysaki kalbi ağzında atıyordu. Doğaüstü gücümün olduğunu gördüğünde bile bu kadar heyecanlanmayan Hendrix Anderson, kağıdın ulaşılabilirliği karşısında deliye dönmüştü. Koyu kahve irisleri sevinçle parıldıyor, gözlerini kağıttan ayırmıyordu.

Parşömen kağıdına uzandığımda parmak uçlarımı alevler içerisindeki odunlara uzatmışım gibi yanmaya başladı. Dürülmüş silindir şeklindeki kağıdı parmaklarımın arasına alıp açtım. Bomboş bir sayfaydı. Umutsuzca babama gösterdim. "Uğraştıkları şey bunun içinmiş." dedim nefesimi sinirle dışarı vururken. Nefesim, eski kağıtla buluştu; kağıttan parça parça tozlar döküldü. Siyah dolma kalemle yazılmış birkaç paragraf gün yüzüne çıktığında ağzım şaşkınlıkla aralandı. Bir gece için bu kadar aksiyon yeterli derken her defasında farklı bir şey yaşıyordum. Gerçekten, yarın yaşayabileceğimin bir garantisi yoktu.

Abraham Anderson'ın tanıdık düzgün el yazısı ile yazılmış harflere baktım. İçerisinden kelimeler seçiyor, heyecandan dolayı baştan başlayamıyordum.

"Pekala, büyükbaba Abraham şöyle diyor..."

Sevgili Torunum,

Bu mektup eline geçtiğinde zaten her şeyden haberdar olduğunu bilmeni isterim. Ludvig ve Aimar sana ulaştı, Froghar'a geçiş yaptın ve bir tanrı olduğunu öğrendin. Kim olduğunu, hangi yılda dünyaya geleceğini bilmiyorum. Dolayısıyla asla açılmaması şartıyla bir kutuya koydum bu mektubu. Anlayacağın üzere sevgili torunum, söyleyeceğim birkaç şey var.

Bu mektubu sana 1858 senesinin ocak ayından yazıyorum. Ludvig ve Aimar'ın beni ziyaret edişinin, her şeyi açıklamasının üzerinden haftalar geçti. Çok karamsar ruh hali içerisindeyim. Sıkıntıyı sanki fiziksel bir yükmüş gibi hissedebildiğin zamanlar oldu mu torunum? Eminim olmuştur. Üzerindeki yükü anlayamıyorum. Kendimi zorladım, anlamalısın Abraham; o senin kanından gelen bir yaratıcı dedim kendi kendime. Lakin nafile, anlayamıyorum.

Eğer hala gerçekleşmemişse ve zamanda bir sorun oluştuysa bil ki Kimberly Berry adında bir genç kızı katledecekler. Henüz dünyaya gelmemiş olabilirsin ancak Ludvig bana anlattı sevgili torunum. Dediğim gibi, şayet gerçekleşmemişse koru onu. Sen, bütün evrenlerin yaratıcısı Creotes'in manevi oğlusun ve buna uygun davran. Düşmanların olacak. Yeri geldiğinde en yakınını bile tanıyamayacaksın; düşmanlarının, ayağını kaydırmaya çalıştığını fark edeceksin. Öyle zamanlarda ne yapmalısın biliyor musun? Savaşmalısın. Andersonlar savaşçı bir aile değildir ama sen savaşçı olacaksın. Oturduğun yerden konuşmak çok basit büyükbaba, diyebilirsin. Eğer öyle diyorsan seni yargılamam çünkü evet, buradan konuşmak çok basit. Bilmelisin ki ölmüş olsam bile seni destekleyeceğim. Baban seni anlamayacak büyük ihtimalle. Yetiştiriliş tarzımız bu fakat baban her kimse ona da güveniyorum. Lütfen, insanlığın korunması için elinden ne geliyorsa yap.

Kurallarımız dogmatiktir fakat eğer istemezsen ve eğer erkeksen sıranı diğer kardeşlerine verebilirsin. Bu hakkı yalnızca sana tanıyorum.

Muhtemelen şu an babanda bulunan baba yadigarı bir hançerimiz var. Onun bütün varlığını sana bırakıyorum. Onu koruyacak en doğru kişi sensin. Ayrıca Anderson hazinesinden on milyar doları, müzede bulunan yüz gram elması; Kolombiya ve Prusya'da bulunan iki adet malikâneyi sana bırakıyorum.

Ve sevgili torunum, son bir şey daha. Söylediğim gibi eğer zamanlarda karışıklık olmadıysa Creotes ile birebir görüştüğünü öğrenmen gerekiyor diye düşünüyorum. Bunun ne zaman olacağını inan ben de bilmiyorum fakat hatırlamayacaksın çünkü Creotes hatıralarını silecek. Tutunacak tek dalın Ludvig ve Aimar'dır. Onlara güven ve sözlerinden sakın çıkma. Bu, senin dünyanın savaşı değil. Eğer kazanamazsan Ilrona dedikleri cehennem çukuru genişleyecek ve bütün evrenlere yayılacak. Froghar'ı umursamayabilirsin çünkü seni oraya bağlayan bir şey yok ama şunu bilmelisin: Bu savaş, yalnızca Froghar'ın değil; tüm evrenlerin savaşı.

Seni seviyorum, sevgili torunum. Kendini ve aileni başta olmak üzere bütün evrenleri koru. Senden başka çareleri yok.

Sevgilerimle, büyükbaban Abraham Anderson.

Büyükbaba Abraham'ın mektupta bahsettiği 'sıkıntıyı sanki fiziksel bir ağırlıkmış gibi hissetmek' olayını tam olarak anlayabiliyordum. Şu anki hislerim, bundan farklı değildi. Nefesimi tuttum ve elimdeki kağıdı eski haline çevirip ait olduğu yere bıraktım ve tuşa tekrar basarak cam kutuyu kapattım. 'Klik' sesiyle buluşan cam ve ahşap zemin, bir anda toz bulutu haline gelip müzenin içerisine yayıldı. Mektup, cam kutu, ahşap direk... Hepsi atomlarına ayrılmış ve yok olmuştu.

"Biliyorum." dedim babamın gözlerine bakarak. Öfke, şaşkınlık, merak, sevinç ve daha sayabileceğim onlarca duygunun hiçbiri yoktu. Yalnızca boşluk, saf boşluk vardı. "Neler olduğunu soraca-"

"Hayır, sormayacağım." dedi kendinden emin bir şekilde. Ellerini arkasında buluşturup göğsünü dikleştirdi. "Bana sadece hislerini söyle. Birini olağandışı bir şekilde katletmen ve ardından bu saçmalıklar..."

"Açıklayabilirim her şeyi." Ellerimi başımın hizasında kaldırıp alttan bir bakış attım. Bu halimle suçlu gibi göründüğümün farkındaydım fakat kalır yanım yoktu. "Ben... Ben milyarlarca sene önce intikam uğruna kendini kaybedip başka evrene hapsolan bir tanrının vârisiyim. Onun yetenekleri bana geçti ve hapsolmasına sebep olan kişinin vârisi ile savaşmak zorundayım."

Donuk bakışlarının altında ezildiğimi hissederken adem elmasından geçen bir yumru ile duygularını belli etmemek için ne kadar çabaladığını gördüm. Bu raddeye gelmemeliydim. Babam, tüm bunları öğrenmemeliydi.

"Bu vâris tanıdığım biri mi?"

"Evet."

"Kim?" dedi tükürür gibi. Dişleri birbirine kenetlenmiş, kaşlarını çatmıştı. Parıldayan meraklı kahverengi irislerinden eser kalmamıştı.

"Edgar Chapman." Anladığını gösteren hafif bir baş sallamasının ardından arkasında kenetli halde bulunan ellerini çözüp elini arka cebine attı. Neredeyse elinden biraz büyük, müzenin cansız ışıklarının altında parıldayan altın işlemeli hançer kınına baktım. Babamın, yanında bir hançer taşımasına mı yoksa sorgusuz sualsiz bunu bana verişine mi şaşırmalıydım?

"Parayı ve elması pazartesi günü Anderson hesabına aktarırım. Tapuları-"

"Ben hiçbirini istemiyorum."

"Abraham Anderson ne diyorsa o olacak. Bu, senin istemene bağlı bir şey değil." Hançeri zorla elime tutuşturup müzenin çıkışına yöneldi. Koşarak yetiştim ve ilk defa babamın omzuna dokunarak, "Devamını anlatmama izin vermeyecek misin?" dedim.

Her zamanki haline döndüğünü belirten robotik bir bakışla cevapladı sorumu. "Belki başka gün Andrew. Belki başka gün."

Korumalar eşliğinde arabaya döndük ve babamın, beni belli bir mesafeye kadar götürmesine izin verdim. Son saatlerde aklıma gelmemiş olan gerçeği göz önünde bulundurarak beni köşede indirmesini istedim. "Eve gidecek misin? Başına başka işler açarsan bunu toparlamam zor olabilir."

"Eve gideceğim ancak öncesinde bir şeyi halletmem gerekiyor. Merak etme." Arabadan indiğimde paçalarımın yere değip çamura bulaştığını gördüm. Pahalı siyah araç benden uzaklaşırken eğildim ve paçalarımı birkaç kat katlayıp daha iyi bir görünüm verdim. Seksenlerde bir sirk oyuncusu olabilirdim bu halimle.

Orman boyunca yalnız başıma yürüdüm. Artık korkmuyordum Vind Ormanından. Çıkabilecek her türlü tehlikeye karşı kendimi koruyacaktım. Abraham Anderson, savaşmamı söylüyordu. Öz babamın aksine benimle ilgili bir problemle yakından ilgilenmiş, değer vermişti. Peki, öz babam ne yapmıştı? Beni başka bir zaman dinleyebileceğini söylemişti. Oysaki kendimi açmaya hazırdım. Kevin'den sonra ilk defa birilerine güvenip konuşmayı diledim fakat konuşmayı dilediğim kişi Anderson soyadına sahip olunca işler değişmişti. Hayır, bu yanlış bir olguydu. Abraham da Anderson soyadına sahipti ama Andersonlar'ın en iyisiydi. O zamanki bütün iş adamlarını sollayıp en başa yerleşmişti. Kimsenin çözmeye bile kalkışmadığı bir puzzle yaratmıştı adeta. Büyükbaba Abraham ve onun sözlerine inanıyordum. İçimden bir ses onun yardımıyla bir yerlere gelebileceğimi söylüyordu.

Artık şirket başına geçme gibi bir zorunluluğum yoktu. Bunu başkası söylese babam güler ve geçerdi fakat söyleyen kişi büyükbabası Abraham'dı. Kesinlikle bu konudaki yüküm kalkmıştı üzerimden.

Soğuktan titreyen parmağımı kapı tokmağına götürüp birkaç defa vurdum. Saniyeler içerisinde kapı açıldı ve kapının açılmasıyla beraber gözlerim ışığa doydu. Beyaz gömlek, siyah kalem etekli Asyalı bir kadın gülümseyerek yumuşak bakışlarını üzerime dikti.

"Size nasıl yardımcı olabilirim?" dedi kadife ses tonuyla.

"Sandra evde mi?"

"Elbette. Bir dakika bekleyin lütfen." Kapıyı yarıya kadar kapayıp uzaklaştı. Topuklu ayakkabının merdivende çıkardığı kafa tırmalayıcı sesiyle birlikte kayıplara karışırken buza dönüşen ellerimi pantolonun cebine sokup sert kumaşa sürttüm. Bir şekilde ısınmam gerekiyordu.

Birkaç dakika sonra kapı tekrardan açıldı ve arka plandaki yoğun ışığın bile engellemeye gücünün yetmediği parlak kızıl saçlarıyla Sandra belirdi. Belini açıkta bırakan siyah bir pijama üzeri ve aynı siyahlıkta bir şort giymişti. Sandra'yı tanıdığım günden beri ilk defa bu kadar siyaha gömüldüğünü görüyordum. Kollarını zayıf beline dolayıp rahatsız bir surat ifadesiyle odağını başka yerlere ayarladı. "Ne istiyorsun Andrew?" dedi yorgun bir sesle.

"Konuşmak istiyorum."

Kaşlarını bir keman teli gibi büzüp nefesini dışa vurdu. "Konuşmak için doğru bir zaman değil."

"Sorun ne?" Birkaç adım attığımda anına geriledi ve kapının eşiğinden uzaklaştı. "Beraber çözebiliriz."

"Sorun sensin." dedi birdenbire. Kaşlarımı hayretle kaldırıp soran gözlerle incelemeye başladım. "Bir de sorunun ne olduğunu soruyorsun, inanamıyorum." Titremeye, yavaştan kızarmaya başladı. "Günlerdir kayıp olan Andrew bir anda kanlar içinde ortaya çıkıyor. Ne yapmamı bekliyorsun?"

"Dün gece neden yanımda kaldın o zaman?" dedim doğruları söylediğimi umarak. "Madem rahatsızdın neden bekledin?"

"Çünkü kararsızdım. Ne yapacağımı bilemedim." Okyanus mavisi gözlerinden birkaç damla yaş düşüverdi kırmızı yanaklarına. "Bana zarar vermenden korktum." dedi fısıltıyla.

Başımı hızlıca iki yana salladım. "Bunu nasıl düşünebilirsin?" Ne ailemin ne de dostluklarımın bir önemi kalmamıştı son zamanlarımda. Sandra tek dayanağımken bunları nasıl söyleyebilirdi? Bana olan güvenini kaybetmişti.

"Duştayken boynumu sıktığını hatırlamıyor musun?" dedi yakasını indirip morarmış boynunu gösterirken. Sarılıp defalarca özür dilemek istedim. Yapamadım. Onun yerine kapıda dikilip arzu dolu gözlerimi Sandra'nın üzerinde gezdirdim. Tam ağzımı açacağım sırada keşke ölseydim de duymasaydım dediğim kelimeler döküldü pembe dudaklarından. "Bence bir süre uzak dursan iyi olur."

"Bana bunu yapma." O kadar acınası duruyordum ki... Kendimden utanıyordum.

Parmaklarını saçlarının altından geçirip ensesine götürdü. Kanadı kırık kelebek kolyesini avucumun içine bıraktı hiç umursamadan. Kalbimin büyük bir çatırtıyla ikiye yarıldığını hissettim. "Git lütfen. Sadece git." Kapıyı kapamaya yeltenmişken atik bir şekilde davranıp elimi kapıya dayadım.

"Sandra-"

"Seni istemiyorum." Kapıyı son gücüyle kapatmaya çalışmasına rağmen gücüme karşı koyamıyordu.

"Lütfen... Lütfen, lütfen... Yapma bana bunu."

"Bay Lynch!" diye bağırdığında ilk defa duydum sesindeki tınıyı. Beni istemiyordu. Beni, gerçekten istemiyordu. Gözlerinden dökülen damla damla yaşları bile görmeden evine, özel alanına, zorla girmeye çalışmıştım. Sandra'nın acı dolu çığlığının ardından benim boylarımda bir adam belirdi yanı başımda. Kolumdan tutup sertçe çekiştirmeye çalıştığında kendimi kurtarıp Sandra'ya baktım.

"Son bir şey sormama izin ver."

Dolu gözlerle suratıma bakan Sandra, en azından ağlamayı kesmişti.

"Şimdi veya daha öncesinde... Beni sevdin mi?"

Sandra hiç düşünmeden en acımasız ses tonuyla cevapladı. "Hayır. Senden nefret ediyorum."

Kapının menteşelerinin oynama sesi, çarpıp koca bir gürültü oluşturma sesi... Hepsi kafamda anlık olarak yankılanmış ve sanki beynimin içerisinden bir kurşun geçmiş gibi soğuk bir hissiyat vermişti. Çenemden başlayıp karnıma yayılan uğursuz sıcaklık, midemin içerisinde taklalar atıyordu. Kader nasıl benimle alay ediyorsa, sıcaklık da ediyordu.

Senden nefret ediyorum.

Küçük Andrew Anderson kafamın içerisinde hunharca dönüyor, her bir noktasına değerek garip cızırtılar çıkarıyordu. Korkuyordu sanki. Bana, kendi benliğine sığınıyordu. Üşüyordu. Bana, en yakınına sarılıyordu.

Senden nefret ediyorum.

Avucumun içindeki küçük kanadı kırık kelebeğe baktım. Dudaklarımda kırıkları barındıran bir gülümseme peydahlandı küçük kelebeğe. Sadece bir saliselik zaman diliminde onun uçabileceğine inandım. Fakat bir yanılsamaydı bu. Cansız nesneler hiçbir zaman hareket edemezdi.

Yanımdaki Bay Lynch diye anılan adamı es geçip ormana daldım korkusuzca.

Kimim kalmıştı ki bu saatten sonra? Kimdim ben? Ne yapabilirdim? Kafamdaki tilkilere ait her bir soru ayrı bir muammaydı. Hepsi ölümüm için sırada bekleyen yandaşlarımdı.

Lanet olası bir katildim.

Sandra, Kevin, babam, geriye kalan herkes... Yoktu.

Ve ben, tek başımaydım. Girdiğim bu yolda tek başımaydım ve damarlarımdaki gücün patlamasına hazırdım.

Ağaç kütüğüne çıkıp kolyemde gezdirdim parmaklarımı. "Dünya beni kabul etmiyorsa Froghar'da kuracağım medeniyet için hazırım." diye mırıldandım son derece kararlı olan ses tonumla.

•••

Sinirden deliye dönen Hendrix Anderson, oldukça pahalı arabasının kapısını hiddetle çarpıp evine doğru ilerledi hızlı adımlarla. Evin sıcak atmosferiyle karşılaştığı anda kapalı kapıya birkaç yumruk geçirdi hiç düşünmeden. Parmak boğumlarından yayılan ılık kan, Hendrix'i delirtiyordu. Birkaç adımda salona varıp yemek masasının üzerindeki süs eşyalarını tek tek duvarlara savurmaya başladı. Gözü hiçbir şey görmüyordu; öfke, bütün damarlarını esir almışken nasıl görebilirdi ki?

Bahçeye açılan camı yumruklamaya başladı ancak camın asla kırılmayacağını biliyordu. Verdiği hasar yalnızca kendisine dönüyordu.

Berta Anderson, alt kattaki gürültüleri işittiğinden ötürü koşarak indi merdivenleri. Kocası, delirmiş gibi etrafa saldırıyor ve salonu birbirine katıyordu. Eşyalar yerlerdeydi. Bahçe camının üzerinde koskoca kanlı el izleri vardı. Tam önünde ise... Hendrix duruyordu. Hızla kalkıp inen göğsünü arkadan bakmasına rağmen hissedebiliyordu. Ardından Hendrix gerçekten delirmiş gibi kahkahalar atmaya başladı. Sevgili eşinin kendisini izlediğinden habersizdi.

Amerika'ya döndükleri günden beri hep sakindi Hendrix. Sanki olacakları kabullenmiş, kaderin acımasız pençesinin üzerine doğru geleceğini anlamıştı. Eşiyle birlikte Brezilya'da, iki çocuklu bir aile olarak sıradan günlerine devam ederken bir gün, uğursuz bir telefon araması gelmişti Hendrix'e. Annesi, babasının çok hasta olduğunu uzun uzadıya anlatmış; Amerika'ya dönmesi için resmen yalvarmıştı. Ardından Hendrix için bir haftalık düşünme süresi başlamıştı. Çocuklarıyla ilgilenmiyor, Berta ile aynı yatağa girmiyor, tüm gününü kütüphanesinde geçiriyordu. Berta çok endişeliydi onun için ancak bir şey diyemiyordu.

Bir haftanın sonunda, akşam yemeğinin hemen ardından çocukları yukarı göndermişti itiraz istemez bir tavırla. Berta'ya dönüp boşanmak istediğini, Andrew'un velayetinin kendisinde kalacağını ve Matthew'u bırakacağını söylemişti. Ah, nice göz yaşları dökmüştü Berta o akşam. Sebebini sormuştu ısrarla. Sevdiği adamın bir haftada değişmiş olmasını kabullenememişti. O ağlayıp sızlanırken Hendrix'in her zamanki ifadesiz suratıyla dikildiğini de hatırlıyordu. Zaten hep böyleydi Hendrix. Çocuklarına asla belli bir şefkat göstermemiş, yalnızca eğitimlerinin üzerine düşmüştü. Öyle ki Andrew okula bile gitmiyordu. Gerçi oğullarının eğitimine daha çok vardı ancak Hendrix, şimdiden onu eğitmesi gerektiğini söylemişti her zaman.

Sebebini ise konuşmalarının sonlarına doğru duygusuzca dile getirmişti. "Andersonlar'ın lanetine bulaşmanızı istemiyorum." demişti Hendrix o akşam. "Brezilya'da sana ve Matthew'a her türlü olanağı sağlayacağım." diye devam etmişti ancak Berta o kadar emin değildi bu konuda. Yuvasını koruyan anaç bir tavırla Hendrix'in karşısına dikilmiş, boşanmayacağını kesin bir dille ifade etmişti. Ardından hiçbir şey konuşulmamış, Amerika'ya gidene kadar da konuşmadan geçirmişlerdi günlerini. Amerika'da ilk gün yerleşmişlerdi bu eve. Zaten aksinin olması mümkün değildi. Her Anderson yaşamıştı bu evde.

Çok şey değişmemişti on dört senede. Kocası hâlâ ifadesiz, donuk ve meşgul bir insandı. Yalnızca daha az görüşüyorlar, her ikisi de işlerinden kafalarını kaldırmıyorlardı. Sadece Andrew ve Matthew için yakınlaşmışlardı birbirlerine. İki yakınlaşmanın da mecburiyetten ibaret olduğunu, kocasının yakınlaşmak istemediğini biliyordu Berta. Sorun her neyse onu sıkmak istemiyordu. Aşıktı ona, her şeyi geride bırakıp sıkı sıkıya sarılmıştı Hendrix'e. Yakınlaşmak istemiyorsa onun için sorun yoktu. Gece derin uykudayken onu izleyebiliyordu ya, bu kâfiydi.

Şimdi ise yıllar sonra ilk defa öfkesini dışa vurmuştu kocası.

"Hendrix." diye fısıldadı korkuyla. Hendrix, eşinin sesini duyunca hışımla döndü arkasına. Hızlı birkaç adımın ardından Berta'nın yanına gelip bağırmaya başladı. "Sana, gelmememiz gerektiğini söylemiştim öyle değil mi? Bu lanete bulaşmamız gerektiğini söylemiştim!"

"Neler oluyor Hendrix?"

Hendrix, acıyla buruşturdu yüzünü. Sonrasında on altı senenin biriktirdiklerini vurdu dışa: Ağladı.

Berta'nın ağzı şaşkınlıkla açık kalmıştı. Kocası, duygudan yoksun Hendrix Anderson, ağlıyordu.

Hendrix, Berta'nın dizlerine yapıştı birdenbire. "Sana söylemiştim!" dedi göz yaşlarının arasından.

Berta da yere çöküp kocasına sarıldı sıkıca. Siyah saçlarını, sakinleştirmek istiyormuşçasına, okşadı. "Sorun yok Hendrix. Sorun yok." dedi teskin edici ses tonunu kullanarak.

Hendrix, sarsılarak ağladı dakikalarca. Berta'ya minnet duyuyordu bu anlamda. Eskisine nazaran azalmıştı lakin ne zaman kabuslarında Samantha ile karşılaşsa ve ardından uyansa sevgili eşi Berta her zaman okşardı onun saçlarını. Bir kedi gibi mırıldanır, sonrasında yine uykuya dalardı. Ancak şimdi çok sinirliydi.

"Oğluma da Anderson lanetini bulaştırdım." dedi küçük bir çocuk gibi burnunu çekmeden hemen önce. "Onu da kendim gibi sadist yaptım Berta. Onu da lanetledim."

Berta, kocasının ne demek istediğini anlayamamıştı ancak siyah saçlarında parmaklarını dolaştırmaya devam etti.

Belki de bir saatin ardından ayağa kalktı Hendrix. Kravatını düzeltti, ceketini çıkardı ve telefonunu aldı avuçlarına. Birkaç tuşa tıkladıktan sonra kulağına götürdü.

"Anne Chapman için planlanan şeyi yürürlüğe koyun." Telefonu kapatıp koltuğa fırlattı düşünmeden. Anne Chapman'ın ortadan kalkması gerekiyordu. O insafsız kadın bir zamanlar yakın arkadaşı Edward'ın eşi olabilirdi fakat Edward'ın tırnaklarıyla eşeleyip bir yerlere geldiğinde kazandığı parayı umarsızca harcama hakkı yoktu.

Arkadaşının kopyası Edgar Chapman için ise farklı planları vardı. Edward'ın, Anne'ye kalan tüm parasını Edgar'ın hesabına aktaracak; onu, bu bataklıktan kurtaracaktı. Oğluyla savaşmakta olması sorun değildi. Olur da sağ kalırsa bu parayı yurt dışına gitmek için kullanmasını isteyecekti. Arkadaşının mirasına böyle sahip çıkabilirdi Hendrix.

Onu kollayarak.

•••

Merhabalar. Kendimi iyi hissettikçe birkaç şey karalayıp yetiştirmeye çalışıyorum ama pek beceremiyorum. Bu aralar çok yoğunum.

Sonsuz'un başından beri yazdığım en uzun bölüm bu. Lütfen, zorlanıyorsanız bile aralar vererek okuyun çünkü kitabın sonu için büyük şeyler taşıyor.

Bölümü nasıl buldunuz?

Andrew bu defa kararlı. Bunun garantisini ben verebilirim. Sandra'nın reddi onun için büyük bir dönüm noktasıydı.

Bundan sonra sizce sizi neler bekliyor?

Oy ve yorum bırakmayı unutmayın.

Continue Reading

You'll Also Like

448K 64.1K 78
Ben numaralardan ibaret bir bedenim ta ki Kule'de üstün olana kadar... Atalarım dünyayı yok etmenin kıyısına geldiğinde bizi kurtaran Yaratıcı'nın At...
3.7M 308K 85
Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediği bacaklarım hiç durmadan hareket ediyor...
27.7K 373 22
Zehra ile yolları ayrılan Emir, kendini kabus gibi bir ortamda bulur. Acımasız kadınların elinde oyuncağa döner ve tek isteği bu kabustan uyanıp eski...
77.6K 5.7K 38
Altı elementin bulunduğu bir okul. Bu okula her şeyden habersiz, bir gece yarısı zorla kaçırılıp getirilen bir baş rol. Annesiyle aynı gece kaçırılıp...