a queen and her tears

Autorstwa rosiewrosie

326K 33.2K 20.6K

eğer sorun bir kadın olmakla ilgiliyse, o hâlde bugün ben bir kralım. [ » rosékook ] 2019 | lilah Więcej

« warning
0, the day
1, goodbye
2, arrival
3, first interactions
4, reconciliation
5, message
6, heartbeats
7, rumor
8, don't know what to do
9, wedding
10, wedding night
11, do not tempt my fury
12, hunting lodge
13, tears
14, handsome
15, riding
16, the hunter becomes the hunted
17, what happened between you two
18, secret
19, cunning
20, inheritor
21, will be fine
22, there is someone behind you
23, closer
24, she is here
25, trust
26, would like to see
27, fortune teller
28, all together now
29, non stop
30, sorry for everything
31, collapse
32, too late
33, guest
34, death night
35, everybody goes
36, killer
37, hurts like hell
38, had very little
39, pain
40, mercy
41, a little painful story
42, funeral
43, hidden truths
44, poison
45, lust
46, can't handle this
spoiler [special chapter]
47, in pieces
48, coming home
49, enemy
50, love and death
51, playing with fire
52, sins of the past
53, cursed queen
54, for the queen, her reign and all she lost
thank you letter,

55, every story needs an ending

1.7K 161 171
Autorstwa rosiewrosie

Skylar Grey - Show Me Where It Hurts

Her hikâyenin bir başlangıcı vardır. Doğduğu an, kaderinin başlangıcıdır. Hikâyesinin değil. Şahsen benim hikâyem, Senga'ya adım attığım ilk an başlamıştı. Yaşadığım onca şey, hikâyemin mürekkebini dağıtmış; kelimeler acıyı çağırmıştı. Jisoo ile bahçede gezindiğim anlar, Jennie Senga'ya beni ziyarete geldiğinde yaşadıklarımız, Lalisa ile tanıştığım ilk gün, Jungkook ile birbirimize âşık oluşumuz, hamile olduğumu öğrendiğim an... Hepsi aklımdaydı. Kötü şeyler yaşamıştım, evet. Ancak bunca şeyin üstesinden gelebilmişken şimdi durup pes etmek bana göre miydi, bilmiyordum. Yaşadığım güzel anlar geliyordu aklıma. Tatlı telaşlarım, düşüncelerim ve olduğum kişi... Pes etmem, onlara haksızlıkmış gibi geliyordu.

Eskiden gördüğüm her rüyanın bir anlamı varmış gibiydi. Conall'ın yangın içerisinde kaldığı anda Alarick'in beni aceleyle götürmesi, beni ülkemden alıkoymaya çalıştığını simgeliyor gibiydi. Canımın fiziksel olarak yanmasına izin vermiyordu ancak hayatımın bir bataklığa saplanma sebebi de oydu. Jungkook'u Conall sarayında görmem, ailemin yok oluşu ve taç takıyor oluşum ise Jungkook'un ülkeme ihaneti ve kraliçe oluşumun işareti gibiydi.

Senga pazarını gezmek için ısrarlarda bulunduğum gün karşılaştığım falcı... Onun hakkında hâlâ soru işaretleriyle doluydum. Dört rakamı, ölüm anlamına geliyordu. Hayatımdan o andan sonra ölüm kelimesi fazlaca geçmişti. Birçok kişiyi çağırmıştı toprak. Tıslayan yılanın felaketi çağrıştırması da bir yerde kafamda oturuyordu. Boşluk, kaybettiğim insanlarla birlikte gelen doldurulması güç hisler olmalıydı. Peki, mavi deniz? Alarick'in yapılan keşif sonrası bahsettiği yeni kıtaya gidişi temsil ediyor olabilir miydi? Her şeyi bir kulpa sokmaya çalışıyordum ancak birçok yerde boşluklar vardı.

"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu Lalisa, oturduğu köşeye sinmişken.

Geminin küçük penceresinden dışarıya bakındığımda odadaki tüm meraklı bakışları sırtımda hissediyordum. Elbisem kan içerisindeydi. Hatta pis kanının yüzüme, saçlarıma yapıştığını da hissediyordum.

"Senga'ya gideceğiz."

"Ne?"

Odadan gelen şaşkın seslerle omzumun üzerinden onlara bakındım. "Ne bekliyordun, Si-Hyuk?" diye sordum. "Jungkook'u yalnız bırakamam. Haber bile alamadım. Ayrıca yapmam gereken şeyler var. Kafamda hâlâ soru işaretleri dolaşıyor."

"Kafandakilerden bize de bahsetmeye ne dersin?" diye sordu. "Belki de bizim cevaplayabileceğimiz sorulardır."

Hiç sanmıyordum. Alarick'in ölümü içimdeki yangını söndürmüştü. Artık kendimi daha huzurlu hissettiğim bir gerçekti ancak sanki, hiçbir şey sona ermemiş gibiydi. Sanki Alarick, kaderimdeki küçük bir engeldi.

"Sadece dediğimi yapın. Bu bir emirdir. Ayrıca son hızla gitmek istiyorum. Ne kadar çabuk o kadar iyi."

Si-Hyuk birkaç saniye yüzüme baksa da başını salladı ve odadaki adamlarını alarak dışarıya çıktı. Kapanan kapıyla tekrardan pencereden gördüğüm asi dalgalara baktığımda Lalisa'nın "Onca şeye rağmen değişmeyen tek şey var." demesiyle ona doğru döndüm.

"Nedir o?" Merakla sorduğumda çöktüğü köşeden ayağa kalktı ve yanıma doğru adımladı. Tam yanımda durup camdan dışarıya bakmaya başladığında yan profilini inceledim. Hayat, gerçekten hiçbirimize layıkıyla davranmamıştı. Lalisa'nın paramparça olmuş kalbini gözlerinin içerisine baktığım her saniye görüyordum ve bu yüzden, onunla göz göze gelmekten kaçınıyordum. Ona karşı yumuşamaktan korkuyordum çünkü.

"Jungkook'a olan sevgin." dedi. "Ona olan bağlılığın seni çok yaraladı ancak ondan kopamıyorsun."

"Bu beni zayıf bir insan mı yapar?"

"Hayır," dedi. "Aksine oldukça şanslısın." Bakışlarını bana çevirdiğinde gözleri kısa bir saniye gözlerime çarptı ancak bu kısa sürmüştü. Hemen bakışlarımı kaçırmıştım çünkü. "Ne kadar kızsan, öfkelensen de aşık olduğun adam seninle." Sesi titrediğinde yutkundum. Taehyung'u hatırlamak beni acı içerisinde inletiyordu. Onunla birlikte birçok şeyi hatırlıyordum çünkü.

"Seni düşürse bile tekrar kaldırır Jungkook. Sen ne kadar toysan o da öyle. Kendine ait olmayan bir kimliğin içerisine sıkışıp kalmış biri. Çevresinde öfkesini çıkarabileceği yalnızca annesi vardı, annesinin ise savaşması gereken güçlü rakipleri... Jungkook'a istediği sevgiyi haliyle veremedi. Bu yüzden Jungkook hiç gerçekten sevilmeyi bilemedi, sevmeyi de öyle. Sevdiklerinin söylediği yalanlar karşısında sevmekten korktuğuna eminim."

Derin bir nefes verdim. "Başlarda onun şımarık, küçük bir prens olduğunu düşünüyordum ancak öğrendiklerimden sonra yanıldığımı anladım. Kimse onun gerçekten kim olduğunu bilmiyordu, abilerini yıllarca bir yalanla uyuttu. Kolay olmamıştır."

"Kimse kolay bir yaşam sürmüyor." dedi. "Bu yüzden, senden tek bir isteğim var Rosie. Bana, Jisoo'ya, Jennie'e, Jungkook'a ve diğerlerine olan öfkeni anlıyorum. Kimse sana öfken konusunda tek bir kelime edemez ancak unutma, hayatta herkesin zorunlulukları vardır. Herkes kendi hikâyesinin ana kahramanı. Senden istediğim şey ise, kendini daha fazla yıpratmaman. Geri kalan hayatında Jungkook'un ellerinden ellerini ayırmaman."

"Neden?" diye sordum hızla. Başımı ona çevirmiştim. "Neden gidecekmiş gibi konuşuyorsun?"

"Çünkü kalamam." dedi. "Onca şeye rağmen kalmamı istiyor musun? Önce bunu sor kendine. Bana kızgın olsan bile en çok kırgınsın sen. Gitmem seni üzüyor olabilir ancak kalışım canını daha da yakacaktır, inan bana." Ellerimi tutup ellerinin arasına koydu ve dolu gözleriyle gözlerime baktı. "Kendine şans ver, Rosie. Sen herkesten daha çok hak ediyorsun bunu."

Kaybediyordum. Hayatımdan birileri daha eksiliyordu. Her ne kadar hepsine kırgın da olsam, onlar benden bir parça taşıyordu. Ben onlar kadar kolay bırakamıyordum. Aramızdaki bağın iplerini gevşetsem de, o bağı koparıp atamıyordum. Çünkü korkuyordum. Yalnız kalmaktan, yaşadıklarımı düşünerek kafayı sıyırmaktan... Çok korkuyordum.

"Hepinize öyle çok kırgınım ki," diye mırıldandım. "Elimi uzattığım her dal kopuyor, bir uçurumun kenarına sürüklüyor beni. Ancak tutmadan da yapamıyorum. Düşeceğimi bile bile tutmak için çırpınıyorum."

"Çünkü insanlara değer veriyorsun," Hafifçe gülümsedi. "Kanında halkı için, insanları için yanıp tutuşan bir kraliçenin asaleti var. Sen, kraliçe olmak için doğmuşsun, Rosie."

"Kraliçe..." diye fısıldadım alayla. "Gerçekten vasfını taşıyamayacağım bir yük bu. Ancak haklısın, bundan sonra kendim için savaşacağım." Bakışlarımı yüzünde gezdirdim. "Seni affettim diyemem," Yutkundum. "Ancak kızgın değilim. Zorunluluğun ve yalanlara kısılmış olduğunu anlıyorum."

"Teşekkür ederim," dedi iri gözleri hızla dolarken. "Anlayışın için teşekkür ederim, Rosie."

"Kendine iyi bak olur mu?" Ben de dolu gözlerimle ona bakarken hızla kafasını salladı. "Kendine çok iyi bak, Lalisa. Eğer... Eğer bir gün yardıma ihtiyacın olursa, ben burada olacağım. Her zaman gelebilirsin."

Parmakları, parmaklarıma dolandı. Dolu gözlerimize rağmen gülümsediğimizde Lalisa'yı düşündüm. Haklıydı, gitmesi beni üzüyordu ancak en çok kalması yaralıyordu beni. Ona baktıkça Taehyung'u ve daha nicesini hatırlıyordum. Belki de yapmam gereken tek şey, hatırlamamak için kalmalarına izin vermemekti.

Derin bir nefes çektim içime ve parmaklarının üzerine parmaklarımı kapatarak birkaç saniye öylece durdum. Vedalar, neden hep bu kadar acı verici hissettiriyordu?

"Bu bir veda değil," dedi Lalisa düşündüklerimi duymuş gibi. "Bir gün yolumuz mutlaka kesişecek."

Kafamı salladım ve gözyaşlarımı geriye atarak küçük pencereden dışarıya baktım. Bu bir veda değildi.

Senga kıyılarına ulaştığımız anda vakit kaybetmemek adına gemiden ilk inenlerden oldum. Gemiden indiğim ilk anda karşılaştığım kişi ise derin bir nefes almamı sağlamıştı. Mektubumun ona zamanında ulaşıp ulaşamayacağı konusunda çok endişeliydim. Ancak, kenarda arkasında küçük bir birlikle bizi bekleyen Chanyeol'ü görmek beni rahatlatmıştı.

"Majesteleri," dedi ve hızla bir reverans yaptı. Kafamı salladım ve o daha doğrulmadan, "Jungkook, iyi mi?" diye sordum. "Çabuk anlat. O, iyi mi?"

"Prens Jungkook oldukça iyi, majesteleri." Yüzünde hafif bir gülümseme peydahlandı. "Hainler gerektiği gibi yakalandı, saray casuslardan arındırıldı. En kısa sürede cezalandırılacaklar."

"Peki, Jungkook neden gelmedi?"

"Prens Jungkook, sizi Senga sarayında beklediğini söyledi, majesteleri." dediğinde alayla güldüm ve bir nefes koyverdim. Beni oraya çağırıyordu çünkü oraya gittiğimde fikrimin değişeceğini sanıyordu. Kafamda düşündüğüm her şeyin sonunda bir soru işareti vardı ancak tek bir şeyde oldukça nettim. Senga, benim bir daha yıllarımı çürüteceğim bir yer olmayacaktı ancak Jungkook, beni sarayda beklediğini söylüyorsa gidecektim. Orada son kez konuşmak istediğim insanlar vardı. Senga'yı terk etmeden önce kimsenin bir açıklama yapmasını dinlememiştim ancak bu sefer yapacaktım. Onları affedeceğim için değildi, yalnızca onların kendi içlerindeki vicdan azabını engellemek adına yapacaktım bunu.

Kendime bir söz vermiştim. Hatırlamamak için, gitmelerine izin verecektim ancak bunu yaparken iki tarafında birbirlerine karşı kafalarında soru işaretleri kalmadığına emin olduğumda yapacaktım.

"Senga sarayına gideceğiz," dediğimde Chanyeol derin bir nefes verdi. Jungkook onu sarayab getirmem konusunda sıkı sıkıya tembihlemişe benziyordu. "Ancak onun öncesinde yapmam gereken bir şey var." Chanyeol, dediğimi anlamış gibi kafasını salladı. "Dediğiniz kadını bulduk, majesteleri."

"O hâlde beni ona götür."

Chanyeol, kafasını salladı ve yanımdan uzaklaşıp arkasındaki birliklere ilerlediğinde gemiden yeni inmiş olan Si-Hyuk, "Leydi Mina'nın adamı değil mi bu?" diye sordu koca göbeğini kaşırken.

"Evet, Lord Chanyeol."

"Eee," dedi. "Ne diye burada?"

"Ondan küçük bir yardım istedim." Bakışlarım, geminin güvertesinde duran Lalisa'ya kaydı. "Onlarla gideceğim. Jungkook beni Senga sarayında bekliyor oraya gideceğim."

"Gidelim o zaman," dedi Si-Hyuk. "Hava kararmadan ve eşkıyalar yolumuzu kesmeden gitsek iyi olur."

"Siz gelmeyeceksiniz." Net bir şekilde dile getirdiğim cümleye karşılık şaşkınlıkla bana baktı. "Bu da ne demek?"

"Her şey için teşekkür ederim, yardımın, yaptıkların paha biçilemezdi ancak artık ayrılmanın vakti geldi." Ona döndüm ve hafifçe gülümseyerek, "Herkesin kaderi kendi yolunda çizilir, demiştin bana eskiden. Şimdi yoluma bakmanın zamanı geldi."

"Ama... Conall? İnsanlar kraliçelerini istiyorlar!"

"Biliyorum," diye mırıldandım. "Kısa zamanda kavuşacaklar. Merak etme."

Si-Hyuk ile kısaca sarılıp ayrıldığımızda "Lalisa?" diye sordu. "O ne yapmayı planlıyor?"

"Gidecek," dedim bakışlarım tekrar güvertede, rüzgârın etkisiyle kahve saçları savrulan kızın üzerine düştüğünde. "Nereye gittiğini bilmek istemiyorum. Onu, gitmek istediği yere bırakın ve güvende olduğuna emin olun. Sonrasında bırakın, o da kendi yoluna baksın."

Si-Hyuk kafasını salladı. "En doğrusu bu, herkes için."

Vedalaşıp ayrılma vaktimiz geldiğinde Si-Hyuk gemiye geri döndü. Ben de Chanyeol'ün bana getirttiği atlardan birinin üzerine çıktığımda bakışlarım uzaklaşmaya başlamış geminin hâlâ güvertesinde duran kıza son kez değdi. Hafifçe gülümsediğimde, parmaklarını ürkekçe kaldırdı ve bana el salladı.

Parmaklarımı havaya kaldırıp ona el salladığımda, dudaklarında bir gülümseme oluştu ve dudaklarını aralayıp "Seni seviyorum, Rosie." dedi. Okuduğum dudaklarından sonra kafa salladım ve "Ben de seni seviyorum, Pranpriya." dedikten kısa bir süre sonra ters istikamete atımı sürdüm.

Lalisa Manoban, kraliçenin hayatından böylece ayrıldı.

Atımda son sürat ilerlerken esen rüzgâr kısalmış kızıl saçlarımı dağıtıyordu. Chanyeol'e Lizbon'dan ayrılmadan önce bir mektup yazmıştım. Olabildiğince çabuk birini bulmasını istemiştim. Kafamdaki soru işaretlerini dindirerek ilerlemek istiyordum bu yolda. Daha fazla şüpheyle yaşamak istemiyordum. Yazabilecek pek kimsem yoktu. Güvendiğim insanlardan hep kazık yemiştim, bu yüzden tanımadığım birine yazmıştım. Sonuçta ihaneti beni o kadar fazla kırmazdı.

"Senga'ya dönmeniz bizim için beklenmedikti." dedi Chanyeol, sesini bana duyurmak için hafiften yükselttiğinde. Hafifçe gülümsedim ve "Emin ol benim için de öyle." dedim. Yalan değildi, Senga benim adını dahi unutmak istediğim bir ülkeydi.

"Gemiyle gelmeniz de öyle, ulak Lizbon'dan gelince oldukça şaşırdım."

"Yakında öğrenirsin," dediğimde Chanyeol'ün bakışlarını bir süre üzerimde hissettim ancak dönüp de ona bakma gereksinimi duymadım. O da kısa süre içerisinde bakışlarını benden almıştı zaten.

"Leydim Mina, sizden bir mektup aldığımı öğrenince oldukça şaşırdı."

"Ona mektup içeriğinden bahsettin mi?" diye hızla sorduğumda, Chanyeol'ün mahcup bakışlarıyla karşılaştım. "Şey..." dedi. "Ben söylemesem bile kendi öğrendi, teknik olarak benim bir suçum yok."

"Nasıl yani?"

"Mektubu elimden aldı ve okudu! Onu engelleyemezdim!"

"Şaşırmadım," diye homurdandım ağzımın içerisinde. Chanyeol'ün onu engelleyemeyeceğini biliyordum, bu yüzden pek de kızmamıştım. Ayrıca Leydi Mina'nın öğrenmesinde de bir sakınca görmemiştim. Bana köstek olacağını sanmıyordum. İlk başlardaki tutumu ve şimdilerdeki tutumu arasında çok fark vardı.

Özellikle bana ülkeme gitmem için yardımcı olduğu an, ben de kendisi bambaşka bir insan hâline gelmişti.

"Kızdınız mı, majesteleri?"

"Hayır." Ona doğru döndüm ve hafifçe tebessüm ettim. "Leydi Mina'nın bilmesi bir sorun teşkil etmiyor."

Derin bir nefes verdi ve, "Ben de öyle düşünmüştüm." dedi. "Hatta iyi olabilir, leydim sizi oldukça önemsiyor. Emin olun varacağımız istikamete olan güzargahlara bile asker yerleştirmiştir sorunsuz bir yolculuk çekmemiz için."

Tebessümüm genişledi. "Yapar, değil mi?" dedim kıkırdayarak. "Bu iyi tarafını hep gizliyor ancak ben de yapacağından eminim."

"Leydim yalnızca bu yüzünü sevdiklerine gösterir."

"Leydinin sevdiği insanların sayısı oldukça az, Chanyeol!" dedim alayla. "Bu yüzden eminim bu yüzünü birkaç kişiden fazlası görmemiştir."

Chanyeol, hafifçe güldüğünde yolumuza devam ettik. Çok değil üç bilemedin dört saat kadar sonra Chanyeol birliklerine dur işareti yaptı. "Yaklaştık, hızlı gitmeyin. Kimsenin dikkatini çekmeyelim." Birlikler komutanlarının emirine uydu. Atlarımızın hızını düşürüp küçük bir köye girdik. Hava kararmıştı. Köylüler evlerine girmişti ancak yine de dikkatli olmak gerekirdi. Bir kraliçe olduğumu bilmeleri demek eşkiyalara para için bizi ihbar etmeleri demek olabilirdi. Evlerin arka kısımlarından geçtiğimizde "Patika yollardan gideceğiz." dedi Chanyeol. "Dikkatli olun. Az kaldı, bir saatlik yolumuz var."

Onu ağız içinde onayladığımda yarım saat kadar karanlık, tenha ve oldukça küçük orman yollarından ilerledik. İleride dumanı tüten bir kulübe gördüğümüzde geçmemiz gereken bir tepe kalmıştı yalnızca.

"Orası mı?"

Chanyeol onayladı. "Evet, efendim."

"Vakit kaybetmeden ilerleyelim, hava soğuyor." Herkes beni onayladığında önümüzdeki tepeyi de hızla aştık. Kulübe önümüzde kaldığında "Etrafta gözlem yapın, sen de kapının önünde bekle Chanyeol."

"Majesteleri, içeri yalnız mı gireceksiniz?" Şaşkınca sorduğu soruyu, "Evet?" diyerek yanıtladım.

"Affınıza sığınıyorum, efendim ancak buna izin veremem."

"Ne demek izin veremem?" Kaşlarımı çatarak anlamsızca ona baktığımda, Chanyeol yutkundu. "Prens Jungkook'tan kesin talimat var, efendim. Sizi yalnız bırakamam."

Alayla güldüm. "Prensin kendisi beni almaya gelmemiş ama oturduğu yerden hâlâ işime mi karışmaya çalışıyor?!" İçimde saatlerdir tuttuğum öfkeyi Chanyeol'e kustuğumda başını eğdi. Ona çıkışmam anlamsızdı ancak vekaleten Jungkook görevi görüyordu şu anda karşımda. Bir de prensi yalnız kalmamam için emir vermiş, kimdi o yahu? Beni karşılamaya gelmemişti, mektuplarıma cevap verme gereksinimi duymamıştı, nasıl hâldeyim onu bile bilmiyordu ama bana emirler mi veriyordu?!

Jeon Jungkook, canına okuyacağım senin.

Öfkeyle dişlerimi alt dudağıma sapladığımda hızla çekiştirdim. Ağzıma kan tadı gelmişti. İstemsizce yüzüm buruştuğunda Chanyeol'ü Jungkook olarak sayıp azarlarıma devam edecektim ki kulübenin kapısı hızla açıldı. Ancak bunu biri yapmamıştı. Çünkü kapının arkasında kimse yoktu!

Şaşkınlıkla kendiliğinden açılmış olan kapıya baktığımda, askerler silahlarını hızla kapıya doğrulttular. "Majesteleri!" diyen Chanyeol hızla beni arkasına aldı. Herkes bu olayın şokundaydı.

"Hâlâ kapıda bekleyecek misiniz, öyle?" İçeriden gelen yaşlı, ancak bir o kadar da tok ve gür olan sesle irkildim. Bu, o kadındı. Sesinden tanımıştım. "Sizin için kapıyı bile açtım, boşu boşuna gücümü kullandım ve hâlâ öylece durarak saygısızlık yapıyorsunuz!"

"Neler oluyor lan?" Askerlerden gelen haklı bir isyanla dikkatle açılan kapıdan içeriye bakmaya çalıştım ancak karanlık olduğundan pek de bir şey görünmüyordu.

"Büyü mü yaptı?"

Herkes bir ağızdan konuştuğunda derin bir nefes verdim ve Chanyeol'ün arkasından çıkarak adım attım. "Burada kal, Chanyeol. Sana seslendiğimde içeri gir."

"Hayatta olmaz!" dedi Chanyeol. "Efendim, kellemden edeceksiniz beni!"

"Eğer daha fazla emirlerime karşı gelirsen ben keseceğim senin kelleni." Sinirle soluduğumda Chanyeol, tereddütle duraksadı. "Her ihtimâlle öleceğim yani?"

"Eğer burada kalırsan Jungkook öğrenemez, yani ölmezsin. Ama beni kışkırtırsan sana saldıracağım şimdi!" Yutkundu. "Size bir şey olursa, net öğrenir! Görmüyor musunuz? Kadın kapıyı gücümle açtım falan diyor! Bu falcı büyü yapabiliyor!"

Onu biz de anladık zeki, demek istesem de "Kapının önü, Chanyeol." dedim. "Bekle orada." Ardından bir şey söylemesine izin vermeden verandanın üç basamağını tırmandım ve açık olan kapıdan Tanrı'ya dua ederek girdim. Ardımdan kapanan kapı, gelen kütürtü ve Chanyeol'ün iniltisini duyduğumda irkilerek ardıma döndüm.

"Chanyeol?" Hızla seslendiğimde, "Kapı suratıma çarptı!" diye bağırdı. Şaşkınca bakındığımda, kapı koluna uzanıp açmaya çalıştım ancak ne kadar zorlarsam açılmadı. Kafamdaki şüpheleri gidereyim derken kendi sonumu mu hazırlamıştım yoksa?

"Korkma." Falcının sesini duyduğumda irkilerek kapıya sindim. "Konuştuklarımızı duymasın diye girişini engelledim. Konuşmamız bittiğinde kapı açılacak."

"Sen..." diye fısıldadım ürktüğüm her şekilde anlaşılan titrek sesimle. "Büyü yapıyorsun?"

"Evet." dediğinde bakışlarım onunla kesişti. Yuvarlak bir masada oturmuş bana bakıyordu. Yaşlandığı için suratında kırışıklıklar vardı. Dudaklarının rengi beyazdı ve üzerinde siyah bir pelerin vardı. Pelerinin kapüşonu açıktı, beyaz saçlarını ensesinde topuz yapmıştı. "Otur," dedi. "Muhabbetimiz uzun sürecek gibi görünüyor."

"Kapı açılmazsa askerler benim için endişelenir."

"Derin bir uykudalar şu an," dedi. "İhtiyaçları varmış galiba, zihinleri uykuya hiç direnmedi."

Kurumuş dudaklarımı ıslattığımda, karşısındaki sandalyeyi gösterdi. "Seni daha erken beklerdim." dediğinde "Fırsatım olmadı." diye yanıtladım.

"Peki nasıl fırsat yarattın da geldin?" diye sorduğunda karşısındaki sandalyeye oturmuştum. Ağzımı açıp cevap verecektim ki, benim yerime kendisi yanıtladı. "Ben senin yerine cevaplayayım, intikamını aldın ancak içindeki sıkıntı ve baskı gitmedi. Kanında bir basınç hissediyorsun ve kafanda çarklar dönüyor. Yanlış mıyım?"

"Sen... Nasıl?"

"Baştan başlayalım." dedi. "O gün seçtiğin kartlardan sonra kaderini gördüm. O yüzden sana-" Bu sefer sözünü kesen ben oldum, "O yüzden bana saldırmaya çalıştın?"

"Evet." dedi. "Kendime hâkim olamadım. Kara büyü karşısında tüm bedenim sarsıldı."

"Kara büyü mü?" Kafasını salladı. "Sana eski bir hikâyeyi anlatacağım, sözümü kesmeden dinle." Sonlara doğru homurtuya dönen konuşmasıyla merakla gözlerinin içine baktım ve kafa salladım. "Dünyadaki çok az ırk vardı. Büyük bir sükûnet, büyük bir denge içerisinde ilerliyordu her şey. İnsanlar mutluydular, güvende hissediyorlardı. En önemlisi ise güçlü hissediyorlardı. Çünkü kraliçeleri, onlara mükemmel bir dönem yaşatıyordu."

Masanın üzerinde bulunan kürenin üzerinde gezdirdi parmaklarını. Dudaklarının arasından anlayamadığım kelimeler döküldüğünde boş kürenin içerisinden bir ışık hüzmesi yayıldı ve gözlerim gelen bu ışıkla birden bambaşka bir yerde görüntüler sunmaya başladı zihnime.

Yemyeşil otların arasına kurulmuş küçük bir köy vardı. İlerideki dağın göbeğinden bir şelale akıyordu. Kuş cıvıltıları her yerdeydi. İnsanlar neşeyle sohbet ediyor, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Çocuklar kovalamaca oynuyordu. Hatta bir tanesi kaçarken bir kadının elindeki un tepsisini yere düşürmesine neden olmuştu. Kadın, kızgınca çocuğun arkasından bağırdığında çocuk koşar adımlarla uzaklaştı.

"Kraliçe geliyormuş!" Bir adam koşarak köyün meydanı olduğunu anladığım çeşmenin önüne geldiğinde, koştuğundan olsa gerek nefes nefese kalmıştı. Dinlenmek adına avuç içlerini dizlerine yaslayıp eğildiğinde "Kraliçemiz geliyor!" diye bağırdı.

Etrafta bir anda cümbüş koptu. Herkes işini gücünü bırakıp meydana sırayla dizilmeye başladığında evlerinden hızla çıkan birkaç kadın ellerinde sepetlerle geldiler meydana. Sepetlerin içerisinde kırmızı güller vardı.

Çok değil, birkaç dakika sonra meydana geniş gövdeli askerler girdi. Belli bir ritme ve sıraya göre ayrıldıklarında aralarından uzun beyaz elbisesi toprağa değen, ince ve uzun bir kadın gördüm. Kızıl saçlarını kulak arkası yapmış, bembeyaz teni ışıl ışıl parlıyordu. Yüzünü görememiştim, bir anda öyle bir ışık hüzmesi gözlerime gelmişti ki köy gözlerimin önünden kaybolup gitmeden önce yalnızca "Adı gibi kırmızı güllere yaraşır bir kraliçe!" diyen kalabalıktan bir kadın sesi duymuştum.

Şimdi ise taç odasındaydım. Eski, demirden yapılmış olan tahtta kızıl saçları bukle bukle karnına kadar uzanan bir kadın vardı. Üzerinde ise yine beyaz bir elbise vardı. Bu, az önce köyde gördüğüm kraliçe olmalıydı. Yüzüne bakabilmek adına kendimi zorladım ancak tek gördüğüm ışık hüzmeleriydi, gözlerim gelen yüksek ışıktan rahatsız olduğunda hızla bakışlarımı kaçırdım. Yüzünü bir türlü göremiyordum.

"Bir an önce evlenmeliyiz." Kraliçenin önünde diz çökmüş, kızıl saçları omuzlarına kadar dökülmüş bir adam gördüm. Sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremiyordum. Kraliçenin suratına memnuniyetsiz bir ifade yerleşti, "Sana evlenmeyeceğimi söyledim." dedi tok bir sesle. Naif ve bir o kadar da tanıdık bir sesi vardı.

"Güçlenmemiz gerekiyor!" dedi önünde diz çökmüş olan adam daha baskın bir sesle. "Kuzeydeki birliklerimi evlendiğimiz an hizmetine katacağım, daha ne istiyorsun?"

"Seni askerim olarak seviyorum, Al." dedi kraliçe. Odada başka kimse olmadığından yüzünü görmediğim bu kraliçenin konuştuğunu anlayabiliyordum. "Seni askerim ve arkadaşım olarak seviyorum. Sana evliliğe dair hiçbir söz veremem ve vermiyorum da. Güçlenmeye ihtiyacımız yok, şu anda zaten güçlüyüz."

"Daha da güçlü olmalıyız!" Kızıl saçlı adam öfkeyle çöktüğü zeminden kalktı. "Neden daha fazlasını yapabilecekken azıyla yetinelim?"

"Aç gözlülük yapmaya gerek yok!" dedi kraliçe de öfkeyle şahlanan adama karşı. "Daha fazla gücün bize huzur getireceğini nereden bilebiliriz?!"

"Senin zeki bir kadın olduğunu düşünmüştüm ancak şimdi görüyorum ki yanılmışım!" dedi adam kraliçeye doğru öfkeyle bir adım attığında. "O adama olan hislerin yüzünden düzgün düşünemiyorsun bile!"

"Ha-hangi adam?" Sesi titreyen kraliçe, şaşkınca sordu karşısındaki adama.

"Yapma, ama majesteleri!" dedi adam alayla. "Sen kim olduğunu çok iyi biliyorsun!" Adam sahte bir kahkaha patlattı. "Gizli gizli görüştüğün sevgilinden bahsediyorum!"

"Sen... Sen beni mi takip ettirdin?" Kraliçe öfkeyle soluduğunda adam, "Evet!" dedi. "Ettirdim! Zamanının çoğunu geçirdiğin orman evinde ne yaptığını merak ettim! Ve gördüm, sizi gördüm! Düşman ülkenin prensiyle yaşadığın her saniyeye tanıklık ettim!"

"Sen bunu nasıl yaparsın?!"

"Asıl sen bunu nasıl yaparsın?!" diye sordu. "Ülkemizin üçte birini katleden adamın oğluyla nasıl birlikte olmaya kalkarsın?! Bir katilin oğlunu mu kral yapacaksın, akılsız!"

"Düzgün konuş benimle!" diye bağırdı kraliçe de tahtından ayaklanıp adamın karşısına dikildiğinde. "Onun hakkında böyle konuşamazsın!"

"Yalan mı?!" Adam, öfkeyle kraliçenin üstüne yoruldu. "Bir katilin elini tutmuyor musun?!"

"O, öyle biri değil!"

"Sen buna inanmaya devam et!" dedi. "Ancak seni delicesine seven halkın, ailelerinin katilini getirip de kral yapmana müsaade etmeyecek! Kalplerini sana adamış olabilirler ancak almaları da zor olmayacaktır, unutma bunu yüce majesteleri!"

Ardından kızıl saçlı adam tahtın hemen gerisinde kalan kapıya ilerledi ve hışımla taht odasından dışarı çıktı.

"Tanrım," diye fısıldadı kraliçe tahtına acı içerisinde çöktüğünde. "Ne yapacağım ben?"

Görüntü bir anda değişti. Şömineden gelen çatırtıları duydum önce. Ateş, odayı loş bir şekilde aydınlatıyordu. Taş şömineden bakışlarımı çekip odada gezdirdiğimde yatakta uzanan bedenleri gördüm. Yüzlerini göremiyordum, yine ışık hüzmesi bana engel oluyordu. Onlara doğru yaklaştığımda, bakışlarımı bilerek yüzlerinden kaçırıyordum. Işık hüzmesi gözümü acıtıyordu.

Yaklaştığımda kızıl saçları yastığa dağılmış olan kraliçenin, bir adamın göğsünde uzanıyor olduğunu gördüm. Üzerlerine yün olduğu anlaşılan yorganı çekmişlerdi ancak adamın çıplak göğsü, kraliçenin çıplak omuzları pek de münasip bir durumda olmadıklarını gösteriyordu. Utançla bakışlarımı kaçırdım.

"Jean," diye fısıldadı kraliçe. O an, ilk defa gördüğüm görüntüler boyunca birinin ismini duyduğumu fark ettiğimde onlara dikkat kesildim. "Rosa." Adamın derin çıkan sesi tüylerimi diken diken etti.

Jean ve Rosa mı?

Sesleri neden bana bu kadar tanıdıktı?

Bakışlarım, şaşırdığımdan olsa gerek yatakta yatan ikiliye çevirdiğimde ışık hüzmesinin eskisi kadar canlı olmadığını fark ettim. Artık gözüm acımıyordu bakarken.

"İnsanlar birlikte olmamızı istemeyecekler," dedi. "Desteklemeyecekler bile. Özellikle baban... Benden ve halkımdan nefret ediyor."

"Rosa," dedi genç adam. "İnsanların ne söylediğinin pek bir önemi yok eğer yanımda sen varsan."

"Bizi öldürürler!" dedi Rosa titrek sesiyle. "Ben artık seninle birliktiysem ölüme de razıyım sevgilim ancak..." Adamın göğsünde olan parmakları, yorganın üzerinden karnına gittiğinde şaşkınca duraksadım. Hamile miydi yani? "Oğlumuza dokunmalarına izin vermem."

Bir an nefes alamıyormuş gibi hissetmiştim. Bunlar... Ben... Ben bunları neden görüyordum? Çıkmak istiyordum buradan, hemen gitmek istiyordum. Oğlumuz kelimesi neden beni bu kadar çok yaralıyordu hâlâ?

"Merak etme, sevgilim." dedi Jean. "Ona bir şey olmasına izin vermeyeceğim."

"Söz ver," dedi kraliçe. "Söz ver, Jean! Ona bir şey olmasına izin vermeyeceksin!"

"Söz veriyorum."

Rosa kafasını aşağıya yukarı salladığında Jean, "Ophelia'm.." diye fısıldadı. "Size bir şey olmasına asla izin vermem."

Ophelia.

Ophelia.

Kraliçe Rosa Ophelia.

Işık hüzmesi bir anda küçülüp kaybolduğunda gördüğüm suratla kanım dondu. Parmaklarım buz kesti.

Bu kraliçe, bendim.

Kraliçe Rosa Ophelia, Kraliçe Roséanne Ophelia'ydı.

Feleğini şaşırmış bakışlarım göğsünde uzandığı adama döndüğünde gördüğüm yüz ile dizlerimin bağı çözüldü.

"Jungkook..." diye fısıldadım. "Jungkook?"

Sanki beni duymuş gibi, Rosa'nın bakışları benimkiyle buluştu. Bir çığlık kaçtı dudaklarımızdan, ardından bir yılan tıslaması ve gördüğüm görüntüye sıçrayan kan damlaları.

Nefes nefese gözlerimi açtığımda öksürük krizine girdim. Ne yapacağımı bilemiyordum. Ellerim, ayaklarım hatta tüm vücudumu bir titreme sarmıştı. Ne zaman yanı başıma geldiğini bilmediğim falcı, dudaklarıma su bardağını dayadı. Suyu yavaş yavaş içtiğimde anca kendime gelmiştim.

"Bu... Bu gerçek miydi?" diye hızla sorduğumda, bardağı yuvarlak masaya bıraktı ve kendi sandalyesine oturmadan hemen önce sorumu yanıtladı. "Maalesef, evet öyle. Gerçek."

"B-bu... Bu nasıl olur?"

Falcı derin bir nefes verdi. "Önce Kraliçe Rosa'nın hikâyesinin sonunu dinle, sonra anlayacaksın." Merakla gözlerinin içerisine baktığımda "Kraliçe Rosa'nın yakın arkadaşı Alrik, Prens Jean'a ve ona tuzak kurdu. Kendisiyle evlenmediği için, Rosa'nın kara büyüyle lanetlenmiş bir yılan tarafından ısırılmasına izin verdi."

"Ne?"

"Kraliçe Rosa, bir yılan tarafından lanetlendi. Baktığım falında çıkan yılan kartı bu yüzdendi. Conall tahtına oturan ve tahtın gerçek soyundan gelen kraliçelerin bir lanetidir bu. Kaderleri yüzlerine asla gülmez çünkü lanetlenmişlerdir."

Kanım çekilmiş gibi suratına baktığımda, "Sen de bu laneti taşıyorsun Roséanne." dedi. "Ancak senin lanetin Rosa'dan sonraki en güçlü lanet." Bakışlarına merhamet çöktü. "Çünkü Kraliçe Rosa, senin ruhunda tekrar hayat buldu."

"Bu... Bu delilik!" dedim. "Bunlar gerçek olamaz!"

"Olduğunu sen de biliyorsun." Falcının sesi yatıştırıcı bir hâl aldı. Üzerimde beni sakinleştirmek adına bir büyü yaptığını anladım. "Gördüğün vizyonlarda bunu kanıtlar nitelikte."

"Yani... Bir laneti taşıyorum damarlarımda... Kraliçe Rosa, benim ruhumda tekrar hayat buldu..."

"Evet, aynen öyle." dedi. "Yılan, kanında taşıdığın laneti temsil ediyor. Zaten sana da bu yüzden beş yerine dört kat çektirttim. Farklı bir ruh kalkanına sahiptin, dudaklarım kendiliğinden aralandı ve dört kat çektirttim sana. Bu, senden dört asır önce yaşayan Kraliçe Rosa içindi."

"Dört kartı da bu yüzden miydi?"

"Hayır," dedi falcı. "O hayatında çok değer verdiğin insanların kaybına işaret ediyordu." Yutkundu. "Dört, ölüm demektir. Dört ölüm. Oğlun, annen, baban ve ağabeyin."

Titreyen parmaklarımla masadan güç aldım. Her şey bir anda fazla gelmişti. Her şeyi bir anda öğrenmek beni tüketmişti.

"Mavi deniz, lanete rağmen saf kalan ruhunu işaret ediyor. Lanet, bazen hislerini doruklara çıkarıyor, hayatını zehir ediyor, kararlarını gölgeliyor ve seni daha kindar hâle getiriyor. Ancak hâlâ bir yerlerde bu lanete karşı koymaya çalışan bir ruhun var."

"Neden?" diye fısıldadım. "Neden kartları çektiğim ilk anda beni uyarmadın? Beni böylesine bilgilendirmedin?"

"Hayır," dedi net bir dille. "Sana söyledim. Sonun olacağımızı söyledim! Ancak, bu anlattıklarımın hepsi sonradan gelişti. Pazardaki o günün ardından önce mavi denizin anlamını çözdüm. Sonra sen kayıp verdikçe, dört rakamı için vizyonlar gördüm. Yılan ise en son gerçekleşti. Hatta bundan birkaç hafta önce gördüm."

"Birkaç hafta önce mi?"

"Bu hayatındaki Alarick, Alrik'ti. Lanetin sebebi..." dediğinde parçalar kafamda oturmuş gibiydi. "Ve ben onu öldürünce, lanete dair bir vizyon gördün."

Kafasını salladı. "Boşluk kartı peki?" diye sordum. "O ne tam olarak?"

"Tahta ne kadar yakın kalırsan lanetin etkisi o kadar artıyor." Falcının sesi huzursuz çıkmıştı. "Boşluk, lanetin getireceği geleceği işaret ediyor. Gelecek bilinemez. Bu yüzden sonrası koca bir boşluk." Yutkundum. Kulaklarım duyduklarına inanamıyordu ancak biliyordum, anlattıklarının hepsi gerçekti. Kanımda bile bahsettiği lanetin ağırlığını hissediyordum. "Ancak sana şunun garantisini verebilirim, Roséanne. Sen tahtta ne kadar kalırsan lanetin o kadar güçlenecek."

"Senga'ya taşınmadan önce," dedim dilimle dudaklarımı ıslattıktan hemen sonra. "Hayatım o andan itibaren sarpasardı."

"Çünkü Kraliçe Rosa, Prens Jean'e kavuştu. Lanet, Jean ve Rosa'nın ilişkisi yüzünden ortaya çıktı. Onlar kavuştuğu anda lanet katbekat güçlendi, bu yüzden senin lanetin şimdiye kadarki en güçlüsü."

"Jungkook," diye mırıldandım. "Jean olduğunu hatırlıyor mu? Hatırlayabilir mi?"

"Hayır," dedi. "Hatırlamaz. Prens Jungkook'un engellemesi gereken bir lanet yok. O yalnızca Tanrı tarafından Jean'in Rosa'ya kavuşmasını sağlamak adına yaşıyor. Tıpkı senin gibi." Anlamazca ona baktığımda huysuz bir ses çıkardı. "Prens Jean'ın kim olduğunu hâlâ anlayamadın mı?"

"Kafam karmakarışık." dedim açıklama ihtiyacıyla. Hâlâ bir şeyleri yerine oturtmakta güçlük çekiyordum. Falcı anlıyor gibi kafasını salladı ve "Prens Jean, Jeon Jungkook'un atası. İkisi de içinizde bir parça taşıyor."

Dudaklarım hafifçe aralandığında kafamı hızla salladım. Şimdi anlamıştım. Jean ve Rosa, Jungkook ve Roséanne'in bedenlerinde birer iz taşıyorlardı. Belki de, bunların tüm sebebi laneti sona erdirmekti. Bu sayede sonraki nesiller huzurla bir nefes alabilecekti.

"Peki Senga tahtı, o lanetle bağlantılı mı? Yani Jungkook... Onda lanete dair bir bulgu var mı?"

"Hayır, yok. Rosa, yılan Jean'i ısırmak üzereyken önüne atlarak laneti kendi üstüne çekti. Derin bir ızdırap çekti. Lanet onu öldürmedi ancak öldürmekten beter etti."

"Vizyonda, oğullarından bahsediyorlardı. O... Ona ne oldu?"

"Oğulları, lanetten önce dünyaya geldi. Zaten Alrik çocuk doğduktan sonra harekete geçti."

Derin bir nefes verdim. Ölmüş olsaydı kendimi daha da berbat hissederdim. Bebeğini kaybetmenin acısı geçmiyordu, hâlâ oğlumu düşündükçe çığlık çığlığa ağlayasım geliyordu. Kimsenin bu acıyı tatmasını istemezdim.

Hüzünle gülümsedim, gözlerimden yaşlar sessizce akmaya başlamıştı bile. "Yani her şey benim yüzümden oldu." diye fısıldadım. "Bunca zaman birilerini suçlayarak zaman kaybetnişim, meğer her şeyin sebebi benmişim."

"Böyle düşünme." dedi falcı. "Bu senin suçun değil. Geçmişte ne olduğunu, kim olduğunu, kanındaki lanetin ne boyutta facialara yol açacığını bilmiyordun ancak şu an biliyorsun. Geçmiş, belki acılarını üzerinden çekmemiştir ancak geleceği engelleyebilirsin, Roséanne." Kafamı salladım.

"Artık yapman gerekeni biliyorsun, kraliçe." Parmaklarını havaya kaldırdı ve kendimi Senga sarayının yakınlarında bulmadan hemen önce, "Kararlarını engelleyemem, geleceği değiştiremem ancak sana bir yol gösterebilirim. Gösterdim de. Sonumuz olacaksın dedim ancak bunu engelleyebilirsin. Lanetin, sana yönünü kaybettirmesine izin verme, Efendi Rosa." dedi.

Boşluğa düşmüşüm gibi hissettim ilk başta. Ardından hızla gözlerimi araladım. Ormanın içerisinde öylece uzanıyordum. Avuç içlerimi toprağa bastırdım ve yavaşça uzandığım yerden doğruldum. Bakışlarım etrafta gezindiğinde askerlerin de tıpkı benim gibi yeni uyandığını gördüm. Hepsi feleği şaşırmış bir hâlde etrafa bakınıyordu.

Kurumuş dudaklarımı ıslattığımda önce bir uğultu duydum. Ardından falcının sesini zihnimde duydum. "Sağ taraftan ilerle, kraliçe." dedi. "Sonra Senga sarayına varacaksın."

Derin bir nefes verdim ve yerden kalktığım sırada "Kalkın." dedim askerlere. "Sağdan ilerliyoruz. Sonra Senga sarayında olacağız."

Yerden kalkan Chanyeol, başını tutarak "Biz... Buraya nasıl geldik?" diye sordu şaşkınca. "En son küçük köylerden geçtiğimizi hatırlıyorum. Sonrası yok." Askerler de Chanyeol'ü onaylayan nidalar çıkardığında zihnimde tekrar falcının sesi belirdi. "Kimse bilmemeli." dedi. "Kraliçe Rosa ve Prens Jean'e dair kimseye tek bir kelime etmemelisin, Kraliçe Roséanne. Lanet, paylaştıkça çoğalır."

"Nasıl hatırlamazsınız?" diye bir azara tutuşturdum askerleri. Aradaki boşluğu onlara yarım yamalak cevaplar vererek daha da eşmek istemiyordum. Hiçbir şey olmamış gibi davranıp azarlarsam bir şey deme hakları kalmazdı. "İşinizi düzgün yapamıyor musunuz? Burada geceyi geçirdik yorulduğumuzdan şimdi de Senga'ya doğru yola çıkıyoruz!"

"İyi de burası Senga ormanı değil mi? Neden saraya bu kadar az kalmışken mola verdik ki?"

"Ben istedim, asker." dedim sertçe. "Bir itirazın mı var?"

"Hayır, majesteleri!"

"Güzel, şimdi yola koyulalım." Burası sarayın çevresindeki ormanlık alandı. Saraya taş çatlasın yarım saatlik bir uzaklıktaydı.

Askerlerin kendi aralarındaki hâlâ hatırlayamadığı o aralığı konuşmalarıyla birlikte kısa sürede sarayın bahçesine gelmiştik. Kale şeklinde çevrelenmiş sarayın kapısının önünde durduğumda derin bir nefes verdim ve titremeye başlayan vücudumla duraksadım. Burası gerçekten bana iyi gelmiyordu. Eski günleri hatırlıyordum ve hatıralar gözümün önünden geçerken bile ağlayasım geliyordu.

Askerler, beni gördüğünde büyük kapının halatlarına asılarak kapının gıcırtıyla aralanmasını sağladılar. Kapı yavaşça aralandığında onu gördüm. Kapının tam arkasında bekliyordu. Arkasındaki büyük kalabalığı gördüğümde şaşkınlıkla duraksadım. Herkes buradaydı. Namjoon, Hoseok, Namjoon ve Hoseok'un eşleri, Jimin, Jisoo, Jennie hatta Leydi Mina bile buradaydı. Onların arkalarında saray halkı vardı. Bakışlarım Jungkook'un yanındaki bedene kaydığında şaşkınlıkla duraksadım. Seok Jin, başındaki taç ile Jungkook'un yanı başındaydı.

Bu da demek oluyordu ki, Senga'nın yeni kralı Kim Seok Jin'di.

Jungkook, tahtından vaz mı geçmişti?

İrileşen gözlerimle öylece karşımdaki kalabalığı izlediğimde ne zaman yanı başıma geldiğini bilmediğim Chanyeol, "Majesteleri, kapılar açıldı. İlerlesek iyi olur. Halsiz görünüyorsunuz." dedi. Kafamı irkilerek ona çevirdiğimde hızla salladım ve dikkatli adımlarla ilerledim. Her an yere devrilecek gibi hissediyordum.

Onları görmeyeli ne çok olmuştu. Hepsi bana hatırlamak istemediğim anları hatırlatıyordu ancak bu, onları özlediğim gerçeğini değiştirmezdi. Ne olursa olsun, onları özlemekten kendimi alamıyordum. Bu bahçede Jisoo ile çok çay içmiştim mesela. Çocuklar gibi etrafta koşuşturmuştum.

Ben, adım adım onlara yaklaşırken aklıma buraya ilk geldiğim gün gelmişti. Yine böyle, ne yapacağımı bilemeden ilerlemiştim onlara. Üzerimde bir gerginlik, bir heyecan vardı.

Jungkook, aramızdaki mesafeler aza indiğinde benim yavaş adımlarıma kıyasla hızlı adımlar attı ve aramızdaki mesafeyi öldürerek sımsıkı doladı kollarını vücuduma. "Roséanne," diye fısıldadı. "Buradasın..."

Gözlerimi kapadım. Nedendir bilinmez ancak falcının anlattıklarından sonra aşırı duygusallaşmıştım. Her şeyin sebebinin kanımdaki lanet olduğunu bilmek, diğerlerine karşı içimdeki öfkeyi dindirmişti. Çünkü kendimi suçlu görüyordum. Bir Slaven olmanın günahını yaşıyordum. "Jungkook," diye fısıldadım titreyen sesimle. "Çok özledim seni."

Kraliçe Rosa, Prens Jean'ı çok özlemişti.

"Ophelia," diye fısıldadı Jungkook. "Evine hoş geldin." Kanımın donduğunu hissettim. Ophelia... Bu ismim bana artık çok şey hissettiriyordu. Dört asır önce Prens Jean'ın bir Ophelia'sı vardı, şimdi ise Prens Jungkook'un...

Jungkook kendini geriye doğru çekti ve alnıma sıcacık bir öpücük kondurdu. Ona gülümseyerek baktığımda kendini yanı başıma çekti ve parmaklarını belime doladı. Kalabalığa doğru ilerlediğimizde "Geldiğimi nasıl anladınız?" diye sordum. Hafifçe kıkırdadı. "Gözcüler, güzelim." dedi. "Saray gözcüleri bunun için var."

Kalabalıkla karşı karşıya geldiğimizde Seok Jin hariç geri kalanlar karşımda eğildi. Eskiden yalnızca bir prensestim ancak şimdi karşılarına Conall kraliçesi olarak çıkmıştım. Bu, artık kulağıma pek de hoş gelmiyordu çünkü lanetle sıkı sıkıya bağlı olduğum taht gözümü korkutuyordu. Seok Jin, "Senga'ya hoş geldiniz, Kraliçe Roséanne." dedi. Sesindeki saygı beni gülümsetti. Belli ki yeni kral, işi kurallarına göre oynamak istiyordu.

"Tahtın sahibi olarak tacı giyebilmenize sevindim, Kral Seok Jin." dedim ben de tıpkı onun gibi. "Saltanatınız daim olsun." Seok Jin, kimsenin bakmadığına emin olduğu anda bana göz kırptığında gülümsemem genişledi. Kendini laubai bir kral gibi göstermek istememesi oldukça normaldi. Kardeşi, babasını tahttan devirerek ülkede büyük bir isyan başlatmıştı. Kral Chin-Hwa'nın isyandan sonra tekrar tahta geçmemesine ve Seok Jin'e devretmesine sevinmiştim. Seok Jin, emindim ki Chin-Hwa'dan daha iyi bir yönetici olacaktı.

"Henüz taç giyme törenim yapılmadı," dedi Seok Jin. "Seni bekledik. Ne de olsa, ailemizdensiniz majesteleri."

"Teşekkür ederim," diye mırıldandığımda bakışlarım yanındakilere döndü. Jennie ve Jisoo, dudaklarını ısırarak bana baktığını gördüm. Adım atmak istiyorlar ancak tepkimden korkarak kendilerini geri çekiyorlardı. Jungkook'un kollarının kıskacından sıyrıldım ve öne doğru adımlayarak "Sarılmayacak mısınız?" diye sordum.

İkisinin de gözlerinin parıldamasına anbean şahit oldum. Koşar adım açtığım kollarımın arasına girdiklerinde Jennie, "Rosie." diye mırıldandı. "Seni çok özledim, yemin ederim bundan sonra senden hiçbir şey saklamaycağım! Söz veriyorum!"

"Ben de!" dedi Jisoo. "Bundan sonra asla!"

"Sorun değil," dedim. "Geçmiş, geçmişte kaldı."

Onlarla sarıldıktan hemen sonra Leydi Mina geçti karşıma. "İyi görünüyorsun," dedi bakışları vücudumun her zerresinde. "Sadece biraz bakımıma ihtiyacın var."

"Leydim," dedim gülerek. "Beni oldukça özlemiş görünüyorsun."

"Saçmalama." dedi hızla. Kendini savunma mekanizması beni oldukça eğlendiriyordu. "Bu dünyada özleyeceğim tek şey zehir şişelerim." Güldüğümde ben ne olduğunu anlamadan kollarını etrafıma doladı ve "Burada olmana sevindim." diye fısıldadı kulağıma. "Yokluğun can yakıyor."

Ardından hızla kendini geriye çekti ve "İçeri girelim," dedi. "Yapılması gereken bir kutlama var."

Leydi Mina'nın dediği gibi oldu. İçeriye girdik. Geleceğimi Chanyeol'den haber alan saray halkı büyük bir şenlik düzenlemişti. Tıpkı eskiden olduğu gibi bir orkestra kurulmuştu. Enstrümanların eşsiz müziği kulaklara dolduğu her an herkes özlem ve hasretle iç çekiyor, doldurdukları kadehlerdeki şaraplarından hızlı yudumlar alıyordu. Ben ise, bir köşede sırtımı Jungkook'a yaslamış etrafı izliyordum.

Jennie ve Jimin dans ediyorlardı. Jennie, başını Jimin'in göğsüne dayamış huzurun tadını çıkarıyordu. Jennie, saraya girdiğimiz ilk anda Seok Jin ve Jisoo'nun taç giyme töreninden kısa bir süre sonra düğün yapacaklarını söylemişti. Burada olmamdan memnun olduğunu, bensiz düğün yaparsa eksik olacağını söylemişti. Ona, bu gecenin bir veda olduğunu hiç söylemedim.

Şenlikte eğlenen herkesin yüzüne gülümserken bu gecenin bir veda olduğunu bilen üç kişiydik. Ben, sırtımı güvenle yasladığım ve boynuma sıcak öpücük konduran o adam ve tam karşıda yıllardır göz yaşlarını içerisine atan o kadın. Leydi Mina.

Yelkovan, akrebin gövdesine kamçısını indirdiğinde saatler on ikiyi gösteriyordu. Bu, yeni bir gün, yeni bir hayat ve yeni bir başlangıç demekti. Her gün, bir önceki günün yeni bir başlangıcıydı. Jungkook, elimi tuttuğu gibi beni şenlikten çıkarmış; kimsenin yüzüne son kez bakmama izin vermemişti. Çünkü ikimiz de biliyorduk, baksaydık duramazdık. Anlamıştım. Kapıdan içeriye girdiğim ilk an, kafasında taçla bana bakan Seok Jin'i gördüğümde anlamıştım. Tahtın gerçek varisi Jeon Jungkook, tahtı istemiyordu. O, burada bir hayat düşlemiyordu. Benimle bir hayat düşlüyordu ve düşlerimizin içerisinde Senga'ya dair bir iz yoktu.

Saraydan koşar adımlarla çıkmıştık. Merdivenleri ikişer ikişer inmiş, hızla köşeyi dönmüş ve seyisin yanı başına gelmiştik. Ne zamandır burada olmadığını bilmediğim Leydi Mina ile karşı karşıya geldiğimizde yaşlar gözlerimden sicim gibi döküldü. Leydi Mina, yaşlarının gözlerinden akmasına izin vermedi. Yalnızca dolu dolu baktı bize. Simamızı aklına kazıdı. Oğlunun kokusunu ciğerlerine derin derin çekti. Biliyordum, özleyeceği tek şey zehir şişeleri değildi. O, oğlunun ismini ağzına aldığında bile kırılmasından korkar gibi davranan bir anneydi.

Elindeki anahtar ve pusulayı Jungkook'un ellerine bıraktı. "Uzun zaman önce babanın bizim için bıraktığı evi, kendi evin yap oğlum. Orada güzel bir yaşam kur, çocuklarına bizi anlatmayı unutma." Jungkook'un dudaklarından bir hıçkırık kaçtığında titreyen ellerim elbisemin kuşağına gitti ve oradaki mektubu çekip çıkardım. "Mührümü bastım, herkes mektubun bana ait olduğunu anlayacak." Leydi Mina kafasını salladığında "Gidin." dedi. "Ve çok mutlu olun."

Kraliçe Roséanne Ophelia Slaven ve Prens Jeon Jungkook, bir gece yarısı ortadan kayboldu. Onlardan geriye kalan yalnızca kraliçeye ait bir mektuptu. Mektupta yalnızca iki cümle yazıyordu: "Tahtımı kardeşim Henry'e bırakıyorum. Kral Naibi olarak da Bang Si-Hyuk'u atıyorum." Başka hiçbir şey yoktu. Kraliçe Roséanne, Kraliçe Rosa'nın lanetinin tüm günahını sırtlamış, lanetin tahtından uzaklaşması için tacından vazgeçmişti. Bunu ise yalnızca kendisi biliyordu. Soylarının getirdiği ayrıcalıktan sıyrılmıştı Roséanne ve Jungkook. Leydi Mina'nın onlara bahşettiği pusula ve anahtar, onları Leningrad denilen bir şehre getirmişti ancak bundan kimsenin haberi yoktu. Onlara pusula ve anahtarı teslim eden Leydi Mina'nın bile.

Prens Jungkook, yıllardır gelecek kaygısıyla öğrendiği kılıç ustalığına başlamıştı. Kraliçe Roséanne, ilk çocukları Mina'yı dünyaya getirdiğinde ellerini sıkı sıkıya Prens Jungkook tutmuştu. Prens Jungkook'un özenle yaptığı beşikte büyümüştü ilk göz ağırları Jeon Mina. Adını, ailesini koruyup seven babaannesinden aldığını öğrenmişti. Sürekli hiç görmediği ancak anne ve babasının dilinden düşürmediği amcalarını, teyzelerini ve babaannesini görmek istiyordu. Mina, Jungkook'un naif kızı, annesinin kraliçe naifliğini taşıyordu. Sonra aralarına ikizler katılmıştı. Jeon Seol ve Jeon Youl. İkiz kız kardeşler birbirinden oldukça farklıydılar. Roséanne, ikisi arasında kaldığı için kafayı yiyecekmiş gibi hissediyordu ancak işler Jungkook için oldukça kolaydı. İkizler babalarına öyle çok bağlıydılar ki, Roséanne bazen kendini kıskanmaktan alıkoyamıyordu. Tanrı, Roséanne'in babalarına bağlı üç kız arasında kaldığı için ettiği hayıflanmaları duymuş olacak ki aşkla birbirine bağlı ikiliye bir erkek çocuk bahşetmişti. Roséanne, çocuğunu kucağına aldığı ilk an erkek olduğunu gördüğünde Jungkook ile kendilerini tutamadan hıçkıra hıçkıra ağlamışlardı. Tanrı biliyor ya, hâlâ yıllar önce kaybettikleri küçük Taehyung'un acısını çekiyorlardı. Roséanne, bebeğine Jean ismini vermişti. Yıllar önce Kraliçe Rosa'nın büyük aşkının, hâlâ sevdiği adamın içerisinde bir yerlerde olan Senga prensinin adını vermişti oğluna. Dört çocuk bahşetmişti Tanrı, kaybettiği dört canın hatrına.

Yıllar yılları devirdiğinde, kaderlerinin sayfaları son bulmuştu. Prens Jungkook ve Kraliçe Roséanne veba hastalığından gözlerini hayata yumduğunda yanlarında yalnızca bir başlangıç için çıktıkları yolda hayatlarına ışık tutan çocukları vardı.

Vedaları acı doluydu ancak onlar için bir o kadar da huzurluydu.
Çünkü her hikâyenin bir sona ihtiyacı vardı.

Czytaj Dalej

To Też Polubisz

245K 20.3K 52
"Her saat, yaralar sonuncusunu öldürürmüş. Sense her saat yarama yaralar ekliyorsun. Yaktığın yeter cehenneminde, kül oldum. Dokundukça savruluyorum...
49.6K 3.3K 23
"Sargılı bileklerine gizlediğin acılarını bilmek istiyorum." ★★★ Her gün okula sargılı bilekleri, mor göz altları ile gelen Jeon Jungkook, okulun öz...
196K 9.8K 51
"Haru'm," dedi sonra, nefes boruma güller sıkıştırdı. "Gün'üm, Günler'im." Gömleği gerdanıma değdi, yanağımı göğsüne yasladım. Başını eğip, dudakları...
233K 19.7K 46
Wattys 2018 Uyarlamacılar Kazananı "dünyanın geri kalmış tüm toprak parçalarına çiçekler ekiyorsun, tüm dünya buna karşı üstelik, çok savaşıyor, çok...