a queen and her tears

Por rosiewrosie

326K 33.2K 20.6K

eğer sorun bir kadın olmakla ilgiliyse, o hâlde bugün ben bir kralım. [ » rosékook ] 2019 | lilah Más

« warning
0, the day
1, goodbye
2, arrival
3, first interactions
4, reconciliation
5, message
6, heartbeats
7, rumor
8, don't know what to do
9, wedding
10, wedding night
11, do not tempt my fury
12, hunting lodge
13, tears
14, handsome
15, riding
16, the hunter becomes the hunted
17, what happened between you two
18, secret
19, cunning
20, inheritor
21, will be fine
22, there is someone behind you
23, closer
24, she is here
25, trust
26, would like to see
27, fortune teller
28, all together now
29, non stop
30, sorry for everything
31, collapse
32, too late
33, guest
34, death night
35, everybody goes
36, killer
37, hurts like hell
38, had very little
39, pain
40, mercy
41, a little painful story
42, funeral
43, hidden truths
44, poison
45, lust
46, can't handle this
spoiler [special chapter]
47, in pieces
48, coming home
49, enemy
50, love and death
52, sins of the past
53, cursed queen
54, for the queen, her reign and all she lost
55, every story needs an ending
thank you letter,

51, playing with fire

4K 463 659
Por rosiewrosie


Chase Atlantic - Why Stop Now?

Genç adam, bastığı toprağın üzerine sinmiş kan kokusundan tiksinmişcesine yüzünü buruşturdu. Yanındaki genç kadın, parmaklarını adamın omzuna destek istercesine bastırdı.

"Köye saldırı mı olmuş?" diye sorduğunda Jimin çaresizce ona döndü ve kafasıyla onu onayladı. "Alarick'in işi." dedi. "İzini kaybettirmek istemiş."

"O hâlde burada bulacağımız pek bir şey yok." dedi Jennie, yürümekten olsa gerek dizleri titriyordu. "Başka köylere gidelim."

"O kadar yol gelmişken detaylı bir araştırma yapmadan gitmeyelim." diyerek reddetti onu genç adam. "Her yeri arayalım. En ufak bir delil bile bizi bu işin içinden söküp alır."

Jennie "Haklısın." diye fısıldadı ve ağacın arkasından çıkarak yıkık dökük köy meydanına ilerledi. Köye dair hiçbir şey kalmamıştı. Bu durum Jennie'i karamsar bir havaya büründürdü. O kadar yolu bu harabe için gelmeleri tamamen zaman kaybı olurdu.

Jimin de Jennie'nin arkasından hareketlendiğinde beraber yıkılmış evlerin arasından geçtiler. Çoğu kullanılmaz hâldeydi. İçeriye girmek tehlikeli olurdu.

Jennie köyün kilisesine ilerlediğinde "Kiliseyi de harap etmiş olamaz herhalde." diye mırıldandı.

Alarick'in bu kadar kötü biri olması onu Rosie'i yıkacağı kadar yıkmayacaktı, biliyordu. Jennie insanlara karşı kapalı bir kutu gibiydi. Çoğu asile göre kralın şımarttığı yeğeniydi. İnsanların arkasından ettiği iğrenç kelimeleri birkaç kez işitmişti fakat Jennie biliyordu kimse onun ayakkabılarıyla engebeli yolları aşmamıştı. Bu lafları edenlerin onun kadar kimsesiz olmadığını biliyordu.

Jennie, insanlara güvenmekten korkan bir insan olmuştu çoğu kez. Güvendiği her insanın ona bir darbe indirmesine alışmıştı, Alarick'in bir psikopat çıkması elbette onu şoke etmişti fakat alışmıştı. Alışmak zorundaydı. Hayat kötü insanların önünüze koyduğu çakıl taşlarını izleyerek geçemezdi. İnsanlar önünüze taşları fırlattıkça izlemekle yetinirseniz yere düşer, yaralanırdınız. O taşlardan kaçmayı bilmeseydi Jennie şimdiye kadar yürüyen bir ölü olacağına emindi.

Köy meydanına geldiklerinde Jennie, yanıp kül olmuş evlere baktı. Burası bir hurdalıktan farksızdı. Arkasını dönüp Jimin'e burada bir şey bulamayacaklarını söyleyecekti ki arkasını döndüğünde Jimin'i birkaç adamın tutmuş olduğunu gördü. Şaşkınlıkla dudaklarından küçük bir çığlık kaçtığında Jimin'in ağzına elini bastırmış olan adam elini çekti.

Jennie, şaşkınlıkla yerinde kalakaldığında bir adam gelip hızlıca onu da tuttu. "Jimin!" diye bağırdı. Kendisinden çok da uzakta sayılmazdı sevdiği adam fakat yine de birilerini tekrar kaybetme korkusu adrenalin hormonun fazlaca salgılanmasına sebep olmuştu.

"Jennie," dedi Jimin kollarını arkada tutmaya özen gösteren adamların dengesini şaşırtmak için kıpırdanıp dururken. "Sakin ol."

Jennie ne yapacağını bilemeden kollarını sıkıca tutan adamın ellerinden kurtulmak için tekrar debelendi. Adam ona sert bir bakış attı ve "Debelenme." dedi. Sengaca konuşuyordu, demek ki bir Conallı değildi.

Jimin, adamın kendi milletinden olduğunu fark ettiğinde kaşlarını çattı. "Kimi elinde tutmaya çalıştığının farkında mısın sen?" diye öfkeyle soludu. "Ben Beşinci Prens Ji—"

"Evet, evet..." dedi adam. "Biliyoruz senin kim olduğunu."

"O hâlde bunun vatana ihanet olduğunun farkındasındır!"

"Senin emrin altında olan biri değilim ben." dedi Jennie'i tutmaya çalışan adam. Jimin gözlerinin içerisine baktığında onun yaşça kendinden küçük olduğunu görebiliyordu. Yüzü olgun bir adamınkinden farksızdı fakat gözlerindeki kimsesiz ifadeden onun duyguları incinmiş küçük bir erkek çocuğundan farksız olduğunu görebiliyordu.

"Adın ne senin o hâlde? Sana asker diye seslenemem, böyle bakıldığında vatanına sahip çıkacak bir vatandaş gibi de durmuyorsun..."

"Chan," dedi. "Bang Chan."

Jimin, duyduğu isimle istemsizce kasıldı. Karşısındaki genci tanımamış olması onun suçu değildi, yalnızca adını duymuştu.

"Sen?" diye mırıldandı teyit etmek istercesine. Jennie kendisini tutan adamın güldüğünü işitti. "Evet," dedi. "Ben Bang Shi Hyuk'un oğlu Bang Chan."

Jimin'in istemsizce kaşları havalandığında "Baban?" diye mırıldandı. Ne yani, şimdi babasının en yakın arkadaşının oğlu vatanına mı ihanet ediyordu?

"Babam sizi bekliyor, Prens Jimin." dedi. "Sizi ona götürmek adına buraya geldim efendim."

Chan anında Jennie'nin kollarındaki parmaklarını çekip saygı duruşuna geçtiğinde Jimin'in kollarını tutan iki adamda gerilemişti. Jennie kaşlarını çatıp arkasını döndüğünde "Ne yani?" diye sordu. "Küçükken Rosie'nin başdanışmanı olan Si Hyuk'un mu oğlusun sen?"

"Leydi Catherine Jennie Slaven," dedi Chan gülümseyerek. Az önce bir şakaya kurban gittiğini fark etmeyen ikilinin yüzüne kahkahalarla gülesi vardı fakat zaman dardı. Bu küçük şaka için bile babasından zar zor izin almıştı. "Tanıştığımıza memnun oldum. Ve evet, öz olmasa da Si Hyuk benim babam."

Jennie, Chan'ın Si Hyuk'un üvey oğlu olduğunu anladığında kafasını sallayarak bakışlarını Jimin'e çevirdi. Jimin hâlâ yerinde şaşkınlıkla dikiliyordu.

"Yani... Siz... Bize oyun mu oynadınız?"

Chan kafasını salladı. "Babamdan izin almam zor oldu fakat ne zaman bir prensi kekleme şansı oluyor ki bir insanın?"

Jimin silkelendi ve öfkelendiğini hissetmeye başladı. Zaten her şey üst üste geliyordu, bir de bu trajikomik olay hoşuna hiç gitmemişti.

"Şaka yaparken uygun zamanı kollarsan belki başarılı olursun." dedi ve hızlı adımlarla Chan'ın karşısına dikildi. "Ayrıca bir daha ona elini sürme." Jennie'i işaret ettiğinde genç kızın parmaklarını hızla kavramış ve çekiştirmeye başlamıştı.

Chan, yaptığı çocukluğu kabul ediyordu fakat yine de bu eğlendiği gerçeğini değiştiremezdi. Ayrıca Jimin'in ondan Jennie'i kıskanması komiğine gitmişti. Bir kere onun sevgilisi vardı!

"Prensim," diye seslendi. "Yanlış yoldan gidiyorsunuz!"

Jimin ve onun sürüklediği Jennie durdu. Jimin öfkeyle arkasını döndüğünde Chan'ın eğlenen bakışlarla onu izlediğini fark etti. Bu öfkesini harladı. Burun kemerini sıkıp gittiği yolu geri geldi ve "Götür o zaman bizi babanın yanına çok bilmiş." diye hırladı.

Chan dişleri görünecek şekilde gülümsedi. "Hay hay."


"Taç giyme törenini erteledikçe taraftar kaybediyorsun, bilesin." dedi Alarick. Gözlerimi yaklaşık on dakikadır işkence ettiğim yemeklerden aldım ve ona çevirdim. Umurumda olduğunu mu zannediyordu? Taraftara ihtiyacım yoktu. Kendi başıma bile suçluların başına dünyayı yıkacak gücüm vardı.

"Sadece gereksiz bir seremoni." dedim. "Bunun için ayıracak vaktim yok."

"Evet," dedi samimiyetsiz bir şekilde gülümseyerek. "Yatağında tüm gün yatıp çok güzel vakit geçiriyorsun zaten."

Kaşlarım çatıldı. Evet, günümü odamda geçiriyordum çünkü sarayda bir katil vardı. Her şeyin sorumlusu olan kişi bu saraydaydı, onunla nefes alıyor, onunla uyuyor, onunla uyanıyordum. Bunları düşünmek bile beni ürkütürken nasıl olur da başka bir şeyler yapmam beklenirdi ki? Odamdayken en azından güvende hissediyordum. Bir şeyler düşünmek için zamanım oluyordu.

"İntikamını bile almıyorsun." dedi. "Yeminler ettiğin intikamını bile almak için kılını kıpırdatmıyorsun."

"Alarick," diye tısladım dişlerimin arasından. "Kes sesini." Ona karşı duyduğum saygı bir yere kadardı. Beni bunaltıyordu. Zaten zar zor nefes alıyordum, hayata bağlı kalmaya çalışmak bile benim için çok zordu ve o hiçbir şey bilmeden öylece kelimeler kurarak beni sinirlendiriyordu.

"Neden?" diye sordu. "Canını yakan gerçekler mi yoksa arkandan bıçaklayan kocana karşı mı gelemiyorsun?" Beni dur demiştim fakat o durmayı reddetti. "Onu alaşağı edecek gücü mü bulamıyorsun kendinde? Yoksa seviyor musun hâlâ onu?"

Kelimeleri kalbimi paramparça etti. Sadece vücuduma kan pompalama işlevini gören kalbim, bu görevi bile yerine getiremeyecek kadar güçsüzdü. Kalbim güçsüzdü fakat ben değildim. Zihnimde ateşin içinde kıvrıla kıvrıla ilerleyen bir yılan vardı. Bu yılan çok zehirliydi. Ve anlaşılan o ki, o daha bu yılanla tanışmamıştı.

"Kes sesini!" diye bağırdığımda oturduğum sandalyeden hışımla doğruldum. "Hiçbir şey bilmeden karşıma geçmiş ahkâm kesiyorsun! Sen sevmekten ne anlarsın? Duygusuz, işi gücü yalnızca başkalarının hayatına müdahale etmek olan herifin tekisin!" Sandalye gürültüyle yere düştüğünde öfkeli bakışlarım onun üzerindeydi.

O, ifadesiz gözlerle beni izlerken bu beni daha da sinirlendirdi. Parmaklarım masanın üzerindeki uzun kumaşa sarıldı. Kumaşı beklemeden çektiğimde üzerindekiler yere düştü.

"Ne var biliyor musun?" diye sordum hışımla. "Kraliçenim ben senin." Dudaklarımın arasından damla damla zehir aktı. "Ben senin efendinim. Ve sana emrediyorum, topla şurayı." Bakışlarımla yere düşmüş olan pahalı kadehleri, tabakları ve geri kalanları gösterdim.

Alarick bunu beklemiyormuş gibi yüzüme baktı. Beni tanıyamıyormuş gibiydi ve haklıydı. Ben de kendimi tanımıyordum. Tanıyamıyordum.

"Hadisene," dedim. "Topla şurayı." Kollarımı göğsümde birleştirdim ve üstten bakışlarımla ona baktım.

Ben herkes değildim. Eğer insanlar kraliçe kelimesini ağızlarına sakız edeceklerse o hâlde ben kraldım.

"Rosie," dedi. "Saçmalıyorsun." Oturduğu sandalyeden kalktığında kafamı iki yana salladım.

"Ben yalnızca Rosie değilim, Lord Alarick." Çenem dikleşti. "Eğer sana böyle hissettirdiysem kusura bakma benim hatam." Dudaklarımda küçük, şeytani bir gülümseme belirdi. "Fakat şunu bilmelisin ki bugün ben kralım. Ve kimsenin beni küçümsemesine izin vermem."

Alarick öylece yüzüme baktığında gülümsedim. "Eğer toplamayacaksan çok özür dileyerek muhafızları çağıracağım." Anlamazca yüzüme baktığında durmadım. Bakışlarım kapalı kapılara döndü. "Muhafızlar!" diye bağırdığımda anında kapı açıldı ve içeriye iki tane muhafız girdi.

"Lord Alarick'e odasına kadar eşlik edin lütfen."

Alarick kaşlarını kaldırarak bana baktığında sinirlenmeye başladığını anlamıştım. Fakat bilmesi gerekiyordu ki, onun öfkesi benimkinin yanında bir hiçti.

"Rosie," dedi. "Ateşle oynuyorsun."

"Hayır." dedim muhafızların onun koluna girmesini izlerken. "Ateşle oynamaya çalışan küçük çocuk sensin ve eğer öfkemi kışkırtmaya devam edersen ateşe atılacak olan da sen olacaksın."

Sonra "Çıkabilirsiniz." dedim ve arkamı dönerek ilerideki şömineye ilerledim.

Alarick gitmeden hemen önce, "Buna pişman olacaksın!" diye bağırdığında ona cevap vermedim.

Ben zaten en büyük pişmanlığımı bir adamı severek yapmıştım.

"Seninle birileri gelsin istiyorsan." diyen Lisa'yı kafamı iki yana sallayarak reddettim. "Ne kadar çok kişi bilirse o kadar tehlikeli olur."

Lisa dudaklarını büzdü ve kafasını salladı. "Orası öyle ama beni de anla, incinmeden endişe ediyorum."

Kılıcımı belimdeki kulvara yerleştirdikten sonra bakışlarımı endişeyle bana bakan Lisa'ya çevirdim ve hafifçe gülümsedim. "Sorun olmayacak." dedim. "Merak etme, hallederim ben."

"Halledersin halletmesine de," dediğinde "Ee?" diye sordum. "Yine de kötü bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum. Lütfen dikkat et, olur mu Rosie?"

Alayla "Daha kötü ne olabilir ki?" diye sordum. Lisa omuz silkti. "Dikkat et işte!"

"Tamam, tamam." dedim. "Sen de dikkat et, soran olursa odamdayım ve rahatsız edilmek istemiyorum."

"Yüz kez söyledin bunu!"

"Yokluğum dikkat çeksin istemeyiz." dediğimde kafasıyla bıkkınca onayladı. "Hadi, git artık!"

Kafamla onu onayladım ve üzerimdeki uzun ceketin uçlarını tutarak geriye çektim. Pencereye doğru ilerledim ve kulpundan tutup kendime doğru çektim. Açılan geniş pencereye uzanan ağaç dalına tutundum ve kendimi öne doğru ittirdim.

Dönüp arkama baktığımda Lisa gülümseyerek bana bakıyordu. Aynı sıcaklıkta bir gülümseme ile ona karşılık verdim ve "Unutma," dedim. "Kimseye güvenme ve kimsenin sözlerine aldanma. Her ne olursa olsun tacıma sahip çık, Lisa-ah."

Lisa "Canım pahasına." dediğinde son bir kez ona baktım ve ağaç dalında dikkatle ilerlemeye başladım.

Küçük bir kız çocuğuyken ağabeyim James ile ağaç dallarında gezinmek en sevdiğim şeydi. James sakarın tekiydi. İstisnasız her ağaç gezimizde bir yerlerini incitirdi.

Alttaki ağaç dalına geçip zeminle aramda kısa bir mesafe bıraktığımda etrafı kolaçan ederek kendime aşağıya bıraktım.  Elbette Conall sarayından böyle çıkmak kolay değildi. Üstelik her yerde Alarick'in adamları varken...

Dikkatle sindiğim ağaç gövdesinden etrafı birkaç kez daha kolaçan ettim. Risk alamazdım.

Herhangi birinin gelmediğini gördüğümde sindiğim ağaç gövdesinden koşarak uzaklaşmaya başladım. İlerideki kanala ulaşmam lazımdı. Vioana'nın merkezinden bir nehir geçiyordu, en azından bu nehre kadar yeraltından ilerlemem lazımdı.

Sarayın diğer kanadına geçtiğimde sırtımı taş duvara yasladım. Burası saray görevlilerinin yaşadığı taraftı. Bu yüzden güvenliği ana hatta kıyasla daha düşüktü.

Etrafı son kez kolaçan ettikten sonra temkinli adımlarla ilerideki kapağa doğru ilerledim. Kanalizasyon kapağına benzeyen fakat gerçekte yer altına açılan bir tünel olan kapağı tüm gücümle kaldırdım ve aşağı inen merdivenlere bedenimi bıraktıktan sonra kapağı üzerime kapadım.

Dikkatle merdivenlerden indim ve köşedeki meşaleyi elime alarak soğuk duvarların arasından ilerledim. Burayı Jennie keşfetmişti. O zamanlar yedi ya da sekiz yaşındaydım. Jennie sürekli ortadan kaybolurdu ve bir gün ona bundan yakındığımda beni buraya getirmişti. Gün ağırdığında buraya gelir, akşam oluncaya kadar burada kalırdı.

Biraz daha hızlanarak ilerlemeye devam ettim. En fazla bir saate nehir kıyısına geleceğimi düşünüyordum. Jennie sürekli buradan nehre giderdi fakat ben o zamanlar korkak bir çocuk olduğumdan genelde merdivenlere yaslanıp Jennie'i beklerdim.

Aradan yaklaşık bir saat geçmişti. Meşalenin aydınlattığı kadarıyla gördüğüm yolda herhangi bir fareyle karşılaşmamak tek şansımdı. Farelerden pek hoşlanmazdım. Küçükken James elindeki fareyi yastığıma bir anda bıraktığı günden beri.

Kalbim acıyla sarsıldı. Her şey bana onları hatırlatıyordu. Bu, lanet ülkedeki her şey bana ailemi hatırlatıyordu ve ben hissettiğim acının altında yalnızca kıvranıyordum.

Günler boyu kendimi bugüne şartlamıştım. Jungkook ile konuşacak ve yoluma bakacaktım. Eğer bana bir nebze olsun güven verirse ülkesinden elimi ayağımı çekecektim. Zaten şu an karmaşıklık içerisindeydi. Tüm asiller ayağa kalkmıştı. Min Yoongi tahtı ele geçirmek üzere gibi görünüyordu. İçeriden aldığım bilgilere göre diğer prensler ve eşleri bir köşke hapsedilmişti. Kral Chin-Hwa ve Kraliçe Haneul ise Yoongi'nin esiriydi.

Taht düşmek üzereydi ve halk sefalet içerisinde yüzüyordu. Gelecekleri nasıl olacaktı bilmiyordum. Ülkedeki her kesim ayaklanmaya başlamıştı bile.

Eğer bana istediğim cevapları verirse onları bir de ben boğmayacaktım. Onların ülkesi ne hâldeyse benimki de öyleydi. Karışıklık içerisindeydi. Herkes bir taç giyme töreni bekliyordu. Herkesin benden bir beklentisi vardı ve ben bu beklenti içerisinde eziliyordum.

Eğer ki bana istediklerimi vermezse ona acımayacaktım. Boğulduğu denizde bir de ben itecektim onu ellerinden.

Karşıma çıkan merdivenle derin bir nefes verdim. Ayaklarımın altı acımıştı.

Meşaleyi kenardakilerin yanına duvara astım ve merdivene ilerleyerek dikkatle tırmandım. Kapağı yine tüm gücümü kullanarak dikkatle kenara ittim ve bedenimi yukarı çekerek toprağa sırt üstü yattım. Birkaç saniye dinlendikten sonra kapağı tekrar kapattım ve ellerimi birbirine vurup tozdan kurtuldum.

Etrafa bakındığımda gökyüzü yavaş yavaş ışımaya başlamıştı. Nehrin ortasındaki tahta köprüye ilerledim ve sağlam kısımlarından geçerek nehrin karşısına geçtim.

Artık saraydan uzaklaşmıştım. Beni bulmaları biraz sürerdi.

Bunun rahatlığıyla ilerlemeye başladığımda gördüğüm tabelayla duraksadım. Bu, Jungkook'un bana iki gün önce gönderdiği mektuptaki kasabanın ismiydi. Aqua.

Ceketimin iç cebinden mektubu çıkarttım. Aptal çocuk, herkesi hiçe sayarak bana bir mektup gönderme cesaretinde bulunmuştu ve mektup elime geçer geçmez kimden saklayacağımı şaşırarak odama koşuşturmuştum.

Aptal. Aptal. Aptal. Sarayda bir katille yaşadığımdan habersizdi, bundandı bu cesareti, biliyordum.

Buruş buruş olmuş kağıdı açtığımda hızlıca baştan okudum atladığım herhangi bir detay var mı diye.

Sevgili Roséanne, diye başlıyordu mektubu. Sevgili eşim, diye de devam ediyordu.

"Geri zekalı." dedim. "Senden tam bir geri zekalısın Jeon Aptal Kook!"

Yerimde tepinmemek için kendimi tutuyordum. Ben onun eşi falan değildim. O evlilik sözleşmesi elime geçtiği anda beş yüz parçaya ayıracaktım.

Seni ne kadar özlediğimi kelimelere dökemem. Güzel, pürüzsüz tenine dokunduğum her anı; saçlarının arasına kafamı gömdüğüm anda duyumsadığım o güzel kokunu...

"Benim kokum değil o, geri zekalı! Badem özlü yağ kullanıyorum! Aptal, bunu bari bil!" Kağıdı hırsla sallayıp bağırmaya devam ettim. Geri zekalı çocuk, mektubu okudukça boğazlayasım geliyordu onu.

Şu an bana sonsuz bir öfke duyduğunu biliyorum fakat ben değildim Rosie. Sana bahsedilen o katil ben değilim, yemin ederim değilim.

"Değilsen niye o an inkâr etmedin beyinsiz?!"

Bu mektubu okurken çattığın kaşlarını görebiliyorum. Sinirden mektubun titrediğini bildiğim gibi her şeyi biliyorum hakkında. Yapacağın hareketleri, her şeyi... Ayrıca merak etme, bana soramadın biliyorum fakat Isla güvende. Onu yanıma aldım. Benimle birlikte ve emin ol, çok iyi.

"Aferin, en azından yavrumu sokakta bırakmamışsın." dedim kibirli bir sesle. Bu mektubu kaçıncı okuyuşumdu hatırlamıyordum fakat verdiğim tepkiler hep aynıydı. "Geri zekalı, beyinsiz, aptal Jungkook, en azından bunu becerebilmişsin..." dudaklarımdan dökülen kelimeler aynıydı.

Mektubu daha fazla uzatmayacağım. Zaten sana her şeyi yüz yüze anlatacağım. Bir de burada konuşup sinirlerini daha fazla bozmayayım.

Wrøx, sana uzak kalıyor. Bu yüzden seni Aqua Kasabasında bekliyor olacağım. Lütfen oraya kadar dikkatle gel.

Seni seviyorum,

Prens Jungkook.

"Sevme sen beni!" diye homurdandım. "Beyinsiz, kaç dakikadır bu kasabadayım neredesin hâlâ?!"

"Buradayım." Arkamdan duyduğum kalın sesiyle irkildiğimde elim benden bağımsızca kılıcıma gitti. Hızla arkamı döndüğümde gülümser yüzüyle bana baktığını gördüm. Yüzünde yer yer morluklar vardı. Dudakları patlamış ve morarmıştı. Kötü görünüyordu.

"Mektubuma nasıl tepki verdiğini izlemek için biraz beklemiş olabilirim." dediğinde göz devirdim.

Kollarımı göğsümde birleştirdiğimde bana doğru birkaç adım attı. Tam karşımda durduğunda gözleri kısıldı. "Zayıflamışsın," dedi. "Zaten çok zayıftın... Yemek yemiyor musun?"

"Seni ilgilendirmez." dedim ve ona arkamı döndüm. "Gidelim artık nereye gideceksek. Çok vaktim yok."

Derin bir nefes verdiğini işittim. Birkaç saniye sonra yanı başımdaydı. "Atları şuradaki adama emanet ettim." İşaret parmağıyla ilerideki evi gösterdiğinde kafamla onu onayladım.

"Sen Conallca bilmiyorsun ki," dedim istemsizce. "Nasıl anlaştın?"

Hafifçe güldüğünü işittim. "Beden dili diye bir şey var, güzelim."

Duraksadım. Üşüdüğümü hissettiğimde hızla kaşlarım çatıldı. Benden birkaç adım uzaklaşmış olan Jungkook, durduğumu fark ettiğinde omzunun üzerinden bana baktı. "Bir sorun mu var?"

"Sorun sensin." dedim tereddüt etmeden. Sonra gözlerimi devirip ilerlemeye başladım. Yanından geçerken omzuna çarpmayı da ihmâl etmemiştim.

Jungkook birkaç adımda aramızdaki mesafeyi kapattı ve "Bu sorunu çözeceğim, sana söz veriyorum." dedi. Ona cevap vermedim. Bana istediklerimi verse bile onun istediği gibi gitmeyecekti hiçbir şey. Önce bunu anlaması gerekiyordu.

Jungkook'un atları emanet ettiği seyisin yanına geldiğimizde adam bize hafifçe gülümsedi. Jungkook, sanırım bildiği tek Conallca kelime olarak adama kısaca teşekkür etti.

Atları alıp ahırdan çıktığında birini bana uzattı. Uzattığı atı eyerlerinden tutup yanıma çektim ve huysuz görünen yüz ifadesi yüzünden onu hafifçe sevdim. Bu sevgiden hoşnut kaldığı belli olan atla birlikte kendimi onun üzerine attım. Eyerleri sıkıca kavradığımda bakışlarımı Jungkook'a çevirdim. Onun bakışları ise zaten benim üzerimdeydi.

"Gidelim." dediğimde kafasıyla onayladı ve ilerlemeye başladık. Artık güneş doğmuştu. Etraf güzelce aydınlanmıştı.

Yolculuğun geri kalanı sessizlik içerisinde geçmişti. Jungkook birkaç kez bana soru sormuştu fakat sorularını yanıtsız bırakınca o da pes etmiş, sessizliğin gölgesine sinmişti.

Bahsettiği kasaba olan Wrøx'a geldiğimizde güneş batmak üzereydi. Gün boyu at üzerinde olduğumdan bacaklarım ağrıyordu. Huzursuzca kıpırdadığımda Jungkook artık yorulduğumu fark etmiş olacak ki bana döndü. "Merak etme, geldik."

Kafamla onu onayladığımda önden ilerlemeye başladı. Bir dağın tepesine çıktığımızda ilerideki mağarayı gördüm.

"Mağarada mı yaşıyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Wrøx'ta kalmıyorum." dedi. "Burası sınır şeridine yakın. Kimse buraya geleceğimizi tahmin edemez diye burayı seçtim."

En azından beyni bir şeylere basıyordu.

Mağaranın girişine geldiğimizde önce atından Jungkook indi ve kenardaki ağaca ilerleyerek atını bağladı. Ben de dikkatle indiğimde atı severek ona bu güzel yolculuk için bir nevi teşekkür ettim. Daha sonrasında Jungkook benim atımı da alarak onu da bağladı.

İşaret parmağıyla ilerideki mağarayı gösterdiğinde kollarımı karnıma sardım ve ilerledim. Açıkçası acıkmıştım. Yolda Jungkook geçtiğimiz bir kasabada durup yemek yemeyi teklif etmişti fakat onu reddetmiştim. Bir an önce konuşmak, içimdeki volkanı dindirmek; rahat bir nefes almak istiyordum.

Fazla bir şey mi istiyordum? Yalnızca huzurlu, sakin, acısız bir hayat istiyordum.

Mağaraya girdiğimde Jungkook'un yere iki minder attığını gördüm. Odunları yığmıştı, yakılmaya hazır duruyorlardı. Minderlerin üzerinde ise battaniye vardı.

Kendimi minderlerden birine attığımda avuç içlerimi yere bastırıp bacaklarımı uzattım. Çok ağrımışlardı. Uzun süredir böylesine bir yolculuk yapmamıştım.

Zaten uzun süredir yaptığım tek şey yatağıma uzanıp düşünmekti.

Belki de Alarick'in sözleri bu yüzden bana böylesine dokunmuştu. Hiçbir şey yapmıyordum. Çünkü bir şey yapamıyordum. Elim kolum Jungkook tarafından bağlanmıştı.

Onu dinleyecektim. Belki de son kez dinleyecektim fakat dinleyecektim. Kafamdaki yapbozu tamamlamanın tek yolu parçaları birleştirmekti. Farklı avuçların arasındaki parçaları birleştirmek...

Jungkook kendini minderlere atmadan önce ateşi yaktı ve odunlarla sabitlediği küçük kazanı da ateşin üzerine koydu. Bu süre zarfında ben de onu izlemiştim.

Yorgun gözüküyordu. Ağabeyinin ihaneti onu sarsmış olmalıydı.

Onu anlayabilecek tek kişi belki de bendim çünkü ben de ihanete uğramıştım. Onun tarafından.

"Bacaklarına masaj yapmamı ister misin?"

"Gerek yok." dedim sertçe.

Jungkook kafasını eğdi. Parmaklarıyla oynamaya başladığında dudaklarını birbirine bastırdı. "Benden nefret ediyorsun değil mi?" diye sordu.

Yutkundum. Bakışlarımı ondan alıp oturduğum yerden görebildiğim kadarıyla gökyüzüne çevirdim. "Hayır," dedim. "Nefret ağır bir duygu. Ve benim bunu taşıyabilecek bir kalbimin olduğunu söyleyemem."

Jungkook anlıyormuş gibi kafasını salladı. "Bir oyundu." dediğinde gökyüzündeki bakışlarımı alıp ona çevirdim. Hava kararmıştı.

"Ne bir oyundu?"

"Üzerimize kurulan bir oyundu." diyerek genişletti perspektifi. "Her zaman yanlış pencereden baktık. Hiç bu kadar yakınımızda olabileceğini düşünemedik."

Titredim. Bakışlarım yüzünde gezindi. "Biliyorsun..." diye fısıldadım. "Kim olduğunu biliyorsun..."

"Biliyorum," diyerek kafasını salladı. "Kim olduğunu biliyorum ve seni ondan koruyabilecek bir gücüm yok, Roséanne."

"Beni korumana ihtiyacım yok." dedim dikbaşlılıkla.

"Biliyorum," diye fısıldadı ve başını yerden kaldırarak gözlerime baktı doğrudan. "Herkesi koruyabilecek güce sahip tek kişi sensin."

"O hâlde kim olduğunu söyle," diye mırıldandım.

Başını iki yana salladı. "Kaldıramazsın."

Parmaklarımın titrediğini hissettim. Vücudum uyuşmuş gibi hissediyordum.

"Kaldırırım," diye fısıldadım fakat sesimi kendim bile zor duymuştum. "Günlerce bunu düşündüm. Kendimi hazırladım. Yaparım, Jungkook. Kaldırırım."

"Yalnız olmanı istemiyorum." dedi. "Yalnız başına her şeyi göğüslemeni istemiyorum."

Yalnızca ona baktığımda dudaklarımı aralayıp onu reddecektim ki buna izin vermeden konuşmaya başladı. "Alarick bize anlaşmayla geldiğinde bunu kabul etmeyeceğimizi biliyordu. Bahsettiği kıtaya bizim gitmemizi istedi, Roséanne. Hazinenin yarısını istedi, bunu kabul etmeyeceğimizi o da biliyordu."

Nefesimin tıkandığını hissettim. Nefes aldığımı hissedemiyordum. "Sonra seni bahsettiği kıtadan getirdiği adamlarla ürküttü. Bu anlaşmayı bizim kabul etmemiz için dayattığı bir tür olaydı fakat sen bizden o adamları sakladın. Anlaşma böylelikle unutuldu fakat bu bile işine geliyordu. Seni ürküttü, korkuttu ve bizden uzak tutmaya çalıştı."

Jungkook'un gözlerinden yaşlar süzüldü. "O gün, Jaehyunların baskın yaptığı küçük sarayda olanlar başından beri planlıydı. Beni öldürecekler, seni de bunun acısıyla baş başa bırakacaklardı. Amacı seni kendine bağlamaktı."

"Ne?" diye fısıldadım.

Kaldıramıyordum.

"İşler bekledikleri gibi gitmedi. Taehyung yemeği yedi... Evet, bu beklenmedik bir hamleydi fakat onlar için kötü bir seçenek değildi. Beni bunun acısıyla yalnız bıraktılar ve istemsizce uzaklaştık birbirimizden." Başını kaldırdı. "Küçük Taehyungumuz... O ise bizi koparan son noktaydı. Acı aramıza girdi, bunu sen de biliyorsun Rosie."

Evet, asla birbirimize karşı eskisi gibi olamamıştık. Haklıydı. Aramıza acı girmişti.

"Benim kim olduğumu biliyordu." dedi. "Beni yaralamak istedi çünkü senin yanında olması gereken kişinin kendi olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden Yoongi hyunga mektuplar yazdı. Ona kim olduğumu anlattı, her mektupla onu bana karşı doldurdu."

"Bunları nereden biliyorsun?" diye sorduğumda üzerindeki ceketin iç cebinden mektup yığınları çıkardı. "Bunları Jennie getirdi, Alarick'in sakladığı bir kutunun içinde bulmuş." Yıpranmış mektupları avuç içime bıraktı.

"Yoongi hyunga yazdığı mektuplardan birini annem buldu. Ona, odasını aramasını söyledim. O sıra bulmuş." Elindeki bir diğer mektubu gösterdi.

"İnanamıyorum," diye fısıldadım. "O olabileceğini düşündüm fakat..." Gözlerimden yaşlar süzüldü. "Ailemi öldürdü... Küçük çocuğumu öldürdü... Taehyung'u öldürdü..."

Hıçkırarak ağlamaya başladığımda Jungkook hızlıca yanıma geldi ve beni kendine çekerek sıkıca sarıldı.

"Şşt," diye fısıldadı. "Geçecek güzelim, geçecek... Atlatacağız. Biliyorsun, değil mi?"

"Herkesi aldı benden," diye fısıldadım. "Seni bile aldı benden."

Jungkook yüzümü avuçlarının arasına aldı. "Seni benden kimse alamaz," dedi. "Herkes gider ama ben kalırım, bunu asla unutma olur mu?"

"Kalacak mısın?" diye sordum hıçkırıklarımın arasından. "Her şeyin sonuna kadar kalacak mısın benimle?"

"Söz veriyorum," dedi. "Her şey bitene kadar tutacağım ellerinden. Ve her şey sona erdiğinde, git dersen gideceğim Roséanne. Eğer unutamazsan her şeyi, gideceğim sana daha fazla acı çektirmemek için."

O an söylediklerini duyamadım bile. Bana söz vermişti. Kalacaktı. Benimle her şeyin sonuna kadar kalacaktı.

Ben, acıdan gözlerimi kapamıştım fakat Jungkook görüyordu. Ateşle oynadığımızı biliyordu.

Sınır: +310 oy, +500 yorum.

Merhaba! Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Finale son bölümler kaldı. Olaylar da zaten açığa çıktı. Son bir iki kısım kaldı...

Geçtiğimiz 29 Ekim AQAHT'ın 1. yılını doldurduk. Bir yıl... Cidden ne desem az, buraya kadar okuyan herkese teşekkür ederim.

Final öncesi beklentileriniz varsa ya da şu şöyle olsa çok iyi olur dediğiniz bir nokta varsa buraya yazın. Sizin düşünceleriniz çok ilham verici oluyor^

Okuduğunuz için teşekkürler, seviliyorsunuz🧟‍♀️🖤

Seguir leyendo

También te gustarán

196K 9.8K 51
"Haru'm," dedi sonra, nefes boruma güller sıkıştırdı. "Gün'üm, Günler'im." Gömleği gerdanıma değdi, yanağımı göğsüne yasladım. Başını eğip, dudakları...
13.5K 287 30
•About's Seventeen wonwoo Facts!• #vokalist By; Seventeen-Turkey |050818|
42.2K 2.2K 13
"kurtarıcısına aşık kız... klişe hikaye." "komşu kızına platonik aşık çocuk mu söylüyor bunu?" ya da asi'nin şebnem'in kızı olarak doğup büyüdüğü ve...
348K 32.1K 32
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...