Ruh ve Beden - Üçüncü Göz

By Neutrinora

929 11 0

Pineal organ hakkında şaşırtıcı bilgiler. More

Ruh ve Beden - Pineal Bez

929 11 0
By Neutrinora

Pineal bez İsa'dan önce 300. yılda İskenderiyeli Herophilus (325-280 İ.Ö.) tarafından tanımlanmıştır. Orta çağın ünlü filozof, hekim ve matematikçisi Rene Descartes (1596-1650) "ruhun yerleştiği yer" olarak tanımlamıştır. Pineal bez, görme sisteminin bir uç organı olarak ritmik ışık mesajının organizmadaki her organa iletilmesi işlevini görür. Işık uyarısı pineal beze karmaşık, çok nöronlu bir sistemle ulaşır. Pineal bez Melatonin salgılar. Omurgalı canlıların “üçüncü göz”ü beynin ışığa hassas bir kısmıdır. “Gerçek” gözlerden farklı olarak “üçüncü göz” görme olayına karıştırılmaz. Biyologlar söz konusu bu göze pineal, pineal gözü, pineal organı ya da beyin epifizi demektedirler. Fosillerin ve günümüzdeki canlı türlerinin ilk omurgalılardan insana kadar incelenmesi, epifizin beynin bir kısmının bir tür tomurcuklanması olduğu fikrini uyandırmıştır. Kafatası çeperi ile örtülü olsun ya da olmasın epifiz memeli olmayan canlılarda doğrudan, memeli canlılarda da dolaylı olarak ışığa hassas bir özellik arzetmekledir.

Güçlü ve hafif heyecanlarla, hapşırma arasında bir ilişkinin bulunması kuşkulu olmakla birlikte bu olayın her iki durumda da etkinleşen pineal organ tarafından yönetilebileceğini düşündürmektedir.

Descartes bu noktayı ruhun merkezi olarak gören tek kişi değildir. İlk olarak günümüzden 3500 yıl önce ortaya çıkan Vedik yazılarda(*), bedenin en yüksek güç kaynağının iki kaş arasında bir yerde bulunduğu belirtilmiştir. 1886 yılında biri Almanya'da, öteki İngiltere'de olmak üzere, birbirinden bağımsız iki çalışma yayımlanmıştır. Her ikisi de pineal organın, Yeni Zelanda'da hâlâ yaşayan "tuatara" gibi ilkel sürüngenlerde görülen merkezi bir ışığa duyarlı noktadan türemiş bir üçüncü göz olduğunu belirtmektedir. Kertenkeleye benzeyen bu sürüngendeki pineal organ dış tarafı bir mercekten, içiyse kafatasındaki bir delikten geçerek beyine bağlanan sinir uzantılarına sahip bir retinadan oluşur. Bulunduğu bölümü kaplayan deri tabakası da ince ve yarı saydamdır. Tuatara, birçok balık, kuş ve küçük memelide pineal organ kafatasının üst bölümünde yer alır; ancak insan ve yüksek primatlarda beyinciğin gelişerek daha fazla yer kaplaması nedeniyle kafatasının merkezine doğru itilmiştir. Eğer hâlâ yarı saydam deri tabakasına sahip olsaydık, bu organ gözlerin tam ortasında ve biraz yukarıda, yani hindu sanatındaki, "Aydınlanma Gözü"nün yer aldığı noktada bulunacaktı. Bundan 50 yıl öncesine kadar, pineal organın evrimin sürüngenlik döneminden gelen gereksiz bir kalıntı olduğu sanılırdı. Ancak 1959 yılında Yale Üniversitesi'nden Aaron Lerner tarafından bunun Melatonin adı verilen bir hormon salgıladığı bulununca yeni bir salgı bezi olarak benimsendi. Pineal organa duyulan ilgi, bir yıl sonra Melatonin'in en beklenilmeyen yerlerde karşılaşılan Serotonin adlı garip bir maddeden hareket ederek oluştuğu anlaşılınca daha da arttı. Muz ve Hurma'da da bulunan bu maddenin en bol miktarda olduğu yer, tropik iklimde yetişen, garip dal ve köklere sahip muazzam bir ağacın meyvesi olan bir cins yabani incirdir. Afrika'da bu "Banyan" ağaçları kutsaldır ve çok ender olarak kesilir. Hindistan'da aynı ağaca "Bo" adı verilir ve Prens Siddharta Gautama'nın bu ağacın altında otururken (acaba incirlerinden de yiyor muydu?) birdenbire bütün insan ıstıraplarının nedenini kavradığına inanılır. İşte prensin Buddha olarak adlandırılmasına yol açan bu aydınlanmadır.

Serotonin molekülü, ilk olarak bir tür parazit olan çavdar mahmuzunun(ergot) sardığı çavdar tanelerinden elde edilen ve şimdi sentetik olarak üretilebilen İyserjik asit dietilamid ya da L.S.D'nin molekülleriyle büyük benzeşme göstermektedir. Bu ünlü madde konusunda yığınla araştırma yapılmış olduğu halde onun beyni ne şekilde etkilediğini hâlâ bilmiyoruz. En akla yakın varsayım, LSD'nin Serotonin'e karşıt bir madde olup bunun beyin hücrelerindeki yoğunluğunu farklılaştırarak algılama ve anlamada olagelen dramatik değişikliklere yolaçtığıdır. LSD'nin nasıl bir etki yapacağı önceden tahmin edilemez ve Aldous Huxley'in de belirttiği gibi, duruma göre Cennet ya da Cehennem yaratabilir. İlacın kendi başına bir etkide bulunmayıp, yönü başka etkenlerce belirlenen zihinsel bir patlamayı başlattığı sanılmaktadır. Büyük mistikler tarafından yaşanılan ve onlarınki kadar etkili olan görsel yaşantılar oluşturduğu bilinmektedir. Buna dayanarak, Huxley gerçeğe kavuşmak isteyen bir mistiğin artık kendi kendini kamçılamak yerine doktorlardan teknik yardım isteyebileceğini belirtmiştir. Belki de bütün aydınlanma olayları serotonin ve pineal bezin faaliyetine bağlıdır ve bu sistem için gerekli uyarımı sağlayan etkenler demeti çeşitli biçimlerde oluşmaktadır. "Aydınlanma" sözcüğü Transandans'ta ışığın büyük önem taşıması nedeniyle ilginçtir.

Yogiler yaşam gücünün, hayati merkezler ya da Chakra'lar yoluyla bedende dolaşan yılan gibi kıvrılmış bir enerjiden alındığına inanır. Bu merkezlerin çoğu özel organlarla ilişkilidir. Ancak, en önemlilerinden birinin zihinle bağlantılı olduğu ve kaşlar arasında yer aldığı söylenir. Bu, herhalde pineal salgı bezidir ve evrimsel kökenin bir üçüncü göz olması, bize transandans durumlarında ışığın baskınlığı konusuna bir biyolojik temel sağlamaktadır. Yogiler meditasyonun bir "parıldama" olduğunu söylerler. Beyin ve hormonları üzerinde yürütülmüş olan araştırmalar, bu ışığa duyarlı pineal bezin aynı zamanda zihin faaliyetlerini etkileyen bir hormon salgıladığını göstermektedir. Bu salgı "vecit" durumuna yol açmaktadır. Görüntüsel durumlarda, şizofrenlerin fantezilerinde, zihnin sanrı yaratan(hallusinojen) ilaçlardan etkilenmiş hallerinde, pineal doğrudan doğruya etkili olabilir. Bütün bunlarla birlikte bilincin kişisel yaşantının dışına taştığı, tüm dünyayla kaynaştığı bir evrensellik duygusu yer alır. Eğer kişiliğin, zihnin, ruhun ya da ikinci sistemin bedenden ayrılması biyolojik olarak mümkünse, o zaman pineal bu ayrılma noktasıdır. Elimizdeki bulguların ışığında böyle bir ayırımın olamayacağını ileri sürmek giderek güçleşmektedir.

Canlı bir organizmanın moleküllerini örgütleyerek onları işleyen bir bütün halinde tutan enerji, Hindu yazıtlarında "Prana" olarak adlandırılmaktadır. Bu, ne yaşamın ürünü ne de oksijen ya da inorganik elementler gibi doğadan elde edilebilir olduğu halde yemek yeme ve soluk alma sonucu bedende özümlenmektedir. Prana'yı kısa sürede güçlendirmenin en iyi yolunun soluk alma, soluğu tutma ve soluk vermenin istemle kontrol altına alındığı "Pranayama" egzersizinin uygulanması olduğu söylenmiştir.

Bu evrensel yaşam soluğu maddesi, bilimsel analizlerde saptanamamakla birlikte, yaşamın biyolojik bir örgütleyici tarafından biçimlendirildiği kuramına temel sağlaması açısından ilginçtir. Ancak teknoloji alanındaki son bir gelişme Prana'ya benzer birşeyin varlığını kanıtlamaktadır. Birmingham Üniversitesi'nden Dennis Milner, ışığa gerek olmaksızın fotoğraf çekmek için bir araç geliştirmiştir. Milner ışık dalgalarına değil de, elektrik akımına duyarlı film kullanmakta ve karanlık bir yerde iki cam arasında bulunan resmi çekilecek nesneye bir elektrik akımı vermektedir. Milner aracını geliştirmekteyken test odasında hiçbir nesne olmadığında bile fotoğraflar elde ettiğini görmüştür. Kameranın altında temiz kuru havadan başka hiçbir şey yokken, uzun poz verilerek çekilmiş, pervanelerin dansını anımsatan enerji zerreciklerinin fotoğraflarını elde etmiştir. Bu olaya bir hava akımı nedeniyle iyonlaşan havanın yol açtığı ileri sürüldüğünde Milner aracını havadan arınmış bir yerde çalışabilecek biçimde değiştirmiştir. Sonuç olarak, deney odasında hava olmadığı zaman da filmlerde aynı karakteristik şemanın yer aldığı görülmüştür.

Büyütüldüklerinde Milner'in fotoğraflarının iki temel biçimden oluştuğu görülmüştür: Birinde ışıklı bir merkezden ışınlanmış ve bitişik merkezlere örümcek ağı biçiminde bitiştirilmiş gibi çizgiler, ötekinde yuvarlak petalli bir çiçeğin adeta birbirine değercesine dizilmiş petallerini andıran küresel salkımlar biçiminde dairesel yapılar egemendir. Bu yalın, temel şekillerden doğada bulunan hemen her biçim oluşturulabilmektedir. Ve belki de Milner ilk kez bütün biçim ve fonksiyonlar için gerekli alan gücünü bir negatif üzerine kaydetmeyi başarmıştır.

Mistikler her zaman, bizim incelediğimiz bütün biçimleri doğada göze görünmeden oluşturan gizli güçlerin varolduğunu ve bu güçlerin Prana olarak bedeni de ayakta tuttuğunu ileri sürmüşlerdir. Bu enerji, Chakra noktalarından bedene yayılmaktadır.

En üst Chakra'yla Pineal Bez'in ilişkisinden daha önce de söz etmiştik. Ancak, bütün

öteki merkezler de önemli hormon üreticilerle aynı yerde bulunmaktadır; yumurtalık ve husyeler omurilikle göbeğin altında, adrenaller böbreklerin üstünde, timüs kalbin ve tiroid de gırtlağın üstüne yerleşmiştir. Bütün bu salgı bezleri beden faaliyetlerini kontrol ederek düzenler. Fakat bu noktaları birbirine bağlayan damarların, sinir ağlarının ya da lenf kanallarının bulunmayışı nedeniyle, Batı uygarlığının tıp bilimi tarafından, fiziksel gerçeklikleri olamayacağı gerekçesine dayanılarak reddedilmiştir. Ne var ki, Doğu'nun tıp bilminde Prana kalıplarıyla tam olarak uyuşan bir iyileştirme yöntemi vardır, Akupunktur.

Üçüncü Göz, Tibet'li doktor Lama ve gizemci Lobsang Rampa'nın olağanüstü, inanılmaz görünen, ama o ölçüde de insanın özünü ve gerçeğini sergileyen yaşam öyküsüdür. Rampa, ülkemizde yeterince tanınmamasına karşın, dünyaca ünlü bir yazar. İlk kitabı olan Üçüncü Göz'ü izleyen öteki eserleri de istisnasız, 'En Çok Satan Kitaplar' listesine girmişlerdir.Lobsang Rampa bu ilk kitabında, akıllara durgunluk verecek şekilde yetiştirilmesini ve alın kemiğinin bir burgu ile delinerek alnında açılan (Aslında hepimizde kapalı halde bulunan) Üçüncü Göz'le insanların bedenlerinden yayılan ışınların nasıl göründüğünü; düşünce ve kişiliklerinin bu ışınlarla nasıl ortaya çıkarıldığını da açıklamaktadır yazar.Tibet'in bilinmeyen, gizemli yaşamının, gelenek ve inançlarının, bu arada dini lider Dalay Lama'nın da anlatıldığı kitabı asıl önemli kılan; insanın gizemi, var oluşun ve hayatın amacı üzerine verdiği çarpıcı bilgilerdir. Evet, düşsel, inanılmaz ölçüde şaşırtıcı görünen, ama o ölçüde de insanın Öz'üne, Asıl Gerçek'e ilişkin bilgilerdir bunlar...

Astral seyahat deneyimi yaşayan herkes, astral bedenle fiziksel bedeni birbirine bağlayan bir renkli/gümüş kordondan sözeder. Bu deneyimi yaşayan insanlar içinde yaşadıkları, bilinçaltlarındaki kültür ne olursa olsun bu kordonu aynı terimlerle ifade ederler. Ve bu kordon, iki kaşın ortasından astral bedene doğru uzayan bir kordondur. Fiziksel bedenden kordon kopacak derecede uzaklaşıldığında, astral beden fiziksel bedenden kopar ve beden ölür. Astral seyahatin tehlikeli bir deneyim olması bu yüzdendir. Lakin bu kopma noktasında genellemede gerçekleşen bu değil, aksine birden bire astral bedenin fiziksel bedene ani bir dönüş yapmasıdır.

*Vedik Literatür: Sanskritçe yazılmış, Brahma'nın vahiylerini içerdiği sanılan dört kutsal kitap. Veda dini, Brahmanizm ya da Hinduizmin başlangıç noktasında yer aldığı bilinen eski Hint dinidir.

Continue Reading

You'll Also Like

2M 95.7K 54
"Eksiklerimiz kusurlarımız değildir." Ailem beni hep bunu söyleyerek büyütmüştü. Eksikleri olan insanları dışlamamayı, onları sevmeyi öğretmişlerdi...
5K 107 29
oy atmayı yorum kullanmayı unutmayın iyi okumalar ❤️
570K 11.2K 13
-Kızımı al götür hem güzel hemde bakire Ağzım açık ona bakarken yirmili yaşlarındaki adam yanındakine işaret verip beni aldılar evden çıkmadan önce...
66.8K 545 35
Aşkı kuzeninde bulan bir kız,başı sürekli belada olan çocuk. Birini seveceğini düşünmeyen çocuk ve bebek gibi seven bir kız.