a queen and her tears

By rosiewrosie

326K 33.2K 20.6K

eğer sorun bir kadın olmakla ilgiliyse, o hâlde bugün ben bir kralım. [ » rosékook ] 2019 | lilah More

« warning
0, the day
1, goodbye
2, arrival
3, first interactions
4, reconciliation
5, message
6, heartbeats
7, rumor
8, don't know what to do
9, wedding
10, wedding night
11, do not tempt my fury
12, hunting lodge
13, tears
14, handsome
15, riding
16, the hunter becomes the hunted
17, what happened between you two
18, secret
19, cunning
20, inheritor
21, will be fine
22, there is someone behind you
23, closer
24, she is here
25, trust
26, would like to see
27, fortune teller
28, all together now
29, non stop
30, sorry for everything
31, collapse
32, too late
33, guest
34, death night
35, everybody goes
36, killer
37, hurts like hell
38, had very little
39, pain
40, mercy
41, a little painful story
42, funeral
43, hidden truths
44, poison
45, lust
46, can't handle this
spoiler [special chapter]
48, coming home
49, enemy
50, love and death
51, playing with fire
52, sins of the past
53, cursed queen
54, for the queen, her reign and all she lost
55, every story needs an ending
thank you letter,

47, in pieces

5.3K 548 1K
By rosiewrosie

The Weeknd - Call Out My Name.

Kelimelerin kıskacı gölgemize düştüğünde yaptığımız ilk şey susmak olur. Geçmişe susmak, geleceğe susmak, şu ana susmak... En kötüsü de acıya susmak. Ruhumun ince dokusunun bel kemiği kırıldığında yaptığım tek şey susmak olmuştu. Susmak. Ne kadar basit bir kelimeydi, öyle değil mi? Ağzının için susuzluktan kururken bile kelimelerin keskin uçları diline dolanıp kesmesin diye susmak. Hepsi basit, öylesine şaşaalandırmak için kurulmuş birkaç cümle gibi dursa da aslında en acı verici olan şey susmaktı. Kelimeler dudaklarından dökülüp dilini kesmek için hazırda beklerken susmak.

Yokuş aşağı son sürat inen düşüncelerim bir engelle karşılaştı. Jungkook ile. "Çok düşüncelisin." diye mırıldandı bakışlarını okuduğu kitaptan kaldırırken. Omuz silktim. Düşünmek çok yorucu bir eylemdi. Öyle ki şu anda başım çatlıyordu.

"Ne düşünüyorsun?"

"Önemli bir şey değil." diye mırıldandım ve Isla'nın tüylerini okşamaya devam ettim. Jungkook, elindeki kitabı kapatıp yanındaki komodinin üzerine bıraktı. Bakışlarını bana çevirdiğinde "Sence Yoongi hyung neden oradaydı?" diye sordu. Bu meselenin aklını kurcaladığını biliyordum. Keza benim de kurcalayıp duruyordu fakat bulduğum cevap açık uçluydu. Nereye çeksem elimde kalıyordu.

"Kraliçe Haneul'ün konuşması onu şüphelendirmiş olmalı." dediğimde derin bir nefes verdi. "O genelde umursamaz, rahat bir tiptir. Namjoon hyungun bile fark edemediği bir ayrıntıyı nasıl olur da o fark eder?"

"Belki de başından beri aklını kurcalayan bir şeydi." dediğimde Isla konunun huzursuzluğunu fark etmiş gibi kucağımdan hızlıca yere atladı ve kuyruğunu sallaya sallaya ilerideki minderin üzerine yattı. "Bu da bardağı taşıran son damla oldu?"

"Bilemiyorum..." diye fısıldadığında korktuğunu biliyordum. Şayet kardeş bildiği adamlar ona sırt çevirirse Jungkook dibe çekilirdi. Yerinden kalkamazdı. Bel kemiği kırılmış bir adamdan farksız olmazdı. "Korkuyorum."

"Korkmana gerek yok," diye fısıldadım fakat buna kendim bile inanmıyordum. Son yaşadıklarımız bizi öyle bir raddeye getirmişti ki kime güveneceğimi, kime el uzatacağımı bilmiyordum artık. "Onlar senin abilerin."

"Onlar benim abilerim fakat ben onların kardeşi değilim."

"Öylesin." dedim kararlı bir sesle. Bir taht mücadelesi olsun istemiyordum. Jungkook'un abi dediği adamlar tarafından yaralanmasını istemiyordum. Katili bulmak için günlerce düşünceler aleminde zaman öldürmek istemiyordum. İstediğim tek şey huzurlu bir hayattı. Peki neden bir türlü olmuyordu?

Jungkook son söylediğim karşısında sessiz kalırken günlerdir zihnimde beni kaosa sürükleyen düşüncenin yeniden esiri oldum. Bunu ona sormaktan çekiniyordum fakat şu an tam zamanıydı. "Jungkook," diye mırıldandığımda Jungkook bakışlarını oynadığı parmaklarından çekti ve bana çevirdi. "Efendim?"

"Bir gün," Kelimelerin sivri ucu dilimi paramparça etti. "Bir gün kral olmak ister miydin?"

Bu soru onu tökezletti. Böyle bir soruyu beklemediğini alaşağı edilmiş hâlinden rahatlıkla anlayabiliyordum. Üzerinden saniyeler geçti. Belki saydığımdan da fazla saniyeler. Neden cevap vermiyordu? Neden durmuştu öylece? Dalmış gibi duruyordu.

Parmaklarım korkarak titrediğinde gömleğin üzerinden tenine dokundum. Dokunuşumla daldığı köşeden sıyrıldığında "Cevap vermedin." diye mırıldandım.

Yutkundu. "Hayır." dedi. "Kral olmak istemezdim."

O, şu an verdiği cevaptan gayet emin duruyordu fakat ben de bir şeyden emin olmuştum. Kendini kandırıyordu. Bunca zamandır kendini kandırıyordu. Kendini kandırdığı gibi beni de kandırmak istiyordu fakat hayır, ben artık yalanların kulaklarımı sağır etmesine alışkındım. Buna kanmamıştım.

O, yıllardır ağırlığı altında ezildiği gerçeğin yükünü bu şekilde hafifletmek istiyordu. Kral olmak istemezdim, diyordu çünkü olduğu benlikten sıyrılıp kardeşlerine karşı beslediği sevgiye böylelikle ihanet etmeyeceğini düşünüyordu. Yanılıyordu. Kendini kandırıyordu.

Asıl ihanette bu değil miydi zaten? Dilinin söylediğiyle kalbinin uyuşmaması. Dilin büyük bir yalanla dolanırken kalbinin intihar etmesi... İyiyim derken cellatının kalbinin yanında öylece beklemesi.

"Sevindim." diye fısıldadım. "Bir tacın ağırlığı altında ezilmek istemezdim."

Bana baktı ve zorlukla gülümsedi. Zihnim çığlık çığlığa yalancı diyordu. Kendini kandırıyorsun yalnızca.

Peki kendini kandıran yalnızca Jungkook muydu yoksa buna ben de dahil miydim? İşte bu da benim ihanetimdi.

"Yoongi hyungun neyin peşinde olduğunu bulmak istiyorum." dedi. Elbette bulmak istiyordu. Yıllarca böyle korku içerisinde yaşayamazdı. "Bu fikirden bile korkuyorum ama..."

"Sadece hareketlerimize biraz daha çeki düzen vermeliyiz."

"Annem gibi konuşuyorsun." dedi Jungkook alayla karışık güldüğünde. "Seni de gittikçe kendine benzetiyor."

"Bundan hoşlanmadın mı?" Kaşlarımı kaldırarak sorduğumda kafasını iki yana salladı. "Hayır, öyle değil. Sadece..."

"Sadece, ne?"

"Sadece eskiden olduğum oğlanı özlüyorum. Üzerinden yıl bile geçmeden dönüştüğüm bu adamın kasvetinden sıyrılmak istiyorum." Ben de, demek istemiştim. Ben de eskiden hayat enerjisiyle dolup taşan o küçük kız olmayı çok isterdim.

Sessiz kaldım. Kendi kasveti altında ezilip büzülürken bir de benimkiyle uğraşsın istemedim.

Odanın kapısı tıklandığında içeriye bir nöbetçi girdi. "Efendim, Kral sizi harita odasına çağırıyor. Acil bir görüşmeymiş."

Jungkook hızla yataktan doğrulduğunda kafa salladı ve nöbetçi selam vererek odadan ayrıldı. Kaşlarımı çatarak Jungkook'un üzerine ceketini giymesini izlerken "Sorun ne?" diye sordum. Jungkook, o an tüm bu tedirginliğin içinde varlığımı unutmuş gibi irkildi. Sonra yüzünde tereddütlü, korkak bir ifade yer edindi.

"Bir sorun yoktur." dedi. "Biliyorsun, ara sıra isyanlar çıkıyor."

"Ama acil bir görüşme dedi?"

"Sen bunu dert etme." dedi ve ceketini düzelttikten sonra yatakta hızlıca eğilerek dudaklarını alnıma bastırdı. "Güzelce dinlen olur mu? Geleceğim birazdan yanına." Ona bir şey söylememi bile beklemeden odadan ayrıldığında alayla gözlerimi devirdim. Kesinlikle bir sorun yoktu canım! Yoksa ne bu tedirginlik?

Jungkook'un gidişinin ardından bir nefes koyverdim ve bakışlarımı tavana diktim. Yapacak hiçbir şey yoktu. Elimizde çok fazla ipucu yoktu. Leydi Mina bile belli etmese de son günlerde tedirgindi. Çünkü o da biliyordu ki bu kadar az bilgiyle bir katili avlayamazdık.

Isla birkaç kez havladığında irkildim ve bakışlarımı ona çevirdim. Açık cam nedeniyle üşümüş olacak ki titriyordu. Endişeyle yattığım yerden doğrulduğumda camı kapatmak için ayaklandım. Camı kapattıktan sonra gülümseyerek Isla'ya doğru ilerleyecektim ki camın önündeki büyük masada, öylece durmuş bana göz kırpan mektubu gördüm. Üzerinden birkaç gün geçmesine rağmen kafam öyle karman çormandı ki bana bir mektup geldiğini bile unutmuştum.

Mektubu ince parmaklarımın arasına aldığımda abimden geldiğini görmek kaşlarımı çatmama sebep oldu. James bana kolay kolay mektup yazmazdı. Mektubu hızlıca açtığımda gördüğüm dağınık yazı da bunun kesinlikle James'ten geldiğini bana hatırlattı.

Sevgili Roséanne Ophelia Slaven,

Benim küçük kız kardeşim. Abin olmaktan gurur duyduğumu biliyorsun, değil mi? Her ne kadar kurnazın teki de olsan benim için hep küçük, haylaz, laftan sözden anlamayan küçük bir prenses olarak kalacaksın. Sana olan sevgimi hiçbir zaman göstermesem de bunu derinden hissettiğini biliyorum. Yaşadığın acılara rağmen, üzüntülere ve iç çekişlere rağmen bugün hâlâ ayaktaysan asla pes etmeyi bilmeyen içindeki o güçlü kadın yüzündendir. seninle gurur duyuyorum, benim küçük kız kardeşim. Kimseye göz yummayıp dediklerinin arkasında kalan güzel kardeşim... Tanrı şahidim ki, sana teselli vermekten başka hiçbir gücüm yok.

Conall, ölüyor Roséanne. Ve bunu durdurmaya ne benim ne de bir başkasının gücü yetiyor.

Bunca zaman sana mektup yazmamamın tek sebebi kelimelerin üzerine sinen hüzün kokusunu alıp yalnız başına yaşadığın duvarların arasında çaresizce ağlamaman içindi, benim güzel kardeşim. Sen, barışı getirmek için oraya gönderildin Roséanne. Barış evimizin topraklarını ıslatsın, güneş üzerimizde parıldasın diye... Sen görevini yerine getirdin, benim güzel kardeşim. Fakat dünya öyle karanlık ki gökyüzü bir türlü açmadı güzel kanatlarını üzerimize.

Senga, görevini yerine getirmedi Roséanne. Anlaşmadaki iki ülkenin de barışı için iki tarafın da birbirine ihtiyaç duydukları ilk anda yardım etmesi gereken maddeyi kabul etmedi. Alarick, oraya uzun zaman önce bu çağrıyı iletmek için geldiğinde sertçe reddedildi Roséanne. Topraklarımızdaki yabancıların üzerimize gelmelerine izin verdiler. Bizi yıkmaya izin verdiler.

Bu, başından beri senden gizli tutulması gereken bir bilgiydi. Conall'ın bahtsız günlerini duymaman, bilmemen gerekiyordu fakat herkesçe bilinen bir gerçek senden saklanabilir mi? Karanlık üzerimize çörekleniyor, Roséanne. Evler yağmalanıyor, yangınlar dinmiyor...

Conall ölüyor, Roséanne.

Ve bu sana eve dönmen için yapılan bir çağrıdır.

Evine dön küçük kardeşim. Sana ihtiyacımız var. Ölüm ensemizde soluklanırken birlik olmaya ihtiyacımız var.

Sevgilerle,

Ağabeyin James Slaven.

Buraya geldiğim ilk an bileğime vurulan pranga, soluk boruma dolandı ve beni nefessiz bıraktı. Conall ölüyordu. Roséanne'in evi yerle bir oluyordu. Roséanne'in evi paramparçaydı.

Bedenim öne büküldüğünde soluklarım hızlanmıştı. Fakat akciğerlerim işlevini kaybetmiş gibiydi. Benim evim ölüyordu. Senga görevini yapmıyordu. Senga beni kandırmıştı. Jungkook bana yalan söylemişti.

Conall'ın Roséanne'si ölmüştü... Peki Roséanne'in Conall'ı böyle çabuk gider miydi?

Parmaklarımın arasında buruşan mektup beni ölümle burun buruna bırakmıştı sanki. Bunca zaman, bunca zaman kandırılmanın verdiği öfke beni haşladığında parmaklarım mektubu sıktı.

Ben, buraya barış için gelmiştim. Ben, küçük bir kız çocuğuyken barışı getirmek adına yaşımdan büyük şeylerle yüzleşmiştim. Ben, buraya görmediğim, tanımadığım bir adamla evlenme gerçeğiyle baş başa gelmiştim. Ben buraya yalnızca insanların yüzünde bir gülümseme, gönüllerinde rahat bir his, dudaklarında bir türkü olsun diye gelmiştim.

Ben, buraya evim ölsün diye gelmemiştim. Ben, buraya kandırılmak için gelmemiştim.

Öfkeyle çarpan kalbim bileğimdeki pranganın varlığını bile hissetmemişti o an. Eve gitmeliydim. Ölen evimi kurtarmalıydım. Ölmek üzere olan aileme can vermeliydim. Ben, eve dönmeliydim ve halkımın dudaklarındaki kanı silmeliydim.

Titreyen parmaklarımla masaya tutundum ve bükülmüş bedenimi kaldırmak için büyük bir çaba sarf ettim. Doğrulduğumda feleğini şaşırmış gözlerim öylece odanın içerisinde gezindi. Ne yapmalıydım? Öfke bedenimde öylesine büyük bir hızla dolaşıyordu ki...

Öfkeli adımlarım kapıya ulaştığında peşimden koşarak havlayan Isla'yı gözüm görmedi o an. Nefes alamıyormuş gibiydim. Kapıyı bir hışımla açtığımda kendimi koridora attım ve nereye gideceğimi bilmeden koşmaya başladım. Benim kendini bilmez halimi görenler şaşkınlıkla geriye çekiliyordu.

Harita odası. Harita odasına gitmeliydim. Hesap sormalıydım. Onlara benim üzerimden oynadıkları kumarın hesabını sormalıydım. Eve dönmeliydim. Ailemin ellerinden tutmalı, halkımla birlik olmalıydım.

Ben, eve gitmeliydim.

Harita odasına kadar çıplak ayaklarımla koştum. O an nerede olduğum, ne hâlde olduğum benim için hiç önemli değildi. Yalnızca eve dönmek istiyordum. Bu kandırılmış hissi üzerimden atamıyordum. Bu yalanlarla baş edemiyordum. Bunu da kaldıramıyordum.

Harita odasının önüne nefes nefese geldiğimde kapıdaki nöbetçiler beni içeriye almamak için kılıçlarını çapraz tutttular. Onları umursamadım. Boğazım yırtılırcasına "Çekil!" diye bağırdım. "Çekil şuradan!"

Nöbetçi öylece bana baktığında öfkeyle çapraz tuttukları kılıçlara asıldım. O an avuç içlerimin arasından sızan kan damlaları benim için önemli değildi. "Çekil!" diye bağırdım. "Çekil eve döneceğim ben!"

Nöbetçiler benim öfkem karşısında dumura uğradıklarında bu zayıf hâllerinden istifade ederek kılıcın tekini kaldırdım ve karnına dirsek attığım nöbetçiden uzağa fırlattım. Biri acıyla geriye çekildiğinde diğeri de şaşkınlıkla geriye çekilmişti. Bu boşluktan faydalanıp içeriye koştuğumda birkaç kapı geçtim. Ardından ilerideki kapının kolunu hızlıca açarak içeriye girdim.

Haritanın üzerinden bir şeyler tartışan kalabalık beni gördüğünde tıpkı kapıdaki nöbetçiler gibi öfkem ve darmaduman olmuş hâlim karşısında dumura uğradılar. Şaşkınlıkla bana bakan yüzler karşısında "Bana yalan söylediniz!" diye haykırdım. "Bizi kandırdınız!"

Elimdeki kana bulanmış mektubu öfkeyle havada salladığımda babasının yanında endişeyle bana bakan Jungkook, bir adım geriye gitti. Benden ne kadar saklayabileceğini düşünüyordu? Halkım ve ailemin ölüm haberi kulağıma ulaştığında mı bana gerçekleri söyleyecekti?

"Siz antlaşmaya ihanet ettiniz." Dişlerimin arasından bastırarak haykırdığım kelimeler karşısında karşımdaki kalabalık iki büklüm oldu. "Roséanne..." Jungkook'un dudaklarından adım fısıltı gibi döküldüğünde hınçla ona baktım.

"Hepiniz bunun bedelini ağır ödeyeceksiniz!"

"Prenses Roséanne," Kral konuşmak için yeltendiğinde onu umursamadım. "Siz antlaşmayı çiğnediniz! Halkımı göz göre göre ölüme terk ettiniz! Bunca yıllık barışa ihanet ettiniz!"

"Roséanne, bizi dinle lütfen." Jimin, ılıman bir şekilde bana yaklaşmaya çalıştığında bu sefer geriye doğru adım atan ben oldum.

"Siz halkımın kanının dökülmesine sebep oldunuz." Bu odadaki herkesin gözlerinin içine dikkatle baktım. Gün gelecek bu anı hatırlayacak ve öfkemi tazeleyecektim.

Senga, Conall'a ihanet etmişti.

Jungkook, Roséanne'e ihanet etmişti.

Ve bu işte payı olan herkes bedelini ödeyecekti.

"O hâlde hazır olun." Başımı dik tuttum. Onlar karşısında ezilmeyecektim. Eğilmeyecektim. Onlara güçsüzlüğümü göstermeyecektim. "Senga bunun bedelini daha ağır ödeyecek."

Elimdeki mektubu hınçla yere fırlattığımda bir saniye bile orada durmaya katlanamayarak hızlıca odadan çıktım. Az önce koşarak büyük bir acının ev sahipliğini yaparak girdiğim odadan şimdi büyük bir yavaşlıkla ve güçle çıkıyordum.

Avuç içlerimden akan kan, ardımda bir iz bıraktığında boğazıma düğümlenen acıyı yuttum. Ağlamak istiyordum. Günlerce ağlamak, bağırıp çağırmak... Beni nasıl bu kadar kolay kandırdığını sormak istiyordum ona. Beni neden parmağında bir kukla gibi oynattığını... Cevap verecek yüzü var mıydı? Bana bu yüzden yaptım diyecek vicdanı var mıydı?

Benim perişan halimi gören kalabalık, kapının gerisine çekildiğinde herkesin az önce dudaklarımdan dökülen yakarışlara karşı burada toplandığını anlayabiliyordum. Kalabalığın arasından karşıma çıkan Jisoo, "Rosie?" diye şaşkınlıkla soludu. Bakışları üzerimde gezinirken kanlı ellerimde durduğunda irkildi. "Ne oldu böyle? Rosie? Ne bu hâlin?"

"Biliyor muydun?" diye fısıldadım bakışlarımı yüzünden çekmeden. Bakışlarımın ne kadar keskin olduğunu o, yara alarak geriye çekildiğinde anlamıştım. "Neyi biliyor muydum, Rosie?"

"Anlaşmayı bozduklarını? Conall'ın durumunu? Halkımın günden güne öldüğünü? Ailemin ne kadar bitap durumda olduğunu biliyor muydun?" Soru soruyordum fakat onun bir cevap vermesine gerek yoktu. Cevabı biliyordum. Cevabı ne yazık ki biliyordum.

"Rosie... Ben..."

Alayla güldüm. "Sen de kandırdın beni." Bakışlarım yüzünde dolaştığında "Hepiniz aynısınız." diye tiksinircesine mırıldandım. Belki de şu an öfkemi ona kusmam yanlıştı fakat kimin umurundaydı ki? Hepsi gözümün önünde beni kandırmıştı. Bana yalan söylemişlerdi. Beni buraya getiren anlaşmayı bozarak eve dönmeme bizzat onlar sebep olmuştu.

Jackson'ın eve gideceğime dair söyledikleri kulağımda çınlıyordu. Belki de hepsi bir şaşırtmacaydı. Belki de katil Conallı falan değildi. Belki de beni de kendilerinin tarafına çekip ülkemi ele geçirmek istiyorlardı? Conall'a düşman olmamı mı bekliyorlardı?

Zihnimin içerisi o kadar karman çormandı ki düşüncelerimin nereye gittiğine dair hiçbir fikrim yoktu.

Jisoo dolan gözleriyle bana baktığında titreyen bedenime uzanmak için bir hamle yaptı fakat ellerimi anında geriye çektim. "Sakın dokunma bana." diye tısladım. "Sakın."

Sonra o öylece kalakalmışken yanından geçip gittim. Eve dönecektim. Hemen şimdi, tüm eşyalarımı alıp eve dönecektim. Beni buraya bağlayan hiçbir şey yoktu artık.

Jungkook, diye fısıldadı iç sesim. O ne olacak? Seni buraya bağlayan yegane şey aptal bir antlaşma mı yoksa o mu, Rosie? İyi düşün.

Sus, diye haykırmak istiyordum. Sus, kandırdı o beni.

Çıplak ayaklarımla az önce koşarak ilerlediğim her zeminin üzerinden tekrar geçtim. İnsanlar kanlı ellerime baktılar. Öyle uzun baktılar ki bir an katil onlar mı yoksa ben miyim diye düşünmeden edemedim. Ülkemdeki kaosun sahibi, ölü bedenlerin katiliydi onlar. Asıl katil onlardı. Belki de gözleri o kadar karaydı ki kendi prenslerini bile öldürmüşlerdi...

Kafamın içerisinde dönen komplo teorileriyle tökezledim. Jungkook ile kaldığım odamızın önüne geldiğimde acıyla gülümsedim. Muhtemelen dışarıdan psikopatın teki gibi görünüyordum fakat bu kimin umurundaydı? Beni onlar mahvetmişti. Ellerime kanın bulaşmasını onlar sağlamıştı. Sonra da karşıma geçip öylece düşüşümü izlemişlerdi.

Odaya girdiğim anda her şey üzerime geliyormuş gibi hissettim. Bu odadaki yaşanmışlıklar... Her şey üzerime geliyordu. Kalbim parçalara ayrılıyor ve dudaklarımın üzerine dokundurulan öpücükler birer lekeye dönüşüyordu.

Ben, artık düşmekten çok yorulmuştum. Düştükten sonra ayağa kalmak için direnmekten, boşa kürek çekmekten çok yorulmuştum... Ben artık onun yalanlarından çok yorulmuştum. Bana karşı hiç dürüst müydü ki? Bana hiç doğruları söylemiş miydi? Bana seni seviyorum derken gerçekten sevmiş miydi?

Gözlerimden dökülmek için hazırda bekleyen göz yaşları, koridordan gelen adım sesleriyle dondu kaldı. Kimsenin karşısında ağlamayacaktım artık. Adım seslerinden bile tanıdığım adamın beni daha fazla yakmasına, alaşağı etmesine izin vermeyecektim.

O ve ailesi ülkemi mahvetmişti. O ve ailesi ülkemi yok ediyordu. O ve ailesi bana ihanet ediyordu.

"Roséanne!" İsmim dudaklarından döküldüğünde kapana kısılmış gibi hissettim. Az önce hissizliğine güvendiğim kalbim, neden şimdi bir fısıltıyla yerle bir olmuştu? Neden onun için göz yaşları dökecek kadar alçalmıştı? Neden ona bu kadar çok güvenmişti ki?

Neden Jungkook'un beni herkesten koruyacağına bu kadar inanmıştı? Neden ondan da bir darbe yemeyeceğine kendini bu kadar güzel kandırmıştı?

Belki de suç kalbimdeydi, bir adama bu kadar güvenmemeliydi. Sonra üzerinden böyle ezip geçiyorlardı işte.

Sırtım ona dönüktü. Yüzünü görmüyordum. Görmek de istemiyordum. Öfkemi kaybetmek istemiyordum. Öfkem hep benimle beraber olsun, bana neler yapıldığını hatırlatsın istiyordum.

"Dinle." dedi. "Dinle, lütfen..." Sesi çaresizdi. Fakat benim kadar değildi.

"Neyi dinleyeceğim?" Ona dönmedim. "Beni ne kadar güzel kandırdığınızı mı?"

"Yemin ederim böyle olacağını bilmiyorduk. Sana yemin ederim bilmiyordum... Bilsem yapar mıydım?"

"Antlaşmadaki madde çok açıktı, Jungkook." dedim bakışlarımı kesilmiş avuç içlerime çevirirken. "Herhangi bir ufak saldırı da bile biri yardım istediyse diğeri koşulsuz şartsız yardım edecekti."

"Karşıdaki grubun ne kadar büyük olduğunu bilmeden askerlerimizi gönderemezdik."

"Biz yapardık." dedim. "Ben senin için her şeyi yapardım." Ama sen benim için yapamadın.

"Bu işin başında birbirimize aşık bile değildik..." Kendini kandırıyordu. Bana aşık olmadığı için binlerce insanın ölmesine izin verdiğini dile getirirken ne kadar cani olduğunun farkında mıydı?

"Gözümde daha fazla düşme." dedim. "Çaresizliğin seni alçak bir adam yapmasına izin verme."

"Böyle deme..."

"Jackson haklıymış," diye mırıldandım ve dolan gözlerime lanet ettim. "Biz asiller lanet sarayımızın dışındaki hiçbir şeyi umursamıyoruz."

"Rosie, ben böyle olsun istemedim..."

"Ama böyle oldu, Jungkook." dedim. "Sen ve ailen, ben ve ailemi paramparça etmek üzere. Conall'daki durum ne net bilmesem bile kardeşimin acı içerisinde bana bir mektup yazmasına sebep oldunuz. İnsanlar ölmüş, Jungkook. Kim oldukları önemli değil ama bizim Taehyungumuz gibi niceleri ölmüş."

Derin bir nefes verdim. Canım acıyordu. "Sen kardeşin ve oğlun öldü diye dünyayı ateşe vermeye hazırdın oysa tüm ailesini kaybetmiş insanların varlığını bile umursamadın."

Bir şey demedi. Diyemedi. O, çok bencil bir adamdı.

Ona döndüm. Benim ona döndüğümü fark ettiği ilk an göz yaşlarıyla dolu olan yüzünü yerden kaldırdı. Parçalanmış ifadesini görmek canımı yakmadı. Canı yanan birçok insan varken onunki yalnızca küçük bir sızıydı.

"Bugün neden harita odasındaydınız? Ülkemi nasıl mahvettiğinizi mi tartıştınız?"

Jungkook irkildi. Göz yaşları çoğalıp dudakları arasından bir inleme döküldüğünde dizlerinin üzerine çöktü. "Bunu söyleyemem..." diye fısıldadı. "Bunu anlatamam..."

İrkildim. Daha kötüsü vardı. Harita odasına gitti zihnim. Oradaki yüzleri öylesine aklıma kazımıştım ki hatırlamak benim için zor olmadı. Hepsinin yüzünde bir hüzün vardı. Hatta Hoseok'un gözleri doluydu. Bunu o an fark edememiştim fakat şimdi yeniden o ana döndüğümde bu bir ayrıntıydı. Öfkem karşısında üzülmüş olamazlardı. Neydi onları bu kadar hüzünlendiren?

"Jungkook, ne oldu?" Kal gelmiş gibi öylece durdum. Gözlerimden yaşlar süzüldüğünde "Eve gidemezsin..." diye fısıldadı. "Seni benden alamazlar..."

"Jungkook, anlat..." Gücüm kalmamış gibi fısıldadığımda "Seni benden alamazlar." dedi. Kendi kendine konuşuyormuş gibiydi. "Evet, buna izin vermem."

Dizlerinin üzerinden hızlıca doğrulduğunda ne yapacağını bilmeyen gözleri etrafta gezindi. "Muhafızlar!" diye bağırdı sertçe.

Anında içeriye iki muhafız girdiğinde Jungkook, bakışlarını bana çevirdi. "Üzgünüm..." dedi. "Ben de böyle olsun istemezdim."

"Jungkook..." İçeriye giren muhafızlara şaşkınlıkla baktığımda kalbimdeki acı karşısında sarsıldım. Ne oluyordu bilmiyordum fakat kötü bir şeylerdi. Hissedebiliyordum.

"Conall'a gitmeyeceksin." dedi. "Duydun mu? Gidemezsin! Beni böylece bırakıp hiçbir yere gidemezsin!"

"Sen beni kandırdın!" diye bağırdım kalbimdeki ağrıyı umursamadan. Eve gidecektim. Ne olursa olsun gidecek, aileme yardım edecektim. Halkımın yaralarını sarmaya çalışacaktım. "Eve dönüş biletimi kendi ellerinle bana verdin sen!"

"Hayır!" dedi. "Hayır, böyle bir şey olmayacak."

Başımı iki yana salladım ve gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan alaycı bir gülüş belirdi. "Beni kandırdığın gibi kendini de kandırıyorsun, Jungkook." dedim. "Eve gideceğimi sen de biliyorsun."

"Senin evin burası."

"Benim evim burası değil."

Kafasını iki yana salladı ve yanımda duran muhafızlara bir bakış attı. Az önceki hüzünlü çaresizliğinin aksine şimdi yüzünde kararlı, bir o kadar da endişeli, ne yapacağını bilemeyen birinin ifadesi vardı.

"Muhafızlar!" dedi. "Kraliçenin etrafını sarın!"

Muhafızlar onun emrine itaat edip kollarımı tuttuğunda kalbim son kez çaresizce çırpındı.

Kraliçe, demişti bana. Bunun tek bir açıklaması olabilirdi: ölüm enselerinde soluklanmış ve ben onlara ulaşıp ailemizi birleştiremeden paramparça olmuştu her şey.

"Çok üzgünüm, Rosie." diye fısıldadı benim kendini bırakmış bedenime bir bakış atarken. "Ailen...—" Devam etmesine gerek yoktu. Kalbim bu sancının ne demek olduğunu biliyordu.

Benim kalbim, birinin ölüme üzerine duyduğu çaresizliği artık tanıyordu.

"Sen öldürdün!" diye çığırdım. "Onları siz öldürdünüz!"

Sesim kısılıncaya kadar bağırdım. Kollarımdaki prangalardan kurtulmak için çok direndim. Dudaklarımdaki kelimeler bıçaklarını bana doğrultmuşken ben susmayı tercih ettim. Acı içinde susmayı.

"Jungkook!" diye bağırdım son kez göze geldiğimizde. "Seni asla affetmeyeceğim!" Bir daha hiç kimsenin önünde ağlamayacağıma dair içtiğim ant, yere düşen bir bardak gibi paramparça oldu. Kalbim de böyleydi işte. Elleri arasından kayıp yere düştüğünde paramparça olmuştu.

"Duyuyor musun beni?!" Son kez bağırdım. Kalbimdeki odacıklarda bir ağıt yakıldığında dudaklarım onun için son kez aralandı. "Seni hiçbir zaman affetmeyeceğim!"

Ve Jeon Jungkook, ben odadan çıkarılırken öylece ardımda kaldı.
Bundan sonra hep olacağı gibi.

sınır: +320 oy, +450 yorum.

herkese merhaba. umarım beğendiğiniz bir bölüm olmuştur. şahsen ben bir günde bitirdim bölümü, yazması oldukça heyecanlıydı. bence ficin açıklamasını okuyan herkes bugünün geleceğini biliyordu. bir sonraki bölüm bu bölüm içerisinde yaşanan olayların detaylandırılmasını işleyecek. nedenler ve sonuçlar önünüze serilecek.

geçtiğimiz günlerde spoiler bölümünü paylaştım. bu zamana kadar size sunduğum tüm spoileri verdim o bölümde. o kısmı da okuyarak sonraki bölümler hakkında bir bilgi edinebilirsiniz. ayrıca his cruel scars adında yeni bir rosékook yayımlamıştım geçen ay. hâlâ bakmayan varsa bir baksın derim.

sınır geçilince görüşmek üzere, sevgilerle lilah ♡

Continue Reading

You'll Also Like

583K 42.2K 51
kütüphanede jungkook ile yolu kesişen lalisa, bunun yalnızca bir seferliğe mahsus bir denk geliş olmasını umsa da öyle olmaz. Mart 2019 | lorna ©
13.5K 287 30
•About's Seventeen wonwoo Facts!• #vokalist By; Seventeen-Turkey |050818|
155K 16K 30
taehyung kırmızı defterini kaybeder 290423, tk ☁️
50.5K 7.3K 24
sektör tarafından kara listeye alınmış kötü şöhretli müzisyen jeon jungkook'un yeni menajeri park chaeyoung, yanlış anlaşıldığına inandığı patronunun...