a queen and her tears

By rosiewrosie

326K 33.2K 20.6K

eğer sorun bir kadın olmakla ilgiliyse, o hâlde bugün ben bir kralım. [ » rosékook ] 2019 | lilah More

« warning
0, the day
1, goodbye
2, arrival
3, first interactions
4, reconciliation
5, message
6, heartbeats
7, rumor
8, don't know what to do
9, wedding
10, wedding night
11, do not tempt my fury
12, hunting lodge
13, tears
14, handsome
15, riding
16, the hunter becomes the hunted
17, what happened between you two
18, secret
19, cunning
20, inheritor
21, will be fine
22, there is someone behind you
23, closer
24, she is here
25, trust
26, would like to see
27, fortune teller
28, all together now
29, non stop
30, sorry for everything
31, collapse
32, too late
33, guest
34, death night
35, everybody goes
36, killer
37, hurts like hell
38, had very little
39, pain
40, mercy
41, a little painful story
42, funeral
43, hidden truths
44, poison
45, lust
46, can't handle this
47, in pieces
48, coming home
49, enemy
50, love and death
51, playing with fire
52, sins of the past
53, cursed queen
54, for the queen, her reign and all she lost
55, every story needs an ending
thank you letter,

spoiler [special chapter]

3.2K 318 569
By rosiewrosie

6. Bölüm

Gerginlikle harita odasında bekliyordum. Önümde kalın derinin üzerine işlenmiş bir harita vardı. Hemen yanımda Alarick, diğer yanımda ise Alarick'in adamlarından ve babamın konseyinde bulunan Lord Thomas vardı.

Kral odaya Yoongi, Seok Jin, Namjoon ve Hoseok ile birlikte girdi. Eğilerek onu selamladıktan sonra tek kolumu belime sarıp avuç içimle diğer kolumun dirseğini kavradım. "Hoş geldiniz, Dük Alarick ve Lord Thomas." diyerek selamladığında Alarick de hızlıca karşılık verdi.

"Efendim, hiç oyalanmadan konuya girmem gerekiyor. Buradaki vaktimiz oldukça kısıtlı." dediğinde heyecanla elimle çenemi sıkıştırdım. Korku ve panik içindeydim. Kral devam etmesi için eliyle işaret yaptığında "Conall'da bir grup isyancı ortaya çıktı." Panikle içime derin bir nefes çektim.

"Fakat halk değil, bir grup fakat nereden geldiklerini bilmiyoruz. Yıllardır gemilerle Afrika dediğimiz bölgenin kuzeyinde birilerinin yaşadığını biliyorduk fakat asla devamına erişecek bilgilerimiz olmamıştı. Ancak yakaladığımız birkaç adamın söylediğine göre farklı bir kıta varmış." Odadakiler şok içinde birbirine bakmaya başladıklarında ben yeni yerlerin olmasına şaşırmıyordum. Tanrı aşkına tüm bu evren sadece bizden oluşmuş olamazdı ya? Benim merak ettiğim kısım şuydu: bizi yıkacak kadar donanımlılar mıydı?

"Yeni bir kıta mı?" diye şaşkınlıkla konuşan Hoseok'tu. "Evet, yeni bir kıtadan geldiklerini söylediler ve bahsettiklerine göre bizim gibi çoğunlukla kıtlıkla yaşamıyorlarmış. Halk sefalet değil zenginlik ve bolluk içindeymiş. Nüfuslarını bilmediklerini çünkü ormanların, denizlerin ve karanın olduğu bir yerde olduklarından bahsettiler. Sular tatlı değil tuzluymuş. Büyük balıkların yaşadığı bir yerden geldiklerini söylediler..."

"Peki neden buradasınız, Dük?" Jungkook sabırsızlıkla sorduğunda Alarick hafifçe güldü ve "Conall ve Senga imparatorluklarına zarar verecekler." dedi bir çırpıda.

"Bunu nereden biliyorsunuz?"

"Çünkü bir gece yarısı Lizbon limanına geldiler ve gemileri lüks içindeydi. Ceplerinde ve ellerinde farklı yiyecekler vardı. Ve gelir gelmez yaptıkları ilk şey karışıklık çıkarmak oldu. Bir grup onların gemileriyle gitmek için hazırlanıyor, insanlara oraya götürebileceklerini söylüyorlar ve kaptanlarından biri elimizde...-" devam edecekti ki Namjoon, "Ve siz de bizden bir grup öncü isteyip oraya göndereceksiniz." dedi.

"Aynen öyle, prens Namjoon." diyen Lord Thomas şöyle devam ettirdi: "Halklarımız yakında Prenses Roséanne ve Prens Jungkook sayesinde birleşecekler. Ve eğer orada beklediğimizden fazlasını bulursak, bunun savaşla parçalanmamasını istiyoruz. Kral Tamnais size şunu iletmemi istediler efendim: 'Gelecek çok yakında avuçlarımızın içinde olacak ve bu aydınlığı, iki halk olarak paylaşmaktan gurur duyarız.'"


25.Bölüm

Jinyoung, "Ben de seninle geleyim, Rosie. Orman biraz tehlikeli olabilir." diyerek kendini sanki bir şey olsa beni koruyabilecekmiş gibi göstermesine karşın güldüm. "Hadi alalım o zaman."

Yugyeom'u arkada bırakıp ağaçlık alana Jinyoung ile ilerlemeye başladım. Topu aramak için ilerlemeye başladığımızda Jinyoung'un avuçlarımın arasındaki elini daha sıkı tuttum. "Topu görebiliyor musun, Jinyoung?"

Jinyoung kafasını iki yana salladı. "Artık ne kadar hızlı vurduysan, noona!" deyip güldüğünde ben de ona eşlik ettim.

"Çok uzaklaşmayalım," dedim. "Bulamazsak başka bir top alabiliriz."

Jinyoung, "Hayır, olmaz!" dedi. "O benim en sevdiğim topum, lütfen bulalım noona..." dediğinde derin bir nefes verdim ve geçtiğimiz ağaçların altına bakmaya başladım. Birkaç dakikalık ilerleyişin ardından, ilerideki büyük ağacın altındaki topu gördüm.

Aslına bakarsanız topa o kadar da sert vurmamıştım, bu kadar ilerlemesinin akıl kârı bir yanı yoktu.

Kaşlarımı çattım ve Jinyoung'u hafifçe eteklerime doğru çektim.

"Kim var orada?" diye seslendiğimde aldığım geri dönüt uçuşan kargaların ciyaklaması oldu. Kargalar, anladığım kadarıyla bir ağacın dalından uçmuşlardı ve bu da onları ürküten bir şeylerin olduğu anlamına geliyordu. "Kim var orada, dedim!"

Sesim tekrar ormanda yankılandığında anlamsızca beni izleyen Jinyoung'un yüzünü saran korkuyu gördüm. "Ne oluyor, noona?"

Ona hafifçe gülümsedim ve "Bir şey olduğu yok," dedim. "Biri var zannetmiştim ama baksana kimsecikler yokmuş."

Jinyoung onu telkin etmemle hafifçe gülümsedi. "Topum çok da önemli değil, noona. Hadi geri dönelim." Kafamla onu onayladım ve geldiğimiz istikamete doğru ilerlemeye başladık. Belki de kuruntu yapıyordum. Leydi Mina geçtiğimiz haftalarda beni sıkça uyarmıştı. Sadece o da değildi, Jungkook da bana sürekli yalnız gezmemem ile ilgili uyarılar yapıyordu ve anlaşılan onun korkusu içime düşmüştü.

Derin bir nefes verip ilerlemeye başladığımızda arkadan gelen yaprak hışırtıları ile duraksadım. Benim durmam ile duran Jinyoung, bana tekrar tereddütle baktı. Arkamızda biri var gibi de hissediyordum fakat olmaya da bilirdi, emin değildim. Belki rüzgâr yapmıştır diyecektim velâkin hava güllük gülistanlıktı.

"Sen dümdüz ilerle Jinyoung-ah, ben sana yetişeceğim."

"Ama noona..." dediğinde hafifçe gülümsedim. "Yalnız gitmekten korktuğunu düşüneceğim."

"Hayır, noona." dedi öfkeyle. "Korkmuyorum. Bak şimdi göreceksin!" deyip sinirle ilerlemeye başladı. Eğer arkamda biri varsa onun Jinyoung'un ya da Yugyeom'un peşinde olduğunu düşünmüyordum. Eğer öyle olsaydı kaç saattir oynadıkları bu alana illaki çekilirlerdi.

Jinyoung'un gözden kaybolduğunu gördüğümde yerimde kasıldım. Cesur davranıp tekrar birinin olup olmadığını haykırmak istiyordum fakat alacağım cevaptan oldukça korkuyordum. Yine de onca zamandır buradaydım eğer bir şey yaptıysa şimdiye kadar yapardı, düşüncesiyle arkamı döndüm. Gördüğüm boşlukla sağ ve sol tarafları da kontrol ettim.

"Orada kim varsa, çıksın ortaya!"

Sesim ormanda yankılanıp tekrar bana döndü. Gördüğüm boşluktan da korkmaya başlamıştım artık. Parmaklarımın hafifçe titrediğini gördüğümde kesik bir soluk verdim.

"Çık artık ortaya!" Sesim tekrardan ormanda yankılanıp bana doğru döndüğünde sarayın olduğu taraftan gelen bağrışları duydum. İlk başta boş gürültüler gibi geldi fakat birkaç saniye sonra adımın duyulduğuna emin oldum.

Ben birkaç adım ilerlediğimde uzaktan Jungkook ve arkasındaki prensleri gördüm. Jungkook ile kesişen bakışlarımızın ardından gelen yüzündeki rahatlamayı gördüm. O, birkaç büyük adımda aramızdaki mesafeyi kapatıp kollarını etrafıma doladığında az önce hissettiğim gerilimin ardından gelen büyük bir rahatlamayla çevreme dolanan kollarına karşılık verdim.

"Ne diye ormana tek başına giriyorsun?" Kızgın çıkan sesine karşılık ne diyeceğimi bilemediğimden dudaklarımı dişledim ve omzunun üzerinden bize bakan Taehyung ile göz göze geldim. Taehyung bana göz kırptığında ona hafif bir tebessümle karşılık verdim. İstisnasız Jungkook ile her yan yana geldiğimizde Taehyung bizi utandırmadan asla durmuyordu. Gerçekten yaramaz bir çocuktan farksızdı.

Jungkook kollarını etrafımdan çekip bana az önceki sorusuna cevap beklediğine dair bir bakış attığında "Top," diye mırıldandım. "Top kaçtı..."

Jungkook sinirle karışık bir ifadeyle yüzüme baktı. "Ormanın ne kadar tehlikeli olabileceğini bilmiyor musun?" Yarı azarlar ses tonuna eğer normal zamanda olsaydık asabiyetle karşılık verirdim fakat tenim buz tutmuş, düşüncelerime çığ düşmüş gibiydi. Kalp atışlarım hâlâ normale dönmemişti.

Jungkook bendeki bu anormalliği fark etmiş olacak ki "Ne oldu?" diye sordu. Emin olamadığımdan ona birinin olabileceği fikrini söylemedim ve gülümsemeye çalışarak "Bir şey olmadı. Sadece..." Onu ikna edebilecek bir yalan düşündüm. "Sadece... Güneşte fazla oturdum sanırım, başıma geçmiş olmalı."

Jungkook anladığına dair kafasını salladı. "Saraya dönelim ve biraz dinlen o zaman." dedi. Onu birkaç mırıltıyla onayladığımda prenslerin çoktan yanımızdan ayrıldığını gördüm. Derin bir nefes verdim ve Jungkook'un yanındaki yerimi aldım. Yürümeye başladığımızda içgüdüsel bir istekle omzumun üzerinden arkaya baktım.

Ağacın hemen arkasına saklanan birini gördüm. Teni ağaç kabuğundan ayırt edilemeyecek kadar koyuydu. Gözleri, bir yılanınki kadar tehlikeli görünürken saçları yoktu.

Bunun bir yanılsama olmasını diliyordum fakat o bana belerttiği gözleri ile bakarken bunun bir yanılsama olamayacağını bilecek kadar kendimdeydim.


27.Bölüm

"Güzelim," diye fısıldadığında ağzımın içini dişledim. Şerefsiz herifin ağzı çok iyi laf yapıyordu. "Tamamen sizi düşünüyorum. Oranın nasıl bir yer olduğunu en iyi ben biliyorum."

Bakışlarımı salonun tavanında gezdirdiğimde çenemde hissettiğim dokunuş ve başımın hafifçe ona doğru çevrilmesi bir oldu.

Jungkook'un elmas gibi parıldayan teni ve özenle çizilmiş gibi duran yüzü, salonun loş ışığı altında bir sanat eserine benziyordu. Canlı bir sanat eserine. Benim olmasını çok istediğim bir sanat eserine.

Mesela dudağının altındaki benin benim olmasını istiyordum, tavşan dişlerinin sadece benim dudaklarımı ezmesini; siyah parlayan saçlarına dokunabilecek tek kadının ben olmasını istiyordum. O zamanlar oldukça saftım, bu düşüncelerin gerçek olmasını istiyecek kadar da hayalperesttim. Tam oldu dediğim yerde düşeceğimizi bilmiyordum. O da bilmiyordu. İkimiz de sadece birbirimize odaklanmışken etrafımızda biriken şeytanları görememiştik. Görseydik, yenilmeyeceğimizi biliyordum.


28.Bölüm

"Jennie, Henry ve Elsie ne yapıyor?" Heyecanla sorduğum soruyla Jennie'nin yüzünde bir gülümseme oluştu.

"Elsie gayet iyi, en son ok talimi yaparken James'i yeniyordu." dediğinde gür bir kahkaha patlattım. Elsie her şeyde yetenekliydi, eminim ağabeyim küçük kız kardeşine az kalsın yenilecek olmanın rezilliğiyle günlerce kös kös oturmuştu. İşte moralimin yerine gelmesi için güzel nedenler!

"James ne yaptı?"

Jennie güldü. "Çıldırdı tabii ki! En son Alarick'i onu teselli ederken gördüm."

Ben son öğrendiklerimle daha çok güldüm. Karşımdaki Jungkook'un tebessümle bana baktığını gördüğümde ona hafifçe gülümsedim.

"James, senin ağabeyin değil mi Rosie?" diye sordu Jimin. Kafamla onu onayladım. "Neden ona ismiyle sesleniyorsun ki?"

"Conall'da buradaki gibi saygı ifadeleri yok. Yalnızca soylular birbirine saygıyla hitap eder." dediğimde Jimin kaşlarını çatarak kafasıyla beni onayladı. "Senga'dan oldukça farklı," dedi.

Jennie'e dönerek, "Henry ne yapıyor?" diye sordum.

"Henry seni oldukça özledi," dedi ve derin bir nefes verdi Jennie. Dudaklarımı büzdüm. Küçük oğlumu ben de çok özlemiştim. Onunla oyunlar oynamayı, Isla'yı kovalamayı, herkesten önce kalkıp diğerlerini uyandırmayı...

"Ne yapıyor bensiz?" diye sordum özlem dolu bir sesle. Gece yatmadan önce yastığımın yaşlarla dolacağına emindim...

"Yokluğuna alışmaya çalışıyor," dedi ve parmaklarını kıtlattı Jennie. Oldukça üzgün görünmesi dikkatimden kaçmadığından "Bir sorun mu var?" diye tereddütle sordum.

Bakışlarını parmaklarından çeken Jennie'nin yüzü oldukça stabil olsa da gözlerindeki hüzün bir şeylerin habercisiydi fakat yine de o Jennie Slaven'di. Yalan söylemek onun kanında vardı.

"Hayır," dedi Jennie. "Onu da nereden çıkarttın?"

Derin bir nefes verdim. "Bilmiyorum," diye mırıldandım. "Öyle hissettim."

Bakışlarım karşımızdaki ikiliye kaydığında Jungkook'un tereddütlü gülümseyişini gördüm.

Kesinlikle bir şeyler dönüyordu ve sanırım bundan haberi olmayan tek kişi bendim.

Jennie, "Yok bir şey, Rosie." dedi. "Yine kuruntu yapıyorsun."

Kaşlarımı çattım ve ona baktım. "Hey!" dedim. "Hislerimde hiç yanıldığımı görmedim."

Jennie omuz silkti. "Bu sefer yanılıyorsun demek ki."

Bakışlarımı ondan çevirip Jungkook'a çevirdiğimde güven verici bir şekilde gülümsedi.

Ona kandım.
Ona inandım.
Ona güvendim.
Her şeye rağmen bir şeyi unuttum: o çok iyi bir yalancıydı ve ben onun ağına düşmüştüm.


30.Bölüm

Karanlık bir yerdeydim. Etrafta siyah tablolar vardı. Tabloda insanlar vardı fakat yüzleri gözükmüyordu. Yüzlerinde kan vardı. Kırmızı sıvı, tablonun altın sarısı kenarlıklarını kaplarken bununla yetinmemiş içerisindeki anıyı da beraberinde ölüme sürüklemişti.

İlerlediğim koridor tanıdıktı fakat nereden tanıdık geldiğini anımsayamıyordum. İlerlemeye başladığımda her tablonun kanla kaplanmış olması beni ürkütüyordu. Tüylerimin şimdiden diken diken olduğunu hissetmiştim.

Tablolar geride kaldığında karşıma küçük bir ayna çıktı. Gri duvara asılı küçük ve yuvarlak bir aynaydı bu. Aynada gördüğüm yansıma beni duraksattı. Neden yemin töreni kıyafeti giyiyordum? Kafamdaki altın büyük taç, annemin tacına çok benziyordu. Üzerimde tacın rengine uyumlu altın sarısı bir elbise vardı. Bakışlarım gerdanımdaki boşluğa düştüğünde anlam veremedim. Neden annemin kraliçe kolyesini takıyordum? Tüm bunlar neydi?

Kulaklarım uğuldamaya başladığında bakışlarımı yansımamın hemen arkasındaki bedene çevirdim. Jungkook'tu. Üzerinde, tablolarda olduğu gibi kan vardı. Ağzı, kıyafetleri hatta ve hatta ayakkabıları bile kan içerisindeydi.

"Jungkook?" Sesim koridorda eko yaptı. O, üzerindeki kanlı kıyafetlerine tezat bir şekilde gözleri hissizdi.

"Jungkook?" diye tekrar ettiğim sırada aynadaki yansımasını canlı kanlı görmek adına arkamı döndüm. Jungkook yoktu.

Belki de hiçbir zaman olmamıştı, diye fısıldadı içimdeki ses. Bu düşünce göğsümü körüklemiş, içime acımasız bir korkuyu düğümlemişti.

"Hayır," dedim. "Jungkook burada. Yanımda."

İçimdeki ses bir çığ gibi büyüdü. Hayır, dedi. Yanındaydı.

"Jungkook!" diye bağırdığımda koridorda bir anda bir damlama sesi duyuldu. Bakışlarım, sağ yanımdaki koridora döndüğünde yere damlayan kan damlalarını gördüm. Kan. Neden bu kadar kan vardı? Kan, kan, kan...

Adımlarım o koridora doğru yöneldiğinde kan damlalarını takip ettim. İlerledim de ilerledim, koridor neden bu kadar uzundu?

Sonunda kan damlaları durdu. Şimdi bir kapının önündeydim. Bu kapıyı tanıyordum. Bu kapı, Conall'daki kraliyet odasının kapısıydı. Kapının altın sarısı kulplarını kavradım ve geriye doğru ittirerek açtım.

Büyük bir kalabalık vardı. Bu oda neden bu kadar kalabalıktı?

İnsanlar, kapının sesiyle bana döndüler. Neden buradalardı?

Kaşlarımı çatarak ilerlemeye başladığımda hepsi hipnotize olmuş gibi beni izliyordu. Bu korkunçtu. Hatta daha fazlasıydı. Bu çok korkunçtu.

"Neler oluyor?" diye mırıldandığımda bakışlarımı kalabalıktan aldım ve ilerideki tahta çevirdim.

Bakışlarımı tahta çevirmemle dudaklarımdan bir çığlık kopması eş zamanlı oldu. Dayanamadım. Dizlerimin üzerine çöktüm. Acı içerisinde karşımdaki tabloya baktım.

Kan vardı. Ailem vardı. Hepsi cansızca birbirleri üzerine yatarak duruyorlardı. Tahtın hemen önündelerdi.

Dizlerimin üzerine çökmüş çığlık çığlığa karşımdaki tabloya bakarken arkamdan gelen adım sesleri işittim. Çok sürmedi, şimdi o adım seslerinin sahibi hemen önümde ilerliyordu.

İlerledi, ilerledi, ilerlerdi... Ailemin yanından hissizce geçti. Hemen arkalarında kalan tahtların önünde durup bana doğru döndüğünde gördüm simayla çığlıklarım duruldu.

"Jungkook?"

Yine konuşmadı. Yavaşça sağ elini kaldırdı ve bana doğru uzattı. Neden beni çağırıyordu? Bu da neyin nesiydi? Neler oluyordu?

"Az kaldı," diye fısıldadı.

Bir rüzgâr esti.
Uyandım.

İrkilerek yerimden doğrulduğumda karşımdaki Jungkook da benim ani hareketimle irkildi. "Rosie, kâbus mu gördün?" diye telaşla sorduğunda dolu gözlerimle ona baktım. Bu bir kâbus muydu? Hayır, daha fazlasıydı. Bu kan dondurucuydu. Kesik kesik aldığım nefesler ciğerlerimi yakıyordu. Sık aldığım nefeslerle Jungkook oturduğu yerden anında yanımdaki boşluğa geldi. Bedenimi kendine döndürüp kollarını etrafıma sardı. Güvende hissetmiyordum, kalbim aşktan değil de gördüğüm berbat rüyadan dolayı hızlı hızlı atıyordu... Neden ona bir anda böylesine yabancı olmuştum? "Ben..." diye mırıldandım. "Bilmiyorum?"

"Neyi bilmiyorsun?" dedi çenesini saçlarımın üzerine yaslayarak. Cevap vermedim. Ne dediğimin ne hissettiğimin farkında bile değildim. Sadece korkmuştum. Gerçek olmasından öyle çok korkmuştum ki... Jungkook'un içine derin bir nefes çekmesiyle dudaklarını saçlarımda hissettim. Her bir köşeye ayrı ayrı buseler konduruyordu. "Sakin ol," dedi. "Hâlâ titriyorsun. Anlatmak ister misin?"

Kafamı iki yana salladım hızlıca. Anlatmayı bırakın, konuşmak hatta ve hatta nefes almak bile istemiyordum. Yoklukta hissetmiştim. Boşlukta, kimsesiz, çırılçıplak. Bilinçaltımın kazdığı kuyuya düşmüştüm ve burası öylesine karanlıktı ki, kendime bir çıkış yolu göremiyordum.

"Pekâlâ, ısrar etmeyeceğim. Ama ne olursa olsun senin için her zaman burada olduğumu biliyorsun değil mi?" Kafamla onu onayladığım sırada rüyamdaki gibi bir ses hissettim içimde. Hayır, diye fısıldıyordu.

Bana ne oluyordu anlayamıyordum, bir rüyanın beni böylesine derinden sarsması... Tuhaftı çünkü daha önce hiç böylesine korkmamış, böylesine bir rüyanın esiri olmamıştım.

"Teşekkür ederim," diye fısıldadım ve kolları arasından sıyrıldım. Jungkook, kollarını etrafımdan çekerken "Önemli değil güzelim." dedi ve ne zaman aktığını bilmediğim gözyaşını yanaklarımdan sildi. Onun konuşmasının hemen ardından at arabası durdu. Ben parmaklarımla göz altlarımı temizledikten sonra etrafı daha iyi görebilmek adına arabanın perdesini ittirdim. Sıcak bir mayıs günü olmasının avantajıyla insanlar pazara gelmişti. Çok kalabalıktı.

Uşak gelip kapımızı açtığında Jungkook arabadan indi ve indikten hemen sonra elini uzatarak benim de inmem de yardımcı oldu.

"İyi hissettiğine emin misin?" diye sordu. Kafamla onu onayladığımda ellerimi avuçları arasına bıraktım ve beni aşağı çekmesine izin verdim.

Bu her zaman böyle olmuştu. Ben ona ellerimi uzattığımda geldi zannederdim. O ne gelirdi ne giderdi. Yaptığı tek şey şimdi olduğu gibi beni aşağı çekmek olmuştu.

Arabadan indiğimizde önümüzdeki at arabasından fırlayan Jennie koşar adımlarla yanımıza geldi. Onun telaşına şaşkınlıkla baktım.

"Ne oldu?" diye sorduğumda kızarmış yanakları göz açıma girdi. Hırçın bir kaplana benzeyen suratı şimdi daha çok bir kediye benziyordu.

"Önemli değil," dediği sırada bakışlarım arkasında gülerek Jennie'i izleyen Jimin'e düştü. Ben de bu sahneyle cevabımı almış oldum.

Hafifçe gülerek bakışlarımı çevreye çevirdim. O berbat kâbusun izleri silinmeye başlamıştı fakat biliyordum, şimdi olduğu gibi o hep aklımın bir kenarında duracak ve beni rahatsız edecekti.

Yanımıza gelen diğerleriyle önümüzde birkaç uşakla konuşan Jungkook, yanıma geldi ve beni bileğimden tutup kolunun altına çekti. Ben şaşkınlıkla ona bakarken bana döndü ve göz kırptı. "Güvenlik, güzelim." dedi. "Güvenlik önemlidir."

Gülümsedim ve bakışlarımı etrafta gezdirdim. Sarı iki ya da üç katlı binaların arasına kurulmuş pazar şu anda dikkatimi daha çok çekiyordu.

Yavaşça pazara doğru yürümeye başladık. Fazla dikkat çekmemek için sade kıyafetler giymiş, değerli mücevherlerimizi takmaktan çekinmiştik. Şimdi birer prens ve prenses gibi değil de asilzade gibiydik.

Bakışlarım yanımdaki kabalığa döndüğünde gülümsemek istedim fakat içimde bir yerlerde hâlâ beni rahatsız eden bir his vardı.

Neden bir daha asla bir araya gelemeyecekmişiz gibi hissediyordum?


30.Bölüm

Kadın bana bir bakış attı ve kartları açtı. Dört kart vardı. Bir tanesinde yılan vardı, yeşildi ve dudaklarını aralamış dilimi dışarı çıkararak tıslıyordu. Bir diğerinde sadece bir rakam vardı. 4 rakamı. Kalan ikisinden birinde mavi bir deniz vardı, diğeri ise boştu. Neden boştu?

Kadın gördüğü kartlarla irkilerek bana baktı. Gözleri şok içinde büyümüştü. "Sen..." diye fısıldadığında yanı başımdaki Jungkook'un belimdeki kolu hafifçe oynadı. Şimdi parmakları belimi okşuyordu.

Yaşlı kadın hızlıca ayağa kalktı ve "Git buradan!" diye bağırdı. Böyle bir tepkiyi beklemeden yerimde irkildiğimde yanı başımdaki Jungkook hareketlendi. "Ne diye bağırıyorsunuz?"

"Götürün bu kadını buradan!" diye bağırmaya başladığında yanımdaki Jennie de hareketlendi. "Hanımefendi, siz iyi misiniz?"

Kadın şok içerisinde açtığı gözleriyle bana bakarken dudaklarından sadece git buradan kelimeleri dökülüyordu.

"Ne oldu?" diye şok içerisinde sorduğumda kadın titreyen işaret parmağını bana çevirdi.

"Sen bizim sonumuz olacaksın." dedi. "Bizi yok edeceksin!"

Kan.
Rüya.
Falcı.
Yok oluş.

Hepsi birbirine girmişti. Aklımda türlü türlü düşünceler uçuşurken zihnimde bir karanlık hissettim. Sonra yanaklarımda soğuk birer el.

"Rosie," diyordu. "Rosie, neler oluyor? İyi misin?"

Neler oluyordu?

Ellerim tutunacak bir yer aradı. Gözlerimi zorlukla araladım. Bakışlarım bana endişeyle bakan Jungkook'un hemen arkasındaki, siyah bir pelerin giymiş olan o adama kaydı. Bu, oydu. Jinyoung'un topunu almak için girdiğim ormanda gördüğüm o adamdı.

"Roséanne!"

Kulaklarım uğuldamaya başladı. Parmaklarım karnıma gitti. Varlığını hissettiğim o çıkıntıya tutundu. Başım dönüyordu. Sanki dünyam yıkılıyormuş gibi hissediyordum.

"Bu kadın, bizim sonumuz olacak! Götürün onu buradan!"


31.Bölüm

Zinciri çözdüğümde bilekleri serbest kalan genç kızın minnet dolu bakışlarıyla karşılaştım. O, reverans yapmak için eğilecekti ki kolundan hafifçe tutarak onu engelledim.

"Lütfen, buna gerek yok."

"Ama efendim—" Sözünü kestim: "Ben Rosie, senin adın nedir?"

Genç kız şaşırarak bana baksa da "Lalisa," dedi hızlıca. "Lalisa Manoban."

İşte şimdi herkes bir aradaydı ve düşmanlar etrafımızı çevrelediğinde birlikteliğimizin ne kadar kuvvetli olacağını görecektik.

Lalisa Manoban, bana olan sadakatin için teşekkür ederim; sanırım beni düşürmeyen tek insan sensin. Yine de, her şeye rağmen, düştüğümde beni kaldırmayan kişi de sensin.


33.Bölüm

"Sana bir şey göstereceğim." dedi meraktan çatlamış olan bana sonunda bir cevap verme gereksinimi duyarak. Kaşlarımı çatarak ne göstereceğini düşünmeye çalıştığımda koridorun sonundaki köşeyi döndü. Küçük beton merdiveni gördüğümde duraksadım. Sarayın bu bloğunda bir kat daha olduğunu bilmiyordum.

"Önce sen çık, düşmene izin vermemek için arkanda olacağım." dediğinde kafamla onu onayladım ve duvara tek elimi dayayıp diğer elimle uzun eteğimin ucunu kavradım ve merdivenleri çıkmaya başladım. Jungkook da elini belime dayayarak beni tutmuştu.

Merdivenleri çıktığımda karşıma ahşap bir kapı çıktı. Kapıyı açtığımda ellerini belimden çekmemiş olan Jungkook da arkamdan beni takip etti.

Beni önce yerdeki beyaz renk dört minder karşıladı. Minderlerin hemen arkasında çift kişilik bir yatak vardı. Yatağın ayak ucunda büyük bir sandık vardı. Kapının tam karşısında ise uzun bir masa vardı. Masanın üzerinde ise kılıçlar vardı. Masanın arkasında görebildiğim kadarıyla bir şömine vardı.

"Jungkook?" diye meraklı bir sesle sorduğumda Jungkook ellerini belimden çekmeden yanıma geçti ve yanağıma bir buse kondurdu. "Burası ne?"

"Burası benim atölyem."

"Atölye mi?"

"Evet," dedi ve ellerini belimden çekerek masaya doğru ilerledi. "Burada gördüğün kılıçların hepsi benim tarafımdan yapıldı."

Ben şokla ona baktığımda "Sen mi yaptın?" diye sordum. Jungkook kafasıyla beni onayladı. Ben masaya doğru ilerlediğimde Jungkook dudaklarını diliyle ıslatarak merakla tepkime baktı.

Parmak uçlarımı kılıçların üzerinde gezdirdiğimde "Neden bunları yapıyorsun?" diye sordum. Bakışlarımı Jungkook'a çevirdiğimde hafifçe gülümsüyor olduğunu gördüm.

"Büyük bir ülkede yaşıyoruz. Yarın ne olacağını kimse bilmiyor." diye başladı sözlerine. "Dışarıda isyan olabilir ya da en basiti abilerim arasında taht kavgası olabilir. Ben tahtı istemiyorum ama abilerim fazla hırslı. Ne olacağını bilemediğim için küçüklüğümden beri bunu düşünüyorum. Eğer kargaşa çıkarsa hayatımı nasıl devam ettiririm, diye... Bunun için ilgi alanlarımı fark etmeye başladım ve günlerce düşündüm. Sonra saraydan kaçıp küçük bir köyde kılıç ustalığı yapabileceğimi düşündüm. Bunun için de bu odayı kullanıyorum."

Derin bir nefes verdim ve masanın karşısındaki bedenine daha yakın olabilmek için masanın etrafında dönerek yanına vardım.

Ellerim yanaklarının iki yanına yerleştiğinde hafifçe gülümsedim ve "Merak etme," dedim. "Eğer öyle bir şey olursa bunları yapmana izin vermeyeceğim. Sen de farkındasın Jungkook, er ya da geç taht için mücadele olacak ve o zaman geldiğinde seni korumak için her şeyimi vereceğim. Gerekirse beraber Conall'a gideceğiz."

Jungkook da hafifçe gülümsedi fakat bu uzun sürmedi. Daha sonrasında yüzünde huzursuz bir ifade yerleşti.

"Bir savaş çıkacağını biliyorum ve bunun çok yakında olacağını hissediyorum, Rosie. Tek temennim küçük prensesimin bir an önce doğması ve savaşın ortasında kalmaması."

Bakışlarını karnıma çevirdi ve parmaklarını karnımın üzerinde gezdirdi. "Sizin için her şeyi yapacağıma, söz veriyorum."

Yutkundum. "Benden bir şey saklıyorsun, değil mi? Hatta bir şey değil, bir şeyler."

Jungkook sessiz kaldı ve karnımdaki parmaklarını oynattı.

"Her şeyi sizin için yaptığımı unutma, olur mu?"

Gözlerim doldu. Yanaklarındaki parmaklarımla yüzünü okşadım. "Sana güveniyorum," diye fısıldadım. "Ama lütfen canımın yanmasına izin verme, daha fazlasını kaldırabileceğimi zannetmiyorum."

Jungkook kafasıyla beni onayladı ve dudaklarını yaklaştırarak alnıma bastırdı.

"Canını yakmalarına izin vermeyeceğim."


33.Bölüm

Uykumun güzel kollarından dışarıdan gelen bağrışmalarla uyandığımda irkilerek Jungkook'un kolları arasında titredim. Jungkook gözlerini açtığında endişeyle birbirimize baktık ve Jungkook göğsüne sığınmış olan vücudumla yatakta doğruldu.

"Neler oluyor?"

"Bilmiyorum," diye mırıldandım ve yataktan kalktım. Jungkook da telaşla yerinden kalktığında odanın kapısına yumruklar inmeye başladı.

"Jungkook! Rosie!" Leydi Mina'nın sesini duyduğumuzda Jungkook koşar adımlarla kapıya doğru ilerledi ve kapıyı açtı.

"Anne?"

Leydi Mina, Jungkook'un kapının ağzındaki bedenini ittirdi ve korku dolu bakışlarını üzerimizde gezdirdi.

"Anne, neler oluyor?"

"Biri sarayın sağ cephesini ateşe vermiş!"


36.Bölüm

Çok güzel bir geceydi. Gökyüzünde parıldayan yıldızlar, çıplak toprağa düşmüş olan gölgemin üzerine seriliydi. Üzerimde kırık beyaz geceliğim vardı, hemen dizlerimin altında bitiyordu ve etekleri uçuş uçuştu. Gür kızıl saçlarım esen rüzgârın etkisiyle sırtıma çarpıyordu. Nerede olduğumu bilmiyordum fakat burası çok huzurluydu. En az evim kadar huzurluydu... Uzun zamandır bu kadar eve yakın hissetmemiştim. Gökyüzünün kara çarşaflarında parıldayan yıldızların altında etrafımda dönüp durdum. Evde gibiydim fakat bir yandan da korkuyordum. Bakışlarım sığınacak bir delik aramak için etrafı inceleyip durduğunda kollarım karnıma çarptı. Hissettiğim şişkinlikle birlikte bakışlarım karnıma kaydığında dudaklarımdan bir nefes kaçtı. Oradaydı. Varlığını hissediyordum ve bu hissettiğim huzuru ikiye katlamıştı.

"Güzel kızım," diye mırıldandığım sırada bir rüzgâr esti ve az önce gördüğüm orman çevrilen bir kitap sayfası gibi birkaç saniye önceye ait küçük bir anı oldu. Şimdi, güzel ışıklandırılmış bir çatıdaydım. Burayı tanıyordum, burası hiç yabancı değildi... Özellikle kara gecenin yıldızlarına ortak olmuş küçük evlerden süzülen cılız ışıklar... Hepsi tanıdıktı. Hepsi geçmişte kalmış özlemle yad edilen birkaç küçük anıdan başka bir şey değildi fakat bir zamanlar onlar benimdi.

Bir zamanlar Vioana, Roséanne'ydi.

Bu çatıya en son Shin'e gitmeden önce ayak basmıştım. Kalenin en yüksek yerindeydi, tüm şehir ayaklarınızın altındaydı ve ben ilk defa özgürlüğü burada tatmıştım. İlk defa burada kendime yemin etmiştim, ilk defa canım yandığında burada ağlamıştım... İlk defa isminden başka bir şey bilmediğim bir adamın hayaliyle burada uyuyakalmıştım. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda dolu gözlerle izlediğim birkaç hatıradan başka bir şey değildi benim için.

Artık büyümüştüm. On yedi yaşındaydım fakat o kadar acıyla burun buruna gelmiştim ki tenimden yükselen yanık kokusu benim için artık hiç de yabancı değildi.

Çatının beton taşlarına elimi yasladığımda gözlerimi kapadım ve Vioana'nın o temiz havasını içime çektim. Rüyalarıma bile sızacak kadar özlemiştim bu şehri... O kadar özlemiştim ki yazdığım mektup özlemim karşısında utanırdı, mürekkebim acıyla kırılır ve kalbimdeki mezar taşları sızlardı.

Ben, huzurla soluduğum havanın özlemiyle yanıp tutuşurken çatının merdivenlerinden gelen ayak sesleriyle duraksadım. Arkamı döndüğümde endişeyle bana bakan Alarick ile karşılaştım. "Rosie!" diye bağırdı. "Neden gitmedin, neden geri geldin?!"

Ben onun bu endişesine karşı şaşırdığımda yanıma geldi ve kollarıma asılarak sarstı beni. "Her şeyimi aldılar şimdi de seni almalarını mı istiyorsun?!" Kaşlarımı çattım. Şimdi huzurla soluduğum havadan tuhaf kokular yayılıyordu fakat ne olduğunu anlayamamıştım.

"Alarick..." diye mırıldandım. "B-ben ne demek istediğini anlayamıyorum..." Beni duymadı bile kollarımı sarsmaya devam etti. Ne yapıyordu? Beni böyle sarsmaya devam ederse bebeğimin canı yanacaktı. "Alarick, dur!" diye bağırdığım sırada bakışlarım karnıma indi. Evet, her zaman varlığına sığındığım şişlik oradaydı fakat kırık beyaz geceliğimdeki o kan lekeleri de kime aitti?

Şokla sarsıldığımda Alarick durmadı. Sanki beni duymuyor gibiydi, ellerimden tuttu ve beni çatının merdivenlerine sürükledi. "Zamanımız yok, gitmemiz gerekiyor!" diye bağırdığında başımı son kez arkaya çevirdim ve bir az önce cılız ışıklarla aydınlatılan şehrin şimdi ateşler içinde tutuştuğunu gördüm.

Merdivenleri ne zaman indiğimizi hatırlamıyorum bile... Son hatırladığım Alarick'in puslu görüntüsü ve "Onlar gelmeden gitmen gerekiyor!" diye bağırışı oldu.

38.Bölüm

Küçük ellerimi, altın tahtın etrafına sardığımda henüz yedi yaşındaydım. Annem, etrafta her şeyin güzel olması için emirler yağdırıyordu; küçük kız kardeşim Elsie doğalı bir yıl olmuştu ve onun doğumunu kutlayacaktık. Abim James neredeydi bilmiyordum, zaten onunla hiçbir zaman anlaşamazdık. Etrafta olmaması benim için mutluluk demekti.

Annem, sonunda etrafa emirler yağdırmaya son verip arkasını döndüğünde üzerindeki beyaz elbisesiyle tahtında oturan küçük kızını gördü. Kızıl saçlarım, beyaz elbiseme sinen gölgelerden biriydi.

"Roseanne, ne yapıyorsun?" Annemin şaşkın sesiyle ona gülümsedim. "Taht çok güzel gözüküyordu anne, bir kere oturmak istedim. Bu kötü bir şey mi?" Annem etraftaki hizmetlilere bir bakış attı ve sessiz kalarak yanıma geldi. Tahtın önündeki üç basamaklı küçük merdiveni çıktığında boyuma gelebilmek adına dikkatle eğildi.

Sessizce beni izliyordu, hiçbir şey söylemiyordu. Oysa bana kızmasını bekliyordum çünkü abimle tahtın çevresinde koşuşturduğumuzda annem bize kızardı.

"Neden bana öyle bakıyorsun?" diye fısıldadığımda annem hafifçe gülümsedi ve avuç içini yanağıma bastırdı.

"Sende kimi görüyorum biliyor musun, Roseanne?" diye sorduğunda kalın dudaklarımı büzüştürdüm ve başımı iki yana salladım. "Bilmiyorum, anneciğim."

"Sende babaanneni görüyorum. Saçların, gözlerin, dik başlılığın... Her şeyin onun gibi." dediğinde kocaman gülümsedim. "Babannem çok güçlü bir kadın!"

"Evet, çok güçlü bir kadındı." Annem de gülümsedi. Bu biraz hüzünlü bir gülümsemeydi. "Çok güçlü bir kadındı, ona benziyor oluşun beni çok mutlu ediyor. Küçücük yaşına rağmen içinde bir kraliçe ruhu taşıyorsun."

"Ama ben prensesim, kraliçe olamam ki.." dediğimde annem gülümsedi.

"Babaannen, tahtın sekizinci adayıydı. Ondan önce tam yedi tane erkek kardeşi vardı fakat kader işte, kardeşlerinin hepsi bir suikastta öldürüldü."

"Öldürüldü mü?" Korkuyla sorduğumda annem kafasıyla beni onayladı.

"Babannene benzemenle gurur duyuyorum fakat onun kaderini yaşamanı istemiyorum, güzel kızım." diye fısıldadı. "Senin için Tanrı'ya edeceğim dua budur, güzel bir kaderinin olması."

"Kaderim mi?" Oyunbaz bir sesle konuştum. "Anne, ben daha çocuğum! Çocukların başına kötü şeyler gelmez, neden böyle konuşuyorsun?"

Annem, başını çevirdiğinde gözlerini kapadı fakat ben yanağına süzülen göz yaşını görmüştüm.

"Büyüyeceksin, Rosie." diye fısıldadı. "Büyüyeceksin ve kendi kaderini kendin yazacaksın."
Ne dediğini tam olarak anlayamasam da onu kafamla onayladım.

Ağzımı açıp anneme neden ağladığını soracaktım ki zihnimin içerisinde bir şimşek çaktı. Uzaklardan bir ses geliyordu. Endişeli dolu bir sesti bu.

"Rosie!" diye bağırıyordu. "Rosie kendine gel!"

Annemin bedeni siluete dönüştüğünde, Conall'daki sarayımızın görüntüsü de su gibi dalgalandı.

"Rosie, bana geri gel!" Az önce uzaktan gelen ses, şimdi daha yakınımdaydı. Hemen, kalbimin yanı başındaydı. "Sana ihtiyacım var, benden gidemezsin!"

41.Bölüm

Duyduğum seslerle yattığım yataktan doğruldum. Güzel bir ninni sesi geliyordu. Yakın değildi fakat uzak da değildi. Nereden geliyordu bilmiyordum. Bakışlarım yan tarafıma kaydığında gördüğüm boşlukla duraksadım. Jungkook neredeydi? Telaşla yattığım yataktan aşağıya indim. Soğuktu. Ayaklarım taş zeminle buluşur buluşmaz üşümüştü. Üzerimdeki geceliğin düşen kalın askısını düzelttim ve koşar adımlarla odadan çıktım. Koridor boştu. Kimse yoktu.

"Jungkook!" Adını zikrettiğimde karşılaştığım boşluk hissiyle parçalandım. Geçtiğim koridorlar tanıdıktı fakat bir o kadar da yabancıydı. Duvarlarda altın sarısı şeritler vardı. Zemin parlak taşlardan oluşuyordu.

Burası Senga değildi.

Kaşlarımı çattım. Neden olmam gereken yerde değildim? Öyleyse neredeydim? Conall? Bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde tanıdıklığın sebebini anladım. Conall'daydım fakat burası ev gibi hissettirmiyordu.

"Anne! Baba!" Bu sefer uzun zamandır dilime yabancı kelimeler soluğuma karıştığında duyduğum boşluk beni ürkütüyordu. "Neden kimse yok?!" Boşluk. Hissedebildiğim tek şey buydu. Büyük bir boşluk.

Fakat daha sonrasında beni uykumdan uyandıran o sesi duydum. O ninni sesini. Bu sesi tanıyordum fakat kim olduğunu çıkartamıyordum. Kimindi bu lanet ses?

Adımlarım beni sesin geldiği tarafa yönelttiğinde önünde durduğum kapıyı tanıyordum. Burası babamın ve konsey üyelerinin toplandığı o salondu. Buraya daha önce birkaç kez girmiştim. Kapıyı tereddütle açıp içeriye girdiğimde duraksadım. Her şey aynıydı, neden bu odaya girmiştim ki?

Ben öylece etrafı izlerken duyduğum ağlama sesiyle duraksadım. Bu bir bebeğin ağlama sesiydi. Kalbimde hissettiğim ağırlıkla ilerideki beyaz beşiğe doğru ilerledim. Her adımımda kalbim sıkışıyordu.

Kesik kesik nefeslerle beşiğin başına geldiğimde üzerine örtülmüş olan beyaz battaniyeyi sıyırdım. Gördüğüm görüntüyle istemsizce bir iki adım gerilediğimde dudaklarımdan bir çığlık kaçmasına engel olamamıştım. Bu benim Taehyung'umdu ve her yerinde kan vardı. Beşiğin içinde kandan başka bir şey yoktu.

Çığlıklar atarak geriye doğru kaçtığımda sırtım bir bedene çarptı. İrkilerek kendimi öne attım ve korkak bakışlarla çarptığım bedene baktım.

Alarick'ti bu. Ben ona korku dolu gözlerle bakarken bana gülümsedi. "Eve dönme zamanı, kuzenim." dedi. "Ev senin için bekliyor."

42.Bölüm

"Bir tek sen kaldın, Jungkook." dedim dudaklarına minik bir öpücük kondurup geri çekildikten hemen sonra. "Seni de elimden almalarına izin vermeyeceğim." Avuç içlerindeki kesiklerden kırılan adam, senin zarar görmene asla izin vermeyeceğim.

Sonra dudaklarına kapandı dudaklarım. Elini sırtıma koydu ve beni kendisine çekti. Şimdi kucağında oturuyordum. Gözlerimizden yaşlar boşaldıkça dudaklarımız birbirini daha büyük bir ihtirasla kavrıyordu. Onun göz yaşı, benim dudaklarıma karıştığında hissettiğim tuzlu tadın yanında dişlerimin arasında parçalanan can kırıklarını hissettim. Onun canını yakmaya devam ediyorlardı ve Tanrı şahit ya, bunun için çok pişman olacaklardı.

Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında "Seni seviyorum." diye fısıldadı. "Sen de her şeye rağmen beni sev, olur mu?"

Gülümsedim. "Seni her zaman seveceğim, bunu unutma."

Yıldızların geceyi aydınlattığı bir günde,
Sen ve ben ayrıydık sevgilim.
Sen şeytanlarınla cehennemi dünyaya taşımıştın,
Ben senin için cehennemin ta kendisi olmuştum.

43.Bölüm

Kurulmuş darağaçlarına zorlukla götürüldüklerinde yardım çığlıklarını duyuyordum ancak sağır olmayı seçmiştim. Sırayla darağaçlarına çıkartıldıklarında Jackson'ı gördüm. Yüzü gözü kan içerisindeydi ama gülüyordu. Lanet olası neden gülüyordu da sinirlerimi bozuyordu?

"Prenses Roséanne!" diye seslendiğinde kaşlarımı çattım ve balkon korkuluklarına biraz daha yaklaştım. Karanlık olduğundan yüzünü net göremiyordum. "Bizi aşağıladın ama bir şeyi hep atladın!"

"Ne saçmalıyorsun sen?" Jungkook kendine engel olamadan öfkelendiğinde korkulukları sıkan elini tuttum ve hafifçe sıktım. Sakin olmalıydı, onlara istediklerini veremezdik.

"Neden şatoya baskın yaptığımızı sadece sana söylemek istiyorum! Eğer yanıma gelirsen sana anlatacağım!" Jimin ve Yoongi aşağıda onları konuşturmak için durmuşlardı fakat hiçbiri konuşmamıştı. Korksalar bile ağızları sıkıydı.

İnip inmeme kararsızlığı yaşadığımda Jungkook sinirle yutkundu. "Sen kimi ayağına çağırıyorsun?!" Tuttuğum elini daha da sıktım. Eğer bir şey biliyorsa ve konuşmazsa yılanın başını ezemezdik.

Krala döndüğümde bakışlarını üzerimde gezdirdiğini gördüm. Başıyla beni onayladığında aşağıya inmek için hareketlenmiştim ki Jungkook elimi sıkıca tuttu. "Gitmeyeceksin." dedi. "Ne? Jungkook, bir şey biliyorsa söylemeli."

"Hiçbir şey söylemeyecek. Onun gururunu zedeledin, o da seni ayağına çağırarak aynısını yapıyor." Bakışlarımı ondan alıp tekrar Jackson'a çevirdim. Az önce de ne diyecekse diyebilirdi ama dememişti. Etrafta onca insan varken mi söylemek istemişti yani? Jungkook haklıydı. Beni küçük düşürmek istiyordu.

"Ne söyleyeceksen söyle!" diye seslendim. "Eğer çok konuşmak istiyorsan onlar seni getirsinler ya da öl." Kararlı bakışlarımı fark ettiğini görebiliyordum.

"İşte siz asiller böylesiniz! Öyle kibirlisiniz ki o lanet sarayınız dışındaki hiç kimseyi önemsemiyorsunuz!" Jackson bağırdığında irkildim. Gerçekten acı çekiyor gibi konuşmuştu. Dışarıdan öyle göründüğünün farkındaydım ama babam hep halkı için daha iyi bir kral olmak için çabalamıştı. Savaş yüzünden abimin doğuşunu bile görememişti. "Asın şunları!" diye bağırdı kral. "Ne bekliyorsunuz?! Onun konuşmasını mı dinleyeceğiz?!"

Kralın emriyle askerler harekete geçtiğinde Jackson boynuna takılan ipi umursamadan bana baktı. "Oğlun için üzgünüm, Roséanne! Hedef başından beri sen değildin!" İrkildiğimde ona baktım. Ne diyordu? "O şatoda kalsaydık sana hiçbir zarar gelmeyecekti!"

"Hızlı olun!" Kral tekrar bağırdığında ben irileştirdiğim gözlerimle Jackson'ı izliyordum. Ayağının altındaki tabure çekilmeden hemen önce, "Bu sefer olmamış olabilir ama bir dahaki sefer ülkene geri döneceksin, Roséanne! Kader senin için değişmeyecek!" diye bağırdı.

Tabure kaydı. İp boğazını sıktığında askerler büyük odunlarla döşenmiş ateşi yaktı. Gittikçe büyüyen ateşin arasında kaybolan kalabalığı izledikçe boğazıma düğümlenen sancıyı anlamdıramıyordum. Neden bahsediyordu?

Kader senin için değişmeyecek, derken neyden bahsediyordu? Ayrıca neden ülkeme geri dönecektim?


47.Bölüm

Rahip anlamadığına dair birkaç mırıltı çıkarttığında Leydi Mina, "Anlamana gerek yok." diye homurdandı. "Her neyse sayın rahip, sizce beni bu sebeple yaptıklarıma karşı Tanrı affeder mi?"

Rahip, "Elbette." dedi. "Siz kraliyet için doğrusunu yapıyorsunuz."

Leydi Mina sinsice gülümsedi. Zehrin tıpasını açtı ve rahiple bizim bulunduğumuz kabin arasındaki perdenin olduğu alana zehri dökmeye başladı. Şaşkınlıkla ona bakmaya başladığımda Leydi Mina, perdeden zehir döktüğü yerden uzak durarak elini uzattı.

"Teşekkür ederim, sayın rahip." dediğinde rahip Leydi Mina'nın uzattığı elini tuttu. Leydi Mina elindeki boş zehir şişesini dikkatle yere bıraktı ve perdeyi hışımla yerinden söktü. Artık açık kalan aralıktan rahibi görebiliyorduk.

Rahip şaşkınca bize baktığında Leydi Mina, rahibin elini sertçe tutarak kendine çekti ve az önce zehir döktüğü yere götürdü.

"O hâlde sana yapacaklarım için Tanrı beni affedecek." dedi. "Bu güzel, bir de senin gibi birinin günahıyla uğraşamazdım."

Rahip şaşkınca bize bakarken elini çekmeye çalıştı fakat Leydi Mina izin vermedi. "Az önce bizzat kendinin seçtiği zehri buraya döktüm." dedi. "Elini oraya koymam saniyelerimi bile almaz."

Rahip irkildi. Kendini geriye çekmeye çalıştığında Leydi Mina, "Panzehir bende." dedi. "Benim elimi zehirli yere koysan bile iyileşip kafanı ibretlik olsun diye kazığa geçirmem sadece iki saniyemi alır."

Rahip "S-siz..." dediğinde ben de en az onun kadar dehşete düşmüştüm. "Biz?" dedi ve sinsice sırıttı. "Senin ecelin olacağız."

"Ma-majesteleri... Ben hiçbir şey yapmadım."

"Sen onu benim külahıma anlat." dedi ve göz devirdi. "Jaehyun'un en güvendiği arkadaşı sensin. Jaehyun'a prensleri öldürmek için kim yardım ettiyse ve bu olay hakkında ne biliyorsan ötmen için otuz saniyen var, yoksa arkadaşın gibi geberip gideceksin."

"Ba-bakın ben hiçbir şey bilmiyorum." Leydi Mina onu umursamadı. "Otuz, yirmi dokuz, yirmi sekiz..." Geriye sayım yapmaya başladı. "Beş, dört, üç..." Rahibin elini zehre değdirmek üzereyken rahip bir anda anlatmaya başladı.

"Kim olduğunu ben de bilmiyorum." dedi. "Tanrı şahidim ki kim olduğunu ben de bilmiyorum. Yüzünü görmedim."

Leydi Mina tek kaşını kaldırarak ona baktı. "Yemin ederim, bilmiyorum majesteleri." dedi rahip gözlerinden yaşlar boşalırken. "Köye geldi, Jaehyun'a bu olayı teklif etti."

"Jaehyun sana kim olduğunu söylemedi mi?"

"Söylerse bunu bileceğini ve onu öldüreceğini söyledi. Kim olduğunu sadece Jaehyun ve Jackson biliyordu."

"Kahretsin!" dedi Leydi Mina. "Seni ayağına çağırdığında gitmen gerekiyordu." Bana hitaben konuştuğunda onu onayladım. Jungkook engellemeseydi belki de şimdi kim olduğunu biliyor olacaktık.

Rahip, "Bir şeyi biliyorum." dedi. "Ama lütfen beni öldürmeyin..."

"Söylersen ölmeyeceksin," dedi Leydi Mina.

"Sengalı değildi." diye fısıldadı. "Sengalı değildi..." Gözlerim irileşerek ona baktım. Eğer tüm bunları yapan Sengalı değilse... Conallı mıydı?

Leydi Mina rahibe hafifçe gülümsedi. "Başka bir şey?"

"Fakat sadece o yabancı adam değilmiş." dedi rahip. "Tek kişi değillermiş. Fakat kim olduklarını bilmiyorum."

"Ne biliyorsan düzgünce anlat artık!" Kendime hâkim olamadan sinirle konuştum. Conallı birinin bunu bana, Jungkook'a ve Taehyung'a bir şeyler yapmış olması kanıma dokunmuştu.

"Planları Prens Jungkook'u öldürmekti. Seni," Beni gösterdiğinde şaşkınlıkla ona baktım. "Öldürmemeleri için özellikle o yabancıdan uyarı almışlar."

Leydi Mina tekrardan ona, "Başka bir şey biliyor musun?" diye sordu.

Rahip şiddetle başını iki yana salladı. "Hayır, yemin ederim başka bir şey bilmiyorum. Yemin ederim..."

Leydi Mina kafasıyla onu onayladı. "Güzel," dedi ve ben ne olduğunu anlamadan adamın elini zehre bastırdı. "Bu güzel bir zehir. Sizin Prens Taehyung'u öldürmek için kattığınız zehirden daha hızlı etki ettiği bir gerçek." Rahibin bedeni bir anda geriye düştü. "Etki etti bile."

Ben öylece yerimde kalakaldığımda Leydi Mina bana döndü. "Kural iki, arkadaşını bile satan bir adamı yaşatamazsın."


49.Bölüm

"Rosie..." Lalisa'nın mırıldanmasını duyduğumda durdum. Bileğindeki elimi çekip ona döndüğümde göz yaşlarının ıslattığı yüzünü eğdiğini gördüm.

"Lalisa..." Üzgünce mırıldanıp başını çenesinden tutarak kaldırdım. "Neden ağlıyorsun?"

Lalisa'nın dudakları titredi. "Hayat bazen çok zalim oluyor." diye mırıldandı. "Taehyung ile aram iyiydi. O... ölmeden önce yani... Bana ilk günkü tavrının babasının karşısında ezik duruma düşmemek için olduğunu söyleyip özür dilemişti. Benden ondan gerçekten hoşlanıyordum Rosie ve... O... O da bana karşı boş değildi..." Başını yukarıya kaldırdı ve gözlerinden akan yaşları geri göndermeye çalıştı. Bense ne yapacağımı bilemeden ona bakıyordum. "Fakat bizim kaderimiz her türlü ayrılıkla sona erecekti... Bizden olmazdı zaten. O bir prensti... Bense bir köleydim. Asla olmayacak şeylerin peşinden koşacaktık..."

"Böyle düşünme." diye mırıldandım ellerini tutup sıcak avuçlarımın arasına hapsettiğimde. "Sizin için bu dünya ayrılıkla sona ermiş olabilir fakat cennette buluşacaksınız, Lalisa. Orada uzun, bereketli bir yaşam süreceksiniz."

"Öyle mi düşünüyorsun?" diye mırıldandığında kafamla onu onayladım. "Böyle düşünüyorum."

Lalisa parmaklarıyla yanaklarındaki ıslaklığı sildi. "Onunla buluşacağım." dedi. "Cennette buluşacağım ve onu bir daha asla bırakmayacağım."

Kollarımı ince beline doladığımda o da sarılışıma karşılık verdi. "Asla ayrılmayacaksınız."


49.Bölüm

So Yeun elini acıyan saç tellerine götürdüğünde "Aslında bana sana işkence etmemi söylemişlerdi fakat ben seninle konuşmayı tercih ettim." dedim sert bir sesle. "Bir katil olmana rağmen seninle bu şekilde konuşuyorsam bil ki bu insanlığa saygımdandır. Yoksa şimdi seni gözümü bile kırpmadan öldürürdüm."

"Ben katil değilim..." dedi So Yeun titrek bir sesle. "Ben katil değilim..."

"Sen birinin ölümüne yardımcı oldun!" Sesim istemsizce yükseldiğinde irkildi ve kendini dizlerinin üzerine attı. Yere çöktüğünde "Ben bir şey yapmadım!" diye bağırdı.

"O hâlde neyden bahsettiğimi nasıl biliyorsun?"

Eğik başını kaldırdı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. "Yemin ederim isteyerek yapmadım. Beni... Beni kandırdı."

"Kim?" diye sorduğumda cevap vermedi. "Kim dedim sana?!" Sinirle üzerine ilerlediğimde "Söyleyemem!" dedi. "Söyleyemem! Öldürür beni!"

Yüzüne tiksinircesine baktım. Ki tiksiniyordum da. "Eğer o güzel çeneni istediğim şeyleri söylemek için aralamazsan ben de öldüreceğim seni."

Dişlerimin arasından tısladığım kelimelere karşı "Lütfen..." dedi. "Lütfen affedin beni..."

"Her şeyi anlat!" diye bağırdım. "Anlat artık!" Sabrımın son demlerindeydim. O akşam aklıma geldikçe çıldıracak gibi oluyordum. Yaşadığım o felâket aklıma geliyordu ve ben dönüştüğüm canavarın pençelerinin arasından çıkamıyordum.

"Beni kullandı..." diye mırıldandı. "Jungkook'a olan aşkımı kullandı..."

"Kim?" diye tısladığımda sakin olmaya çalışıyordum. So Yeun'un konuşması lâzımdı. Ondan başka kimse yoktu şu an konuşturabileceğim. "Söyleyemem..."

"Seni öldürürüm!"

Derin bir nefes verdi. Hıçkırarak ağlıyordu. "Ben Taehyung'un öleceğini, oğlunun öleceğini bilmiyordum Rosie..." diye fısıldadı. "Ben sadece intikam istedim. Ama yemin ederim kimseye zarar vermek istemiyordum."

"Kim?" diye tısladım. "Söylesene lanet olası! Kim?!"

So Yeun bakışlarını benden çekti. Bakışlarını zeminde gezdiriyordu fakat o an neye baktığını anlamayacak kadar sinirliydim.

"Sana söylediğimi anlayacaklar." dedi. "O zaman ben olsam bile ardımda bırakanları yaşatırlar mı zannediyorsun? Sen beni öldürebilirsin ama aileme dokunamazsın çünkü geçerli bir sebep söyleyemezsin kraliyete. Söylesen bile Jungkook'un kim olduğunu herkesin öğrenmesi yalnızca saniyeleri alır."

"Kes sesini." Sinirle soluduğumda gülümsedi.

"Bana insan olduğum için merhamet ettin." dedi. "Bunun için sana teşekkür ederim. Yaptıklarım için de özür diliyorum senden, Rosie. Eğer bilseydim engel olmaya çalışırdım, kimsenin canını yakmasına izin vermezdim..."

"Ne saçmalıyorsun sen?"

"Ormana top aramak için gittiğin günü hatırlıyor musun?" diye sorduğunda kaşlarımı çattım. Ne diyordu bu? "O gün karşılaştığın adam, pazara gittiğiniz gün sizi takip eden adam... Bunlar aslında senin onun kim olduğunu anlaman için hep bir ipucuydu."

"Sen... Sen bunları nereden biliyorsun?"

"Bunların hepsini o yaptı, Roséanne. Seni korumak istiyordu."

"Kim? Kim beni koruyor? Kimden koruyor?"

So Yeun cevap vermedi ve ben ne olduğunu anlamadan yerdeki cam kırıklarıdan birini eline aldı. Ona doğru atıldığım zaman ise her şey için çok geçti. So Yeun çoktan cam parçasını bileğine götürmüş ve etine gömülmesine izin vermişti.

Fakat, gitmeden önce bana onu bulmamda yardımcı olacak en önemli şeyi söyledi. "Seni kendi yarattığı yıkımdan korumak istiyordu." dedi. "Çünkü sana âşık."


49.Bölüm

"Sevdiklerimin ölümünü göreceksem hayatta kalmak istemem." dediğimde acıyla gülümsedi. "Bu, senin isteğinle olacak bir şey değil."

"Bana manastırda yaşadığınız olayı anlatmıştınız." dediğimde parmaklarımdaki bakışlarını çekmeden kafasıyla beni onayladı. "Kralın sizi kurtardığını söylemiştiniz... O an düşünemedim fakat sizi kurtaran Min-Seok'tu değil mi? Jungkook'un gerçek babası?"

Bakışlarını parmaklarımdan çekti ve "Evet, oydu." dedi.

"İnsanlar nasıl Jungkook'un varlığından haberdar olmuyor? Ve ben Min-Seok'un hiç evlenmediğini duymuştum..."

Derin bir nefes verdi. Parmaklarımın tamamen kandan arındığını görünce bezi avuçlarının arasına aldı ve "Evlenmemiştik." dedi. "Ben evlenmek istememiştim." Oturduğu yerden kalkıp şömineye doğru ilerlediğinde "Neden?" diye sordum. Sevdiği adamla evlenmeme isteme sebebi neydi? Belki öyle olsaydı her şey farklı olabilirdi. Jungkook şu an kral olabilirdi. Bunca şey hiç yaşanmamış olabilirdi.

"Bir kralla evlenmek cesaret ister." dedi. "Herkesin üstesinden gelebileceği bir statü değildir. Gerçekten her zaman zehirlere ilgim olduğunu falan mı düşündün? Ya da birilerini öldürmekten zevk aldığımı, bu sarayın içerisinde tıkılıp bir metres olarak anılmaktan hoşlandığımı?"

Ben öylece ona bakakaldığımda kafasını iki yana salladı. "Hiçbirini istemedim. Ama yapmak zorunda kaldım. Bir sarayda yaşamak, binlerce düşmana sahip olmak demektir. Kimin ne çıkacağını asla bilemezsin. Kendimi korumak için tüm zehirlerin adlarını ezberledim, birini nasıl öldüreceğimi öğrendim. Fakat bunların hiçbirini kendim için yapmadım." Jungkook için yapmıştı. Onu korumak için yapmıştı.

"Jungkook benim yaptığım ilk hataydı." Derin bir nefes verdi. "Fakat en güzel hatam da buydu."

"Evlenmek istemediniz çünkü zarar görmek istemiyordunuz." dediğimde kafasıyla beni onayladı. "Jungkook doğmadan önce bu saraydan uzakta bir hayat düşlüyorduk Min-Seok ile. Herkesten uzakta bir ev yaptırmıştık. Kuzeyde bir yerde. Çok soğukmuş oralar fakat önemli değildi. Min-Seok tahtı Chin-Hwa'ya devredeceğini söylediğinde çok mutlu olmuştum. Sonunda o düşlediğimiz hayata ulaşacaktık..." dediğinde gözlerinde bir hüzün belirmişti.

"Bana bir anahtar ve pusula vermişti o gün. Gideceğimiz gün. Bunu neden yaptığını hiçbir zaman anlamamıştım çünkü beraber gidecektik, öyle değil mi?" Gözleri doldu. "Öyle olmadı. O, öleceğini biliyordu. Anahtarı ve pusulayı bana verdi çünkü ardından o yıpranacağım saray hayatına girmek zorunda kalacağımı biliyordu."


49.Bölüm

Gidişlerinin üzerinden on - on beş dakika geçtiğine karar verdikten sonra ben de odadan çıktım. Alt kattaki Leydi Mina'nın odasının olduğu koridora geldiğimde Yoongi ile karşılaştım. Hafifçe gülümsediğimde o da bana gülümsedi. "Selam, Rosie."

Ona da merhaba dedikten sonra nasılsın gibi sorulardan sonra Yoongi, "Ben artık gideyim." dedi. Bu katta annesi kalmıyordu. Bu katta yalnızca Leydi Mina ve Jimin'in annesi Park Min-Hee vardı ki Leydi Min-Hee de sarayda değildi. Dün sabah kendi köşküne gitmişti. "Sen kime bakmıştın, oppa?"

"Leydi Min-Hee'ye." dedi. Kaşlarım istemsizce çatıldığında "Jimin'in söylemesi gereken bir şey varmış da..." dediğinde "A-anladım." diye mırıldandım. O da bana zoraki bir tebessümle karşılık verdi ve yanımdan geçip gitti. Yoongi ne haltlar karıştırıyordu? Neden durup dururken yalan söyleme gereksinimi duymuştu?

Hızlı adımlarla Leydi Mina'nın odasına geldiğimde kapıyı çalmadan içeriye girdim. İçerideki üçlü şaşırarak bana baktığında Jungkook, "Az önceki tıkırtıları sen mi çıkarttın? Şaka falan mı yapmaya çalışıyorsun?" diye şaşkınca sordu.

"Önemli bir şey mi konuştunuz?" Nefes nefese sorduğumda Leydi Mina, "Ne oldu?" diye sordu. Arkamdan koridora bir bakış attım ve içeriye girerek kapıyı ardımdan kapattım. "Siz önemli bir şey konuştunuz mu, onu söyleyin?"

"Hayır." dedi Jungkook. "Seni bekliyorduk." Rahatlayarak bir nefes verdim ve hızlı atan kalbime koydum elimi.

"Ne oldu?" Jungkook yanıma gelip koluma dokunduğunda "Yoongi." dedim. Meraklı bakışlar üzerimde toplandığında "Sanırım duyduğunuz tıkırtılar ona aitti."

Taht, kanlı bir kaçış yoludur sevgilim.
Sen ondan kaçarsın fakat o seni kıskacı altına aldığında yaptığı ilk şey tüm sevdiklerini öldürmek olur.

bu özel bölümde size bu zamana kadar kurgunun gidişatında "en" önemli spoileri verdiğim kısımları birleştirdim. bölümleri de üzerine yazdığım için gidip tam olarak okuyabilirsiniz. ben önemli partları içinden almıştım. bazı açığa çıkan olaylar (örn: jungkook'un babasının kim olduğu) bu bölümde yer almadı. boşuna açığa çıkan olaylarla kafanızı karıştırmak istemedim.

umarım şu an tam anlamıyla her şey kafanıza oturmuştur. 49.Bölümün de ne kadar önemli olduğunu fark etmişsinizdir:) finali avuçlarınıza bıraktım o bölümde.

50.bölüm, 49.bölümün sınırı dolunca gelecek ve 50.bölüm, 49'dan bile önemli olacak:) hazır mısınız?

eğer hâlâ 49'a oy vermediyseniz lütfen dönüp bir oy verin. bekleyenler daha fazla yorulmasın:) teşekkürler, çok öptüm hepinizi ♡♡

love you to death, lilah xoxo

Continue Reading

You'll Also Like

196K 9.8K 51
"Haru'm," dedi sonra, nefes boruma güller sıkıştırdı. "Gün'üm, Günler'im." Gömleği gerdanıma değdi, yanağımı göğsüne yasladım. Başını eğip, dudakları...
101K 6.4K 191
Bizim Miraculous WhatsApp'ı mahvetti fakat sıra Facebook'a geldi. Ne halt yiyecekler acaba?
16.3K 1.6K 40
Soğuk bir rüyada kaybolurken geçmişe doğru düşüyorum. Elimi tut sadece ve bana yolu göster. Işığım olmanı istiyorum.
23.8K 2.1K 21
"Diğerleriyle geçen derin konuşmalardansa, seninle garip bir sessizliğin içinde olmayı tercih ederim." ••• Park Chaeyoung, ailesinin kusursuz olması...