killing strangers // taekook

By btsfichange

694 25 115

yazan: taekiken prompt sahibi: kolamonas "Kime güvendiğine dikkat et." More

Duyuru

killing strangers

607 24 115
By btsfichange

İnsanlar için varlığını sürdürmenin fazlasıyla önemli olduğu bir zamanın köleleriydik bizler, bugünün çocukları. Kendimi çocuktan saymam elbette ki yanlış bir tutumdu şu saatten sonra, çünkü yasal anlamda bir çocuk değildim birkaç senedir. Ancak her insan çocuk benliğini taşırdı içinde. Dersi bittiğinde kendini anında bahçeye atan yaşıtlarım da içlerinde gizlerdi çocuk benliklerini. Tıpkı diğer herkes gibi. Tabii benim içimdeki çocuğun çoğununkine benzediği söylenemezdi pek. Bunu kampüsteki kime sorsanız söylerdi size. "Ah şu sürekli kitap okuyan ve yedi yirmi dört suratı asık gezen çocuktan mı bahsediyorsun?" gibi veyahut "Ne zaman bir şey sormaya yanına gitsem kitap okuduğu için beni sürekli tersleyip yanından gönderen Kim Taehyung mu? Ondan nefret ediyorum." gibi cümleler...

Kısacası bulunduğum ortamlarda pek sevildiğim ya da sıcak karşılandığım söylenemezdi. Ama bana pek de fark etmiyordu. Avcumda tutabileceğim ve istediğim zaman sayfalarını aralayabileceğim bir kitabım olduğu sürece hiçbir problemim yoktu. Herkesin söylemlerine katlanabilirdim işte o zaman.

Dersin bitişiyle kitaplarımı ve defterlerimi toparlayarak yavaş hareketlerle derslikten çıkmak için hazırlandım. Çoğu kişi kendini dışarı atabilmek için acele ediyordu, bu yüzden koridorlar kalabalıktı ve dürüst olmak gerekirse o kalabalıkta kaybolmaktansa gereksiz bir insanın benimle boş muhabbet etmeye çabalayışını dinlemeyi yeğlerdim.

Eşyalarımı elime alıp sırt çantamı da sırtıma taktıktan sonra hiçbir zaman yüzümü terk etmeyen ruhsuz ifadeyle bahçeye çıkma kararı aldım. Biraz güneş görürdüm böylece. Hatta çimenlerde oturup biraz bir şeyler okuyabilirdim bile. Başka dersim yoktu sonuçta.

Kapıdan ağır hareketlerle çıkarken birinin koşmakta olduğunu duydum. Arkamdan buraya doğru geliyordu. Lütfen saçma biri olmasın diye içimden dua ederken koşan beden seslendi. "Taehyung! Bekle!" Dudaklarım arasından istemsizce kaçan nefes eşliğinde rahatlamış bir şekilde arkamı döndüm. O olmasına sevinmiştim. Jaehyun koştuğundan dolayı sıklaşan nefesini kontrol etmeye çalışırken önümde duruverdi. "Nasılsın?" diye sordu gözlerinin kaybolmasına sebep olan güzel bir gülümsemeyle. Üzerindeki düz beyaz tişört ve siyah dar pantolonuyla yine her zamanki gibi iyi gözüküyordu.

Doğruyu söylemek gerekirse onu severdim. Jaehyun iyi biriydi. Yani nasıl denilebilir bilmiyorum, tam anlamıyla ihtiyaç duyacağım bir tipleme olmasa da iyi biriydi. Diğerleri gibi saçma laflar etmezdi ardımdan, bazen beni güldürürdü, beni eğlendirmeye ve bir nebze de olsa sosyalleştirmeye çalışırdı. Ve çabası takdire şayandı gerçekten de.

"Dersten çıkmış olduğum ve beynimin biraz yanmış olduğu gerçeğini hesaba katmazsak iyiyim sanırım, sen nasılsın?" Kısık sesle güldü hafifçe. "Ben de iyiyim, teşekkürler. Sana şeyi sormak için peşinden koşuyordum, bizimle basketbol oynamaya gelmek ister misin? Bunun son dersin olduğunu umuyorum." Biz kelimesini kullanışıyla arkasında beliren Park Hyungsik de minik bir tebessümle selam verdi.

Hyungsik hakkındaki düşüncelerim Jaehyun'la alakalı olanlara göre bir nebze daha karmaşıktı. Tam olarak nasıl biri olduğunu anlayamıyordum. Biraz karmaşık biri gibi görünüyordu buradan bakınca. Yine de Jaehyun'un en yakın arkadaşıydı ve onun yüzünü de Jaehyun'u gördüğüm kadar sık görüyordum elbette. Şikayetçi değildim... Yani bana bir zararı dokunmadığı sürece çoğu insanla alakalı düşüncelerim nötr olarak kalırdı. Park Hyungsik ise nötrün bir miktar daha pozitifleşmiş haliydi gözümde.

Jaehyun'un sorusuyla omuz silktim. "Güneş batana kadar biraz oturup kitap okumayı planlıyordum aslında ama sanırım bu da olur. Kitabı başka bir zaman da okuyabilirim." Cevabımla biraz daha neşelenmiş olacak ki tekrardan gülümsedi. "Hadi gidelim o zaman." Ardından üçümüz beraber okula yarım saatlik yürüme mesafesinde olan basketbol sahasına ulaşmak adına yola koyulduk.

Yürüyüşümüz boyunca Jaehyun sürekli olarak bir şeyler anlattı. Güzel şeyler anlatıyordu, komikti, Hyungsik'le ben artık bir süre sonra kahkahalarımıza engel olamaz olmuştuk. Söylediği her kelimeye gülesimiz geliyordu. Beynimizi pelte etmişti resmen çocuk.

"Saçmalık resmen değil mi? Düşünsenize, yirmi iki yaşınıza gelmişsiniz. Birkaç günlüğüne ailenizin yanında kalmaya gidiyorsunuz ve kapı açılır açılmaz karşılaştığınız ilk şey suratınızın ortasına yediğiniz terlik oluyor. Bok gibi bir karşılama merasimi, değil mi? Ama insanın manyak bir küçük kardeşi olunca böyle işte... Tabii sonrasında bir güzel dayak yedi benden, ama orası ayrı mesele." Jaehyun cümlelerini peş peşe sıralarken çoktan sahaya gelmiştik bile.

Şansımıza saha boştu. İçeri girdik ve eşyalarımızı kenara bıraktık. Yere koyuverdiğim çantamın üstüne tişörtümün üzerine giydiğim gömleği de yerleştirdim. Ardından köşede bulduğu her zaman burada olan basketbol topunu yerden aldı Jaehyun. Topu yerde sektirirken bir yandan da yanında olan Hyungsik'e bir şeyler mırıldanıyordu ancak fazla kısık sesliydiler, onları duyamıyordum. Zaten duymamam gereken bir şeyler konuştuklarını anlamak çok da zor değildi. Bu nedenle kafamı onlara bakmayacak şekilde çevirdim ve etrafımda gezdirmeye başladım bakışlarımı.

Ani gelen bir ürpertiyle kollarımı birbirine dolarken kaşlarım çatıldı istemsizce. Serin bir şehirdi burası. Ancak ürperişimin sebebi hiç de serin havadanmış gibi hissetmiyordum. Kaşlarım anlamlandıramadığım hislerimle daha da çatılırken etrafıma daha dikkatli bakınmaya çabaladım. Karşı tarafında bulunduğumuz yolun diğer yanında, iki binanın arasında bir karaltı vardı. Orada biri vardı tanrı aşkına. Tüylerim neler olduğunu kavrayamayışımdan ötürü diken diken olurken beden, saklandığı köşeden geriye kaçarak görüş açımdan kayboldu.

Kendi kendime mırıldanıyordum. "Orada kimse yoktu Taehyung, sen sadece kendini fazla yormaya başladın, bu da zihnini fazlasıyla etkiliyor. Eve gidince iyice bir uyku çekmeye ihtiyacın var." Derin bir nefes alıp kendime gelmeye çabaladım. Bakışlarımı o ikisine geri çevirdiğimde konuşmaları bitmiş olacak ki Jaehyun yavaşça Hyungsik'ten uzaklaştı ve "Hadi bakalım başlayalım!" diye bağırdı ikimize de. Yüzüme yapışmış olan korkmuş ifadeyi gülümseyen bakışlarla değiştirmeye çalışırken zorlanmıştım biraz ancak fark etmemişlerdi. Anlasalar benim gibi bir delinin yanında durmak istemeyeceklerinden emindim.

Jaehyun'un attığı pası karşılarken zihnimi boşaltmaya çabaladım.

Saatler boyunca oynadık. Güneş battı, hava karardı ve biz sırılsıklam terledik ama saatler sürdü oyunumuz.

Son atış olacağını kararlaştırdığımızda top Jaehyun'un elindeydi. Son gösterişli atışını potaya smaç basarak yaptığında gülümsemeden edemedim. Havalıydı. Favori atışı olduğunu söyler dururdu her buraya gelip oynayışımızda. Kendinin farkındaydı kesinlikle. Böyle bir bedene sahip olup da kendinin farkında olmaması imkansızdı elbette. Okuldaki kızların çoğu peşindeydi. Ancak o kimseye pas vermezdi. Sebebinin egosu olmadığı, insanların garip bir şekilde kabullendiği bir gerçekti.

Eşyalarımı bıraktığım köşeye doğru yürürken omzuma dokunan elle arkama döndüm. Jaehyun yüzündeki minik tebessümle bana bakıyordu. "Geldiğin için teşekkür ederim. Gerçekten eğlendim." Gülümsedim. "Ben de öyle. Her neyse şimdi git de üzerine bir şeyler giy, yoksa terli terli hasta olacaksın." Elini ensesine götürüp kaşıdı ve duraksadı bir süreliğine. "Tamam, sanırım bunu cidden yapmam lazım. Yoksa gerçekten de hastalanacağım." Nefes aldı. "Aslında şey... Sana bir şey söyleyecektim... Ya da neyse, boşver. Sonra söylerim. Görüşürüz." dedikten sonra ben daha ne olduğunu bile kavrayamadan gitti.

Yüzümde saçma bir ifadenin hâkim olduğundan emindim ama yine de omuz silkip eşyalarımın yanına gittim. Hyungsik ve Jaehyun kendi eşyalarını sahanın karşı tarafına bırakmışlardı. Ben kapıya yakın olan köşedeydim.

Çantamın üzerine bıraktığım gömleğimi yavaş hareketlerle giyerken aslında acele etmem gerektiğinin farkındaydım ama yorulmuştum. Bendeniz Kim Taehyung, normal zamanda bile bu kadar hareket etmezdim. Gömleğin kollarını geçirdiğimde arkama baktım onların da toparlanıp toparlanmadıklarını görmek için. Ancak görebildiğim tek şey Hyungsik'in sırtıydı, Jaehyun onun arkasında olmalıydı ancak onu göremiyordum. Birtakım sesler duymamla dinlemeye karar verdim, nasıl olsa beni göremezlerdi.

"Yine mi olmadı? Tanrı aşkına Jaehyun, yine mi açılamadın? Bu böyle devam ederse bana onu yemekten başka çare bırakmayacaksın gibi gözüküyor." Hyungsik ne zırvalıyordu öyle?

"Çeneni kapatır mısın artık, onu kırmak istemiyorum, yanlış anlaşılmak istemiyorum. Bunu anlamak neden bu kadar zor Hyungsik? Ayrıca seni yanımda onu yemek olarak görmen için getirmedim, tamam mı? Sadece iki kişi değil de biraz daha kalabalık olursak daha iyi hisseder belki diyerek bunu yaptım. Bu sana onu yeme hakkı falan tanımıyor. Bunu kafana sok artık."

Yerden ses çıkarmamaya çabalayarak aldığım çantamla geri geri adımlamaya başlarken neler olduğunu anlamakta zaten zorlanan beynim iyice durmuş gibi hissediyordum.

"Şu kokuya baksana... Her yere sinmiş... Bu kokuya karşı dayanabileceğini sana düşündüren şey ne Jaehyun? Eninde sonunda onu yemek isteyeceksin, ya da kim bilir, belki de eninde sonunda demene kalmadan seni reddedecek, hm? Hem... Onu yemenin sana onunla sevgili olmaktan daha çok şey kazandıracağını biliyorsun. Onu yerken zevk almak varken neden sikmek isteyesin ki?" Jaehyun'un cevap vermesine kalmadan birdenbire arkasını dönüverdi Park Hyungsik. Ben ise kapıdan çıkmayı geçtim kapıya yanaşamamıştım bile. Başını kaldırdığında kesişen gözlerimizle dudaklarım arasından ufak bir çığlık koparken geri geri giden adımlarım hızlandı.

Gözleri... Gözleri böyle olmamalıydı... Tanrı aşkına bu bölgede onlardan hiç olmaması gerekiyordu. Güvenli bölgede yaşıyorduk biz. Burada ghoul olmamalıydı. Siyahların içinde parlayan kırmızı irisler barındıran gözleri, yüzüne yerleşen korkunç sırıtışla kısılırken seslendi. "Çoktan gittiğini düşünmüştüm ama sanırım gitmemiş oluşun daha çok işimize yarar, değil mi Jaehyun?"

Bana doğru yürüyordu. Buraya geliyordu. "Taehyung, git buradan çabuk!" diye bağıran Jaehyun, Hyungsik'i kolundan yakalayıp geriye çekti ancak belli ki yeteri kadar güçlü değildi. Hyungsik onu tuttuğu gibi sahanın tellerine doğru savurdu.

Ben nasıl bir saçmalığın içine düşmüştüm böyle?

Derin bir nefes alarak kapıya doğru koşmaya başladım. Ancak benim hızım bir ghoul'la yarışamazdı. Ben onlar gibi bir yaratık değildim. Onlar kadar hızlı koşamaz, kaçamazdım.

Koşuyordum... Fakat birden... Öylece kalakaldım. Sırtımdan ciğerlerime girip bütün bedenimi paramparça ettiğini hissettiğim korkunç acıyla nefes alamadım, öylece kalakaldım. Boğazımda takılıp kalan nefesimle sırtımdan giren o şeyin beni havaya kaldırdığını hissettim. Havada döndürdü o şey beni sonra ve Hyungsik'in yüzündeki o deli ifadeyle göz göze geldim. Kendime gelmeye, gözlerimi açık tutmaya çabalarken Hyungsik'in sırtından çıkan o şeylerden biri daha saplandı bedenime. Ve ben kocaman bir çığlık bıraktım dudaklarım arasından.

Kapanmak üzere olan göz kapaklarımın arasından süzülen yaşlar, nefes almaya çabalayan ciğerlerim ve vücudumdan süzülen kanlar ile öylece havada asılı kaldım. "Ne kadar güzel koktuğundan haberin bile yok Kim." Derin bir nefes aldı biraz önce sarf ettiği cümleyi kanıtlamak istercesine.

Kenarda kendine gelmeye çabalayan diğer beden, yani Jaehyun, ayağa kalkmayı başarabildiğinde neredeyse benim için çok geçti. Hyungsik beni nasıl yiyeceğiyle alakalı bir şeyler zırvalayıp dururken benim gözlerim sadece ama sadece Jaehyun'daydı. Tıpkı beni öldürmeye çalışan şu psikopat gibi onun gözleri de korkunçtu. O da bir ghoul'dü.

Ölümümü kabullenme vaktim gelmişti belli ki. Nasıl olmuştu da bu hale gelebilmiştim sahi? Ne yapmıştım ki? Suçum neydi? Beni basketbol oynamak için çağırdıklarını söyleyen iki arkadaşım sandığım insanı dinlemek miydi bütün hatam?

Gözlerimden süzülen damlalar hızlanırken kanım da yerlere dökülmeye devam ediyordu, artık kafamı kaldıracak halim bile yoktu ancak hala çabalıyordum. Dudaklarım arasından can çekişircesine bir hıçkırık kaçıverdiğinde o an beni havada tutan vücuduma saplı uzun iki şey titreyiverdi. Ve sonra birdenbire o iki uzuv da vücudumdan ayrıldı. Yaklaşık iki buçuk metrelik yükseklikten yere düştüğümde ise hiçbir şey düşünemeyecek kadar kötü haldeydim.

O ikisi ise kavga ediyorlardı, birbirlerinin üstüne saldırış sesleri kulaklarımı doldururken uzaktan bir ışık görür gibi oldu gözlerim. Yaklaşıyordu... Bir araba... Ezilecektim, benim üzerime doğru geliyordu.

"Taehyung!" diye bir bağırış işittim. Yakındaydı biliyordum ancak algılayamadım neler olduğunu. Jaehyun olduğunu düşündüğüm beden beni arabanın önünden itti ani bir hareketle. Hala yerde yatıyordum, sadece biraz daha ileriye sürüklenmiştim.

Ardından gelen gürültü ile kapanmak üzere olan gözlerim son kez açıldı.

Araba basketbol sahasının tellerini aşmıştı... Arabanın altında bir beden vardı... Jaehyun... O olduğunu sadece kenardan gördüğüm tek gözü ile algılarken bedenim kendini iyice bıraktı. En son duyduğum şey "Sadece seni sevmek istedim, özür dilerim." olmuştu. Sonrası ikimiz için de kocaman bir karanlıktı.

***

"Burada böyle bir olaya ilk defa rastlıyorum. Tanrım sen bizi koru."

"Burası güvenli bölge olmalıydı..."

"Organları... Resmen mahvolmuş."

"Nakil..."

Arada sırada kulaklarıma bir şekilde de olsa ilişen cümlelerdi bunlar. Duymamalıydım. Ben ölmüştüm. O kadar kan kaybından sağ çıkmam imkansızdı. O saldırıdan kurtulmam imkansızdı.

Kırpışarak açılmak için çabalayan gözlerimin ilk gördüğü şey beyazdı. Sadece beyaz...

Bitik hissederim diye düşünmüştüm. Bütün bu olanlardan sonra eğer olur da kurtulursam vücudum bile bir daha kendine gelemez diye düşünmüştüm. Ancak görünen o ki fazlasıyla sağlamdım. Ne yapıp ne ettilerse beni bir şekilde kurtarmayı başarmışlardı. Sadece yorgun ve halsiz hissediyordum o kadar.

"Taehyung-ah, uyanmışsın!" Etrafıma bakınıp hastanede olduğumu henüz algılamışken içerisinde bulunduğum odayı dolduran neşeli ses ile irkildi bedenim. "Çok büyük bir saldırı atlatmışsın. Seni kurtarmaları çok zor olacaktı ancak Kim Namjoon gibi bir doktora sahip olduğumuz için çok şanslıyız. Her şeyi kolayca halletti." Kelimeleri kulaklarımdan içeri giriyordu ancak bir tepki veremiyordum. "Her neyse, seni daha çok yormamalıyım. İyice dinlen lütfen. Bir sonraki uyanışında sana yemek getireceğim. Enerji toplamalısın."

Ardından gözlerim kapandı işte. Tekrar tekrar aynı sahneleri rüyalarımda dahi görürken böyle bir şeyin nasıl benim başıma gelmiş olabileceğini sorgulamaktaydım hala. Çok saçmaydı. Tanrı aşkına, her şey çok saçmaydı.

Bir sonraki uyanışımda hemşire tam da söylediği gibi bana yemekler getirmişti. Basit hastane yemekleriydi bunlar elbette, ancak o kadar açtım ki ne getirmiş olabileceği umurumda bile değildi.

Bir kaşık alıp ağzıma götürdüm yavaş hareketlerle. Fakat yemek yemeyi hedeflerken vücudumdan almayı beklediğim tepki bu değildi. Midemin bulandığını hissettim ve ağzımdaki yemeği yutmayı bile başaramadan önümdeki yemek dolu tepsinin köşesine tükürdüm.

Günler boyu bana ne getirirlerse getirsinler hiçbir şeyi ağzıma bile süremedim. Geçici bir rahatsızlığım vardır herhalde diye düşünerek günlerimi geçirdim. Travma sonrası yeme bozukluğu da gayet olası bir sebepmiş gibi gelmişti o an. Geçer diye ümit ederek hastaneden taburcu olduğumda günlerdir ağzıma tek lokma sürmememe rağmen yine de hayattaydım. Hala hareket edebilecek enerji bulabiliyordum vücudumda. Bu gerçekten de etkileyici bir durumdu.

Çok büyük olmayan bir öğrenci evinde yaşıyordum ben. Ailemin zamanında yatırım amaçlı aldıkları bu minik daire bir süredir benimdi. Bir ev arkadaşım da vardı. Pek yakın değildik ve o da zaten eve pek gelmezdi ancak aynı çatı altında bazen bile olsa bulunuyor oluşumuz bir şekilde bizi yakın iki insan yapıyordu. Sevgilisinden ayrılıp kafayı çekmiş bir şekilde eve geldiğinde onu yatıştırmayla uğraşan bendim nasıl olsa. Gerekirse kusmuğunu da temizlerdim, ki onu da çok sık yapmak zorunda bırakılmıştım maalesef.

Hastaneden çıkmam yaklaşık bir hafta sürmüştü. Dürüst olmak gerekirse hastanede gözümü açtığım andan beri iyi hissediyordum ben... Yine de doktorlar her şeyin yolunda olduğundan emin olmak istemişlerdi.

Aradan geçen koca bir haftanın ardından eve dönmek garip bir şekilde rahatlatıcıydı. Hele bir de sessizse...

Sessizdi çünkü ev arkadaşım olan Park Jimin, bana geçenlerde ailesinin yanına bir haftalığına ziyarete gideceğiyle alakalı bir şeyler söylemişti. Yani bu hafta boyunca evde tektim. Gülümsemeden edemedim. Kendimi oturma odasındaki koltuklardan birine atarken rahatlama hissine eşlik eden endişelerimi dindirmeye çabalıyordum bir taraftan da.

Jaehyun... Başka şeyler düşünmeye çabalamak bile gözümün önünde beliren arabanın altında kalış anını engelleyemiyordu. Ölmüştü... Okuldaki "arkadaşım" diye hitap edebileceğim tek kişiydi belki ama onu da kaybetmiştim. Artık okulda kimse beni güldürmeye çabalamayacaktı. Şimdi benden başka kimse beni başka insanların düşüncelerini kafaya takmamam konusunda telkin etmeyecekti.

O an aniden kafamda çakan şimşeklerle birlikte irkilerek koltuktan doğruldum.

Hyungsik...

Jaehyun ölmüştü fakat o... Ona ne olduğunu bilmiyordum. Kaçmış gitmiş olmalıydı. Hala dışarıda bir yerde olmalıydı. İçimi saran ani ürpertiyle başımı iki yana sallayarak ayağa kalkıp mutfağa gittim.

Artık bir şeyler yemeliydim. "Tamam... Sakin ol, bu yaşananlardan sonra kendini bir kez daha riske atıp seni yeniden bulacak değil ya?" Derin bir nefes alarak buzdolabını açtım.

Dolabın içerisinde bulduğum çikolata paketine kaydı önce gözlerim. Kendime yemek hazırlamadan önce bir iki parça çikolata yesem bir şey olmazdı herhalde diye düşünerek paketi aldım. Tezgâha koyarak parçaladığımda minik kareler şeklinde böldüğüm çikolatanın birini ağzıma attım.

Ancak tadı o kadar iğrenç gelmişti ki birdenbire, dilime değer değmez öğürerek ağzımda daha erimeye bile başlamamış olan çikolatayı lavaboya tükürdüm. Belki de bozulmuştur, diye geçirdim içimden. Çünkü yeme yetimin geri geldiğine inanmak istiyordum artık. Bir sorunum olmadığına, yaşadıklarımın hepsine rağmen iyi olduğuma inanmak istiyordum.

Bozuk olduğunu düşündüğüm çikolata paketini tamamen çöpe attıktan sonra bir kez daha buzdolabını aralama kararı aldım. Ancak bu seferki hedefim gerçek anlamda bir yemek yapmaktı.

Başıma gelen şu olayları yaşamadan önce, evde geçirdiğim son günde orada olmadığından emin olduğum bir paket vardı rafların ön kısmında. Et vardı içerisinde. Ev arkadaşım bazen böyle şeyler yapmayı severdi. Evde pişirebileceğimiz başka şeyler olsa da bazen kafasına eserdi ve "Hadi bugün et yiyelim." diyerek alışveriş yapardı.

Onsuz yiyecek olmanın üzüntüsünü hissederken omuz silktim ve aç olduğum gerçeğini kendi kendime bir kez daha kabullendirdim.

Eti güzelce kesip pişirdikten sonra tabağa koyarak yemeye başladım.

Tadı gerçekten de güzeldi. Uzun zaman sonra yemek yiyebilmek... Gerçekten de müthiş hissettiriyordu. Elimdeki çatalı batıra batıra önümdeki eti fazlasıyla kısa sürede bitirişimin ardından tabağımı yıkadım. Sonrasında çöpe atmayı unuttuğum et paketini elime aldım.

Çöpe atacaktım elbette. Ancak paketin altında hissettiğim orada olmaması gereken kâğıdın pürüzlü hissi kaşlarımın çatılmasına sebep olurken hafif kan lekeleri olan paketi ters çevirdim.

Kâğıdın üzerindeki kelimelerde gezinen gözlerim gördükleriyle ne yapacağını şaşırmıştı.

"Acıkmışsındır diye düşündüm, aramıza hoş geldin ;) -P.H.S."

Baş harfleri... Buraya girmiş olamazdı, değil mi? Ben hastanedeyken evime girmiş olamazdı, değil mi? Elimdeki paket yere düşüverirken ben de kendimi yerde bulmuştum. Tutmayan bacaklarım kendini yere bıraktığında tezgahın bir köşesine çökmüştüm. Tam anlamıyla rezil ve sefil bir haldeydim.

Hem aramıza hoş geldin derken neyi kast ediyordu bu? Ben... Ben onlardan biri değildim, tanrı aşkına... Ben bir insandım. Nasıl onlardan biri olabilirdim ki?

Zihnime doluşmaya başlayan cümleler vardı. Derslerde, haberlerde, sokaklarda dinlediğim cümleler...

"Buralarda hiç ghoul vakası yaşanmamış oluşu gerçekten de inanılmaz."

"Kore genelinde güvenli bölge ilan edilen bu şehir..."

"Ghouller bizden farklıdır. Sistemleri farklı çalışır. İnsan etinden başka bir şey tüketemezler..."

"Dil yapıları farklıdır... Bizim yediklerimizden iğrenirler..."

Gözlerimden akmaya başlayan yaşlar ve boğazıma dizilen hıçkırıklarım beni nefes alamamaya iterken delilercesine titriyordum. Ellerim zihnimden gelen sesleri engellemeye çalışır gibi kulaklarımın üzerine kapanmış haldeydi.

Bu imkansızdı. Ben onlardan biri olamazdım. Onlardan biri gibi sonradan olamazdınız. Durduk durmadık yere insan yerseniz bu ghoul olduğunuz anlamına gelmezdi. Ve ben insan eti yememiştim. Ancak... Ancak normalde bayıla bayıla yediğim hiçbir şeyi ağzıma dahi süremiyordum.

Bu... Beni bir ghoul yapar mıydı? Başka ne belirtiler olabilirdi diye düşünürken aklıma aniden gelen düşünceyle banyoya doğru koştum. Aynaya bakmaktan korkuyordum ancak kendimi zorladım.

Gözlerimin biri siyahtı ve göz bebeğim kırmızı olmuştu. Onlardan farklı olarak benim tek gözüm hala eskisi gibiydi. Bu görüntü birdenbire aklıma Hyungsik'in yüzündeki o korkunç gülüşü ve ürpertici gözlerini getirirken lavabonun kenarında bulduğum sabunluğu aynaya fırlattım ani bir kararla. Boğazım parçalanırcasına bağırdım. Bir taraftan da ağlıyor ve titriyordum.

Bu imkansızdı... Bu imkansızdı... Hele bunun insanların gözüne çarpmaktan her daim kaçan benim başıma gelmiş olması daha da saçmaydı. Hıçkırıklarım eşliğinde kendimi zemine bırakırken az önce yediğim etin ne olduğu zihnimdeki sesler tarafından işkenceye maruz bırakılıyormuşum gibi hatırlatılıp duruyordu bana.

Ben insan eti yemiştim...

***

Evden dışarı fırlayışımın ardından sokakta geçirdiğim kim bilir kaçıncı saatteydim... Üzerimde hastaneden çıktıktan sonra eve gidince bile değiştirme ihtiyacı hissetmediğim kıyafetlerim vardı hala. Siyah kot pantolonum, uyduruk soluk yeşil bir tişört ve aceleyle üzerime geçiriverdiğim siyah kapüşonlum.

Neden aniden o evden çıkma ihtiyacı hissetmiştim bilmiyordum ancak nereye kafamı çevirirsem çevireyim Hyungsik hemen orada belirecekmiş gibi bir his vardı içimde. Sadece paranoya yaptığımı düşünmek istiyordum ama o şerefsizin evladı lanet olasıca evime kadar girmişti. Delirmemem imkansızdı resmen.

Şehrin sokak lambalarıyla aydınlatılan loş ara sokaklarında geziniyordum. İnsanlardan uzak durmaktı amacım. Vücudumun bu evrilmiş haliyle neye sebep olabileceğimden emin değildim bile. Birilerinden uzak durmak kesinlikle ama kesinlikle bu şartlar altında yapabileceğim en iyi şeydi.

Ghoul'ler hakkında bildiğim her şey haberlerde gördüğüm farklı şehirlerde yaşanan vakalarla alakalıydı. Bilmem kaç kişiyi tek seferde katlederek ortadan kaybolan bir ghoul'den bahsediliyordu mesela bir haberde. Korkunçlardı...

Tek kelimeyle korkunçlardı...

Ve ben de artık onlardan biriydim.

Sokakta ilerlemeye başladıkça birilerinin yolun ilerisinde ayakta dikildiğini fark ettim. İki adamdı bunlar. Bana dönüklerdi, bana bakıyor olduklarından adım gibi emindim fakat yüzlerini görmüyordum işte. Arkamı dönüp o sokaktan uzaklaşmayı düşündüm o an ama bu belki daha kötü şeylere sebep olur diye ilerlemeye devam ettim. Başıma geçirdiğim kapüşon yüzümü tamamen gölgede bırakıyordu. Gözlerimi görmediklerini umdum.

"Hey sen," diye seslendi adamlardan biri kalın sesiyle. Benden hala metrelerce uzaktaydılar. Olduğum yerde durdum. Adam başını sol omzuna doğru ürkütücü bir şekilde eğerken konuştu. "Buralarda işin olmamalı küçük..." Lafını tamamlamadan önce duraksadı birden. Derin bir nefes aldı. Havayı kokladı. "Nesin sen, çocuk?"

Öteki adam ona dönerek gülerken konuştu. "Ne olduğu neden umurunda? Güzel kokuyor, yiyelim gitsin işte? Ghoul ya da değil, sikimde bile değil ne olduğu. Ben sadece açım."

Adımlarım ben daha farkında bile değilken geri geri gitmeye başlamıştı. Adam bakışlarını bana bir kez daha çevirdiğinde bu defa az önceki gibi bakmıyordu. Arkama bakıyordu. Arkamda bir şey olmalıydı... Tanrı aşkına yine neye bulaşmıştım ben?

Adımlarımı durduramıyordum, geri geri gitmeye devam ediyordum ki bedenim bir "şey"e çarptı tam da beklediğim gibi... Gözlerim o anki korkumla birlikte kapanırken yüzüm buruştu. Bu kez buradan sağ kurtulamayacaktım muhtemelen. İnançlı biri pek sayılmazdım ama belki de artık dua etmeye başlamamın zamanı gelmişti.

Çarptığım "şey" -belki de artık bir insan olduğundan emin olabilirdim- ellerini omzuma yerleştirerek sakince tuttu omuzlarımı. Ürkütücü hissettirmemişti. Hislerime böyle bir yerde nasıl güvenebilirdim ya da güvenebilir miydim bilmiyordum ama umurumda bile değildi.

Arkamdaki bedenin nefesi enseme vurunca tüylerim diken diken oldu. Verdiği nefesin ardından koklar gibi derin bir nefes aldı. Alaycı bir kıkırtı duyar gibi oldum. "Kim olduğunu bilmiyorum ama kenara çekil ki onları halledebileyim." diye kulağıma doğru fısıldadığında ise gerçek anlamda ürpermiştim.

Tam anlamıyla bir kuklaya dönüşmüşçesine yolundan çekilirken omuzlarımdaki ellerini indirdi.

"Buralarda işiniz olmadığını biliyor olmanız gerekirdi. İlla her seferinde gelip sizi kendi bölgemden kovmam mı gerekiyor? Neden bu kadar inatçılık yapıyorsunuz bu bölge konusunda bilmiyorum ama inanın bana eğer bu böyle devam ederse koltuğunuzun altında kafalarınızı taşıyarak buradan gideceksiniz."

"Ah hadi ama velet... Senden korkan o aptallardan değiliz biz. O kadar kolay kapı dışarı edebileceğin kimse olduğunu bile sanmıyorum burada." Bana laf atan ilk adama göre daha sıska olan konuştu.

Çarptığım yabancı başını yana çevirip sinirli bir kahkaha salıverdi sokak lambalarının aydınlattığı sokağa doğru. Her yerde yankılandı sesi. Başı hafifçe yana eğilirken gerçek anlamda öfkelendiğini bu karanlığa rağmen algılayabiliyordum.

Birden kürek kemiklerinin arasında beliriveren kanat benzeri bir şeyle birlikte o adamlara doğru koşmaya başladı. Diğer ikisi de yüzlerindeki gülüşlerini korumaya çabalarken ona doğru koştular. Karşıdaki iki adama göre kat be kat daha genç gözüken siyah ceketliye takılmıştı gözlerim. Bir ghoul'dü elbette...

Birkaç defa yere devirdiği diğer iki adamı da boğazlarına sapladığı kanat benzeri uzvundan çıkan sivri uçlu şeylerle kesin bir şekilde öldürürken irileşmiş gözlerimle olanları izlemekteydim. Bedenlerinden oluk oluk fışkıran kanın sesini duyabiliyordum. Titredim. "Bir daha gelmezsiniz artık, korkak olmayan korkaklar." diye mırıldanışının ardından ikisine de sert birer tekme savurduktan sonra bana doğru döndü bedeni.

Artık sırtındaki şey yoktu. Ve ona vuran sokak lambasından ötürü gözlerini de yüzünü de seçebiliyordum. Bir yerlerde görmüşüm gibi hissettiren bir yüzü vardı ancak bu geri geri adımlar atmama engel değildi elbette. O bana yaklaştıkça geri gidiyordum titreyen bedenimle birlikte.

Siyahlı kırmızılı gözleri benimkilere kilitlenmiş bir şekilde beni takip etmekteyken gözümden istemsizce bir damla süzüldü. Korkudandı...

Başı hafifçe yana eğilirken fazlasıyla yakınımda olduğu gerçeği vücudumu çoktan saran o korku hissini daha da tetikledi ancak kaçma yetimi kaybetmiştim. Yanımdan geçip gidecekmiş gibi kenara doğru geçti. Tam yanımda duraksadı sonrasında. Neden durdu diye aklımdan geçirmekteyken kendi kendine mırıldandı. "Salak korkağın tekiyle uğraşamam. Yani iyi uykular dostum."

Ardından başımın sol tarafına sertçe inen dirseği hissettim. Gözlerimin kararışıyla yeri sertçe boylarım sanıyordum ancak bilincim kapanmak üzereyken bile o kadar sert düşmediğime yemin edebilirdim. Sonrasıysa yoktu zaten.

***

Gözlerimi başımda hissettiğim ağrıyla açmıştım. Tam anlamıyla korkunçtu. Zonklayıp duran başım hem içten bir ağrıyla hem de başımın solundaki ağrıyla sızım sızım sızlıyordu. Buruşmuş yüzümle yattığım yerden doğruldum ancak gözlerim kapalı sayılabilecek kadar kısıktı, etrafıma bile bakmamıştım.

Ağrıyı görmezden gelmeyi başarabilip gözlerimi aralayabildiğimde kafama dank eden şey dün yediğim dirsek değil de bulunduğum yerin bana fazlasıyla yabancı olması olmuştu. Bakışlarımı şüpheli bir durum içerisinde olma olasılığımı da değerlendirerek etrafta gezdirdim.

Oturma odası gibi bir yerdeydim. Koltukta yatıyordum, üzerimde çok kalın olmayan kırmızı bir battaniye örtülüydü. Oturma odası gibi olan bu odanın kapılarından biri kenardan görebildiğim kadarıyla mutfağa açılıyordu.

Mutfaktan gelen tıkırtı sesleriyle yerimden sıçradım istemsizce. Neyle karşılaşabileceğimi bilmiyordum, kimin evinde olduğumu bile bilmiyordum tanrı aşkına! Koltuktan kalktım sakin hareketlerle. Ancak elindeki kahve kupasıyla birlikte odaya giren beden olduğum yerde kalakalmama sebep oldu.

"Uyanmışsın sonunda, bu kadar uykucu olabileceğin aklıma gelse seni evime almazdım."

Elindeki kupadan bir yudum alırken gözlerimin içine bakıyordu. "Kimse senden beni evine almanı istemedi. Teşekkür ederim ama şimdi gidiyorum." Tam ona arkamı dönmüşken bir kez daha konuştu. "Neyin acelesi bu ya? Kim olduğumu bilmiyorsun, kendinin ne olduğunu bile bilmiyorsun... Bu halde dışarıda sağ kalman imkânsız, umuyorum ki en azından bunu biliyorsundur. Bir güne kalmaz birilerinin yemi olacağına bahse girebilirim."

Öfkeyle içime çektiğim derin nefesin ardından dönüp yüzüne baktım. "Tamam, kabul... Hiçbir bok bilmiyorum. Ne olduğumu da bilmiyorum, senin kim olduğunu da bilmiyorum, ne yapacağımı da bilmiyorum... Hayatım birdenbire boka döndü resmen ve ben hiçbir şey bilmiyorum tamam mı?"

Kaşları kelimelerimle havalansa da istifini hiç bozmadan beni izlemeye devam ediyordu. Ben karşısında öylece bağırıp duruyordum ama işte onun yaptığı sadece dinlemekti. Belli ki benim ihtiyacım olan da sadece buydu. "Abimi kaybettiğimde ben de böyle hissetmiştim." diye mırıldandığında duraksadım. Konumuzla pek alakası olmayan yeni bir konu ortaya atmış olsa da üstelemedim.

O an gözlerim elleri arasında tuttuğu kıyafetlerine zıt bir şekilde beyaz olan kupaya takıldı. "O şey de ne? Kan mı içiyorsun yoksa?"

Başını aşağı eğip kısık bir sesle güldüğünde yüzünü izliyordum. Gamzeleri vardı. "Gerçekten de hiçbir şey bilmiyorsun, değil mi?" dedi gülüşünün arasından. "Kahve... Kahve içiyorum, kan değil. Sana da yapalım, benimle gel hadi."

Önümden az önce çıktığı mutfağa doğru yürürken onu anca inceleyebiliyordum doğru düzgün. Kaslı bir yapıya sahip olmasına rağmen bu insanın gözünü kanatacak dereceden değildi. Sırtını izlerken mutfağa girdik.

"Pekâlâ, sana neler olduğunu bana anlat ki sana nasıl yardım edebileceğimi bileyim, hm, ne dersin?" Bana soru sorarken tezgâha yanaşıp bir taraftan kahve için hazırlık yapmaya başlamıştı.

Ona ne kadar güvenebilirdim bilmiyordum ancak başıma en kötü ne gelebilir ki diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum da. "Anlatacağım, ama önce adını bilmek istiyorum."

Kahve kavanozundan çıkan kahve dolu kaşığı elinde tutarken duraksadı ve bana döndü. Birkaç saniye gözlerimde gezindi bakışları. Kocaman gözleri vardı. Ve itiraf etmem gerekirse gerçekten de güzellerdi...

"Adım Jeon Jungkook."

Soyadı gözlerimin aniden irileşmesine sebep olurken ayakta duramayacakmışım gibi hissettim birden. Ellerimle tezgâhtan destek almaya çabalarken nefesimi kontrol etmek için uğraştım. "Jeon Jaehyun'la bir akrabalığın var mıydı?" diye mırıldandım zar zor çıkan sesimle.

Yüzünde buruk bir gülümseme yer edinirken kahveyle uğraşmaya geri döndü. "Evet, vardı. Abimdi, ama artık değil. Neden sordun?"

Nefesim boğazımda takılıp kalırken ona söylemeli miyim diye merak ettim. Ancak vazgeçtim. "Aynı okula gidiyorduk, kendisini severdim." kelimeleri döküldü dudaklarımdan itiraf yerine. Ardından başımdan geçen olayları teker teker anlattım ona. Jaehyun'un ismini vermedim ancak Hyungsik'ten bahsetmeden edemezdim. Anlattığım her bir olayla beni daha da dikkatli dinlemeye başlıyor gibi gözüküyordu. Bu beni konuşmaya daha da teşvik ederken elime tutuşturduğu kahve kupasıyla beni oturma odasına ilerletti Jeon Jungkook.

Anlatmayı bitirdiğimde "Türümle, artık senin de türün olan ghoullarla ilgili ne biliyorsam anlatacağım sana. Ne bilmen gerekiyorsa öğreteceğim, bunu ister misin?" Başımı salladım olur dercesine ancak içimden bir ses de bir şeylerin ters olduğunu söyleyip duruyordu bana. "Peki neden bana yardım edesin? Kendi türünden olup olmamasına bile aldırış etmeden öldüren bu kadar tip varken burada, sen neden bana yardım edesin?"

Elindeki kupaya doğru eğdi başını. Buruk bir gülümseme yüzünde yer edinirken konuştu. "Bunu merak etmekte kesinlikle haklısın, ne diyebilirim ki?" Kafasını birden kaldırıp bakışlarını benimkilere kilitleyince ne yapacağımı şaşırıp kalakaldım öylece. "Tek yapmaya çalıştığım... Kaybettiğim abimin yardım etmemi isteyeceği bir arkadaşına yardım etmek. O kadar. Onunla çok sık görüşemiyorduk aynı şehirde olmamıza rağmen. Çünkü o insanlarla çok fazla haşır neşirdi. Ben ne zaman onunla gitmeyi istesem bana asla izin vermezdi. Ama haklıydı. Kendimi insanlar yanında kontrol etmede ufak tefek sıkıntılara sahibim. Öfke problemleri de dahil... Ama hiçbir zaman dert etmezdim. Abim benim için değerliydi, önemliydi. Şimdi de iyi anlaştığı birine yardım edebilme şansım varken bunu neden ters tepeyim ki? O benden tam anlamıyla bunu, yani sana yardım etmemi isterdi."

İstemsizce gülümsedim.

Ardından sık sık onun yanına uğramaya başladım günler geçtikçe. Bana et yemem gerektiğini sürekli hatırlatıyor oluşuna rağmen ben inatla onu dinlemeyerek karnımı doyurmak için ghoulların tüketebildiği diğer bir şey olan kahve tüketiyordum. Açlık çekmiyor olduğum zamanlarda okulda ya da insanların arasında herhangi bir yerde ürkütücü tek gözümle ya da et yeme isteğimle alakalı hiçbir problemim olmadığını fark edişim benim için mükemmel ötesi bir aydınlanmaydı.

Okuldaki derslerimin bittiği yorucu bir günün ardından evime gidecektim. Biraz dinlenecektim, sonra yüksek ihtimalle yine Jungkook'un yanına giderdim işte.

Garip bir şekilde kısa sürede fazlasıyla iyi anlaşır olmuştuk. Bu beni bir açıdan korkutuyor olsa da iyi hissettirdiğini inkâr etmem imkansızdı. Jeon Jungkook abisinden daha ürkütücü bir dış görünüşe sahip olmasına rağmen yine de onun kadar yardımsever ve anlayışlıydı.

Sırtımdaki çantamla birlikte kapıdan çıkmış ilerliyordum ki arkamdan yürüyen iki kızın konuşmasını duydum. Kısık sesle fısıldaştıklarını düşünüyor olmalılardı ancak öyle olmadığı ortadaydı. "Şu şapkalı adam Kim Taehyung'u mu takip ediyor yoksa bana mı öyle geliyor?" Arkamı dönerek konuşanlara bakma isteğim fazlasıyla yoğun olmasına rağmen yavaş şekilde yürümeye devam ettim sanki onları hiç duymuyormuşum gibi. Adam neredeydi bilmiyordum ancak kızların tam arkamda olduğunun farkındaydım. Eğer gerçekten de bahsettikleri gibi bir durum varsa onları da riske atardım ani bir tepkimde.

Diğer kız da cevapladı. "Umalım ki öyle olmasın. Çocuk daha yaşadığı şeyi atlatamadan bir olayı daha kaldıramaz. Zaten hastaneden çıkalı kaç hafta oldu ki?"

Dakikalar boyunca öyle yürüdük. Ben öndeydim, onlar benden dört beş metre gerideydi. Bahsettikleri adamla alakalı başka hiçbir şey söylememişlerdi. Keşke söyleselerdi. Sonra ardımdan gelen adım seslerinin kesildiğini fark ettim. Bu beni olduğum yerde durdurdu. Kızlar yakında bir yerden dönmüş olmalıydılar. Bu onlar için iyiydi ancak kendim için aynısını söylemek pek de doğru sayılmazdı.

Durduğum yerde kalarak bakışlarımı etrafımda gezdirirken kendi etrafımda da dönmekteydim. Yolun karşı kaldırımında başındaki şapkasıyla binalardan birine yaslanmış şekilde duran adama takıldığında gözlerim, donakaldım. Başı hafifçe yere eğikti ve yüzünde metrelerce uzaktan bile seçilebilecek kadar geniş bir sırıtış yer almaktaydı.

Etrafta bizden başka kimse yoktu. Bir tek o adam ve ben... Adımlarım istemsizce geri geri kaçarken bağırdım. "Kimsiniz siz? Neden yarım saattir beni izlediğiniz hissine kapılıyorum?"

Adam karşıdan karşıya bana cevap bile vermeden geçince ne yapacağımı şaşırıp kalakalmıştım. Ben böyle şeylere alışık bir insan değildim. Beladan uzak kalırdım, insanlardan da elbette. Kimseyle kavga etmezdim, kimseyle bir derdim olmazdı. Çünkü çoğunlukla onların benimle bir dertleri olurdu. Beni sevmezlerdi, ancak ben nötrdüm. Böylesi her daim daha iyiydi.

"Eğer buradaysam bunun sebebi birilerinin ölmeni istiyor olması olmalı Kim Taehyung. Tek işim bu: insanları öldürmek."

Söyledikleri gözlerimin daha da irileşmesine ve nefesimin düzensizleşmesine sebep olurken beni yakalayabileceğinin farkında bir şekilde kaçmaya başladım. Birbirine dolanıp duran adımlarımla kaldırımda oradan oraya koştururken arkamdan beni takip edenin bedeninden Jungkook'un "kagune" dediği uzantılardan çıkıyor ve yerlere saplanıyordu. Asıl hedef bendim ancak delilercesine kaçıyor oluşum isabet ettirememesine sebep oluyor olmalıydı.

Kendi evime gitmekten anında vazgeçerken bedenim yoldan sapıp Jaehyun'un kardeşinin evine doğru döndü. Belli bir ara sokaktan geçişimin ardından adım sesleri kesildi. Onun yerine duyabildiğim tek şey düzensiz nefes sesleriydi. Durdum ve arkama baktım.

Ara sokağın ucunda daha saniyeler önce beni kovalamakta olan adam dikilmiş bana bakıyordu. "Hadi durma git. Bu bölgeye girmem yasak."

Kaşlarım çatılırken hala anlamlandırmaya çabalıyordum. "Defolup kaçsana hadi, seni burada öldüremem." Geri geri adımlar atmaya başladığımda hala o adamla bakışlarımızı koparamamıştık. "Sana güvenmemen gereken bir adamdan ufak bir tavsiye: Kime güvendiğine dikkat et." Söylediği cümleyle tüylerim diken diken olurken koşmaya devam ettim. Kapısına varana kadar durmadan koştum.

Ama olacaktı ya, kapının hemen önünde takıldım ve dizlerim üstüne düşerken kapıyı deliler gibi çalmaya başladım.

Korkuyordum.

Neler olduğunu anlayamıyordum ve bu beni korkutuyordu.

Jeon Jungkook'un kapıyı açması ve beni yerde o halde görmesi gözlerinden saniyeler içinde onlarca duygunun geçmesine sebep olmuştu. Algılayamıyordum. Sadece düzene sokamadığım nefeslerim yüzünden boğulacak gibi hissediyordum.

"Tanrım, ne oldu sana böyle?" diye bağırdı birden ve beni kollarımdan tutup yerden kaldırmaya çabaladı. Bense onu ittirdim hafifçe. Başıma gelecek olan şeyler bunlarsa yerden kendi başıma kalkmayı öğrenmeliydim. Bunu ona da dile getirdim. Gülümsedi garip bir yüz ifadesi eşliğinde. "Haklısın. Belli ki başına çok gelecek bu olaylar. Dikkatli olmalısın."

Kelimeleri kullanışındaki kendinden emin hali birdenbire ürkütücü gelivermişti ama umursamamaya çabalayarak içeri girdim. Tek güvenebileceğim kişi oydu ve ben onu da yanımdan itecek değildim.

İçeri girer girmez neler olduğunu anlatmaya başladım ona. Çok hızlı konuşuyordum ama kelimelerimi yakalayabilmesini ummaktan başka çarem de yoktu.

"Okul çıkışında gayet sakin bir şekilde yürüyordum. Ancak arkamdan gelen iki kızın birinin beni takip ettiğini düşündüklerine dair bir şeyler fısıldaştıklarını duydum. Dürüst olmak gerekirse deli gibi korktum ve ne yapacağımı bilemedim, sadece kaçtım. Bana kalırsa..." Cümlelerimi hızlı bir biçimde hala sürdürüyordum, onun gülerek "Sakin ol." demeleri bile yeterli olmamıştı yavaşlamam için.

"Bana kalırsa bunun sebebi Hyungsik-"

Devam edecektim. Elbette ki devam edecektim cümleme... Dudaklarımın üstündeki hafif baskıyı hissedene kadar edecektim en azından.

Dudaklarımda hissettiğim ıslaklık kısa bir süreliğine orada kalırken gözlerim istemsizce kapanıverdi birden. Beni öpüyordu. Beni sırf susturmak için öpüyordu, bunun elbette ki farkındaydım ancak lanet olsun! Bu gerçekten de mükemmel bir histi.

Dudakları benimkiler aralayıp sertçe emmeye başlayınca ellerim ensesine yerleşti. O da beni belimden tutuyordu. Ellerinin baskısını net bir biçimde hissedebiliyordum.

O an kafamda yankılanan sesle aniden irkilerek Jungkook'u itmek zorunda kaldım. Ses bana fısıldıyordu. "Seni seviyordum Taehyung, bunun karşılığı olarak gidip kardeşimi mi öpüyorsun?" Ne yapıyorum ben dedim kendi kendime. Kardeşini öpemezdim. O beni sever bir şekilde öldüyse eğer bunu ona yapamazdım. Ama o burada değildi... Kardeşiyle bunu yaşamam bu kadar kötü müydü sahiden?

Ölü olsa da yaşıyor olsa da bana karşı asla böyle bir cümle kurmazdı Jaehyun. Başımı iki yana sallayarak sesten kurtulmaya çabaladım. Umurumda olmamalıydı kendi uydurduğum bu sesler. O esnada Jungkook gözlerine dökülen koyu kahve saçları ve ardındaki anlamlandıramadığım bakışlarıyla beni izlemekteydi. "Amacım seni itmek değildi, birden aklıma gelen bir şey yüzünden oldu, üzgünüm." Başını iki yana salladı. "Sorun değil. Sadece birilerini öptüğümde itilmeye pek alışık değilim. İşin sonunu yatakta bitirme gibi bir huyum vardır da." Sırıtışı yüzünde sabitlenmiş bir şekilde duruyordu. Tek kaşım sahi mi dercesine havalandı. Ve o an onu ciddi anlamda süzmeye karar verdim. Bunu gözüne sokarak yapmak o an çok cazip bir fikir gibi gelmişti. Dürüst olmak gerekirse ona çok fazla bakma fırsatım olmamıştı şu zamana kadar ya da belki de kendime bu fırsatı pek tanımamıştım da diyebilirdim, bilmiyorum. Ayrıca kafamdaki sesi susturmak için iyi bir yol olacağını umuyordum.

Bakışlarım dağınık ve gür kahverengi saçlarına takıldı önce, sonra oradan mükemmel çene hatlarına indi, sonra ademelmasına. Normal şartlar altında böyle durumlarla pek alakası olan biri olmasam da güzel boynu bende orayı öpme isteği uyandırıvermişti.

Başımı iki yana salladım, bunu düşünemezdim, düşünmemeliydim. Onu doğru dürüst tanımıyordum bile!

"Her neyse, üzgünüm, bu kadar erken gelmeyecektim yanına normalde ama şu saçma olay yüzünden... Neyse işte, şimdi gideyim ben. Yarın görüşürüz." Kapıya doğru dönmüş elimi kapı koluna uzatmışken seslendi arkamdan.

"Bence... Bence gitmemen bugünlük senin için daha sağlıklı olur. Başına ne geleceğini bilemeyiz." Yüzünde yakaladığım endişeli bakışlar ona güvenmem için yalvarıyor gibiydi. "Ben... Bilmiyorum, gitsem daha iyi bana kalırsa. Öteki şekilde senin hayatını da riske atmış olacağım. Bu gereksiz." Abinin hayatını riske atan da bendim, demek istedim ama diyemedim.

"Bak bu olaya böyle yaklaşması gereken son kişisin, tamam mı? Burada olduğumuz sürece ne bana ne de sana yaklaşabilir ya da bir şey yapabilirler. Belli bir saygınlığım var burada. Bu bölge benim, benden izinsiz sebep olunacak her türlü karmaşa için ödeyecekleri bir bedel var bu kişilerin." Gözleri bir saniyeliğine kapandı yavaşça ve derin bir nefes aldı. "Kısacası kal, lütfen. Abimi kurtarmanın yakınından bile geçememişken bari bir arkadaşının hayatını kurtarayım."

Söyledikleri bir şekilde beni duygulandırmayı başarırken derin bir nefes alarak, "Pekâlâ." diye mırıldandım.

Jaehyun'un ölümü onu gerçekten de etkilemiş olmalıydı. O donuk bakışlarının gözlerimin önüne gelmesi bile beni mahvederken o hiçbir şey bilmiyordu, hiçbir şeyden haberi yoktu. Kendimi suçlu hissederek oturma odasına doğru ilerledim onun peşinden.

"Sen oturma odasında bir şeylerle uğraşadur, ben de geleceğim az sonra. Bir telefon görüşmesi yapmam gerekiyor da." Dalgın bakışları eşliğinde cebinden çıkardığı telefonu hafifçe havada salladıktan sonra yanımdan ayrılarak mutfağın balkonuna doğru yürüdü. Ben de oturma odasındaki koltuklardan birine atıverdim kendimi. Koltukları siyah deri kaplı olanlardandı. Hani şu sürekli gıcırdayıp duranlardan. Buradan bu koltuklarda pek oturmadığını çıkardım çünkü kabul etmek gerek, rahatına düşkün olan hiçbir insan evladı bu koltuklardan almazdı evine.

Bir süre oturup boş boş etrafa bakındıktan sonra aniden bastıran susuzluk hissiyle mutfağa gittim. Dolaplardan yeni bir su bardağı çıkarıp sürahiden doldurduktan sonra öylece bekledim bir iki saniye. Suyu yavaş yavaş yudumlarken balkonda telefonla konuşan Jeon Jungkook'un sesi ilişti kulağıma. "Bak tamam, sana haksızsın demiyorum ama bunu halledebilirdin. Kesinlikle tek seferde hallolabilecek kadar kolay bir işti bu tanrı aşkına! Beni delirtmek mi amacın? Denemeye devam edeceksiniz, ama başka birine ver görevi. Belli ki beceriksizin tekisin." Sinirliydi. Kesinlikle fazlasıyla sinirliydi. Telefon konuşmasının bir kelimesini dahi duymamışım gibi sakin bir ifadeyle bardağı koydum ve oturma odasına geri döndüm. Ama bu defa oturmak yerine ayakta gezinip odanın kenarlarına yerleştirdiği raflarda dizili kitaplara bakınmaya karar verdim. O koltuğa bir daha oturmak istemiyordum. Terletiyordu ya!

Aradan geçen birkaç dakikanın ardından duyduğum balkon kapısının sesi içimde garip bir rahatlamaya sebep olurken Jungkook yanıma geldi. "Kitaplar demek ha? Güzel tercih. Televizyon insanı olmadığını bilmek iyi hissettirdi." Yüzüne baktığımda beliren minik gamzesini gördüm. Bu beni de gülümsetti. Yanımda biraz daha durduktan sonra elinin hafifçe belime sürtünüp geçtiğini hissettim. Ardından şu lanet koltuğa oturdu rahat bir pozisyon alarak. "Konuşmayı da duymuş olmalısın bu arada. Su içmek için gelmişsin, bardağı gördüm de." diye açıkladı kısaca. "Bir bar işletiyorum yakınlarda. Arada ufak tefek gruplar çıkarıyorum sahneye falan, ses sistemleriyle alakalı arıza çıkmış biri prova yaparken. Kendi başına halledeceksin dedim ama becerememiş geri zekâlı. Ben de bırak başkası yapsın çarkına tüküreyim senin dedim. Sinir ederler adamı, o ses sistemlerinin kaç para olduğundan haberleri bile yoktur kesin!"

Öfkeyle kelimeleri ardı ardına sıralarken yüz ifadesi gerçekten çok ciddiydi. Ama bu tebessüm etmeme sebep olmaktan başka hiçbir işe yaramadı. İfademi fark eden Jungkook gözlerini birden bana kilitlerken endişeyle sordu. "Ne var, neye gülüyorsun?"

Omuz silktim. "Bir an ben de seni şu hararetli konuşmanın ortasında öpsem ne yapardın acaba diye düşündüm sadece. O kadar."

Ciddi ifadesi birden iddiaya girer gibi bir bakışa yerini bıraktığında "Neden denemiyorsun?" dedi.

"Deneyebilirdim ama aynı etkiyi vermez şimdi. O anlık şok ifadesiydi benim istediğim."

"Ama elde edeceğin şey bir şok ifadesi değil de seni güzelce öpen bir Jeon Jungkook olurdu. Sadece aklında bulunsun. Olur da bir gün denersin belki diye." Göz kırptı. Göz kırpan erkeklerden nefret ederdim ama onda sırıtmıyordu bu hareket. Kendime güldüm ve göz devirerek raftan aldığım bir başka kitapta gezdirmeye başladım parmaklarımı.

Haftalar birbirini kovalamaya devam etti günler gibi. Okul, evim ve Jungkook'un evi arasında mekik dokuyup durdum sürekli. Birkaç kez daha birilerinin saldırısına uğradım ancak nasıl olduysa bir şekilde kurtulup kaçabiliyordum artık onlardan. Ufak tefek yaralar almıştım ama iyileşmeyecek şeyler değildi hiçbiri diye umuyordum sadece. Kollarıma ve sırtıma saplanan kagunelerin kesikleri...

Yorucu bir hayat düzenim vardı artık. Bir taraftan yeni hayatıma kendimi alıştırmaya çabalayıp duruyordum. Özellikle de şu "insan eti yeme" kısmına. Yiyemiyordum. Canım istiyordu gördüğümde veya kokusunu aldığımda ancak yiyemiyordum. Dönüştüğüm bu rezil yaratık fikri beynimi kemirip dururken yiyebilmem zordu zaten.

Okuldan çıkışımın ardından kendimi kütüphaneye atmıştım o gün. Yorgundum ama çalışmam gereken sınavlarım da vardı hala. Kütüphaneye giden yolda çalan telefonuma baktım hızlıca. Arayan Jeon Jungkook'tu.

Onunla aramızda da ciddi anlamda bir şeyler başlamışa benziyordu, bilmiyordum ben bu ilişki işlerinden pek anlamazdım ancak öpüşüyorduk, beni evine çağırıyordu, birkaç kez sevişmiştik de. Ve sanırım bunlar bir şeylerin göstergesiydi. Ancak bir yanım ondan korkuyordu da. Bir şeyler duymuştum çünkü. Birtakım telefon görüşmeleri... Yine de emin olamıyordum işte her neyse.

"Efendim Jungkook?"

"Tae, gelmeyecek misin bugün? Seni bekliyordum da gelmedin bir türlü ben de arayayım dedim." Derin bir nefes alarak açıkladım bir kez daha. Halbuki öncesinde defalarca kez söylemiştim ona geç geleceğimi, ders çalışmam gerektiğini. "Ah, tamam o zaman, benim de birkaç işim vardı zaten. Gelince evde olmazsam ara beni."

Telefonu kapattım ve kütüphaneye girdim.

***

Jeon Jungkook bıkmıştı. Adamlarının hiçbir bok yapamayan beceriksizler olmalarından tam anlamıyla bıkmıştı. "Geçen gün yine halledememişsiniz! Ben daha ne diyeyim size ki. Hepiniz bir grup geri zekalıdan başka bir şey değilsiniz." Öfkeyle parmaklarını saçlarından geçirdi Jungkook. "Hayır yani, bunda ne var bu kadar zor, yapacaksınız bitecek. Siz de kurtulacaksınız, ben de kurtulacağım. Ama olmaz, değil mi? İlla patron uğraşacak sizin üstesinden gelemediğiniz her bokla. Siktirin gidin gözümün önünden. Bir daha da gelmeyin buraya, kovuldunuz."

Önünde süt dökmüş kedi gibi dikilen dört adam sakin adımlarla başları önlerine eğik bir şekilde odadan ayrıldılar. Jungkook derin bir nefes aldı ve koltuğunda geriye yaslandı ve ayaklarını önündeki masaya uzatıp çaprazladı. Gerçek anlamda kafa dinlemeye ihtiyacı vardı.

Kendisinden büyük olmalarıyla bu kadar övünen çalışanlarının bu kadar salak oluşu onu çileden çıkarmıştı kısa sürede. Tabii o kadar da kısa mıydı o süre gerçekten bilmiyordu Jungkook. Aylar geçmiş olmalıydı. Ve sabrının sınırına ise çoktan ulaşmıştı. Sıktığı çenesiyle sadece Taehyung'dan bir haber gelmesini bekledi. Eve gitmeyi sabırsızlıkla bekliyordu.

***

Evin kapısını açıp içeri girmeden önce Jungkook'u aramıştım eve geldiğimi söylemek için. O da işlerini yeni bitirdiğini ve geleceğini söyleyerek cevaplamıştı beni.

Anahtarı anahtarlığa taktıktan sonra kendimi koltuğa attım sakince. Derin bir nefes aldım ardından. Resmen birkaç ay içerisinde hayatım tamamen değişmişti. İnsanlara güvenerek yaşamaktan nefret eden ben, birinin evinde yaşıyor, onunla uyuyordum. Bazı zamanlarda beni ürkütüyordu, bir işler çevirdiğini biliyordum ama seviyor sayılırdım ve ona güvenmekten başka çarem elbette ki yoktu. Dönüştüğüm bu yaratıkla yaşayamazdım tek başıma.

Hyungsik'in okuldan kaydını aldırdığını öğreneli çok oluyordu. Nereye gittiğini bilmiyordum fakat okulda olmadığını bilmek bir açıdan güzeldi. Şehri terk ettiği söylentileri de ilişmişti kulağıma. Eğer gittiyse tahminlerim doğruydu belki de. Bütün bu saldırıların sebebi başka biriydi. Bu düşünce tüylerimi diken diken ederken kapı açıldı sertçe.

Koltuktan doğruldum. Jungkook gelmişti elbette ancak yüz ifadesi... Bakışları... Yoğundu. Kesinlikle fazlasıyla yoğundu.

"Sonunda," diyerek sabırsız bir şekilde uzanıyor olduğum koltuğa doğru yaklaştı Jungkook. Buradan sonra ne geleceğini biliyordum...

Bedeni üzerimdeki yerini alırken dudaklarında soluklanırken buldum birden kendimi. Onu seviyordum. O da beni seviyordu bana kalırsa. Dudaklarımız birbiri arasında dans ederken mırıldandım tek elimi ensesine doğru çıkarırken. "Sevsene beni Jungkook. Son günümüzmüş gibi sevsene beni."

Gözleri birden hızlıca açılıverdi, bir iki saniyeliğine de olsa ayırdı dudaklarımızı. "Sen... Ne?" gibi tam anlayamadığım kelimeler döküldü dudaklarından sonra boşvermiş olacak ki öpmeye devam etti beni.

Gıcırdayan deri koltukta hararetli öpüşmemize devam ederken dişleriyle alt dudağımı ısırıverdi, inledim ve saçlarını çekiştirdim istemsizce. Sadece ona ayak uydurmaya çabalıyordum. Çok güzel öpüyordu beni. Hızlıydı, aceleciydi ama bunu seviyordum. Onu seviyordum.

Tek eliyle destek alıyorken diğer elinin aşağılara doğru kaydığını hissetmem hafifçe kıpırdanmama sebep oldu. Dudaklarımın arasından istemsiz mırıltılar kaçırdım. Beni öpmeye devam ederken sırıtmasına sebep oldu bütün bunlar. Dili dudaklarımın arasından girip dilimi okşadığında ne yapacağımı şaşırmıştım. Birbirine bastırıyor olduğum bacaklarımı aşağıdaki eliyle hafifçe ayırırken orayı da okşuyordu.

Sonra koltuk fazla dar gelmiş olacak ki aniden kalkıverdi üzerimden, beni de çekti sonra yanına. Dudaklarımızı tekrar birleştirirken beni geri geri yatak odasına doğru yürütüyordu. Ellerim belindeydi, yürürken düşmek istemediğim için bırakamıyordum onu.

Odaya girdiğimizde yavaşça yatağa itti beni. Tekrardan üzerimdeki yerini aldığında bu kez tişörtü çoktan yeri boylamıştı bile. Bu kez beni öpmedi ilk başta. Sadece bekledi ve gözlerime baktı. Ben de ellerimi gezdirdim pürüzsüz bedeninde.

Ardından kıyafetlerimiz teker teker üstümüzden sıyrıldı. Serin çarşaf tüylerimi diken diken etmişti.

Kenardaki komodinden çıkardığı minik paketi açıp aletinin üzerine geçirdiğinde bakmadan edemedim ona. Tanrı aşkına, gerçekten güzeldi. Vücudunun her bir noktası çok güzeldi. Hafifçe doğrularak elimi uzattım ona doğru. Parmak uçlarımı omuzlarından başlayarak aşağı doğru vücut hatlarında gezdirdim sakince. Dokundum ona. Her yerine. Ürperdiğini aletinin ufak titreyişlerinden anlayabiliyordum ama belli etmemeye çalışıyordu. Sırıttım.

Kendimi geriye çekip tekrar uzandığımda Jungkook için araladım bacaklarımı. Ancak yeterli gelmemiş olacak ki biraz daha açtı bacaklarımı. Ona bakıyordum. O ise deliğime dikmişti gözlerini. Elini oraya indirip tek parmağını yavaşça etrafında gezdirdi. Süründürmek ister gibi bir hali vardı beni. "Hadisene," diye seslendim ona. Bir saniyelik buluşan gözlerimizin ardından sertçe itti parmağını. Gerilen belimle başım geriye doğru giderken inledim. Hareketlendi parmağı, sonra içimdeki sayıları arttı. O esnada Jungkook üzerime eğilmiş dudaklarımı çekiştiriyordu.

İyi hissediyordum, yüzünden hiçbir ifadeyi okuyamıyor olsam da ben iyi hissediyordum. Dakikalar sonra beni parmaklarıyla yeteri kadar oyaladığını düşünmüş olacak ki çıkardı onları içimden. Ama saniyesinde daha büyük bir şey hissettim. Hareket etmeye başladığında dudaklarına inlemekten başka bir şey yapamıyordum.

Parmakları beni kavrayıp çekmeye başladığında ise tam anlamıyla kendimden geçmiştim. Gözlerim kayıyordu zevkten. Odaklayamıyordum kendimi hiçbir şeye. İkimizin de kendimizi bırakması çok sürmemişti bu sebepten ötürü. Zevk fazla gelmiş olmalıydı bize.

Jungkook içimden çıktığında derin bir nefes aldım ama zihnimi kontrol edemiyor gibiydim. Sersemlemiştim. Doğrulmuş bir şekilde üzerimde otururken gözlerinin renk değiştirişini izledim.

Gördüğüm şeyse beni şaşırtmanın yakınından bile geçemedi işte. Sadece alaycı bir gülüş sundum ona kendi tek gözüm de siyaha dönerken. "Sonunda benden kurtulduğun kısma geldik, değil mi?" Mırıltılarım ona hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi bekledi. Çıplak sırtından çıkan kagunesi havada süzülüyorken hiçbir şey yapmadı.

"Başka şartlar altında tanışmış olsaydık sevebilirdim belki seni ama böyle olması gerekiyor. Abimin senin uğruna öldüğünü bilmediğimi mi sanıyorsun Taehyung?" Derin bir nefes aldı. "Ben her şeyi biliyorum. Seni sevdiğini, bu sevgi uğruna öldüğünü biliyorum. Senin yüzünden öldüğünü..."

Başımı salladım onu onaylarcasına. "Bunu eninde sonunda yapacağını biliyordum. Adamların hiçbir işi beceremiyorlar gerçekten de, değil mi Jeon Jungkook?"

Kaşları çatıldı ama tek kelime bile etmedi. Bekledi, bekledi... Sonra kagunesini havaya kaldırıp "Senden nefret ediyorum katil orospu çocuğu!" diye bağırdı bana. Bense gülümsedim benimle aynı kişiye dönüşüyor olduğunun farkında bile olmayışına.

Kagune göğsüme, tam kalbimin ortasına saplanırken acıyla çığlık attım. Kan her yere saçılırken gözlerim kararmak üzereydi. Kalbe saplanan bir cisim çabuk ölüm demekti. Ben de böyle veda ettim kısa süren farklı ve yeni yaşamıma, sevebileceğim kişiye...

Son gördüğüm şey ise Jeon Jungkook'un benim kanıma bulanmış kırmızı yüzü oldu.

Gözlerim tam anlamıyla kararırken ve ben bilincimi tamamıyla yitirirken son cümleleri çalındı kulağıma. "Biz yabancıları öldürürüz Kim Taehyung ve ben seni tanımıyorum."

yazan: taekiken


prompt sahibi: kolamonas

Continue Reading

You'll Also Like

266K 10.4K 76
Ailesinden kalma küçük ve güzel pastanesiyle ilgilendiği sırada rastgele bir mafyadan gelen mesaj ile dalga geçip uğraşan bir kızın hikayesi
seafret By dalya

Fanfiction

1.1K 142 17
Omzunda nehirleri isterken okyanusu nasıl bıraktın
900 105 3
İlk albümüyle adını duyurmuş the Reckless rock grubunun solisti grup üyelerini dolandırıp kaçmıştı. Omegaverse,, [Alfa!Tae] [Omega!Kook] Başlangıç: 1...
273K 21.9K 15
Tek başına bebeğiyle Seule taşınan omega jeon jungkook ve komşusu safkan alfa kim taehyung . Omegaverse! SafkanAlfatae! Omegakook! Text&Düzyazı!