Yağmurlardan Sonra Büyürmüş B...

De avarefest

251 23 90

Yağmurlardan Sonra Büyürmüş Başak | Jaeyong (NCT - Jaehyun & NCT - Taeyong) | Romantik, Macera | 16.7k ❝Yakas... Mai multe

Yağmurlardan Sonra Büyürmüş Başak

251 23 90
De avarefest

PLAYLIST

Perdenin Ardındakiler - Derdime

Lola Marsh - The Wind

Lola Marsh - Bluebird

MoonMoon - Acacia

Se So Neon - A Long Dream

Lee Hi - Holo

Stray Kids - Levanter

Night Off - Sleep

NCT 127 - Not Alone

Mutlu sonlu güzel düşler kurmanın, en içler acısı durumlarda dahi umutları diri tutmanın ve ne olursa olsun yaşanılan her şeye, atlatılan her badireye bir yolunu bulup iyi tarafından bakmanın yaralı ruhlardaki kesikleri özenle sarıp iyileştirdiğine inanan sayısız insanla dolu şu koca dünya. Karamsarlık zehirli bir efsun, kötü ihtimaller ise acımasız ve kırıp dökmekten katiyen çekinmeyen koca canavarlar sanki onlara göre. Oysa iyi ihtimallerin aldatıcı büyüsüne kapılıp giderseniz pat diye benliğinizdeki uçurumlardan düşer, onarılmayacak yaralar alır ve beklenmedik acılara kurban gidersiniz.

Yersiz umutlara bel bağlamanın faydasız ve oldukça elem verici olduğunu idrak ettiğimde henüz on altı yaşındaydım. Annemin, okumak için yanıp tutuştuğum kitapları almak adına gizlice biriktirdiğim paraları bulduğunda, o tiz sesiyle yeri göğü inletircesine bağırıp yanıma geldiğini ve yüzüme hatırı sayılır bir tokat attığını hatırlıyorum. İnanır mısınız bilmem ama dudağımdan usulca sızan kanın metalik tadı hâlâ damağımda. Bu, o sıralar yeşermekte olan umutlarıma gaddarca vurulan ilk darbeydi. İyi hoş da ben bir darbeyle yıkılmam, annem de er ya da geç saklamaktan vazgeçer derinlerinde var olan sevgisini diye düşünürken ikinci darbe geliverdi ; çünkü hayat art arda darbeler savurmaya bayılır.

Yaşama dair fikirleri yeni yeni şekillenen ve hâlâ iyimser bir genç olan beni karşısına almıştı annem. Bir de yaşanan her ne olursa olsun soğukkanlı duruşundan taviz vermeyen babamı. Bakın, demişti. Bunca zaman sefalet içinde yaşadım da sesimi çıkarmadım fakat artık yeter. İyi de ne içindi bu isyan? Alt tarafı para denilen kağıt parçasından yok denecek kadar az vardı cebimizde. Birkaç banknot eksik olunca sefalet mi olurdu yaşanılan hayat? Daha neler, asıl zihniyeti sefil olmasın insanın.

Dinlerken sonucun nereye varacağını kestiremediğimiz bir araba dolusu laf etmiş, en nihayetinde de biriyle tanıştığını - takdir edersiniz ki oldukça zengin biriydi bu -, babamla yollarını ayırmak ve kendine yeni bir sayfa açmak istediğini söylemişti. Resmen karşımıza geçmiş babamı aldattığını söylüyordu; fakat buna rağmen bu cümleleri sarf ederken öylesine vurdumduymaz bir tavır takınıyordu ki şimdilerde bile o hallerini hatırlayınca sinirden tir tir titrediğim oluyor. Eğer istersem babamla kalabilirmişim, böyle bir karar verdiğim takdirde bana kesinlikle saygı duyarmış. O an içinden babamla kalmayı seçmem için Tanrı'ya yalvardığına ve beni deyim yerindeyse - bence oldukça yerinde - ayak bağı olarak gördüğüne dair yemin edebilirim size.

Babamın verdiği tek tepki yüzünde tuhaf bir ifade ile başını onaylarcasına sallamak olmuştu. Sanki yorgun bakışlı gözlerinin önünden annemle günaşırı ettiği kavgalar geçiyordu film şeridi gibi. Sanki o an her gün haksız yere işittiği hakaretler kulaklarında çınlıyor, eşinin yüzüne vurduğu şeyler canını her zamankinden daha farklı bir acıyla yakıyordu. Tamam, demişti pürüzsüz sesiyle. Tamam, nasıl istiyorsan öyle olsun. O tamam kelimesinde kaç cümle saklıydı hiç öğrenemedim. Kaç itiraz vardı o sakin cümlesinin ardında ve nasıl gürültüler yatıyordu o sessizliğinde hiçbir zaman bilemedim, ve bilemeyeceğim. Ama bu kadardı işte, hiçbir şey demeden onaylamıştı annemi. Sonra da tek celsede ayırmışlardı yollarını, biriktirilen onca anı ve paylaşılan sayısız şey yokmuş gibi. Sanki yalnızca on altı yaşında olan oğulları bu olaydan hiç yara almadan sıyrılabilecekmiş gibi.

Büyüyüp koca adam oldum da hâlâ büyüklerin bencilliği öfkelendiriyor beni. Ben de bencillik yapıyorum bazen, öyle zamanlarda kendi ağzıma iki tane çakasım geliyor. Ne yapıyorsun oğlum sen? diye sormak istiyorum kendime. Başına ne geldiyse bencillikten gelmedi mi? Yapma bunu, kendi çıkarlarını gözetenler başkalarının nefretini kazanıp er ya da geç yalnız kalmaya mahkûmdur.

Çocuk aklımla anlam veremediğim, hatta şimdi bile mantıksız bulduğum cümleler odamın kapalı kapısını aşıp kulağıma ulaşırdı. Annem, mütemadiyen her şey için babamı suçlar ve kendisiyle evlenmeye karar verdiği güne de birkaç lanet savururdu. Bir de bu çocuğu bela ettim başıma, derdi.

Ona göre bir belaymışım ben. Hem de ne bela! En püsküllüsünden.

Onlar, annemin isyan bayrağını çekmesiyle zaten pamuk ipliğine bağlı olan bağlarını koparıp boşanınca babamla kalmayı tercih etmiştim, bundan bir an olsun pişmanlık duymadım. Ne de olsa babam yersiz şeyler için bana bağırmıyordu, beni bir hata olarak görmüyordu ve hatta kahve saçlarımı okşuyordu geceleri. Hâl böyleydi işte, ancak gelin görün ki ; iki darbede de yıkılmamayı başaran ben, sinsice yaklaşan üçüncü darbeye gafil avlanıp en derin yaramı aldım. Adı ölüm olan darbe hep sinsice yaklaşır zaten. Bu gerçeği bilmeme karşın hiç mi hiç hazır değildim ben, bu yüzdendir ki çok kanadım. Öylesine kanadım ki, benden geriye hiçbir şey kalmadı sandım. Öylesine kanadım ki, elimde avucumda ne varsa toz bulutu olup hiçliğe karışıverdi sanki ve ben yüreğimden taşıp bakışlarıma dek ulaşan hüznümle bir başıma kalakaldım.

Tamam, bir başıma dememeliyim. Eski püskü kalın defterim de hep benimleydi çünkü. O yıllanmış defter ve içine karaladığım kelimeler vardı yanımda. Gözüme ilişen en ufak detayları allayıp pullayarak yazdığım, hiç tanımadığım kişilere bile bakınca zihnime düşen kısa hikâyeleri ölümsüzleştirdiğim sayfalar vardı.

Sıcaklığı beni hâlâ terk etmemiş olan babam, gözlerini bir daha açmamak üzere kapatıp bu dünyadan ayrılınca hiç de iyi şeyler olmadı. Girdiğim depresyonun çıkış kapısını bulamayışımın üstüne tıpkı diğer her şey gibi anlam vermekte güçlük çektiğim varoluşsal sancılarım eklendi ve yüzü hiç gülmeyen soğuk nevalenin teki olup çıktım. Kuş cıvıltıları huzur vermiyor bana mesela, güneş ışığının tenimde bıraktığı ılık his kalbimi karıncalandırmıyor ya da ufacık şeylerde bile mutlu olmaya değecek bir sebep bulamıyorum kimi insanlar gibi. Göz yaşartan başarı hikâyelerim yok, kendime verdiğim ufak sözleri bile tutamıyorum ve yazmaktan başka hiçbir şey de bilmiyorum. Yazdıklarım da daima zehirli düşüncelerimin izlerini taşıyor zaten. Gördünüz mü? Hüznün kıskacına takılmış genç bir adamım ben yalnızca ; acısında boğulmaktan başka bir şey bilmeyen, anne sevgisini tadamamış, düşüncelerini korkakça kendine saklayan ve kısa süreli tüm sevinçleri parıl parıl parlayan bir çift gözde saklı çaresiz bir adam.

Lütfen izin verin, o gözlerin sahibini anlatayım sizlere. Çünkü o gözlerin sahibini herkes tanımalı, o göz bebeklerinde titreşen umut ışıltılarından tüm dünya haberdar olmalı ve koca insanlıktan biri çıkıp da bir çift göze nasıl bu denli kolay yenildiğimi açıklamalı. Çünkü ben kendime açıklayamıyorum. Düşünüyorum ; lâkin düşündükçe kanıyor ve tek bir mantıklı neden bile bulamadan hızlanan kalp atışlarıma yeniliyorum. Güçsüz düşüyorum, zihnimi tanıyamıyorum ve çözümü yine o gözlere bakmakta buluyorum. Halbuki bu sancıların nedeni de o gözlere her daim kaybedişim. Bu sevimsiz döngüye de anlam veremiyorum, aslına bakarsanız anlam veremediğim pek çok şey var ; fakat ben artık çok yorgunum.

Taeyong adı. En büyük zayıflığım, bu hayattaki yegâne varlığım, nadir gülüşlerimin ardındaki kişi ve kararlı duruşlarımı tek bir bakışıyla yerle yeksan eden o ışıl ışıl gözlerin sahibi. Sanki benim eksik gülüşlerimin yerini doldurmak ister gibi yüzünde daima güzelliğine ağlamak istediğim tebessümü çiçek açar ve koyu kahve gözlerinde benim sayısız yenilgim gömülüdür.

Sesi de hızlandırır kalbimi üstelik, tıpkı tam şu an olduğu gibi.

"Ah be Jaehyun, senin de bıçak açmıyor ağzını."

O suskunluğumdan böyle yakınınca içimde kopan tüm fırtınalardan bahsetmek istedim ufacık bir an için. Ama yapamazdım, korkağım çünkü. Dudaklarımı aralarsam seni sevdiğimi ağzımdan kaçırırım diye çok korkuyorum, diyemezdim ona. Sanki konuştuğum an haykıracağım yüzüne sana olan hislerimi, de diyemezdim. Dedim ya korkağım ben, cesaretin bana getireceklerinden korkuyorum. En ufak risklerin dahi doğurabileceği olumsuz sonuçlardan çekiniyor, elimde avucumda olan tek mutluluğumu kaybetmeyi göze alamıyorum.

Yine de üzülsün istemedim, kafamın içinde koşuşturup duran ve oradan da doğruca dilimin ucuna gelen cümlelerin hepsini birer birer yakalayıp aklımın en ücra köşesine kilitledim. Sonra da boğazımı temizleyip konuştum.

"Seni dinliyorum ya işte."

Sırtını eski ve soluk renkli koltuğa yaslamış yerde otururken kurduğum cümleyle başını geriye atıp koltukta oturan bana dikti kısık bakışlarını. "Sorun da sadece dinlemen zaten."

Gözlerimi gözlerinden zorlukla çekip elimdeki yarısına kadar kahve dolu bardağa baktım sanki soğumuş acı sıvıda çok ilgi çekici bir şey varmış gibi. Ardından derince iç çekip cevap vermemeyi seçtim ; zira verecek bir cevabım yoktu. Aklımı kemiren hiçbir soruya verecek cevabım yoktu aslında ama arkama bile bakmadan bu rahatsız edici gerçekten kaçıyorum hep.

"Jaehyun?"

Tekrar ona çevirdim gözlerimi. Gri saçları koltuğa yayılmış, her daim parlayan gözleri benim çekingen bakışlı gözlerimin ta içine bakıyor ve sanki beni çıkmaza sürükleyecek cümleler sarf etmek üzere.

O an saçlarını ne kadar çok okşamak istediğimi fark ettim. Yumuşak, gri tutamlarının parmak uçlarımda nasıl bir his bırakabileceğini hayal etmeye çalıştım ve sonra fark ettiğim bir diğer gerçek de yapmak istediğim daha birçok şey olduğuydu. Kollarını zarafetle saran, kemikli ellerinin üzerinde de küçük güzel detaylar olarak yer edinen dövmelerini de sevmek istiyordum ben. Bana bir defasında vücuduna kazıdığı her dövmenin bir anlamı olduğunu söylediğinden olsa gerek, hiç mi hiç abartılı gelmiyordu gözüme o semboller ve yazılar. Sonra, ona masallar anlatmak istiyordum. Belki mutlu sonlu masallar olmazdı bunlar çünkü ben mutluluğa dair pek az şey bilirim, o da Taeyong sayesinde işte. Hepsi saçma tekerlemelerle başlayıp kötü sonlarla biterdi ama ben yine de beni dinlesin ve dinlerken fazla üzülmesin diye güzel kelimelerle örtmeye çalışırdım o sonların kederini.

Kendi dünyama dalıp yine kaybolacaktım ki sesiyle çekip çıkardı beni düşüncelerimin arasından.

"Bak hayallerimi anlattım sana, sen de bahsetsene bana yapmak istediğin şeylerden."

Son kırk beş dakikadır hayallerinden bahsediyordu bana. Kimisi küçük, kimisi büyük olan hayallerini öyle saf bir istekle anlatıyordu ki onları gerçekleştirebilmesi için elimden gelen her şeyi yapmak zorunda olduğumu hissediyordum. Aslında, hayalin küçüğü büyüğü olur mu onu da bilmem. Biri için kocaman bir anlam taşıyan ve ulaşılması zor olan şey bir diğeri için değersiz olarak nitelendirilebilir, kimisinin deneyimlemek için yanıp tutuştuğu şey başka birinin günlük rutinidir belki. Tüm bu adil olmayan düzene şöyle bir bakınca küçük büyük demeden hayal deyip geçmek lazım gibi geliyor bana, emin değilim ama. Ben bu dünyada var olan her şeye olan güvenimi ve inancımı uzun zaman önce kaybettim zaten, tutunup da şüpheye düşmediğim tek şey Taeyong. Onun güven veren sözleri, ince düşünceleri ve daima itiraz etmeden kandığım güzel gözleri.

Şimdi açsam ağzımı yumsam gözümü, desem ki benim hayallerimin hepsi sensin. Tüm korkularımı atsam bir yana ve desem ki düşlerimin hepsinde sen varsın ve benim dünyam senden ibaret. Yapmak istediğim şeyler saçlarını okşamak, sana şarkılar söylemek, içimden taşan sevgimi kalbine akıtmak diye başlıyor ve bu liste uzayıp gidiyor. Ben senden başka hiçbir şey bilmiyorum Taeyong ve bu beni çok korkutuyor.

Dile getiremeyeceğim cümlelerdi bunlar, bu yüzden sustum yine. Sustum ve meraklı yüzünde gezdirdim bakışlarımı. Tam olarak bana dönüp dirseğini koltuğa, başına da avucuna yaslamış, bir cevap vermemi bekliyordu. Elim ayağım tutuşmuştu, kafamın içindeki yaramaz düşünceler bile telaşa kapılmış bir oraya bir buraya koşuşturuyordu ama benim tek yaptığım aval aval ona bakmaktı. Bana nasıl katlandığını bilmiyordum, belki de onsuz kalırsam yitip gideceğimin farkındaydı. Sanırım bu yüzden üstelemedi de sükûnetini koruyup bana bakmakla yetindi, kapı zilinin sevimsiz sesi duyulana kadar.

Kuşandığı garip sessizliği üzerinden atıp ifadesiz yüzüne bir tebessüm kondurarak, "Ben bakarım," dedi ve hızla ayaklandı.

Ben de gülümsedim arkasından. Benim bu ufak, badanası yer yer dökülmüş rutubet kokulu evimde kendi evinden daha rahat olmasını, haftanın beş günü burada uyumasını, yanımda olmadığı zamanlarda bile kıyafetlerinin odamdaki küçük dolapta durmasını ve güzelim kokusunun kullandığı yastıklara sinmesini seviyordum.

Zaten ona dair her şeyi ama her şeyi uçsuz bucaksız bir sevgiyle karşılıyordum ben.

Kapıyı açtı ancak hiçbir ses duyulmadı sonra. Bekledim, bekledim, bekledim... Hayır, koca bir sessizlikten başka hiçbir şey yoktu. Bu sinir bozucu sessizlik bir türlü bozulmayınca gülüşüm silindi, kaşlarım çatıldı belli belirsiz. Elimdeki bardağı tozlanmış ahşap sehpaya indirip ayaklandım, kapının önüne yürüdüm hızlı adımlarla. Taeyong'u, kapı ağzına oturmuş donuk bakışlarla elindeki zarfa bakıyor halde bulmayı beklemediğim için gözlerim istemsizce irileşti ve kendimi onun yanına çökerken buldum.

"Taeyong," dedim kısık bir sesle, onu ürkütmekten çekinerek. "Sorun ne?"

Cevap vermedi, ya da beni duymadı. Giderek artan endişemi dizginleyemeyip omzundan tuttuğum gibi hafifçe sarstım onu ; ancak yine tepki vermedi. Bu denli derin bir şoka girmesine neden olabilecek şeyi düşünürken titreyen ellerinde tuttuğu zarfa takıldı gözlerim bu defa. Yavaş bir hareketle elinden çekip aldığım kağıt parçasına bir saniye olsun bakmadan kollarından tuttum ve kapının önünden kaldırdım hareketsiz bedenini. Hiç itiraz etmedi, kendinde değil gibiydi ve bu benim de ellerimin titremesine neden oluyordu.

Kapıyı gürültüyle kapatıp koltuğa oturmasını sağladıktan sonra, "İyi misin?" diye sordum bu sefer tepki vermesini umarak ; ama o yine boşlukta bir noktaya odaklanmış halde durmaya devam etti. İyi olmadığı her halinden belliydi, neden bunu sorduğuma anlam veremedim o an. Karşısındaki insanın perişan olduğu gün gibi aşikârken yaklaşıp yüzlerindeki garip ifadeyle iyi misin diye soran aptallardan ne farkım kalmıştı şimdi?

Belki de o aptallardan hiçbir farkın yoktur Jaehyun.

İçimdeki sorulara benliklerimden biri cevap verirdi çoğu zaman ve sanki bu yeterince sinir bozucu değilmiş gibi bir de o cevaplar zihnimde sayısız kez yankılanırdı ; lâkin bu sefer sinirlenmemiştim kendime zira Taeyong böylesine dağılmış dururken karşımda patavatsız benliklerimin canı cehennemeydi.

Zarf hâlâ parmaklarımın arasındaydı, açıp bakma cesaretini bir yakalayabilsem öğrenecektim bu tepkisinin ardındaki nedeni ama yapamadım. Bunun yerine kağıt parçasını koltuğun üzerine atıp bembeyaz kesilen yüzünde sicim gibi akarak ıslak yollar çizen gözyaşlarını sildim usulca. Duru damlalar parmak uçlarımda bulaştığı yeri yakıyordu sanki, göz pınarlarından çenesine doğru süzülen her yaş bir sızı düşürüyordu içime; fakat tek yapabildiğim o yaşları silmekti. Anca buna yetiyordu gücüm ; acısını dindiremiyor, yalnızca paylaşabiliyordum. Yarasına yara bandı vuramıyor, kalkıp kendime de bir yara açıyordum. Yazık bana ki onun için tüm dünyayı karşıma alabilecekken kanamasını durduramıyor, gözyaşlarını sildikten sonra oturup onunla birlikte kanıyordum yalnızca.

"Jisung," dedi ansızın kendine gelip, güçsüz düşen elleriyle tuzlu yaşlarını silen ellerime tutundu.

Duyduğum isimle endişemin bir kısmı şaşkınlığa dönüşürken bir şey söylememe fırsat vermeden devam etti konuşmaya.

"Jisung yazıyor. Jisung'un nerede olduğu yazıyor, gördün mü Jaehyun? Jisung diyor."

Hiç istemesem de bir elimi ellerinin arasından ağır ağır çekip koltuğun üstüne attığım zarfı aldım yeniden. Zarf henüz açılmamıştı ve bu Jisung'a dair en ufak bir şey görmenin bile Taeyong'u ne denli dağıttığını yeniden fark etmeme neden oldu. İçinde ne olduğunu bilmemesine rağmen üzerinde adının yazılı olduğunu görmek yetmişti gözlerinden yaşlar dökülmesine.

Titreyen elleriyle elime tutunmuş hâlâ boşlukta bir noktaya bakarken diğer elimdeki zarfın üzerine siyah mürekkeple yazılmış ufak notu okudum içimden.

Jisung bu adreste.

Üç kelimeyle darmadağın olmuştu. Yalnızca üç kelimeyle. Üstelik bu sahipsiz bilginin kesinliğinden de emin değildi. Tam da bu yüzden bir kez daha hayret ettim Jisung'a olan büyük sevgisine; zira üvey kardeşini bu denli sevip benimseyen birinin daha olduğunu sanmıyordum. O cılız çocuk ufacık gözlerini masumca kırpıştırarak Taeyong ile ilk kez bakıştığında da yanlarındaydım, dizi kanadığı için koşa koşa Taeyong'un yanına gelip yaşlı gözlerini silmeye çalışarak canının acıdığını söylediğinde de. Onu elinden tutup oyun parkına götürdüğüm ve ona kısa hikâyeler anlattığım bile olmuştu. Çok konuşkan bir çocuk olmamıştı hiç, çoğu zaman kendi gizemli dünyasında geziniyor olurdu; ancak söz konusu Taeyong oldu mu gözlerinden mutluluk taşan cıvıl cıvıl bir oğlan oluverirdi.

Fakat Jisung, tam üç yıl önce çekip gitmişti.

Ne bir iz bırakmıştı ardında, ne de bu süreçte en ufak bir haber yollamıştı. Yıllar önce küçük bir çocukken hayatımıza nasıl ansızın girdiyse öyle de çıkıverdi. Üçümüzün oturup uzun uzun sohbet ettiği, beraber ağladığı ve beraber güldüğü ılık bir gecenin sabahında sanki hiç var olmamış gibi kayboldu ortadan. O günden beri Taeyong'un gülüşleri hep buruktur. Gözleri eskisi kadar parlamıyor ve Jisung'u hatırlatan en ufak şeyde böyle parçalanıyor. Yıkılıyor, ruhu toz duman içinde kalıyor, yaşadığı çöküşlerle etrafa savrulan yüreğinin parçaları gelip benim kalbime ve zihnime saplanıyor; lâkin ben tıpkı şu an olduğu gibi gözyaşlarını silmekle yetiniyorum.

"Taeyong sakinleş, lütfen."

Kamçılanmış gibi irkilerek kendine geldi. Kızarık gözlerini bana dikerken, "Ama Jaehyun," dedi kırılgan, küçük bir çocuğa ait gibi çıkan titrek sesiyle. "Jisung yazıyor, görmüyor musun?"

"Görüyorum," dedim olabildiğince sakin konuşmaya çalışarak, bir elim hâlâ buz kesmiş elleri arasında duruyordu. "Görüyorum ama sakin olmalısın, bu zarfı kimin gönderdiğini bile bilmiyoruz henüz."

Zorlukla yutkunup devam ettim konuşmaya. "Şimdi açıp içine bakacağız, birlikte. Ağlamak yok, tamam mı?"

Usulca başını aşağı yukarı salladı. Gri saçlarından birkaç tutam firar etti alnına, tam da o an içimde yaramaz bir dürtü baş gösterdi. Elimle saçlarını yavaşça geriye doğru taramak istedim, üstelik akılalmaz bir istekti bu. Ancak yaptığım şey parmaklarımı avucuma saklayıp iç çekmek ve ardından zarfı açmak oldu.

Yalnızca bir kartpostal çıktı içinden. Rengârenk, güzel bir mekânın fotoğrafının olduğu bir kartpostal. Nereden bakılırsa bakılsın bir resim atölyesiydi bu, zira görünen her bir detayıyla bunu anlamak hiç de zor değildi. Parlak mavi kapısının önüne göz alıcı resimlerin süslediği tuvalleri kucaklayan birkaç şövale indirilmiş, küçük yapının dört bir yanını çiçek saksıları kuşatmış ve beyaz tabelasının üzerinde kocaman harflerle âmes libres yazıyor. Şaşkınlığım biraz olsun azalmamışken kartpostalı çevirip arkasına baktım bu defa.

Colmar, Fransa.

"Bu kadar mı?" diye mırıldandım elimde olmadan. "Koca bir ülkenin bir şehri mi elimizdeki tek ipucu?"

Girdiği şoktan sıyrılmış olacak ki, "Öyle deme," dedi Taeyong hafifçe gülümserken. "Bak, bulmamız gereken mekânın resmi var elimizde."

Gözlerim irileşti birdenbire, inanamayarak ona baktım ve neredeyse öfkeli çıkan sesimle konuştum. "Hiç sorgulamadan öylece inandın mı gerçekten?"

"Ya doğruysa?"

"Üç yıl sonra ansızın gelen gizemli bir kartpostala hemen kanamayız Taeyong."

Bakışları yumuşadı, üç yılın yükü kendini belli etmek ister gibi gelip yerleşti göz bebeklerinin tam içine. "Jaehyun," dedi kısık, çok kısık bir sesle. Kendimi bildim bileli can kulağıyla onu dinlemesem duyamayacaktım. "İhtimallerin zayıflığı mühim değil artık. Kardeşimi bulmak için en ufak umuda sıkı sıkı tutunurum ben, anlıyor musun? Eğer burada yazan şehre gidip aramazsam onu, pişmanlık bırakmaz yakamı. Ya oradaysa diye düşünür durur kendi sonumu kendim getiririm. Bu yüzden gitmem gerek, bu zarfı kenara atıp göz ardı edemem."

Şaşıp kaldım yine. Taeyong böyleydi işte; beni hayrete düşürmekten bir an olsun vazgeçmezdi. Gözleri büyülerdi, saçları, elleri, bakışı, gülüşü, düşünceleri ve tavırları... Her bir detayı, ona dair her şey ama her şey şaşıp kalmama neden olurdu tam da şu an olduğu gibi. Bağlılığına hayret etmiştim bu kez. Sonunu bilmediği bir yolculuğa çıkmakta hiç tereddüt etmeyişine, kardeşini bulmak adına tüm tehlikeleri göze alışına, cesur duruşuna ve kaygısız oluşuna hayret etmiştim.

"Ya bu aptal bir şakadan ibaretse?" diye konuştum giriştiği çabanın beyhude olabileceğini hatırlatarak. "Ya onca yolu gidip de elimiz boş dönersek Taeyong?"

"Jisung için denemeye değmez mi?"

İşte! İşte yine yapıyor! Ah, ne çok isterdim gözlerinde yeşeren o bakışı görmenizi. Bir görseydiniz bana hak verirdiniz. Nasıl bu kadar kolay yenildiğimi, kararlarımı nasıl da yerle bir ettiğini, nasıl da hemencecik kandığımı anlardınız. Öyle bir baktı ki bana, sanki birkaç saniye öncesine kadar itiraz eden ben değilmişim gibi sus pus oldum. Susmak kabullenmektir sözünü dilinden hiç düşürmezdi babam, şimdi daha iyi anlıyordum onu. Çünkü yalvarır gibi gözlerimin içine derin derin baktığı o saniye, tam da o saniye, tüm itirazlarımı ve endişelerimi bir kenara atıp sustum. Cevap vermedim ve o bunun bir kabulleniş, çaresiz bir onaylama olduğunu anlayıp burukça gülümsedi.

Tebessümüne bir yenilgim daha karıştı, alışkın olduğum hissiyat bir kez daha her yanımı sarmaladı. Gülümseyişine aynı buruklukla karşılık verdim, sevgim söz dinlemedi de yine arsızca göz bebeklerimden taştı.

☁☁☁

"Buradan Colmar'a gitmek arabayla yaklaşık üç günümüzü alırmış, öyle diyor."

Elindeki telefonu hafifçe havaya kaldırıp bana gösterince içimdeki huzursuzluğu bir nebze de olsa giderebilmek adına derin bir nefes aldım. Eğer ansızın gelişen beklenmedik olaylar karşısında uğradığı bozgundan mümkün olan en kısa sürede sıyrılıp yaşanana uyum sağlayabilen insanlara ödül verilseydi, hiç şüphesiz Taeyong o ödülün sahiplerinden biri olurdu. Sanki az önce karşımda binbir parçaya ayrılıp ağlayan o değilmiş gibi hiç de rahat olmayan yatağıma oturmuş kartpostalın üzerinde yazan şehre gitmenin ne kadar vakit alacağını araştırıyordu. Hayret ediyordum bu hâline, hem de çok fena. Parmak uçlarıma sinen gözyaşlarının izleri henüz tazeyken şimdi toparlanmış ve kendinden emin duruyordu.

"Biraz acele etmiyor musun?" diye sordum onu kırmaktan çekinerek. "Göndereni belirsiz bir zarfa kanmamız ne kadar doğru?"

Kaşlarını çatıp telefonu sertçe yatağa bıraktı. "Neyin doğru neyin yanlış olduğunu sorgulayamayacak kadar çaresizim Jaehyun, nesini anlamıyorsun?"

Yutkundum, ya da yutkunmaya çalıştım. Böylesine sert çıkışının boğazıma bıraktığı yumru pek yenilir yutulur değildi, ben yine de karşılık vermeyi denedim ama. "Anlıyorum ama..." İşte tam da bu noktada kaçırdım ondan gözlerimi, aslına bakarsanız nedenini ben de bilmiyorum. Mevsim sıcağı yeterince bunaltıcıyken odanın ortasında koca bir ateş yakılmış gibi yandı her yanım ve ben gözlerine daha fazla bakamadım. "...ama başına bir şey gelmesinden korkuyorum."

Yüzündeki sert ifade yumuşayıverdi, irislerindeki öfkenin karanlığı dağıldı ve yatağın ucunda oturan bedenime yaklaştı usulca. Kokusu ondan önce ulaşmıştı burnuma, hafifçe ürperdim tam da bu yüzden. Dudakları hafifçe kıvrılırken hemen yanıma oturdu, koyu kahve saçlarımı karıştırdı sevecen bir tavırla. "Merak etme, ne olabilir ki? Alt tarafı arabayla birkaç günlük bir yolculuğa çıkacağız. Hem, sen olacaksın yanımda." Bakışlarına tereddüt uğrarken tebessümünü korumaya çalışıp devam etti. "Olacaksın, değil mi?"

Ne diyebilirdim ki şimdi? Ben seni reddetme gafletinde bulunamam, diyemezdim ya. Ne yaparsa yapsın yanında olurdum ben onun ve içinde bulunduğum durumu sorgulasam dahi boyun eğerdim. Bir gece kanlı elleriyle kapıma dayansa ve dese ki Jaehyun ben birini öldürdüm, üstlenir misin suçumu? Benim için vazgeçer misin özgürlüğünden?, kabul ederim hiç düşünmeden. Bilmiyorum belki aptallık bu, belki tutsaklık ya da başka bir şey. Fakat bu her ne ise beni hem öldürüp hem yaşatıyor. Haddi hududu olmayan bu sevgi önce paramparça ediyor yüreğimi ; lâkin bir an sonra şefkatle sarıyor sanki. İşte tam da bu yüzden, benden ne isterse istesin tereddüt etmeden sunarım ona.

"Olacağım," dedim saçlarımda onun dokunuşu bir kez daha hissetmek için yanıp tutuşurken. "Yanında olacağım."

Sanki çaresiz isteğimi sezmiş gibi yeniden karıştırdı saçlarımı, sonra dağıttığı tutamları özenle düzeltti. Eğer cesaretimi biraz olsun toplayabilseydim ona bu tavırlarını derhal kesmesi gerektiğini çünkü kalbimin acizce çırpınıp çok yanlış yorumlamalar yaptığını söyleyebilirdim ama suskunluğumu koruduğumu tahmin etmek zor olmasa gerek.

Bir çırpıda ayaklanıp küçük dolabıma doğru adımladı. "Hemen başlayalım hazırlıklara o zaman."

Aklıma gelen detayla kaşlarım çatılırken, "Taeyong?" dedim sorarcasına. "Bizim arabamız yok ki."

Yüzünü keyifli bir sırıtış kapladı. "Babamın arabasını çalarız biz de."

Babam derken yüzünde oluşan tiksinti içimi burktu ; çünkü Taeyong ne zaman babasından bahsetse derinlerinde bir sızı baş gösterirdi de bunu tiksintiyle örtmeye çalışırdı, bilirdim.

"Çalmak mı?"

Gözlerini devirdi, bir yandan da dolabımdan çıkardığı sırt çantasını açmaya çalışıyordu. "O alkoliğin kendi isteğiyle bana arabasını vereceğini mi sanıyorsun? Bahsini açtığım gibi yeni bir yara izi eklenir bedenime."

Kurduğu cümleyle sıktım dişlerimi, öyle ki hepsi sökülüp bir bir ağzıma doluşsa hiç şaşırmazdım. Babasının öfkesine hakim olamayıp vücuduna bıraktığı izler kanaması hiç durmayan yaralarımdı benim.

Durun bir dakika, yüreğim yaradan geçilmiyordu ki zaten? Fakat ben yine de onun yaralarının acısını paylaşmayı borç biliyorum kendime. Oysa borçlu da benim, alacaklı da.

"Tamam," dedim sertçe; çünkü yok yere canının acıdığı gerçeğine tahammül edemiyordum, hiç edemiyordum hem de. "O konuyu açma."

Neşeden uzak bir şekilde güldü. Kendi evinden çok benim evimde vakit geçirmesinin nedeni; ömür törpüsü olmayı kendine görev edinmiş ve her gece körkütük sarhoş halde eve gelip bulduğu ilk boş yere yığılan, üstelik sudan sebeplerden dolayı onda kapanmayacak yaralar açan babasına ve vurdumduymazlığıyla insanı hayrete düşüren üvey annesine katlanamamasıydı.

Her şeyi Jisung'tu onun; yalnızca konu Jisung olunca kendini şanslı hissediyor, Jisung için binbir türlü işte çalışıyor, kendinden önce Jisung'u düşünüyordu. Tamı tamına üç yıldır içindeki yaşama arzusu son damlasına kadar çekilmişçesine hayatına devam etmesi de bu yüzdendi işte, kendini adadığı küçük kardeşi sırra kadem basmasaydı belki hâlâ eskisi gibi yüksek perdeden olurdu kahkahaları ve daha sahici parlardı gözleri.

"Ama Jaehyun böyle olmaz ki, bak hâlâ oturuyorsun öylece. Hazırlık yapmamız gerek, bir an önce yola çıkmalıyız."

Yenilmişlikle çöktü omuzlarım - ki buna epeyce alışkındım - ve derince iç çekerek ayaklandım. Tam olarak ne yapacağımızı, yolda bizi nelerin beklediğini, Jisung'u nasıl bulacağımızı ya da Taeyong'u neden şartlar ne olursa olsun reddedemediğimi bilmiyordum; fakat tüm bu sorulara vakti gelince cevap bulmayı dileyerek sessiz kaldım, sonra da köşede duran masama yürüdüm yavaşça.

Küçük ahşap masanın üzerinde öylece duran yıpranmış kalın defterimi aldım elime. Her sayfasında farklı bir dünya saklıydı. Kaygısızca karaladığım her satırda bambaşka bir benlik, bazı paragraflarda yüzlerce ben vardı. Neredeyse emindim; bu sonu belirsiz yolculuk boyunca birkaç sayfa daha dolacak, birkaç evren daha hayat bulacaktı parmak uçlarımda. Kim bilir? Belki eşsiz kişilerle karşılaşacak, Taeyong'a sanki mümkünmüş daha çok bağlanacaktım. İçime attıklarımda biraz daha boğulacak, içine attıklarında boğulanlar tanıyacaktım.

Bilmiyordum. Neye kalkıştığımızı, nasıl bir bilinmezliğe baş koyduğumuzu hiç bilmiyordum ; ancak öğrenecektim. İyi veya kötü, bir şekilde kavuşacaktı tüm sorular yanıtlarına. Huzurlu bir karmaşaydı bu, er geç çözülecek bir düğümdü sanki.

Bu yüzden ipleri zamanın eline verdim ben de, akrep yelkovanla dans ettikçe aydınlanacaktı bu karanlık.

☁☁☁

"Acele et!"

Sırt çantam sağ omzuma takılı ve zihnim soru işaretleriyle doluyken evin kapısını kilitlediğimden emin olup - sanki içeride çok değerli şeyler varmış gibi - hızla koştum Taeyong'un direksiyonunu sımsıkı kavradığı arabaya, sonra da kendimi paldır küldür yanındaki koltuğa atıverdim.

Böyle gereksiz bir heyecanın içinde oluşumuzun en büyük nedeni Taeyong'un arabayı babasından gerçekten kaçırmasıydı. O adamın katiyen arabasına dokundurtmayacağı su götürmez bir gerçekken rica ederek ödünç alma seçeneğini es geçmişti hâliyle. Şimdi de babasının fark edip peşine takılmasından korkarak alelacele sürüyordu arabayı.

Fakat yine de kalbimin hızına yetişemememin nedeni arabanın sürati değil, onun yanımdaki varlığıydı. Bir gün kalbim mola vermeksizin hızlı atmaktan yorulup tak diye duracak muhtemelen, o zamana dek çırpınsın içimde çırpınabildiği kadar.

"Taeyong, yavaşlasan mı biraz?"

İrice açtığı gözlerini yoldan ayırmadan, hemen yanı başında olmama karşın yüksek bir sesle karşılık verdi. "Olmaz! Fark edilmeden uzaklaşmalıyız."

"Ama bu hızda sürmeye devam edersen Jisung'u bulamadan hayata veda etmemiz an meselesi."

Dudağını büzdü, çocuksu bir heyecan çöreklenmişti güzel yüzüne. Kıyamadım tabii, hiç kıyamazdım zaten. Fakat oracıkta tepetaklak yuvarlanmamıza da göz yumacak değildim elbet! Deli oğlan, çılgın gibi sürüyordu. İçindeki yakıcı özlemdendi belki de bu acelesi.

Çok geçmeden yavaşladı araba, bu sefer sessiz kalan o olmuştu. Belli ki üzerinden atmıştı arabayı kaçırmanın gerginliğini; çünkü sık nefesleri düzene girmiş, yüzündeki endişe yerini belirsiz ancak sakin bir ifadeye bırakmıştı. Taeyong böyleydi işte; hissettiklerinin çoğu saman alevini andırıyordu hep. Sevinçleri, endişeleri, korkuları, ve hatta üzüntüleri uzun soluklu olmazdı. Bir anda hisseder, ansızın unuturdu. Birkaç dakika içinde duygudan duyguya kolaylıkla zıplayabilir ve kimi zaman elinizden tutup sizi de çekerdi bu tutarsız fakat eşsiz ruh haline.

Unutamadığı, ne yaparsa yapsın atlatamadığı, bozuk bir plak gibi takılı kaldığı hisler de vardı elbet. Özlem gibi, ya da suçluluk duygusu. Merak gibi mesela, ve bir daha hiç sahip olmamak üzere kaybetme korkusu.

Biraz bekledim bir şeyler söylesin diye; ama baktım konuşacağı yok, gözlerini yoldan bir an olsun ayırmıyor. Ben de susmaktan sonra en iyi bildiğim şeyi yapıp onu izledim. Nasıl da güzel olduğunu düşündüm, hayatımı nasıl boydan boya kapladığını, yıllar önce onunla tanışmakla sahip olduğum tüm şansı tüketmiş olabileceğimi, Jisung'u bulup bulamayacağımızı... Beni tüketen bu hislerle ne yapacağımı düşündüm sonra, gelin görün ki bir cevap bulamadım. Yanıtsız kalan diğer tüm soruların yüzdüğü havuza yolladım bu soruyu da. O havuz giderek genişliyor ve zihnimi sinsice işgal ediyordu ama benim tek yapabildiğim o havuzun genişlemesine istemsizce yardım etmek. O havuzu dolduran bendim, kendi sonumu kendim getiriyor gibi hissediyordum. Belki de yanımdaki bedenin sahibiydi sonumu getiren, eğer öyleyse onun güzel ellerinden yazılmış bir son sahip olabileceğim en huzurlu son olurdu.

Benim sessizce onu, onun ise sessizce yolu izlediği dakikalar üst üste yığıldı. Ardımızda hayalî bir toz bulutu yükselirken koca şehri arkamızda bıraktık. Uzaklaştıkça uzaklaştık, büyük yapılar giderek seyrekleşti, iki yanımızdan ağaç silüetleri aktı, arabanın açık penceresinden içeri süzülen rüzgâr tenimizi okşayıp saçlarımızı dağıttı ve biz derin bir suskunluğu sırtlanıp kim bilir kaç kilometre yol gittik.

Sonra araba yavaşladı, yavaşladı ve yolun kenarında durdu. Mayışmış bedenimi güçlükle hareket ettirip yorgun sesimle - halbuki sesimin bu denli yorgun çıkması için hiçbir neden yoktu - konuştum. "Neden durduk?"

Başını direksiyona yaslayıp ofladı. "Yoruldum," dedi. Dudağını büzüp ekledi sonra. "Ve acıktım."

Yüzümde bir gülümsemenin yeşermesine engel olamadım. Uzanıp yanaklarını sıkmak için can atıyordu parmaklarım, yüzüne doğru neden bu kadar onunla dolup taştığımı falan da sormak istiyordum ama sanırım devamında ne olduğunu belirtmeme lüzum yok çünkü bunları yapmayıp gülümsemekle yetindiğimi muhtemelen çoktan anladınız.

Arka koltuktaki sırt çantama uzanırken, "O halde doyuralım karnını," dedim keyifle. Yola çıkmadan önce sevdiği sandviçten yapmayı akıl ettiğim için kendimle kısacık bir an gurur duydum. Siyah çantanın bir köşesine yerleştirdiğim ve bunaltıcı havaya rağmen hâlâ hayatta olan sandviçleri çıkarınca solgun yüzü aydınlandı bir anda, gülümsemem genişledi o vakit.

"Jaehyun! Sandviç mi hazırladın bize?" diye sordu şaşkınlıkla karışık bir neşeyle.

"Evet, neden bu kadar şaşırdın?"

Yarım ağız güldü elimdeki sandviçe uzanırken. "Yan yana olduğumuz zamanların tümünde yemekleri ben yapıyorum da ondan."

"Yaparken sana yardım ediyorum ve iki gün önce yemeği ben yapmıştım."

"Evet, sonra da yakmıştın ve evdeki son malzemeleri koyduğun yemek heba olduğu için dışarıdan sipariş etmek zorunda kalmıştık."

Teslim olurcasına havaya kaldırdım ellerimi. "Tamam, yemek yapmak konusunda berbatım."

"Bir de tıpkı sevdiğim gibi hazırlamışsın, çabanı takdir ettim doğrusu."

Cümlesinin hemen ardından dudaklarından firar eden küçük kahkaha içimi tarifsiz bir mutlulukla doldururken sanki küçük çocuklar misali koşuşturup yüksek sesle gülmek isteyen ben değilmişim gibi alayla konuştum. "Alerjin uykusundan uyanıp bütün yüzünü pancara çevirmesin diye peynir koymadım sadece. Yüzün kızarınca çok komik oluyorsun."

Genişçe tebessüm etti. "Teşekkür ederim yine de, ve pancar benzetmesini daha sonra konuşacağız."

Daha da bir şey söylemedim, ağzımdan bir şeyleri kaçırmam olasıydı çünkü. Her daim kelimeler böyle dilimin ucuna kadar gelir de sonra gerisin geri dönerler geldikleri yere. Hiç çıkamadılar ağzımdan, hep engel oldum. Ya da başka bir şeyler engelledi onları. Korkum engelledi belki, yahut tırnak kemirten endişelerim. Bilemiyorum; fakat boğazıma dek dizilmiş sanki o cümleler. Ağzımı kapalı tutmazsam her an dışarı atlayacak gibiler, bu yüzden hep bir kendimi dizginleme ihtiyacı içerisindeyim.

Bunu daha ne kadar sürdürebilirim emin değilim. Zira yakıyor artık her bir kelime. Boğazımdan tırmanıp ağzımın içine doluşuyor hepsi, kendimi susmak için zorlamasam pat diye söyleyeceğim sanki.

Acıktığımın farkına sandviçi yerken vardım. Öyle lezzetinden parmak yedirtecek bir şey değildi ama rahatlıkla yenilebiliyordu en azından. Taeyong'a bakılırsa bugüne dek yediği en lezzetli şeymiş gibi davranıyordu, tabii bunu açlığının hat safhada olmasına bağlıyordum. Son lokmasını ağzına atıp - ki oldukça büyüktü bu - çiğnemeye çalışırken bakışlarının ileride bir yerde takıldığını fark ettim. Bu farkındalıkla kaşlarım çatıldı çok geçmeden. Gözlerini kısarak uzaklarda bir yere bakıyor ve bir şeyleri anlamlandırmaya çalışıyor gibiydi.

"Sorun ne?"

Ön cama daha da yaklaştı. "Benim gördüğümü sen de görüyor musun?"

"Ne görüyorsun ki sen?"

"İlerideki uçurumun ucunda oturan biri. Her an," Yutkundu sertçe. "Jaehyun, her an atlayacak gibi. Baksana."

Gözlerim beklenmedik cevapla irice açılırken bizden çok da uzak olmayan uçurum kenarına baktım endişeyle. Taeyong haklıydı, yüksek kayalıkların kenarına oturmuş ayaklarını sarkıtan biri vardı orada. Atladı atlayacak gibi durması konusunda da haklı oluşu bir an için vücudumdaki tüm kanın çekilmesine neden oldu. En azından ben öyle hissetti; çünkü hafifçe öne eğilip uçurumun dibine baktığı ve ardından başını gökyüzüne doğru kaldırdığı seçilebiliyordu buradan. Ne yapacağımızı bilemeyerek biraz daha izledik onu uzaktan. Bazen bir şeye ulaşmak istercesine kolunu göğe doğru uzatıyor, ardından yavaşça geri indirip başını öne eğiyordu. Bir şey bekliyor gibi bir hali vardı, ya da düşünüyor gibi; ancak tüm bunlar bizim kuruntumuz da olabilirdi. Belki yalnızca biraz kendiyle baş başa kalmak ve bulutlarla dertleşmek istemişti.

Yine de emin olmak adına arabadan hızla çıktım, Taeyong da çok geçmeden çıkıp takıldı peşime. Elindeki anahtarın düğmesine basıp arabayı kilitlerken, "Belki de yanılıyoruz," dedi. "Uçurum kenarında oturan herkes kendini atacak değil ya."

Başımı sallayıp onayladım onu ; ancak rahatsız edici bir şeyler vardı oradakinin hareketlerinde. Beynimin bir tarafı yalnızca kafa dağıtmak için oraya oturmuş olduğunu reddediyordu. Hem, daha güvenli yerler varken neden uçurum kenarını seçtiğine de anlam veremiyordum.

Güneş ışıklarının kavurduğu yolun kenarı irili ufaklı taşlar ve dikenli otlarla doluydu ancak yine de uçuruma çıkan yokuşu tırmanırken olabildiğince aceleciydim. "Haklısın, ama emin olmaktan zarar gelmez."

"Beni bekler misin? Hey, çok hızlısın!"

Elimde değildi. Bir insanın göz göre göre canına kıyacağı düşüncesi ürkütücü ve aynı zamanda kesinlikle engellemem gereken bir şeymiş gibi geliyordu. Bir saniye sonrasında dahi ne olacağını bilemezdik, işte bu yüzden hızlı adımlarıma söz geçiremiyordum. Belki biz yanına varmadan bırakacaktı bedenini kayalıklardan aşağı, belki biz oraya vardığımızda kanı çoktan çalılıkları kırmızıya boyamış olacaktı. Sırf bu korkunç ihtimaller kafamın içinde cirit attığı için olabildiğince hızlı varmak istiyordum yanına. Bunların hepsi birer yanılgı olabilirdi; lâkin olmayabilirdi de. Beni korkutan, o yokuşu hızla tırmanmama neden olan da buydu, ihtimallerin tüyler ürperten yüzüydü.

Bana yetişebilmesi için bekledim bir müddet, eğri büğrü yol üzerinde dengesini sağlamaya çalışarak yürüyordu. Yokuşun her yerinde baş gösteren dikenli çalılıklar yırtık kotunun açıkta bıraktığı dizlerini yaralayacak ya da koca taşlardan birine takılıp düşecek diye aklım çıktı ama en nihayetinde ulaştı yanıma.

Sonra elini tuttum, düşmesin diye.

Avuç içi çizgilerinden yaşam doldu sanki içime, parmaklarından parmaklarıma huzurlu bir his akıp oradan doğruca kalbime yollandı. Nasıl cesaret ettim de tuttum elini bilmiyorum; çünkü ben uzun süre onun gözlerinin içine bakmaktan dahi çekinirim. Fakat yaptım. Düşüp de kendine yeni bir yara açmasın diye sıkı sıkı tuttum elini ve bunun hissettirdiği o tatlı duygu üzerinde düşünmeyi erteleyip yeniden hızlanarak yokuşu çıkmaya başladım.

Tepemizdeki güneş bize hiç yardımcı olmasa da dakikalar sonra nefes nefese vardık uçuruma. Varınca da orada oturanın genç, hafif uzun saçlı ve omuzları çökmüş bir adam olduğunu gördük. Hâlâ bir uçurumun dibine, bir gökyüzüne bakıyordu. Korkutmaktan çekinerek yaklaştım biraz, ardından boğazımı hafifçe temizleyip konuştum.

"Merhaba?"

Başını keskin bir hareketle bizden yana çevirdi. O an hayret ettim; hayret ettim çünkü daha önce hiç kimsenin gözlerine bakar bakmaz bu denli yoğun ve bariz bir hüzne şahit olmamıştım. İrisleri bize değer değmez sessiz bir haykırış sundu sanki bakışlarıyla, ağladığını da tam o an fark ettim. Gözlerinin akı kıpkırmızı kesilmişti yaş dökmekten ve her an hıçkırıklara boğulacakmış gibi tir tir titriyordu dudakları. Buna rağmen normal bir ses tonu takınarak konuştu.

"Size de merhaba, neden buradasınız?"

"Biz de sana aynı soruyu sormak için gelmiştik," diye yanıtladı Taeyong. Ellerimiz ayrılalı birkaç dakika oluyordu, sıcaklığını daha şimdiden özlemiştim. Oysa ne güzel olurdu biraz daha kenetli kalsaydık öylece.

"Ben mi?" dedi genç adam hafifçe gülümseyerek. Hiç mi hiç sahici bir gülümseme değildi bu, hatta çokça acı barındırıyor gibiydi. "Birtakım nedenlerden ötürü buraya gelmem gerekti."

Taeyong elini tereddütle kaldırıp parmağıyla uçurumun kenarını işaret etti. "Buraya mı?"

"Evet, evet buraya."

Ne yapacağımı bilemeyerek dikiliyordum orada. Bir şeyler söylemeliydim, amacını öğrenmeliydim bu kederli adamın ama bunu nasıl yapacağım hakkında bir fikre sahip değildim. Bu yüzden düşünmeden konuşmaya başladım ben de. Çünkü bazen düşünmeden konuşmanız gerekir. Yoksa düşünmeden konuşmanın getirdiği tek şey rezillik ve felâket midir? Belki de az önce mümkün olan en mantıksız cümleyi dillendirdim; fakat kimin umurunda?

"O birtakım nedenler nedir?"

"Size nasıl anlatabilirim ki, o nedenlere hiç yakalanmadıysanız nasıl anlayacaksınız beni?"

Açıkça yanıtlamasını beklemiyordum elbette, bu yüzden şaşırmak yerine konuşmaya devam ettim. "Belki sana yardımcı olabiliriz?"

Kaşları çatıldı, yüzüne kızgınlık yayıldı ve hışımla kalktı ayağa. Öyle hızlı ayaklandı ki ve öylesine uçta oturuyordu ki bir an düşecek diye dehşetle irkildik, hatta Taeyong öne doğru bir adım attı; fakat adam elini kaldırarak durmasını işaret etti sertçe. "Hayır!" diye bağırdı. "Bana bundan böyle hiç kimse yardım edemez, anladınız mı? Geri dönüşü olmayan bir şey bu, eli kolu bağlayıp acıdan kıvrandıran bir şey."

"Ama," diyerek söze girdi Taeyong. Hissettiği gerginliği belirtir gibi sıkıca koluma tutunmuştu parmakları. "Bize sorunun ne olduğundan bahsedersen acını hafifletmeyi deneyebiliriz, öyle değil mi Jaehyun?"

İkna edici ve güven verici olmaya gayret ederek onaylarcasına salladım başımı. Gözünden yeni yaşlar akmaya başlamış adam hâlâ öfkeli bir yüz ifadesi takınıyordu. Onu bu uçurumun yamacına getiren neydi bilmiyordum ancak öyle görünüyordu ki yaşamak içi boş bir fiilden ibaretti artık onun nezdinde.

"Anlatsam da anlayamazsınız. Üzülüp geçeceksiniz yalnızca, yanmaya devam eden yine ben olacağım."

Çok garip hissediyordum. Öyle ki bir film sahnesi yaşıyormuşum gibiydi içinde bulunduğumuz an. Kendine kıymak isteyenleri engellemeye çalışanların yalnızca filmlerde olduğunu zannederdim şimdiye dek; fakat işe bakın ki daha dakikalar önce ansızın çıktığım bir yolculuktayken tam şu an bedenini uçuruma, ruhunu gökyüzüne bırakmak isteyen birini bu kararından vazgeçirmeye çalışıyordum.

"Böyle düşünme, elimizden geleni yaparız ama lütfen uzaklaş oradan."

Taeyong'un endişeli sesine rağmen kıpırdamadan yerinde durmaya devam etti. Gözlerindeki kararlılık soluklarımın hızlanmasına neden oluyordu; zira öyle bir bakıyordu ki hiçbir şey onu son nefesini vermekten alıkoyamaz gibiydi.

"Siz, Dong Sicheng'u tanır mıydınız?"

Kalakaldık öylece. Kimdi ki bu Dong Sicheng? Bu zavallı adamın böylesine biçare halde ağlayıp bu dünyadan silinmek istemesinin nedeni o muydu? Sessiz kaldık çünkü biz tanımazdık Dong Sicheng'u, ancak karşımızdaki tanıyordu besbelli. Her şeyiyle tanımış ve kendine katmıştı sanki.

Keyifsizce güldü. "Bakın, gördünüz mü? Kaldınız öylece. Siz onu bilmezsiniz. Ne onu bilirsiniz ne de onun hissettirdiklerini. Ne onun sevgisini tattınız ne de yokluğunun acısını." Burnunu çekip kızarık gözlerini sildi elinin tersiyle, devam etti sonra. "Oysa tüm insanlık tanımalıydı onu. Ne denli eşsiz bir kalbe sahip olduğunu bilmeli, nasıl da büyük bir kayıp verdiğini anlamalıydı."

Ağzımızdan çıkacak en ufak şeyin onu yanlış bir hareket yapmaya iteceğinden korktuğumuz için devam ediyorduk susmaya. Belki anlatırsa rahatlardı, içindeki zehri akıtır ve vazgeçerdi kendine bunu yapmaktan. Bu yüzden sustuk ve içinden geleni söylesin diye hiç tanımadığımız bu adama verdik sözü. O da konuştu; ağlayarak, bazen hıçkırarak, derince iç çekerek ve gözlerindeki yaşanmışlıkları önümüze koyarak konuştu.

"Ben bilirim ama. Kendimden bir parça yaptım çünkü onu. Saçlarını okşadım, ellerini tuttum, yarın yokmuş gibi sarıldım ve umut dolu cümleler fısıldadım kulağına. Siz onu nereden bileceksiniz zaten? Gülüşüne tanık oldunuz mu hiç? Ya da ellerinin sıcaklığından haberdar mısınız? Yok işte. Ama ben gülerken gördüm onu, ağlarken de öyle. Sıcaklığıyla sarmalandım ve her gün kendimi şu dünyadaki herkesten daha şanslı hissettim o benimle olduğu için."

Kafasını iki yana salladı. Geriye doğru ufacık bir adım atıp da uçurum kenarına iyiden iyiye yaklaştığında nefeslerimiz soluk borumuza takıldı sanki, korkuyla iç çektik ikimiz de. Kendini atıverecek diye ödümüz kopuyordu; fakat orada taş kesilen de yine bizlerdik. Biz diyecek bir şey bulamadan - son birkaç dakikadır olduğu gibi - sürdürdü konuşmayı.

"Dayanamıyorum, anlıyor musunuz? Beni yaşatan oydu ve ben artık bir ölüden farksızım. İçimdeki sızıyı atamıyorsam kendimi atarım ben de, çünkü artık tahammülüm kalmadı. Ben kimselere söylemeden halledecektim bunu, nereden çıktınız başıma siz?"

Taeyong öne doğru temkinli bir adım atıp biraz yaklaştı adını bile bilmediğimiz adama. Bizimle aynı yaşta duruyordu, bizden yaşça büyük de olabilirdi ancak acısının içinde sıkışıp kalarak büzülmüş ve küçücük kalmış gibiydi.

"Az önce onu kendinden bir parça haline getirdiğini söyledin, değil mi?"

Uysalca onayladı başıyla. Hâlâ çok tehlikeli bir yerde duruyordu ve bu yüzden kalbim ağzımda atıyor, gerginlikten midem kasılıyordu.

"O halde," diye devam etti Taeyong. "Onu yaşatmak istemez misin?"

Yüz ifadesi bir an için dondu. Kaşları hafifçe çatıldı ve ne diyeceğine karar vermeye çalışır gibi düşündü bir süre. Ben de bir an için donup kaldım ama karşıma geçip sorsanız nedenini, ben de bilmiyorum derim. Sanırım o an kendimi karşımdaki kişinin yerine koydum; Taeyong'un yokluğu gibi kanımı donduran bir ihtimal hayat bulduğu takdirde ne yapacağımı, kendimi bir yerlerden atmayı mı yoksa içimde onu yaşatmayı mı seçeceğimi düşündüm kısacık bir an.

Sonra beynime bir tercih yapma süresi dahi tanımadan savuşturdum bu korkunç olasılığı. İstemiyordum. Bir ihtimal olarak bile canımı yakıyordu, aklımın ucundan geçirmek bile istemiyordum.

Biz ağlamaktan minicik kalan gözlerini kısarak düşünmekte olan adamdan gergince bir yanıt almayı umarken bir sesleniş işittik. Çok yüksek ve telaşlı bir sesleniş. Fakat aynı zamanda rahatlamış ve yumuşak.

"Yuta!"

Duyduğu sesle gözleri şaşkınlıkla açıldı, hemen ardından ben de sesin geldiği yöne baktım ; ancak Taeyong endişeli bakışlarını bir saniye önce adının Yuta olduğunu öğrendiğimiz kişinin üstünden ayırmadı.

Kırış kırış mavi bir tişört giymiş ve dizlerinin üstünde biten siyah şortuna toz toprak bulaşmış bir gençti bu. Simsiyah saçları koştuğunu belli eder gibi alnına dağılmıştı ve göğüs kafesi hızlı hızlı aldığı soluklarla havalanıyordu. Belli ki buraya ulaşana dek endişeden kavrulmuştu, dışarıdan bakılınca öyle görünüyordu en azından.

"Mark," dedi Yuta hayretle. "Nereden bildin burada olduğumu?"

Yuta'nın bulunduğu noktayı idrak etmesiyle elleri gözle görülür bir şekilde titremeye başlarken tıpkı elleri gibi titreyen sesiyle konuştu. "Hep buraya gelirsin, bilmez miyim sanki."

"Doğru, amma da kalın kafalıyım."

Kesinlikle içinde bulunduğumuz ânı anlamlandıramıyor, dut yemiş bülbül gibi susmaya ve orada dikilmeye devam ediyorduk. Güneş beynimizi buharlaştırmış olmalıydı ; çünkü tek yapabildiğimiz Yuta konuşunca Yuta'ya, Mark konuşunca Mark'a dönüp bakmaktı.

Mark hafifçe gülümsemeye çalışıp - katiyen başaramıyordu - titreyen elini uzattı Yuta'ya. "Abi, ne diye orada duruyorsun? Buraya gel, öyle konuşalım."

"Olmaz," diye çıkıştı Yuta. "Konuşacak bir şeyim kalmadı artık benim."

"Sicheng abi şu halini görse kim bilir nasıl üzülürdü!"

Yüzünde yer edinen huysuzluk bir anda uçuverdi. İnanın bana, yalnızca bir saniyede gözlerindeki tüm o kararlılık tuzla buz oldu ve masum bir çocuk gibi parıldayan gözleriyle, "Üzülür müydü gerçekten?" diye sordu.

"Üzülürdü tabii!" dedi Mark, ikna etmek için yanıp tutuştuğunu belli ediyordu sesi. "Çok üzülürdü hem de. Nasıl böyle bir şeye kalkışırsın deyip üstüne bir güzel pataklardı seni üstelik."

"Ama," diye itiraz etmeye yeltendi Yuta. Sonra cümlesinin devamını getirmeyip sustu. Yaşlı gözlerini Mark'ın gözlerine dikip üst üste yutkundu. Konuşmakta zorlanıyor gibiydi artık. Ben ve Taeyong görünmezmişiz gibi konuşmaya devam ettiler sonra, biz de orada şaşkınlıkla dikilip olayı anlamaya çalışırken bakışları bir an olsun bize uğramayan ikiliyi dinlemeye devam ettik.

"Ama Mark, öyle katlanılmaz ki... Anlamıyorsun hiç."

"Bütünüyle anlayamam ki seni, ama bak yanındayım yine de." Sesi giderek daha çok titrerken bir adım attı Yuta'ya doğru. "Acımız denk olmasa da paylaşırız, azalır. Ama bu çözüm değil. Yemin ederim abi, bu bir çözüm değil."

Yuta'nın konuşmasına fırsat vermeden hevesle devam etti sözlerine, aynı zamanda ufak adımlarla ona yaklaşıyordu.

"Hem Sicheng abi bana ne dedi biliyor musun? Bana bir şey olursa Yuta sana emanet dedi. Şimdi sen böyle uçurum kenarlarında ağlayıp da kendini atarsan benim ona verdiğim sözlere, onun güvenine yazık olmaz mı?"

Gözlerini usulca örten saç tutamlarının arasından hüzünle baktı Yuta. "Olur, değil mi?"

"Olur, çok yazık olur. Hadi, yanıma gel şimdi." Yutkundu ve ekledi. "Canına kıymakla olmaz öyle, güçlü kalmak gerek."

Yuta'nın gözlerindeki umutsuzluk yavaşça uzaklaştı, dört bir yanını saran hüzün bulutu yok oldu bir anda ve hafifçe burnunu çekip başını onaylarcasına salladıktan sonra birkaç adım atarak uçurumun kenarından uzaklaştı. Bu hareketiyle üçümüz de çok derin bir nefes aldık, ya da tuttuğumuz nefesi nihayet geri verebildik? Beynim bulandığı için hangisi olduğunu söyleyemeyeceğim.

Mark hızla koştu, sonra kolundan tutup çektiği gibi sıkıca sarıldı Yuta'ya. O anda Taeyong'un bakışları değdi bana, gülümsüyordu. Gülümsenmez miydi hiç! Gözlerimizin önünde bir insan ölümden dönmüş, koskoca bir can kurtulmuştu. Bu huzur verici farkındalıkla ben de yapabildiğim kadar kocaman gülümsedim ona. Evet doğru pek bir şey yapamamış, burada aval aval dikilip dilimizi yutmuştuk ama en azından çabalamaya çalışmış ve en nihayetinde bir hayatın yitip gitmekten nasıl da son anda kurtulduğuna şahit olmuştuk. Mark yetişmeseydi onu kalmaya ikna edebilir miydik emin değildim ne yazık ki.

Biz hiç konuşmaksızın Taeyong'la garip fakat kalbimi sarıp sarmalayarak sıcacık eden bir bakışmayı paylaşırken Yuta yaklaştı yanımıza. Buğulu bakışları ikimiz arasında mekik dokuyup Taeyong'da durdu.

"Ben," diye girdi söze. Sesi az önceki gibi cılız değil çok daha güçlü çıkıyordu, sanki sevgi dolu bir kucaklaşma yara bandı gibi sarmıştı açık yarasını. "Onu yaşatacağım."

Gülümsedi; çok, çok içten ve minnetle.

"Ömrüm yettiğince onu kalbimde yaşatacağım, teşekkür ederim."

Taeyong destekler gibi omzuna hafifçe vurdu iki kez. "Bunu duymak çok güzel, doğru olanı seçtin."

Ve sonra yorgun adımlarını sürüye sürüye Mark geldi yanımıza. Sanki Yuta yanımızda değilmiş gibi, "Teşekkürler, onu oyalamasaydınız neler olurdu düşünmek bile istemiyorum," deyip Yuta'ya döndü ve kolunu omzuna attı. "Ama artık iyiyiz, değil mi abi?"

Aslında Mark'ın boğazında sıralanmış düğümler vardı sanki. Ya da ben etrafımda olup biten her şeye gereğinden fazla dikkat kesildiğim için bana öyle geliyordu. Fakat hayır, yanılmadığıma neredeyse eminim! Sesinin titrememesi için olağanüstü bir çaba sarf ediyor ve boğazı dikenli tellerle çevriliymişçesine yutkunurken yüzünü buruşturuyordu. Görseydiniz bana hak verirdiniz. İçinde kıvranıp duran, uçurumun dikenli otlar ve sivri taşlarla dolu zeminine çöküp omuzları sarsılarak ağlamak isteyen çocuğu kalın kalın halatlarla sımsıkı bağlamıştı besbelli. O çocuk çırpınıyor; ancak bir türlü dışa vuramıyordu kendini. Öylece bakıldığında kızarık ve sulu gözlü, ellerinin titremesi durmayan, kömür karası saçlı genç bir oğlandı yalnızca. Ama içine attığı çığlıklar kulağımda gibi sanki, dakikalar öncesinde cebelleştiği korku görünenden çok daha fazlasıydı, emindim buna.

Ancak gülümsemesi sahiciydi, Yuta hâlâ nefes aldığı için.

"İyi olacağız, Mark."

"Haklısın, iyi olacağız."

Sonra bize son kez bakıp samimiyetle "Hoşça kalın," diyerek inmeye başladılar o yokuşu. Yuta az önce intihar etmeye kalkışmamış, sanki hiç ölümden dönmemiş, saniyeler öncesinde hıçkırarak ağlamamışçasına kolunu Mark'ın omzuna atıp saçlarını karıştırdı. Mark tıpkı az önce yaptığı gibi sımsıkı sarıldı ona, başını omzuna yasladı ve yaşananlar hiç yaşanmamış gibi davranıp gözden yavaşça kayboldular. Gariplerdi, öyle ki birkaç dakika boyunca orada dikilmeye devam edip olanları idrak etmeye çalıştım. Ta ki Taeyong elini şaşkın yüzümün önünde aşağı yukarı sallayana dek.

"Gidelim mi artık biz de?"

"Olur," dedim sesimi bulabildiğimde. "Olur gidelim."

Koşa koşa, endişeyle çıktığımız yokuşu kaygısız adımlarla indik. Arada bir önce Yuta bir daha canına kıymaya kalkışır mı diye düşünüyor, sonra Sicheng'u yaşatacağını söylerken nasıl da içten olduğunu hatırlayıp rahatlıyordum. Arabaya varıp bindiğimizde bir süre konuşmadan asfalt yolu izledik yalnızca. Ne ben kafamdakileri toparlayıp adamakıllı bir cümle kurabiliyordum ne de Taeyong tek kelime ediyordu.

En nihayetinde ellerini direksiyonun üzerine, çenesini de ellerinin üzerine yerleştirip iç geçirerek, "Ne garip," dedi. Garip olan çok şey vardı ama devam etmesini bekledim ben yine de. "Ölüm zor zamanlarda çok tatlı bir kurtuluş olarak görünüyor. Halbuki cesur olmak gerek ve ölümün oyununa gelmemek. O sadece yeni kurbanlar istiyor, kim ve ne şekilde olduğu mühim değil, nedeni de öyle."

"Haklısın," dedim ben de. Ne deseydim? Yuta'nın yerinde olsam muhtemeldir ki ben de aynı şeye kalkışırdım mı deseydim? Bak olur da bırakırsan beni en çok bana tatlı görünür, o zaman baldan tatlı olur bana ölüm, tahammül edemem yokluğuna ona teslim olurum mu deseydim? Diyemezdim tabii; çünkü biliyorsunuz ya, cesur sayılmam pek. Hak verdiğimi söyledim ona, içimdekileri söyleyememek canımı yaktı ama alışığım nasılsa.

Yüzünü bana çevirdi, utanmadan tatlı tatlı baktı bir de! Elimde olsa bana öyle bakmaması için azarlayabilirdim bile onu, öylesine güzel bakıyordu ki dengem şaşıyordu. "Devam edelim mi?"

"Edelim."

Dudakları hafifçe kıvrıldı ve gürültüyle çalıştı araba, devam ettik yolumuza. O gözünü yoldan ayırmadan arabayı sürerken çantamdan defterimi çıkardım. Eski saman kağıdından sayfaları, yıpranmış kapağı ve içinde barındırdığı yazılarla yaşanmışlık doluydu bu defter. Siyah kalemimi aldım elime, bir yaşanmışlık daha eklemem gerekiyordu, tam da şimdi.

Hayır, ne ayrıntılı olarak Yuta'dan bahsettim ne Mark'tan ne de Dong Sicheng'dan. Ben sadece her okuduğumda bu üç ismi hatırlayacağım ve bu üç ismin birleşip de zihnime yerleştirdiği bir soru yazdım önümdeki boş sayfaya.

Kişinin somut yokluğu mudur tahammül sınırlarını zorlayan, yoksa o kişinin bir daha hiç dönmeyeceği gerçeğinin verdiği soyut acı mı?

☁☁☁

"Hiç bitmeyecekmiş gibi."

"Ne?"

Üzüntülerim, ne yaparsam yapayım cevapsız kalan sorularım, çırpınışlarım, suskunluğum, bir de bu yol.

"Bu yol, hiç bitmeyecekmiş gibi."

"Yola çıkalı bir gün bile olmadı ama benden çok çabuk sıkıldın bakıyorum."

Kıkırdayıp (?) kafamı geriye attım, koltuğun sertliğinden dolayı biraz acımıştı ama içimde kök salıp her yanımı kuşatan acının yanında bu neydi ki! Şimdi diyeceksiniz ki Ah be Jaehyun, abarttıkça abartan mızmız adamın tekisin sen de! Şu dünyada sevip de yanan kaç kişi var haberin var mı senin? Sızlanıp duruyorsun oysa daha göğsünü gere gere sevdiğini bile söyleyemiyorsun karşındakine... Fakat kimsecikler umurumda değil ki artık benim, ben sadece kendi karmaşamı biliyorum, ve o karmaşada nasıl kaybolduğumu.

Neyse, ne diyordum? Hah, Taeyong işte. Biliyordu elbet; ondan hiçbir zaman sıkılmayacağımı, onunla paylaştığım her ânın benim için nasıl da değerli olduğunu ve asıl beni bunaltanın bu sonu belirsiz yol olduğunu. Bu yüzden bir şey demedim kafam koltuğa yaslıyken.

Her şeyi biliyordu da bir ona nasıl yandığımı bilmiyordu ama doğru zaman gelince öğrenirdi herhalde. Yani umarım? Ya da durun, doğru zaman diye bir şey var mıydı ki?

"Ben de çok sıkıldım aslında, fakat pes edemeyiz Jaehyun. Şunun şurasında ne kadar kaldı ki?"

"Arabayla üç gün sürüyor dememiş miydin sen?"

"Öyle mi demiştim?"

"Hm hm."

"Mola vermeden sürersek üç gün gibi bir şeydi galiba."

"Bu da en az dört gün yoldayız demek."

Parmaklarını gri saç tutamlarından geçirdi yavaşça. "Üç ya da dört, ne fark eder ki?"

Gözlerim saçlarında oyalandı bir müddet. Yumuşacık duruyorlardı, eğer bir kez bile olsa saçlarını okşayabilirsem her teline bir fısıltı bahşedeceğimi kazıdım aklıma. Sonra kollarımı göğsümde birleştirip, "Hiç," dedim. "Fark etmez."

Aslında fark ederdi, çok fark ederdi hem de. Bu yol yüzünden zihnim sürekli içimi kemiren sorular üretiyor ve bu yetmezmiş gibi bir de o soruların yarısından fazlası cevapsız kalıyordu! Eğer bu sıcak, bunaltıcı araba yerine evde olsaydık Taeyong soluksuz izleyip bazı sahnelerinde koluma yapıştığı bir film açardı, becerememesine rağmen tatlı yapmaya kalkışıp beni de peşinden mutfağa sürüklerdi ya da beraber sahile inip deniz kabuğu toplar ve limonlu dondurma yerdik. Bu sayede benim de kafamın içindeki Jaehyun bana işkence edecek vakti bulamazdı.

Fakat şimdi sonunda bizi neyin beklediğini bilmediğimiz bu yoldayken o hep susuyor, beni benimle bırakıyordu. Sorun şuydu ki ben hiç sevmezdim kendimle kalmayı. Nefret ederdim hatta yalnız kaldığım anlardan. Çünkü o anların hepsinde bir şekilde ruhum telef oluyor, kendi kendimi yiyip bitiriyorum. Buna engel olabilecek tek kişi de sükûnetini bir an olsun bozmayıp araba sürüyor yalnızca.

Yine de nasıl bir umuda bel bağladığını biliyordum onun: ufacık ancak güç veren. Yolun sonunda umudunu kaybetmeyen yanı haklı çıkar mı, yoksa koca bir düş kırıklığına mı uğrar diye düşünüp durduğundan bu suskunluğu. Ben de aynısını yaptığım için kalkıp kızamıyordum işte, bulmak istiyordum Jisung'u çünkü. Üç yıl önce saçlarını sevdiğim, uzun sohbetler ettiğim, gülüşü neşe saçan o çocuğu çok özlemiştim. Ben dahi bu denli özlem doluyken Taeyong'un kalbine çöreklenen hüznün ve özlemin haddi hesabı olmayışına şaşmamak gerekirdi. Şimdi onu bulmak için avuçlarına bırakılan o belli belirsiz umuda tutunmuşken ne her zamanki gibi konuşkan ne de kaygısızdı. Kelimeleri tükenmiş gibi susuyor, ne ile karşılaşacağını bilmemenin verdiği haklı tedirginlikte kavruluyordu. Tam da bu yüzden susup beni benimle bıraktığı için hiç darılamıyordum ona.

Susarak kaç saat geçirdik bilmiyorum. Ben alışkındım susmaya; ancak Taeyong'un suskun durması aşina olmadığım bir durum olduğundan epey garipti bu birkaç saat. Ben düşüncelerimle boğuşmuştum, o da araba sürmüştü. Çoğu zaman gergin olan yüz ifadesi ara ara yerini dingin bir huzura bırakmış, açık pencerelerden süzülen rüzgâr ve batmakta olan güneşin kızıl ışıkları yüzüne vurup onu mümkünmüş gibi daha eşsiz kılmıştı.

Gözlerinde baş gösteren yorgunluğu fark ettiğimde, "Taeyong?" diye seslendim usulca.

"Hm?"

"Çok yoruldun, ben süreyim."

Gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. "Yorulmadım ki."

"Yorulmuşsun işte, gözlerinden belli. Durdur da ben geçeyim direksiyona."

Yorulduğu konusunda gerçekten haklı olmalıydım; çünkü daha fazla itiraz etmedi. Yer değiştirmemizin ve benim sürmeye başlamamın üzerinden henüz birkaç dakika geçmişti ki başını koltuğa yaslayıp gözlerini kapattığını gördüm. Hep böyle itiraz eder o. Yorulur ama yorulmadım der, sonra böyle kıvrılıp uyur. Kırılır ama gülümseyip umurunda olmadığını söyler, canı acır da bir şeyim yok deyip geçiştirir, üzülür ama belli etmez, güzelim taç yapraklarını çevresine sunarken kökleri kuruyan bir çiçekle arasında pek de fark yoktur onun aslında. Neden böyle yapar hiç bilmem. Belki güçsüz görünmek istemiyordur. Fakat bunlar dışa vurulsa dahi güçsüzlük değildir ki. Üstelik o güçsüz görünmez hiç, hiçbir zaman hem de. Başı diktir hep, bakışları kararlıdır, hem acılarına yenilip benim gibi sus pus da olmaz. Güçlüdür Taeyong, belki yeterince farkında değil bunun ama çok güçlüdür. Ne kadar darbe alırsa alsın bir şekilde kalkar ayağa, devam eder yoluna.

O usulca uyurken saatlerce sürdüm arabayı. Güneş battı, yıldızlar süsledi gökyüzünü. Sonra baktım yoruldum epey, sağa çektim ben de arabayı. Döndüm Taeyong'a, film izler gibi izledim yüzünü. Karanlıktı araba hâliyle, yine de bir sahnesini dahi kaçırmamam gereken bir filmmiş gibi, gözümü kırpmadan izledim her bir ayrıntısını.

O hafifçe irkilip uyanana kadar.

Resmen mahmur mahmur onu izlerken yakalandım! Elim ayağıma dolaştı hatta bir an için, gözlerimi kırpıştırıp araba farı görmüş tavşan gibi baktım yüzüne. Tabii o biraz alışık olmalı onu izlememe, ama böyle pat diye yakalanınca suç işlemiş gibi hissediyor insan. Korktum belki rahatsız olmuştur diye ama neyseki hafifçe gülümsedi. Elinin tersiyle gözünü ovalayıp ayılmaya çalışırken, "Jaehyun?" dedi uykulu sesiyle. "Neden uyandırmadın? Fazla uyumuşum, çok yorulmuşsundur sen şimdi."

"Pek yorulmadım. Daha iyi misin?"

"Hm hm."

Bir baktım kıvrılmış dudaklarım. Uykudan uyanınca dünya tatlısı biri oluyordu en çok o zamanlarda sımsıkı sarılmak istiyordum ona. Ama çekinirim hep, şimdiye kadar kaç kez sarıldıysak neredeyse her seferinde Taeyong yapmıştır ilk hamleyi. Ben yapamam çünkü, korkarım ona içimin nasıl gittiğini anlayacak diye. Benim aksime Taeyong çekinmez böyle şeylerden. Bazen sarılır, saçlarımı karıştırır, uzun uzun bakar. Oysa benim ellerim bir kez bile değmedi saçlarına, okşamak istiyorum da yapamıyorum işte bir türlü.

Böyle gidersen o biraz zor.

Sussana sen.

Gerçekleri dillendirmek de suç olmuş!

Yola çıkarken kapattığı telefonunu aldı eline, açtıktan sonra hafifçe güldü. Keyifsiz bir gülüştü sanki biraz.

"Ne oldu?"

"Babam, defalarca aramış. Jaehyun attığı mesajları bir görsen, öyle komik ki. Polise verecekmiş beni, nasıl cüret edermişim arabasını çalmaya. Güzellikle istesem verecekmiş gibi... Yapıştırırdı tokadı suratıma sanki bilmiyorum ben. Alt tarafı birkaç günlüğüne arabasını aldım, etmediği küfür kalmamış resmen."

"Boş ver sen onu. Sana kötü sözler yakıştırdığı için utanmalı kendinden."

Durdu.

Garip bir şey mi söylemiştim ki? Neden bilmiyorum ama bir an için dondu kaldı, çözemediğim bir ifadeyle baktı bana. O an, acaba yanlış bir zamanda yanlış bir şey mi söyledim diye düşündüm. Cevap bulamadan - hiç şaşırtıcı değil - kendine geldi. O donukluktan sıyrılıp, "Öyle mi dersin?" diye sordu.

"Tabii," dedim ben de. "Sana ancak güzel sözler yakışır."

Battıkça batıyorsun sen galiba Jaehyun!

Eyvah, anlayacak!

Tutsaydın ya dilini. Âşık âşık bakıp böyle laflar ediyorsun. Anlar da uzaklaşırsa senden içli içli ağlayıp pişmanlıkla yanıp tutuşacaksın.

Tamam sus, hâlâ gülümsüyor. Demek ki henüz batırmadım.

"Ah be Jaehyun," dedi yine. Bazen bana böyle der. İç geçirir, bir şey söyleyecekmiş de vazgeçmiş gibi bakar bana sonra der ki ah be Jaehyun! Kimi zaman ardından bir cümle gelir, kimi zaman bunu deyip susar. O da biraz karmaşık sanki benim gibi, fakat umarım o karmaşasında boğulmuyordur. "Sen de olmasan."

"Hep olacağım."

Bunu söylemeseydim kıvranır dururdum biliyorum ben kendimi. Söyledim de rahatladım. Bilsin istiyorum çünkü, hep yanında olacağımı bilsin. Bana ihtiyacı olduğu her anda ona el uzatacağımı, ihtiyacı olmadığında el uzatmak için yanı başında hazır bekleyeceğimi, eğer isterse kaçıp gelebileceği sığınağı, sırdaşı, ne denli uzun ve zor olursa olsun çıkacağı her yolculukta yol arkadaşı olacağımı bilsin.

Uzanıp saçlarımı karıştırdı. Ne güzel denk geldi parmakları saç tellerime, nasıl sevindi güçsüz yüreğim bu hareketine! Hep biri kalbimi eline alıp var gücüyle sıkıyormuş gibi hissediyordum o böyle yapınca, içimde yüzlerce kelebek kozasından fırlayıp pır pır uçuşuyordu sanki.

O esnada, yani tam da parmakları saçlarımdan kopup gülüşlerimiz dindiğinde, pat diye açıldı arabanın arka kapısı. Durun, kilitlememiş miydim ben? Demek ki kilitlememişim, yoksa hışımla arabaya nasıl binsin bu yabancı oğlan?

Şaşkınlıkla ikimiz de arkamıza döndük. Hafif esmer bir oğlan, gözü de yaşlı galiba. Parlıyor çünkü göz bebekleri. Burnunu çekip bize bakıyor dümdüz.

Aslında o an sorması gereken şey kesinlikle bu değildi ama, "Neden karşılaştığımız herkes ağlıyor?" diye sordu Taeyong. Haklı aslında, neden durmadan birileriyle karşılaşıyorduk ve neden hepsi gözyaşı akıtıyordu? Garip gelmişti bu, çoğu şey bana garip gelir zaten; lâkin üstünde pek durmayıp sormamız gerekeni sordum.

"Sen kimsin ve neden izinsizce arabaya bindin?"

"Şey," diye geveledi önce. Hafif uzun kahve saçlarını gözlerinin önünden çekip zoraki bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. "Özür dilerim öncelikle."

Sessiz kalıp devam etmesini beklediğimizi görünce boğazını temizleyip kısık sesiyle konuşmaya devam etti. "Ben, etrafta gidecek hiçbir yer bulamayınca...Yani, böyle ani oldu ama, kalıcı değilim zaten. Demek istediğim, bir süreliğine yolculuğunuza dahil olabilir miyim?"

Bölük pörçük cümlelerini birleştirip idrak etmeye çalışıyorduk ki Taeyong şüpheci bakışlarını beklentiyle bize bakan oğlana dikip, "Sana neden güvenelim?" diye sordu. "Ya bize zarar vermeye kalkarsan?"

Ağzımı açıp da ben buna izin vermem diyemedim. Ah, ne çok şey birikmişti öyle diyemediğim...

Diyemedim, ama korurum ben onu. Kollarımı etrafına sarıp engellerim gelecek olan tüm zararları, canı hiç acımasın diye tereddüt etmeksizin gözden çıkarırım kendi canımı.

"H-Haklısınız tabii. Fakat karıncayı bile incitmem ben. Şimdi böyle deyince de çok klişe bir cümle oldu ama... Nasıl desem... Bir anda çıkıverdim de ben evden, gidecek yerim de yok. Ne zamandır yürüyorum hiç bilmiyorum bile. Kara sular indi ayaklarıma." Kendi kendine gülüp devam etti. "Eğer beni buralar gibi ıssız yol olmayan, biraz işlek bir yerde bırakırsanız çok minnettâr kalırım size."

Kararsızlıkla birbirimize baktık. Bu gözleri yaşlı ve garip oğlanı şimdi arabadan çıkarabilirdik, ya da güvenip gitmesi gereken yere bırakabilirdik. İkinci seçenekten yanaydım ben; zira çaresiz bir insanı gecenin bu vakti yolun ortasında yalnızlığa terk etmek doğru gelmiyordu. Hem zararsız görünüyordu. Biraz kırışmış açık sarı bir gömlek vardı üzerinde ve kot şort, elleri de bomboştu. Arabanın ışığını çoktan açtığımız için gözlerinin kızarıklığı net bir şekilde görülüyordu ve bakışlarına çöken sahici bir çaresizlik vardı. Anlayabiliyordum bunu. Yardım etmek istedim o an, kendime yardımım dokunamıyordu ama başkasına dokunsun istedim.

Ve bunu gözlerimle anlattım Taeyong'a.

Hiçbir şey demedim, baktım sadece. Gözlerimle dedim ki gel el uzatalım şu çocuğa. Bak, nasıl da çaresiz bakıyor. Biz öylece bırakır gidersek ne yapar gece vakti bu ıssız yolda?

Anladı beni ; çünkü onaylarcasına salladı başını. Belli ki o da yardım etmek istiyordu yabancıya. Kıyamaz zaten kimseciklere. Kimin yardıma ihtiyacı olsa soluğu onun yanında alır, yardımını isteyenlere asla yüz çevirmez. Böyledir o. Taşıdığı kalp bir çiçek gibi narindir, küçük bir çocuk kadar temiz.

Yüzüne mesafeli bir tebessüm kondurdu. "İyi," dedi. "Katıl bakalım yolculuğumuza. Seni istediğin yerde bırakırız."

Sonra hızlıca ekledi. "Ama yanlış bir şey yapmaya kalkışırsan fena olur!"

Güldü esmer oğlan. Hatta kahkaha attı bildiğiniz. "Bana iyilik yapana ben neden kötülük yapayım? Teşekkür ederim, gerçekten. Çok teşekkür ederim."

Sonra masumca gülümseyip elini uzattı. "Ben Donghyuck."

Önce ben elimi uzatıp sıktım elini. "Jaehyun."

Ardından aynı şeyi Taeyong tekrarladı. "Taeyong ben de."

Donghyuck çok konuşkan biriymiş aslında. Her türlü konudan konuştu durdu. Ben çoğu zaman sessiz kaldım, Taeyong konuştu benim yerime. Donghyuck yüksek sesle ve dizine vurarak gülüyordu hep, gülerken gözlerinin içi parlıyordu. Yanaklarını ıslatan gözyaşları çoktan kurumuştu ; ancak yine de üzerinde hâlâ o burukluk vardı. Bakışında, sözlerinde, gözlerinde ve gülüşünde. Bunu fark ettikten sonra tutamadım kendimi de aklımdaki soruyu soruverdim.

"Neden ağlıyordun?"

Gülüşü soldu. Pişman olur gibi oldum ama toparlandı hemen, parmaklarıyla oynamaya başladı. Muhtemelen gözleri yine sulanmıştır; çünkü ben de gözlerime görünmez iğneler batıp yaşlar hücum edince böyle parmaklarımla oynarım hep, oradan biliyorum.

"Taeil," dedi kısıkça. "Taeil yüzünden."

Biz daha Taeil'in kim olduğunu soramadan kaşlarını çatıp, "İnanabiliyor musunuz?!" diye konuştu hiddetle. Bir anda yükselişi Taeyong'un irkilmesine neden olmuştu ve ben alakasız bir şekilde gülmek istemiştim. Tuttum kendimi ama, Donghyuck bilmeden ateşlediğim öfkesiyle konuşmaya devam etti.

"Yurtdışına gitmem gerektiğini söylüyor! Neymiş efendim, hayalimdeki üniversitede staj yapmaya hak kazanmışım da bu fırsatı çöpe atamazmışım. İstemiyorum ki artık, özlerim ben onu bir kere. Ama beyefendinin umurunda mı hiç! Tutturdu geleceğin için diye. Geleceğim sensin diyeceğim de vıcık vıcık olur şimdi yaz dizileri gibi... Demedim öyle, ama kabul de edemem ya! Hem de koskoca bir yıl. Yok yok mümkün değil!"

"Yani şimdi sen bunun için mi ağlıyordun ve bunun için mi kaçtın?"

Şaşkınlıkla sorduğum soruya karşılık başıyla onayladı. "Evet. Tabii sonsuza dek kaçacağımdan değil de, vazgeçsin diye hani."

Taeyong dalgın dalgın elleriyle oynuyorken yavaşça başını kaldırıp Donghyuck'a baktı. "Belki haklıdır," dedi. "Hayalini gerçekleştirme şansını elinin tersiyle itmen doğru olmaz."

"Anlamıyorsunuz," dedi Donghyuck bu defa. Sesi hafiften titremeye başlamıştı ansızın. "Bir yıl boyunca ondan uzakta, başka bir ülkede yapamam ben. Onu kaybetmenin eşiğinden dönmüşken bir de bu çok ağır gelir bana. Hem hayal benim hayalim değil miydi? İstemiyorum artık işte. Moon Taeil olacak o kalın kafalı anlamıyor ama."

"O da gelsin," dedim söze karışıp. "O da gelse seninle, olmaz mı?"

"Gelemez ki," diye mırıldandı omuzlarını silkip. "Kardeşi hasta onun. Yanında olmalı, hem Taeil'den başka kimsesi de yok. Benimle gelmesini istemek bencillikten başka bir şey olmaz."

"O halde güçlü olmaya çalışıp tek başına git."

"Olmaz, yapamam."

"Fakat şöyle düşün-"

"İstemiyorum. Gitmek de istemiyorum düşünmek de."

"İyi," dedi Taeyong. Donghyuck gibi o da kaşlarını çatmıştı şimdi. "Ama bana kalırsa sonradan pişman olacaksın."

Donghyuck karşılık vermedi, ben de susmaya devam ettim. Uzunca bir süre rahatsız edici ve garip bir sessizlik hakim oldu arabaya, sonra daha fazla bu sessizliğe - esasında kafamın içindeki gürültüye - dayanamayacağımı fark edince derin bir nefes alıp konuştum.

"Yola devam edelim o zaman."

İkisi de tepki vermedi. Donghyuck kollarını göğsünde kavuşturmuş boşluğu izlemeye, Taeyong başını yasladığı koltuktan kaldırmayıp gözlerini kapalı tutmaya devam etti. Ben de omuzlarımı silktim o vakit. Gürültüyle çalıştı yine araba, devam ettik yolumuza.

Gün ayana dek sürdüm. Kollarım güçten düştü, kafamın içine sayısız düşünce üşüştü; ancak sürmeye devam ettim. Taeyong bir ara uyudu, derin ve düzenli nefesler aldı çünkü oradan anladım. Donghyuck hiç konuşmadı ve gece boyunca uyumak şöyle dursun, gözünü dahi kırpmadı. Hayır, ne boğazımıza bıçak dayadı ne de kafamıza silah. Hiçbir şey yapmadı. Ritmik hareketlerle parmaklarını dizine vurup boşluğu izledi yalnızca. Biraz garipti, Yuta ve Mark gibi.

Gün iyiden iyiye aydınlanırken Taeyong, "Bırak," dedi. "Çok yoruldun, yer değiştirelim."

Haklıydı, yorulmuştum. Buna rağmen itiraz edecek gibi oldum; fakat gözlerindeki itiraz istemeyen katî bakışı görünce başımı sallayıp onaylamakla yetindim. Taeyong sürmeye devam etti, Donghyuck da susmaya. Ne garipti, dün gece durmadan konuşuyordu oysa şimdi ağzını bıçak açmıyor. Yalnızca ara ara telefonunu kontrol ediyor, bir süre ekrana bakıp derin bir nefes aldıktan sonra hışımla kapatıp cebine koyuyordu.

"Ee Donghyuck?" dedim, ama neden? Yani ne diye bir sohbet başlatma gereği duymuştum hiç bilmiyorum. Kendimle kavga etmektense başkasıyla sohbet etmek daha makul göründü gözüme galiba.

Soran gözlerle bana bakınca, "Gitmeme konusunda kararlı mısın hâlâ?" diye sordum.

Güneş tenini öpünce ne güzel görünüyor Taeyong!

Öyle de, zamanı mı şimdi...

Ellerini hiçbir zaman tutamayacaksın.

Sussana.

Gömleğinin yakası bozulmuş bak, düzeltsen mi? Fakat yapamazsın ki sen.

Ne var bunda?

Yap da görelim.

Kendi kendime çattım kaşlarımı. Ne sinir bozucuydu şu benliğim, işi gücü üstüme gelip beni boğmaktı. Kendimi kendime kanıtlamak ister gibi, tereddüt etmeden elimi uzatıp beyaz tişörtünün üzerine giydiği mavi-gri oduncu gömleğinin yakasını düzelttim. İrkildi önce, sonra gülümsedi. Yola baktı, bana değil; ama gülümsedi işte.

"E-evet," dedi Donghyuck. Az kalsın sorduğum soruyu unutuyordum. Öyle muallakta bir ses tonuyla cevap vermişti ki hafifçe arkamı dönüp omzumu koltuğa yaslarken, "Emin misin?" diye sordum.

Daha dün gece tanışmıştık ama meraklanmıştım elimde olmadan, bazen bir şeylere kayıtsız kalma konusunda epey beceriksiz oluyordum.

"Eminim tabii. Çok eminim hem de."

Bence değilsin, hiç değilsin hem de.

"Peki, sen bilirsin."

Bir saat daha gittik öylece. İki yanımızdan boş araziler aktı, klimaların çoğu bozuk olduğu için çalışan iki klimanın verdiği serinlikle yetinmeye çalıştık. Amma da bunaltıcıydı şu yolculuk! Ne denli bunaldığımı unutayım diye Taeyong'u izledim göz ucuyla. Ellerini, saçlarını, yüzünü... Çoğu zaman onu dikkatle izleyip her bir detayını aklıma nasıl kazıyorsam öyle izledim yine. Bazen üzerindeki çekingen bakışlarımı hissetmiş gibi dönüp bana bakıyordu, ben de o anlarda hemen gözlerimi kaçırıyordum; fakat iş işten geçmiş oluyordu. Neyse ki beni utandıracak bir şey demiyordu da dudakları kıvrılıyordu yalnızca.

Araba uçsuz bucaksız yolda ilerlerken Donghyuck bizi izledi galiba sürekli, öyle hissettim. Dönüp ona bakmadım ama hem üzerimizde dolaşan gözlerini hissediyordum hem de birkaç kez dikiz aynasından bize baktığını ve karmaşık bir yüz ifadesi takındığını görmüştüm.

Anlam veremedim, boş verdim sonra da.

Sen neye anlam yükleyebiliyorsun ki Jaehyun?

Taeyong. Taeyong'a evrendeki en güzel anlamları yükleyebilirim ve bu anlamlar bir araya gelip kocaman, eşi benzeri görülmemiş bir bütünü oluşturur. İlk kez uçurtma uçuran küçük bir çocuğun sevinci bile gizli olur o anlamlarda, şekeri elinden alınan bir ufaklığın hüznü olur sonra, yepyeni bir keşifte bulunan bir kâşifin dizginlenemez hayreti ve heyecanı ya da yavru bir kuşun ilk kez kanatlarını çırpıp uçtuğunda hissettiği o tarifsiz özgürlük saklı olur o anlamların her birinde. Öylesine güzel ki, evrende kendisine parmak ucu kadar yer bulan her bir olaydan ve o olayların aşıladığı her duygudan bir parça anlam çıkarıp ona armağan ederim. Ve bunu yalnızca söz konusu Taeyong olduğunda yapabilirim.

"Bakın şurada bir yer var, kahvaltı yapalım mı? Çok açım ben."

Başıyla gösterdiği yere baktım. Yol kenarında, küçük bir mekândı. Acıktığımı fark edince, "Olur," dedim. Yaptığım sandviçler pek de doyurucu değildi ne yazık ki.

Çok geçmeden arabadan indiğimizde Donghyuck'un hâlâ oturduğunu görünce, "Donghyuck, hadi!" diye seslendi Taeyong. "İnsene arabadan."

"Yok, iyiyim ben böyle. Siz gidin, beklerim ben."

"Olur mu öyle şey?! Gel hadi, beraber yapacağız kahvaltıyı. Acıkmışsındır."

Donghyuck yeniden itiraz edecek gibi olunca kolundan tutup indirdi onu arabadan. O an, tam da o an, içimde tarif edemediğim bir duygu yeşerdi. İsim veremedim buna. Alt tarafı kolundan tutup gülerek arabadan indirmişti ama sanki içimde bir volkan patladı ya da zehirli bir sarmaşık sarıldı kaburgalarıma, bilmiyorum. Derin bir nefes aldım, yüzümü ifadesiz tutmaya çabaladım ve onları beklemeden dönüp mekânın girişine doğru yürüdüm.

Şu uzun yolculuğa çıkan kimselerin mola verip de karınlarını doyurabileceği küçük, lokanta gibi yerlerden biriydi işte. Çok da incelemedim etrafı aslına bakarsanız, içimde baş gösteren garip duyguyu hâlâ söküp atamamıştım çünkü. Biraz havasızdı içerisi, bir de çok fena bir baharat kokuyordu ama hangi baharat olduğunu çıkaramadım. Köri mi bu acaba? Taeyong körili tavuğu çok güzel yapar. Fakat bunun konumuzla ne alakası var?

Aklın fikrin Taeyong senin.

Fena vurulmuşsun, ondan.

Sus diyorum sus.

Aman be iyi, sustum!

Çoğunlukla cam kenarına yerleştirilmiş masalar vardı, birkaç tane de duvar diplerindeydi. Neredeyse her yer boş olduğundan, cam kenarında gözüme kestirdiğim ilk masaya oturdum. Oturduğum anda bıkkınca iç geçirdim her yanımı sarmalayan huzursuzlukla. Bununla nasıl baş edeceğimi düşünürken Taeyong ve Donghyuck geldi.

Onları beklemeden arkamı dönüp gittiğim için biraz bozulmuş gibi baktı bana Taeyong, gözlerimi kaçırdım hemen. Ben de bozulmuştum! Ama ne için? Bilmiyorum, alt tarafı güzel gülüşünü sergileyip bir yabancının kolunu tuttuğu için galiba. Böyle de aklını peynir ekmekle yemiş biriyim ben işte. Aklım yoktu, varsa da yedim çoktan. Ya da Taeyong yedi. Hem de gözleriyle, gülüşüyle yedi aklımı. Kırıntı bile kalmadı.

"Jaehyun?"

Koyu gözlerine çevirdim bakışlarımı.

"Zeytinli poğaça da isteyelim mi? Seversin sen."

Yakasına yapışıp bırak şimdi zeytinli poğaçayı seni seviyorum ben desem kurtulurdum içimdeki bu devamlı sancılardan belki. Lâkin ne yeriydi ne de zamanı.

Başımla onayladım. Ardından sipariş ettiklerimiz gelene dek koca bir sessizliğin koynuna saklandık yine. Amma da çok susuyorduk ama ne gelir elden? Susarak anlaşan kimselerdendik demek ki, konuşamadıklarımızı suskunluğumuzla gözlerimize taşıyıp anlaşılmayı bekleyenlerdendik belki de biz.

"Benim şarjım bitti de, telefonunuzu kullanabilir miyim?"

"Tabii."

Kilidini açıp ona uzattığım telefonu teşekkür ederek alırken, "Taeil'i arayacağım," dedi Donghyuck. "Daha fazla kaçmanın bir anlamı yok. Bu iş çözüme kavuşmak zorunda."

"Bulabilecek mi burayı?"

Gülümsedi. "Bulur o beni. Hep buldu."

Kibarca izin isteyerek kalkıp iki masa ötede konuştu, birkaç dakika olmamıştı ki geldi yeniden. Onunla birlikte siparişler de gelince hep birlikte sessizce kahvaltıya başladık.

Donghyuck kuş kadar yiyor. Böyle minik minik parçalar koparıp isteksizce ağzına atıyor ve muhtemel ki bunun nedeni bahsettiği kişiyle arasında olan gerginliğin henüz çözüme kavuşmamış olması. İç geçirip önüne eğdiği başını kaldırarak bize baktı. Daha doğrusu beni Taeyong'a bakarken yakaladı. Sonra Taeyong ansızın ağzımın önüne zeytinli poğaçadan kopardığı bir parçayı tutarken ve ben bastıramadığım şaşkınlığımla dudaklarımı aralayıp o lokmayı kabul ederken de kaşlarını hafifçe çatıp gülümseyerek bizi izlemeyi sürdürdü.

Kalbimin hızlanışına mı yansaydım yoksa Donghyuck'un bakışlarının ardındaki düşünceyi çözmeye mi çalışsaydım bilemedim. Birkaç saniye sonra buna gerek kalmadı neyse ki, çünkü Donghyuck bir anda sessizliği muzip konuşmasıyla hiç etti.

"Amma da salaksınız."

Yutmaya çalıştığı lokma Taeyong'un boğazında kalıp birkaç kez öksürmesine neden olunca endişeyle önümdeki su dolu bardağı ona uzatıp, "Ne?" dedim şaşkınlıkla.

"İkiniz diyorum, biraz salaksınız sanki."

"Anlamadım?" dedi Taeyong bu kez sertçe. "Nereden vardın bu kanıya?"

Donghyuck bir müddet düşünür gibi yaptıktan sonra önündeki peçeteyle oynamaya başlarken rahat bir tavırla konuştu bir yandan da. "Tamam özür dilerim. Salak demeyelim, ama kör olduğunuz kabak gibi ortada. Yani, böyle deyince de kaba geldi kulağa biraz ama... Neyse idare edin siz. Ne diyordum? Hah! Sanki biraz körsünüz siz. Ya da kendi gözünüzü kapatmış, görmeniz gerekenleri görmeyi reddediyorsunuz."

Hafifçe güldü, sonra sakince devam etti. "Beni arabanıza aldığınızdan beri - çok teşekkür ederim yeniden - sizi izliyorum. Yani, yapacak bir şey yoktu çünkü, anlarsınız ya? Sizi izledim ben de. Kendimi övmek gibi olmasın ama gözlem becerim iyidir, bu yüzden sizin hakkınızda bulunduğum çıkarım da muhtemelen doğru."

"Neymiş çıkarımın?"

"Hoşlanıyorsunuz siz birbirinizden."

İkimizin gözleri de hayretle açıldı. Taeyong yeni bir öksürük krizine tutuldu, ben de taş kesildim oracıkta. Kendimi biliyordum bilmesine ; lâkin onun bana karşı dostluk dışında, bambaşka bir başlığın altında bir şeyler hissedebileceğine ihtimal dahi vermezken birinin karşıma geçip bunu söylemesi beni dumura uğratmıştı.

Taeyong çoktan insan suretine bürünmüş bir pancara dönüştü. Bir görseniz! Kulakları kıpkırmızı kesildi, hatta o kırmızılık yanaklarına bile yayıldı. Bir utandığında böyle olur bir de dalgınlıkla peynir yiyip alerjisini uyandırdığında. Rahatsız oldu mu işittiği bu cümleden bilmiyorum. Şu an tek korkum, içimde ona olan sevgimle sulayıp büyüttüğüm hisleri anlayıp benden uzaklaşması. Düşüncesi bile... Tanrım, düşüncesi bile mahvediyor.

"Şaşırmayın öyle, görüp anladığımı söylüyorum ben. Bakışlarınızdan belli hisleriniz. Belki yanılıyorumdur, ama hiç sanmam. Nasıl desem... Farklı bakıyorsunuz birbirinize, çok farklı. Anlatabildim mi?"

Ya anlarsa Jaehyun?

Ya bir daha hiç geri kazanmamak üzere kaybedersen onu?

İnkâr et, inkâr et!

"Yok öyle bir şey."

Yenilmez yutulmaz bir yalanı dillendirmiştim işte. Yüreğimden gelip de işitilmek için yalvarıp yakaran bütün cümlelerime inat çaresizce yalan söylemiştim. Oysa öyle bir şey vardı ; öylesine vardı ki artık benden geriye hiçbir şey kalmamış, varım yoğum o olmuştu. Öylesine vardı ki benliğimin her zerresini kaplamıştı bu hisler, beni kendime düşman edip el birliğiyle bitiriyorlardı fakat öylesine seviyordum ki, bundan duyduğum en ufak bir pişmanlık yoktu. Yok dedim ama. Öyle bir şey yok dedim. Kelimeler dilimden dökülürken benden bir parça da götürdü sanki, öyle acıdım.

Bir de ben inkâr edince Taeyong'un gözlerinde yalnızca bir an için beliren o duyguyu yakalayamamak acıttı canımı. Neydi o? Yanıyorken bir anda sönen bir lamba, kayıp giden bir yıldız veyahut ansızın kırılıp bin parçaya ayrılan bir ayna gibiydi o duygu. Belli belirsizdi, ben tam olarak çözüp de sindiremeden geçti gitti. Boğazını temizleyip toparlandı.

"Jaehyun haklı, çok yakın arkadaşız biz sadece."

Donghyuck inanmadığını belli edercesine iki yana salladı başını. "Öyle diyorsanız öyle olsun. Yakında keşfedersiniz beslediğiniz hisleri ne de olsa, benden söylemesi."

"Kapatalım bu konuyu, çok saçma," diye konuştu Taeyong gerginliği sesine yansımışken. "Çok, çok saçma."

Gereksiz bir eklemeydi ama onu da dedi işte. Çok saçmaymış. Çok, çok saçmaymış.

Hak ettin bunu.

Kabullen artık aptal.

Kes sesini.

Paramparçasın, kim toplayacak seni?

Taeyong toplar, bilmeden yapar bunu üstelik.

Kandır kendini sen.

Yeter!

Oturduğum yerde irkilince ikisinin de bakışları bana döndü. *çimdeki Jaehyun uslu durmuyor hiç, kendi benliğim düşman kesildi bana diyemezdim onlara. Bu yüzden, "Dalmışım," demekle yetindim.

"Donghyuck!"

Mekânın kapısının gürültüyle açılmasının ardından bu endişeli ve titrek ses ulaştı kulağımıza. Donghyuck yerinde sıçradı, gözlerine minik ışıltılar yerleşirken hızla sesin geldiği yöne baktı ben ve Taeyong gibi.

Karşımızda nefes nefese duran kişi Taeil'di sanırım. Donghyuck'a öyle bir bakıyordu ki, sanki yıllar boyu ayrı kalmışlardı da sonra bir anda çıkıvermişti karşısına. Yüzündeki rahatlamış ifadeye rağmen hâlâ derin bir endişenin izlerini taşıyor gibiydi. Durdu önce, nasıl anlatacağımı bilmediğim fakat çok güzel olduğuna emin olduğum bir duyguyla baktı karşısında mahcup bir ifadeyle dikilen esmer oğlana. Sonra, az önceki bağırışından çok ama çok uzak, öfkeden ve endişeden bütünüyle arınmış yumuşacık bir sesle, "Donghyuck," dedi kısıkça kollarını ona sararken.

Tanığı olduğumuz sahnelerin çoğunda Taeyong ile tek yapabildiğimiz öylece durup film izler gibi izlemekti; ancak hak verirsiniz ki, o anlarda bize düşen de sadece buydu.

Donghyuck sımsıkı bir sarılışla karşılık verdi Taeil'e. Çekinerek Taeyong'a baktım ve onun zaten bana bakan koyu gözlerine rastaladığımda, hep şu kitaplarda yahut dizilerde sözü geçen o klişe sahneyi yaşadığımız için gelen gülme isteğini bastırmaya çalıştım. Böyle bir klasiği gerçek hayatta yaşayacağımı hiç tahmin etmezdim, şimdi böyle ansızın kendimi tam da o klasiğin içinde bulunca gözlerimden yaş gelene kadar gülmek istedim. Sonra belki yaş akıtmaya devam ederdim; fakat bu sefer gülmezdim.

Bu kez gözlerini kaçıran o oldu, ardından Taeil'in, "Aptal!" diye bağırmasıyla ayaktaki ikiliye çevirdik bakışlarımızı yeniden.

"Aptal çocuk, ne kadar endişelendiğimden haberin var mı?"

Donghyuck, "Özür dilerim," diye mırıldandı. Sonra o da sesini yükseltip, "Ama çok sinirliydim!" diye devam etti. Hâlâ sarılıyor oldukları için sesi boğuk çıkıyordu.

Taeil nihayet biraz geri çekilip yüzüne baktı Donghyuck'un. Bir eliyle yanağını kavradı, baş parmağını elmacık kemiğinde gezdirdi hafifçe. "Yine de," dedi normale dönen ses tonuyla. "Yine de gecenin bir yarısı evden kaçman mı gerekirdi Donghyuck?"

"Ben... Belki kararını değiştirirsin diye-"

"Bunun benim için kolay olduğunu mu sanıyorsun?!"

Bir adım geri çekildi Donghyuck, Taeil'in hafif dokunuşundan kurtuldu hışımla. "O zaman ne diye gönderiyorsun beni!"

"Neden anlamak istemiyorsun? Senin için, geleceğin için, hayallerin için yapıyorum bunu."

Donghyuck omuzlarını silkti, tıpkı küçük bir çocuk edasıyla dudaklarını büzüp kaşlarını çattı. "İ-İstemiyorum."

Taeil'in sabrının sınırlarında olduğu anlaşılıyordu ; çünkü yüz ifadesi sertleşmiş, siyah saçlarını sertçe avuçlamıştı. Donghyuck'un inatçı tavrı her geçen saniye daha da fevrileştiriyordu hareketlerini. Gözlerini kapatıp derince soluklandıktan sonra yüz ifadesine ters düşen bir sakinlikle konuştu.

"Donghyuck, o üniversitede staj yapmaya kabul edilmek için nasıl çalıştığına şahit oldum ben. Ne kadar emek verdiğini, nasıl da heyecanla hayaller kurduğunu gördüm. Belki tanımıyordun beni o zamanlar, ama ben seni en ufak detayına kadar biliyordum. Tek hedefinin bu olduğundan da haberdardım hedefine ulaşmak için ne denli çabaladığından da. Ne değişti? Bak, aldın emeklerinin karşılığını. Sen değil miydin bu hayalin sahibi, sen değil miydin kabul edilmek için var gücüyle çalışan? Ne değişti Donghyuck?"

"O seninle tanışmadan önceydi. Hepsi sen hayatıma girmeden önceydi."

"Benim yüzümden hayallerinden vazgeçmene izin veremem, anlıyor musun?"

Donghyuck sertçe yutkundu. Kararlı duruşunu korumaya çabalıyordu, pek başarılı olduğu söylenemezdi ama. Taeil inadının biraz olsun kırıldığını fark ettiği vakit tavırlarını da sesini de yumuşatıp yaklaştı Donghyuck'a.

"Her gün," dedi. "Söz veriyorum, her gün ararım seni. İstersen saatlerce, durmaksızın konuşuruz. Sen gelince de ayrı kaldığımız bütün zamanlar için yepyeni anılar biriktiririz, tamam mı? Bir yıl, sadece bir yıl Donghyuck."

Donghyuck artık ağlıyordu. Birdenbire ağlamaya başlamıştı ve Taeil akıttığı gözyaşlarını çenesine ulaşmadan sildiği halde yeni yaşlar süzülüyordu gözlerinden.

"Söz mü?"

Bunun üstü kapalı bir onaylama olduğunu anladı Taeil, yeniden sarıldı Donghyuck'a. Onun kahve saçlarını yavaşça okşarken, "Söz," diye karşılık verdi.

Donghyuck'un katî inadı Taeil'in gözlerine bakana kadar, onun kolları tarafından sarmalanana kadar, ondan samimi sözler alana kadarmış demek ki. Sunduğu tüm itirazlar ve ardına gizlendiği bütün sebepler yerle bir olmuştu Taeil'in birkaç cümlesiyle. Şimdi yüzünde engelleyemediği bir gülümseme var ve verdiği karardan pişman değil gibi görünüyor. Hem aldığı sözden, hem de kalbinin derinlerinde saklanan asıl isteğin farkına vardığından olsa gerek.

Biz Donghyuck'la benziyoruz galiba. Çok benziyoruz hatta. Onun da hayatında arkasında durduğu kararları iki çift lafıyla hiç eden biri var. O da tam şu an ıslak kirpiklerinin altından baktığı gözlere çok geçmeden yeniliyor belli ki. Bu gerçeği tüm berraklığıyla kavrayabiliyorum ; çünkü görmüştüm ben. Arabadayken nasıl da kararlı olduğuna, gitmemeye ant içmişçesine nasıl da kesin cümleler sarf ettiğine tanık olmuştum. Lâkin şimdi, Taeil onu bulmuş ve kollarını ona sarıp gözyaşlarını silerek sözler vermişken sanki o cümleleri dillendiren kendisi değilmiş gibi kırılıvermişti inadı.

Herkesin bir Taeyong'u vardı belki. Herkesin karşı koyamadığı, bile isteye yahut istemeden, ancak özünde seve seve yenildiği biri vardı. Benim Taeyong'a sorgusuz sualsiz kanmam gibi, Donghyuck da Taeil'in şefkat dolu cümlelerine ve bakışlarına teslim olmuştu gözlerimizin önünde.

Ve kim bilir şu dünyada daha kaç Jaehyun ve Taeyong vardı. İsimler farklıydı ve yaşanmışlıklar da öyle. Fakat olan şey hep aynıydı. Bu dünya konu ne olursa olsun yenenler ve yenilenlerden oluşuyordu belki de.

Gördün mü Jaehyun, yalnız değilsin.

Taeyong bunları biliyor mu acaba?

Bir gün söylersin belki.

Söyleyemem. Belki de söylerim. Söyleyebilir miyim?

Ortama hâkim olan o ağır, buhranlı hava Donghyuck'un toparlandıktan sonra Taeil'in elini tutup bize dönmesi ve gülümseyerek, "Bak, yol arkadaşlarım," demesi ile bir anda dağıldı.

Mekâna girdiğinden beri gözleri üstümüze uğramayan Taeil ilk kez baktı masada sessizce oturan bize. "Merhaba."

"Merhaba," diye karşılık verdik Taeyong ile aynı anda.

Taeil teşekkür etti sonra bize. Düşünmeden evden kaçıveren Donghyuck'u gece vakti yolun ortasında bırakmadığımız için defalarca kez teşekkür edip bunu yaparken tuttuğu eli bir an olsun bırakmadı. Sanki her an yeniden gidebilirmiş gibi sıkı sıkı kenetledi parmaklarını. Biz de hiç mi hiç sorun olmadığını, bu şirin oğlan ile tanıştığımıza sevindiğimizi, sonunda aralarındaki sorunu çözebildikleri için de onlar adına mutlu olduğumuzu söyledik.

Tam gidecekleri esnada Donghyuck önce uzun uzun bana baktı, sonra Taeyong'a. Bize biraz yaklaşıp dedi ki: "Umarım birbirinizi hiç kaybetmezsiniz. Size söylediklerimde yanılma ihtimalim var elbet, fakat siz yine de yüreğinize bir kulak verin olur mu? Yardım ettiniz bana, iyi insanlarsınız belli ki. Üzülmenizi istemem yani. Hislerinizi gözden geçirmeyi deneyin, bunun yardımı dokunur size mutlaka. Çok konuştum değil mi? Veda etmem gerekiyor sanırım."

Güldü ve elini sallayıp kapının önünde onu bekleyen Taeil'in yanına adımlarken neşeyle konuştu son kez. "Teşekkür ederim yeniden. Kendinize iyi bakın anlaştık mı? Hoşça kalın!"

Bir iki adım atmıştı ki arkasını dönmeden elini havaya kaldırıp sallayarak ekledi. "Hesap bizden!"

Sonra da el ele çıktılar mekândan. Arkalarından bakıp birkaç saniye boyunca yaşananları sindirmeye çalıştık. Yavaşça dönüp Taeyong'a baktım ve kısa süreli bakışmamızın ardından yüksek perdeden bir kahkaha attı ansızın.

Ee, ne diye böyle güzel gülüyor bu şimdi?

Ne var ki gülünecek?!

Kahkahası panzehir sanki, bak nasıl da dindiriyor sızılarını.

"Ne oldu şimdi?" diye sordum şaşkınlıkla.

Cevap vermedi çünkü gülüşünü dindiremiyordu. Durmaksızın gülüyor, beni ne hale getirdiğini bilmeden sürdürüyordu bunu. Gözlerinden yaş gelene kadar güldü, sonra hıçkırarak sildi gözyaşlarını. Durun, hıçkırarak mı?

Gülmekten yaş akıttığını sanıyordum oysa o hıçkırarak siliyor yaşlarını.

"Taeyong!" dedim, sesim elimde olmadan yüksek çıktı. "Taeyong n-neden ağlıyorsun, ne oldu birdenbire?"

Dudakları kıvrıldı ağır ağır. "Yok," dedi boğuk sesiyle. "Ne ağlaması? Bak, gülüyorum ben."

"Gülüyordun fakat ağlıyorsun şimdi. Neyin var?"

Avuç içleriyle gözlerini kuruladı, akıttığı yaşlar bileğindeki dövmeye bulaşıp hüzne boyadı orayı. Biliyordum, gülmekten değildi bu yaşlar. Bir anda ağlamaya başlamıştı işte ve hem ağlaması, hem nedenini bilmemek işkenceden farksızdı benim için.

Burnunu çekti hafifçe. "İyiyim ben. Sinirlerim bozuldu biraz sadece."

Konuşmama fırsat vermeden ayaklandı, elimden tutarak.

"Gidelim hadi."

Elinin sıcaklığı kalbimin çaresizce çırpınmasına sebep oldu, zaten Taeyong ve ona dair her şey zavallı kalbimin çaresizce çırpınmasına sebep olur.

Dışarı çıkıp da yakıcı güneşin ışık demetlerini tenimizde ağırladığımızda Taeyong arabaya doğru yürümek yerine farklı bir yöne yürüyünce durdum. Durduğumu fark edince o da kesti adımlamayı, kenetli olan ellerimiz bir köprü gibi uzandı aramızda.

"Nereye gidiyoruz?"

"Gidince görürsün."

Cevabının katiyen aydınlatıcı olmamasına rağmen omuzlarımı silkip beni yönlendirmesine izin verdim. Nereye götürse kabulümdü ne de olsa. Bu yüzdendir ki karşıma geçip cehennemin ta dibine gidiyoruz dese elini bırakmaz ve tamam deyip yanında olmaya devam ederdim.

Topu topu iki dakika - eli hâlâ elimdeyken - yürüyüp iki katlı küçük bir dövme stüdyosunun önünde durduk. Durun, dövme stüdyosu mu?

Arabadan indiğimiz vakit içimi kemiren o uğursuz hisse öylesine kapılmıştım ki bulunduğumuz konuma dikkat etmeyi, başımı kaldırıp etrafa bakınmayı akıl edememiştim; fakat burası öyle düşündüğüm gibi pek de ıssız bir yer değilmiş. Yemek yediğimiz yer dışında küçük bahçeli bir iki yazlık ev, önünde duran renkli otomatı ve birkaç ahşap iskemlesiyle bir büfe, yanıp sönen koca tabelasıyla bir oyun salonu ve an itibariyle önünde dikildiğimiz dövme stüdyosu vardı burada görebildiğim kadarıyla. Hatta parmak arası terlikleri, ellerini ceplerine yerleştirdikleri şortları ve ince gömlekleriyle birkaç insan bile yürüyordu yol kenarlarında.

"Nereden biliyorsun burayı?"

Kıkırdadı. "Yemek yerken oturduğumuz masadan tabelası görünüyordu."

"Neden buradayız ki Taeyong? Bir dövme daha mı yaptıracaksın?"

"Hayır," dedi. "Sen yaptıracaksın."

Gözlerim büyürken itiraz etmek adına ağzımı açtım ama o benden önce konuştu. "İstemez misin?"

İster miydim? Ellerine baktım Taeyong'un. Parmaklarının üzerine işlenen yazılara, kollarındaki güzel şekillere baktım sonra. Tıpkı onun gibi tenime benim için anlamı olan bir şey kazımak ister miydim?

İstersin bence.

Neden olmasın?

Ne kaybedersin ki?

"Tamam," dedim derince iç geçirip. "Neden olmasın?"

Genişçe gülümsedi. Elimden çekiştirmeye devam edip küçük stüdyonun içine sürükledi ikimizi de. Mekâna girdiğimiz anda yüzüme çarpan serinlikle derin bir nefes aldım. Çok güzel kokuyordu burası, az önceki yer gibi insanın burnunun direğini sızlatan bir baharat kokusu yoktu en azından. Akasya kokuyor galiba. Duvarlarda da şu Kızılderili inançlarında bahsedilen düş kapanlarından asılıydı. Acaba Taeyong kâbus görüyor mudur? Eğer görüyorsa ve eğer işe yarıyorsa ona da almalıydım bunlardan. Çünkü ben isterim ki hiçbir kötülük uğramasın onun zihnine. En ufak bir korku hissetmesin, uyurken sayıklamasın ve kan ter içinde uyanmasın gecenin bir vakti benim gibi.

Eğer ki Taeyong kâbus görüyorsa, mutlaka bir düş kapanı almalıydım ona. Ben okşayamıyordum ama belki yatağının hemen üzerine asardı ve o zaman işe yaramasını umduğum bu garip aletin ucunda sallanan tüyler okşardı onun saçlarını.

Minyon bir adam güleryüzle, "Hoşgeldiniz," diyerek karşıladı bizi. Kahve saçlarının arasında kırmızı tutamlar, kaşında küçük bir piercing vardı. Giydiği kolsuz tişört sağ kolunun yukarısındaki dövmeyi bütünüyle ortaya sermiş, yırtık kotunun üzerinden beline bağladığı oduncu gömleği nedenini anlayamadığım bir şekilde ona farklı bir hava katmıştı.

Eliyle köşede duran renkli pufları gösterdi. "Buyurun oturun."

Etrafı inceleye inceleye - ne yazık ki ellerimiz artık kenetli değildi - yürüyüp oturduğumuzda kendini karşımızdaki ahşap sandalyeye bıraktı.

"İkiniz de mi istiyorsunuz?"

"Hayır," dedim. "Sadece ben."

Başıyla onayladı. "Pekâlâ. Aklında bir şey var mı? Ya da katalog vermemi ister misin?"

"Gerek yok. Bir anlamı olmasını istiyorum."

Gülümsedi adam. "Peki aklındaki nedir?"

Aklımdaki nedir? Evet, bir anlamı olmalı lâkin ne vardı ki benim aklımda? Daha önce hiç düşünmemiştim bunun hakkında, şimdi öyle bir şey söylemeliydim ki sonradan tenime kazıdığım için pişmanlık duymamalıydım. Seve seve taşımalıydım onu.

Kutup Yıldızı olsun.

Kutup Yıldızı mı?

Evet, evet Kutup Yıldızı!

Düşündüm bir müddet. Neden içimden bir ses Kutup Yıldızı demişti? Neydi Kutup Yıldızı? Küçükayı takımyıldızının en parlak yıldızı. Hep kuzeyi gösterir. Yolunu kaybedenlere yol gösterici olur. Kutup Yıldızı, Kutup Yıldızı, Kutup Yıldızı... Taeyong!

Jaehyun'un kasvetli hayatının en parlak yıldızı. Hep mutluluğu gösterir. Yolunu kaybeden Jaehyun'a yol gösterici olur. Parlaklığıyla yaşamını güzelleştirir, tıpkı yolunu kaybeden birine umut olan Kutup Yıldızı gibi en umutsuz ve çaresiz anlarında Jaehyun'a umut olur.

Benim Kutup Yıldızı'm Taeyong'du.

O bileğimde yalnızca özel bir yıldız taşıdığımı düşünecekti, oysa ben tam da nabzımın attığı yerde onu taşıyacaktım.

Kendi düşünceme gülümsedim. Başımı hafifçe kaldırıp kararlılıkla, "Kutup Yıldızı," dedim. "Bileğimin üzerine Kutup Yıldızı'nı istiyorum."

Şaşırdı önce adını henüz bilmediğimiz adam, tıpkı Taeyong gibi. Sonra başıyla onayladı ve ellerini birbirine sürtüp ayaklanırken, "Tamamdır, güzel seçim," dedi. Eliyle yan taraftaki deri koltuğu gösterdi ardından. "Seni şuraya alalım."

☁☁☁

Eh, biraz acıtıyormuş sanki.

O kocaman aletin ucundaki iğneler tenime batıp çıkarken Taeyong'un birden fazla kez bu acıya neden katlandığını sorguladım içten içe. Katlanılmaz bir acı değildi; fakat uzun süre katlanılabilecek bir acı da değildi bu. Yine de o yanımda durmuş gülümseyerek parlak yıldızın bileğime işlenişini seyrederken her şey daha katlanılabilir oluyor.

"Baekhyun?"

"Hm?" diye karşılık verdi kahve-kırmızı saçlı adam odağını yaptığı işten ayırmadan. O sırada bakışlarımı sesin geldiği yöne çevirdim. Oldukça uzun boylu bir adam, parmaklarını siyah saçlarından geçirirken üst kattan girişe uzanan ahşap ve dar merdivenleri yavaşça iniyordu.

"Müşteri geldiğini haber verseydin ben ilgilenirdim. Başın ağrımıyor muydu senin?"

"Geçti, daha iyiyim şimdi."

Karşımızdaki sandalyelerden birine oturup başıyla selamladı bizi. Üzerindeki gri tişört, siyah kot, bileklerinde yer edinmiş fazlaca ip bileklik, boynunun sol tarafındaki büyük sayılamayacak dövme ve tişörtünün üzerinde kendini belli eden üçgen figürlü ip kolyesiyle en az bizi karşılayan kadar havalı duruyordu. Biraz dikkatli bakınca, aynı ip kolyeden az önce adının Baekhyun olduğunu öğrendiğim adamda da olduğunu fark ettim.

Baekhyun, yıldızı bileğime özenle işlemeye devam ederken sırıtarak konuştu. "Chanyeol bu ikili hiç konuşmayacak galiba, pek bir sessizler."

Chanyeol dediği adam gülerek kafasını iki yana salladı. "Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi?"

"Hey! Bu işte birlikteyiz sanıyordum."

"Öyleyiz elbette."

"Sorun olmazsa," diye söze girdi Taeyong çekinerek. "Bahsettiğiniz şeyin ne olduğunu sorabilir miyim? Az sonra bir şeylere dahil edilecekmişiz gibi hissediyorum da."

Baekhyun, "Elbette," diye karşılık verdi keyifle. "Hikâye avcılarıyız biz."

"Ne?" deyiverdik aynı anda.

Chanyeol kısık tutmaya çalıştığı bir kahkaha patlattı. "Sana bulduğun ismin çocukça olduğunu söylemiştim!"

Baekhyun hışımla arkasını dönerken, "Öyle mi Park Chanyeol?" dedi. "O halde bundan böyle benim gibi çocuksu biri yerine o korkunç siyah ayıcığa sarılır uyursun."

"Bir peluş ayıyı nasıl korkunç bulduğunu hâlâ anlayamıyorum."

"Takılman gereken nokta bu değildi!"

"Beni hep sensizlikle tehdit ediyorsun."

"Bunun hiç gerçekleşmeyeceğini bilmen gerekir."

"Olsun, ihtimal dahilinde bile korkunç."

"Pardon ama," diyerek yeniden konuşmaya dahil oldu Taeyong. "Hikâye avcıları diyordunuz en son?"

Baekhyun odağını bize verip boğazını temizleyerek konuşmaya başladı. "Ah, evet. Bizim müşterilerimiz için koyduğumuz minik bir kural var beyler. Buraya gelip dövme yaptıran her kişiden o dövmenin hikâyesini öğrenmek isteriz. Fazla kişisel ve katalog seçimi olduğunda ise herhangi bir hikâye anlatmalarını isteriz bize. Tabii yaşanmış olması şartıyla. İşte böyle küçük stüdyomuza gelen herkesten bir hikâye kopardığımız için hikâye avcılarıyız biz. Chanyeol sevimsiz bir isim olduğunu düşünüyor fakat konu bu değil elbette."

"Peki ama neden yapıyorsunuz bunu?"

Soruyu soran bendim bu defa, cevaplayan ise Chanyeol.

"Yaşanmışlıklar biriktirmek istiyoruz çünkü. Kalbimizde yalnızca kendi hayatlarımızdan değil, buraya gelenlerin hayatlarından da parçalar taşımak istiyoruz. Onların hatalarından da ders almak, mutluluklarına ortak olmak, üzüntülerini ve heyecanlarını paylaşmak istiyoruz. Böylece geriye dönüp baktığımızda hatırlayacak daha çok şeyimiz oluyor, bizi içtenlikle ağlatan ve güldüren daha çok anı ediniyoruz. Belki bir kısmı bize ait olmayan anılar, fakat biz onları kendimizden bir parça haline getiriyoruz."

Samimiyetle gülümsedim, çünkü öylesine hoşuma gitti ki bu... Çeşit çeşit insandan binbir türlü hikâye toplayıp bu yaşanmışlıklardan bir şekilde kendilerine pay çıkarmaları hiçbir nedeni olmaksızın hoşuma gitti.

"Şimdi senin de bizimle bu dövmenin hikâyesini paylaşman gerekiyor."

Taeyong'un bakışları benim üzerimdeydi. Işıl ışıl gözleriyle ne diyeceğimi bekliyor, bileğime kazıdığım bu parlak yıldızın ardındaki anlamı öğrenmek istiyor gibiydi.

Söyle. Anlat onlara Jaehyun.

"Peki. Anlatacağım."

Sonra anlattım. Dedim ki: "Biri var. Bu öyle biri ki, en dipte olduğumda da yanımda sevinçten içim içime sığmadığında da. Hayatım biraz boğucudur benim, içime bakarsanız eğer çatlaklarla dolu çorak bir topraktan başka bir şey bulamazsınız lâkin onun sayesinde o çatlaklardan renk renk çiçekler yeşerir. Kaybolduğumu sandığım umutsuz zamanlarda tıpkı Kutup Yıldızı gibi parlayan gözleriyle bana bakıp güzel cümleler döker dudaklarından ve ben o parıltılara bakarak yolumu bulurum. Yönümü şaşırmış kayıp bir adamken o gözler yol gösterir bana. Bazen üzgün olduğunda irislerindeki parıltı söner ve ben o zamanlarda sahip olduğum her şey elimden alınmışçasına biçare hissederim. Yönümü şaşırırım, kaybolurum. Evrenimdeki tek yıldız sönünce zifirî bir karanlıkla boğuşur dururum. Sonra parlaklığını geri kazanınca gözleri, güzel gülüşünü de sergileyince yeniden evimde hissederim. Ilık bir huzur sarar her yanımı. Ben evimi bileğimde taşımak istedim. Yol göstericimi, umut ışığımı, karanlık yolumu aydınlatan meşalemi, kaybolduğumda beni tutup pençesine düştüğüm korkulardan kurtaran kişiyi bileğimde taşımak, nabzımın üzerinde hissetmek istedim."

Uzun zamandır ilk defa bu kadar çok konuşmuş ve böylesine bir hafiflik hissetmiştim içimde. Evet belki henüz bunları Taeyong'a söyleyebilecek kadar cesur değilim ; fakat dile getirebilmek dahi sızımı biraz olsun hafifletmişti. Chanyeol ve Baekhyun, ya da hikâye avcıları, bilsinler en azından. Nasıl da yandığımı, içimde ne denli kanlı bir kargaşa olduğunu ve aynı zamanda ne kadar özel birine sahip olduğumu. Bütün bunları bilsinler ve ileride bir gün hatırladıklarında Jaehyun vardı desinler. Bir de onun yaşamını değerli kılan biri vardı. Nasıl da çok seviyordu!

"Teşekkür ederiz," dedi Baekhyun tebessüm ederek. "Hikâyeni bizimle paylaştığın için, gerçekten çok teşekkür ederiz."

"Ben teşekkür ederim."

Bana yükümü hafifletme fırsatı sunduğunuz için.

"Bitti!"

Yanındaki masanın üzerinde duran bezi eline alıp son kez üstünü sildi işlediği yıldızın. Eğilip yakından baktım. Çok güzeldi, Taeyong'un bir yansıması gibiydi sanki.

"Krem sürmemiz gerek."

"Ben hallederim."

Taeyong'un cümlesiyle bir an için nefesim soluk boruma takıldı ancak belli etmemeye çalıştım. Sakindim. Sakin kalmalıydım. Hem neden sakin kalamayayım?!

Baekhyun'un uzattığı kutuyu aldı eline. Parmağının ucuna biraz alıp soğuk kremi bileğime nazikçe sürmeye başladı. Hareketleri öylesine yumuşaktı ki birileri kalbimi pamuklara sarıyor ya da çağlayan bir akarsuyun serin suları içimdeki yangını söndürüyor gibi hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi.

İşi bittiğinde - ben nihayet düzgünce nefes alabildiğimde - ayaklandık. Adımızı sordular önce, biz de söyledik. Ödemeyi de yapıp çıkmaya hazırlanırken Baekhyun, "Yeniden teşekkürler," dedi. "Umarız yıldızın hiç sönmez ve yolunu bir daha hiç kaybetmezsin."

Bu sefer ben teşekkür ettim. Ardından Chanyeol kolunu Baekhyun'un omzuna atıp, "Hayatta bol şans!" dedi yan bir gülüşle. İkisi de bize el salladığı esnada başını hafifçe yana eğdi, yüzüne dokunan kahve-kırmızı tutamlara bir öpücük kondurdu o tutamların sahibi kolunu beline dolarken. O an ben de umdum ki, yollarını da birbirlerini de hiç kaybetmesinler. Onların da yıldızları hiç sönmesin, umutları hiç solmasın.

Taeyong'un yüzünde karmakarışık bir ifade vardı. Ne hissettiğini, ne düşündüğünü hiç anlayamadım arabaya yürürken. Üstüne de gitmedim ama, istedim ki zamanı gelince kendi isteğiyle bana anlatsın.

İşte böyle, yemek yemek için indiğim arabaya bileğimde bir dövmeyle bindim. Hiç de pişman değildim üstelik.

Yolumuza devam ederken bir kez daha defterimi elime aldım, birkaç cümle karaladım son olanlara dair.

Kırgın bir kalp, birkaç içten cümle ve sevgi dolu bakışlarla iyileşiverdi. Yalnız değilmişim meğer, bir çift göze kanan sadece ben değilmişim. Çünkü şahit oldum buna: başka Jaehyunlar ve başka Taeyonglar olduğuna. Dünyanın, bir bakışa yenilenler ve bir bakışıyla yenenler ile dolu olduğuna ikna oldum bugün. Sanırım yenilenler seve seve yeniliyor ve yenenler kimi zaman bunun farkında dahi olmuyor. Sorun değil, muhtemelen hepsi bir gün anlayacak. Taeyong da öyle. Bir de hikâye biriktiren iki avcı var. Başka yaşanmışlıklardan pay edinip binlerce anıyı ağırlıyorlar zihinlerinde onlar. Bu hoşuma gitti, umarım yıldızları hep parlar.

☁☁☁

Bir benzinliğin önündeydik şimdi. Yoldaki ikinci günümüzün gecesi, gecenin bilmem kaçı. Benzini almıştık ama hâlâ duruyorduk. Arabanın ön tarafına yaslanmış, benzinliğin marketinden aldığım vanilyalı dondurmaları yiyorduk sessizce.

"Biliyor musun Jaehyun?" diye konuştu Taeyong aramızdaki sessizliği bozarak. "Garip şeyler oluyor."

"Biliyorum," diye yanıtladım ben de dondurmadan bir ısırık - evet ısırarak yiyorum - daha aldığım esnada.

"Hayır," dedi bana bakıp. "Anlamıyorsun."

Yutkundu, her zamankinden farklı olduğuna yemin edebileceğim bir bakışla baktı gözlerime. "Çok...çok garip şeyler oluyor."

Göz temasımızı çabucak kestim çünkü tüylerimi diken diken yapan bir bakış vardı göz bebeklerinde. Bilmiyorum, eğer daha fazla bakarsam toz olup havaya karışacakmışım gibi hissettim o an. Kafamı kurcalayan şey de cabasıydı.

Ah, bahsetmedim öyle değil mi?

Yoldayken bir ara mola verdik, yorgun düştüğümden uyuyup kalmışım. Görüp görebileceğim en güzel rüyalardan birini gördüm; çünkü rüyamda Taeyong saçlarımı okşuyordu şefkatle. Parmak uçlarının saçlarımda bıraktığı her dokunuşu her zerremle hissettim üstelik. Uyandığımda bile o his oradaydı, kahve tutamlarımın arasında. Birdenbire irkilip gözlerimi araladığımda uykulu bakışlarım Taeyong'un bakışlarıyla kesişti. Bana bakıyormuş meğer, ben ansızın uyanınca irkilip irice açılan gözleriyle baktı bana. Sonra anlattım ona rüyamı. Dedim ki biri saçlarımı okşuyordu, öyle güzel hissettiriyordu ki! Biri dedim; çünkü kalkıp o olduğunu söyleyecek hâlim yoktu elbet.

İşte tam da o anda elektrik çarpmış gibi elini kendine doğru çekip beceriksizce gülümsemeye çalışarak, "Arada olur öyle," dedi. "Çok gerçekçi rüyalar görebiliriz, bu normal bir şey."

Aklıma gelen o uçuk ihtimali anladınız, değil mi?

Fakat hayır, böyle bir şey olamaz. Ben öylece uyurken, Taeyong'un ellerini saçlarımda gezdirmek için hiçbir nedeni olamaz. Bu yüzden boş verin.

"Aslında haklısın," dedim dönüp arabaya adımlamadan önce. "Garip değil, çok...çok garip şeyler oluyor."

☁☁☁

Yine bir gece vakti. Yoldaki üçüncü günümüzün gecesi, Colmar'a hâlâ varamadık. İki kez yol kenarlarındaki küçük yerlerde yemek yemek için, bir kez de bir pansiyonda duş almak için durduk, geri kalan zamanda benzinlikten aldığımız çoktan bayatlamış havuçlu kekleri yedik. Çoğu kez birbirimizi birbirimize bakarken yakaladık ve bunun üstünü hep gürültülü bir sessizlikle örttük. Şimdi ise yanından geçtiğimiz yemyeşil çimenlik bir alanda yere oturmuş, gök kubbeyi büyüleyici bir manzara bahşederek kaplayan yıldızları izliyorduk. Kutup Yıldızı bize göz kırpıyordu, buna gülümseyip başparmağımla bileğimdeki yıldızı okşadım hafifçe.

Jaehyun, daha ne kadar kaçacaksın?

Ne zaman Taeyong'a karşı cesur olacaksın?

Ne zaman tüm bu sancılara bir son vereceksin Jaehyun?

Ya son verdiğimi zannedip daha şiddetli sancıların kapısını aralarsam?

Denemeden bilemezsin.

Neydi bu şimdi? Bunca yıl kendime saklamışken sevgimi, sırf yıldızların altında sessizce oturuyoruz diye her şeyi olduğu gibi anlatmamı istiyordu benliğim. Nasıl yapacaktım? Nasıl cesaret edecektim buna? Karşısına geçip yıllardır onun için yandığımı nasıl söyleyecektim?

Bilmiyordum. Belki bilmem gerekmiyordu. Belki de yapmam gereken tek şey aramızdaki suskunluğu bozmaktı ve gerisi itici bir güce ihtiyaç duymaksızın yaşanacaktı. Bütün bu ihtimalleri değerlendirebiliyorum artık ; çünkü sabrımın tükendiğini hissediyorum. Sınırıma çoktan ulaşmışım ben, bunu henüz şu an içimi karşı konulamaz bir ağlama ve haykırma isteği doldurmuşken idrak ediyorum.

"Gökyüzü çok güzel," dedim aklıma gelen ilk cümleyi söyleyerek. Sonra dönüp Taeyong'a baktım. Gökyüzü çok güzel, ve Taeyong'un gözlerinde bu gökyüzünden binlerce var.

"Öyle," dedi. Yavaşça elimi eline alıp bileğimdeki taze dövmede gezdirdi parmak uçlarını. "Çok güzel oldu. Jisung çok beğenir bunu bence."

"Jisung'u bulabilecek miyiz acaba?"

"Bulmak zorundayız. Orada değilse başka bir yerde, ama en nihayetinde bulmak zorundayız."

"Belki oradadır ve o atölyenin içinde bizi beklerken resim yapıyordur, ne dersin?"

"Öyle olmasını o kadar çok istiyorum ki."

Sustuk bir müddet daha. Sonra içimdeki acı sanki yıllardır orada değilmiş gibi öyle tahammül edilemez bir hâl aldı ki, beni bile şaşkına uğratan bir hızla ayağa kalktım. İyi de neden kalktım? İçim içime sığmadığından galiba. Belki en nihayetinde cesaretimi topladığımı hissettiğimden. Belki de az sonra dilimden döküleceklerin ağırlığından...

Benim gibi ayaklandı o da, birkaç adım atıp yanıma geldi. "Jaehyun neyin var?" dedi yüzündeki masum ifadeyle. "Sorun ne?"

Derin nefes al, derin nefes al.

Alamadım.

Bunun yerine soluklanmadan konuşuverdim.

"Taeyong," diye girdim söze. Onun adıyla başlarsam cümlelerime belki bana güç verir diye düşündüm. Yanıldım mı yanılmadım mı onu da kestiremedim şimdi. "S-sorun şu ki... Öncelikle ortada çok büyük bir sorun var. Demek istediğim, yıllardır süregelen bir sorun ve b-beni içten içe bitiren bir sorun bu-" Soluksuz kalınca duraksadım. Derin bir nefes almaya çalıştım ama bu sefer de görüşüm bulanıklaştı çünkü yaşlar vakit kaybetmeksizin hücum etmiş gözlerime!

Ulan Jaehyun, amma da beceriksiz çıktın sen de!

Ama elim ayağıma dolandı benim, olmaz ki böyle...

Çöz elini ayağını o zaman!

"Jaehyun sakin ol lütfen."

Bir anda omuzlarını kavradım acıtmaktan uzak bir tutuşla. Bu hareketimle bir yaş süzüldü çeneme doğru, umursamadım. "Hayır, hayır sakin olamam. Sadece dinle beni olur mu? Bunu bir daha yapabilir miyim bilmiyorum."

Başıyla onayladı uysalca. Kalbim dört nala koşuyordu, nabzım şakaklarımda atıyordu ve ellerim tir tir titriyordu; lâkin yapmalıydım bunu. Ya bu gece konuşacak ya da çürüyüp gidene dek susacaktım.

"Ortada büyük, büyük, büyük hatta devasa ve beni içine alıp yutan bir sorun var, tamam mı? Ben günden güne bitiyorum ve artık bu zehri akıtmam lazım."

Başka bir yaş yüzümü ıslatırken hıçkırdım, yine umursamadım. Hayır, susamazdım! Bundan böyle susamazdım.

"Taeyong ben... b-ben artık dayanamıyorum. Görmezden geldikçe belli ediyor kendini, delireceğim. Artık engel olamıyorum, içimdekilerle başa çıkamıyorum."

Elimin tersini dudaklarıma bastırıp hıçkırıklarımı engellemeye çalıştım; fakat Taeyong'u da ağlattığım için daha da şiddetleniyordu bu hıçkırıklar, daha da hızlı akıyordu yaşlarım. Bacaklarımdaki gücün çekildiğini hissettiğim andan hemen sonra elimde olmadan dizlerimin üzerine düşüverdim. Artık sesimi bastırmaya uğraşmadan, çaresizce hıçkırarak ağlıyordum. Yapamıyordum çünkü. Akılalmaz bağlarla bağlanmış, çıkışların bir daha açılmamak üzere kapatıldığı bir yola girmiş, karşı konulamaz ve inkâr edilemez bir şekilde âşık olmuştum. Ve bu gerçeği kolay kolay sahibine açamıyordum, yapamıyordum.

"Jaehyun ağlama ne olur," dedi titrek sesiyle. İncitmekten korkar gibi yüzümü avuçladı. "Sorun her neyse üstesinden geliriz beraber."

Söyle artık!

"Taeyong ben... gerçekten üzgünüm. Ç-çok çok özür dilerim... Taeyong ben özür dilerim ama elimde değildi."

İç çektim son kez titrekçe. Onun benim şu hâlim yüzünden yaşlarla örselenen güzel yüzüne baktım. Ne denli uzun bir yolu ardımda bıraktığımı ve bu ana dek nasıl da kendimle cebelleştiğimi düşündüm. Yıllardır yaptığım tüm korkaklıkların, tüm suskunluklarımın ve içimde yaşadığım her şeyin canıma nasıl da tak ettiğini hissettim.

Sonra sımsıkı tutundum ellerine, devamında yaşanacak hiçbir şeyi umursamayıp gözler önüne serdim çaresizce sarılmayı bekleyen yaramı.

"Seni seviyorum."

Yetmedi bana bu cümle. O donup kalmışken bir daha konuştum.

"Taeyong ben seni çok seviyorum. Seni şu dünyada varlığını sürdüren her şeyden daha çok seviyorum. İstiyorum ki bu dünyanın pisliği sıçramasın sana ve senin hayatının, yaşanmışlıklarının bütün yükünü ben alayım omuzlarıma. Güzel gözlerinden hiç yaş dökülmesin, canın hiç acımasın, gülüşlerin hiç solmasın istiyorum. Seni...seni çok seviyorum ve bunu engellemek için çok geç kaldım."

Büzüldüm, büzüldüm, küçücük kaldım olduğum yerde. Vereceği tepkiden korktum çünkü. Nazikçe tuttuğu yüzümü tiksinip bırakacak sandım, bağırıp çağıracak, kaçıp gidecek, ya da benimle olan bağını nefretle koparacak sandım önünde küçülmüş ve ellerimi kucağıma saklayıp beyaz tişörtümü avuçlamışken.

Fakat o bana sarıldı.

İkimizin de yüzü tuzlu gözyaşlarıyla ıslanmışken kollarını boynuma sardı ansızın. Sımsıkı hem de. Bana ilk kez böylesine sıkı sarıldı, bunun farkındalığıyla ürkekçe yumduğum gözlerimi araladım. Titrek ellerim, bir yandan yaşanan ânın gerçekliğini sorguladığım için ağır ağır buldu belini. Ben de sarıldım ona. Sımsıkı hem de.

"Özür dilerim," dedi saçlarımı okşarken. Bu defa rüya değildi hiçbir şey, kemikli elleri gerçekten benim kahve saçlarımda geziniyordu. Sıcak fısıltısını kulağımda hissettim. "Özür dilerim bu kadar geç kaldığım için."

Geri çekildi biraz; önce gözyaşlarımı sildi, sonra yeniden yüzümü ellerinin arasına aldı. Bana öyle bir bakıyordu ki, göz bebekleri hiç olmadığı kadar parlak. Şaşırmamış hiç dediklerime sanki, kocaman gülümsüyor üstelik.

"Ama Taeyong," dedim güç bela. "Neden özür diliyorsun ki?"

"Çünkü daha erken davransaydım bu kadar acımazdı canın. Jaehyun eğer ben korkağın teki olmayıp da senin gibi cesur olsaydım ve karşına çıkıp seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyebilseydim, şimdi bu kadar yıpranmış olmazdın sen."

Kalakaldım öylece. İşittiklerimi idrak etmeye çalıştım ama zihnim bunu her seferinde reddetti. Çünkü aklım almıyordu. Hislerim bunca zamandır ruhumda kök salıp her yanımı zehirli bir sarmaşık gibi sararken ve ben onu kaybetmemek adına o zehrin benliğime yayılmasına boyun eğerken bütün bunların karşılıklı oluşu tanımlayamayacağım kadar tarifsiz bir hisse sürüklemişti beni.

Alınlarımızı birleştirdi. Sıcaklığını paylaştı benimle, tıpkı kalbini paylaştığı gibi. "Ah be Jaehyun... Neden bu kadar bekledik ki?"

"Ben seni kaybederim diye korktum. Çok korktum."

Dudaklarının arasından bir gülüş kaçtı, yanışımıza ve küllerimizden yeniden doğuşumuza şahitlik eden yıldızlar bile kıskandı gülüşünün güzelliğini. "Ben de," dedi. "Çok korktum."

Her şey, her şey ama her şey, bir rüyadan ibaretmiş gibi geliyordu. Sanki az sonra gözlerimi arabada açacaktım ve bunların hiçbiri yaşanmamış olacaktı. Ben yaramı ona hiç açmamış, aynı yaraya onun da sahip olduğunu öğrenmemiş, beni yakıp kül eden bu acıdan hiç kurtulmamış olacaktım. Sanki Taeyong bana hiç sarılmamış, saçlarımı hiç okşamamış, beni sevdiğini hiç söylememiş olacaktı.

Her birinin zihnimin oyunu olmasından ölesiye korkuyordum.

Fakat hayır, bunların hiçbiri rüya değildi. Buradaydık işte; çimenlerin üstünde, yıldızların altındaydık. İçli içli ağlıyor ve yarın yokmuşçasına birbirimize olan sevgimizi dile getirip yıllarca kaçmanın pişmanlığını yaşıyorduk. Kaçmıştık, yorulmuştuk, acımıştık, kanamıştık ve hatta yanıp kül olmuştuk.

Şimdi kendimizi bulup yeniden doğuyorduk.

Bunların hepsi gerçekti, Taeyong'un dudaklarıma bıraktığı sevgi ve belki biraz da özlem dolu yumuşak öpücük de öyle.

☁☁☁

Hâlâ gece, ve hâlâ üçüncü günün gecesi. Sırtımızı arabaya yaslamış oturuyorduk aynı çimenlik yerde. Ama artık ağlamıyorduk. Gözyaşlarımız gecenin esintisiyle kurumuştu, içimizde patlayan yanardağlar nihayet soğumuştu ve zehirli sarmaşıklarımızın kökleri kurumuştu. Taeyong'un başı omzuma yaslı ve eli elime kenetliyken ne olursa olsun onca bekleyişe ve sızıya değdiğini geçirdim içimden.

Zordu geçirdiğimiz zamanlar; ancak şimdi uçsuz bucaksız bir mutluluğu paylaştığımızı kim inkâr edebilirdi ki?

"Saçlarını okşamıştım," dedi birden. Dönüp ona bakınca tebessüm edip ekledi. "Rüya değildi gördüğün, ben okşuyordum saçlarını."

Güldüm bu şirin hâline. O vakit gözleri yanağımdaki gamzeye kaydı, parmağının ucuyla dokundu küçük çukura. Beraber güldük bu kez. Yeterince ağlamıştık, şimdi hayattan çalmamız gereken yığınla gülüş vardı.

"O kişi sendin," dedim itiraf sırası bana geçtiğinde. "Hikâye avcılarına anlattığım kişi sendin. Bileğimdeki yıldız da sensin."

Eğilip bileğime, tam da nabzımın attığı yere bir buse kondurdu. İliklerime dek titredim, bu mutluluğu daha önce tatmadığımdandı bu titreyişim. Dudaklarının yabancısı olduğumdandı. İki dudağıyla verdiği yaşamı tattıkça, aslında dokunuşlarının yabancısı olduğum tüm zamanlarda susuz kalmış solgun bir çiçekten farksız olduğumu daha iyi kavradım.

"Taeyong?"

"Hm?"

"Sana düş kapanı alacağım ben."

"Neden ki?"

"Kâbuslar zihnine hiç uğramasın diye."

Bana döndü, burnunun ucuyla burnuma dokundu.

Gülümsedi sonra, çiçekler açtı gülüşünde.

"Beraber uyursak kâbuslar uğrayamaz zihnime."

☁☁☁

Bundan öncesini anlatmayacağım sizlere. Tek yaptığımız durduk yere gülmek, ellerimizi kenetlemek, yolun bir an önce bitmesini ummak ve Jisung'un elimizdeki adreste olmasını dilemekti.

Buradaydık şimdi, Colmar'da.

Dördüncü gün. Güneş göğü kızıla boyamaya hazırlanıyor, batacak birazdan.

Taeyong'un Jisung için biriktirdiği ve üç yıldır da hiç dokunmadığı paranın yarısını buraya gelirken benzine ve yemeğe harcadık, kalan yarısı da dönüş için. Arabada uyumaktan tüm uzuvlarımız tutuldu, artık navigasyonun sesini duyunca kusmak istiyoruz ve sanırım duşa ihtiyacımız var.

Ama nihayet buradayız.

Fransa'ya daha önce hiç gelmemiştim, diğer şehirler böyle miydi hiç bilmiyordum fakat Colmar masal diyarlarından çıkmış gibiydi. Yemyeşil ağaçların arasından görünen rengârenk evler, tertemiz taş yollar ve cıvıl cıvıl dükkânlarıyla varlığına inanması güç bir yerdi burası.

Colmar'a varışımızdan sonrası sokak sokak gezerek kartpostaldaki resim atölyesini aramakla geçti. Taeyong tatlı İngilizcesiyle insanlara atölyeyi daha önce görüp görmediklerini soruyor, kimisi Fransızca konuşmadığını anladığı an yüzünü çevirip giderken kimisi daha önce görmediğini söyleyip uzaklaşıyordu. O anlarda Taeyong'un yüzü düşüyor, gözleri doluyordu hemen. Ben de kolumu omzuna atıp saçlarını öperek üzülmemesini ve bulacağımızı söylüyordum ona.

Sonra yeniden güçlenip aramaya devam ediyorduk.

Bir umut navigasyondan aramayı denediğimizde, sisteme kayıtlı öyle bir yer olduğunu görünce başta küçük çaplı şoklar geçirip bunu neden dakikalar önce yapmadığımızı sorguladık. Cevap bulamayınca da boş verip sevinçten küçük çocuklar gibi koşmaya başlayıp navigasyonun bizi götürdüğü yere gittik.

Dakikalarca, dakikalarca, dakikalarca ve dakikalarca koşmamızın ardından, kan ter içinde kalmışken bizi hem ağlatıp hem güldüren o beyaz tabelayı gördük.

Âmes Libres

Tıpkı kartpostaldaki gibi masmavi bir kapısı var. Etrafına renkli çiçekler dizilmiş, girişte güzel tabloları kucaklayan şövaleler yer edinmiş ve batan güneşin son kızıl ışıklarını ağırlayan atölye dünyanın en huzurlu yeri gibi görünüyor sanki.

Duygu seli mi diyorlar buna? Galiba yaşadığımız ondan. Çünkü hem ağlıyor hem gülüyorduk. Ansızın avuçlarımıza bırakılan zarfın haklı oluşuna inanamıyor, üç yıllık özlemimizin bitecek oluşuna hayret ediyorduk.

Jisung buradaysa tabii.

"B-burada mıdır ki?" diye sordu telaşla Taeyong.

"Bilmem," dedim yüzündeki yaşları kurularken. "Umalım ki burada olsun."

Park Jisung burada mı?

Atölyeye iyice yaklaştık, renkli tabloların ve mis kokulu çiçeklerin ardından baktık içeriye.

Park Jisung burada.

Hemen birkaç adım ötemizde.

Elinde fırçasıyla şövalenin önüne oturmuş, yüzündeki gülümsemeyle resim yapıyor. Elleri boya içinde, hatta yüzüne de bulaşmış. Elmacık kemiğinin üzerinde mavi-mor bir boya lekesi var. Onu son gördüğümüzden bu yana epey büyümüş, küçük bir çocuk değil artık. Yanında da onun yaşlarında bir oğlan, saçları küçükken babamla gölgesinde oturup kitap okuduğumuz ağacın portakalları gibi turuncu. Gülüşüyorlar.

"Jisung," diye fısıldadı Taeyong gözünden bir damla daha yaş düşerken. Yanımızdan geçenler duymadı onu, çiçek saksıları duymadı, o tablolar duymadı, bulutlar da duymadı kuşlar da, kimse duymadı. Bir tek ben duydum.

Bir de Jisung.

Jisung yüzü bir anda aydınlanırken hızla bize döndü, ışıl ışıldı gözleri. Sevimli çehresine öyle tarifsiz bir ifade oturdu ki, sayısız duygu vardı o ifadede. Özlem vardı mesela, mutluluk vardı, heyecan ve sevgi vardı sonra. Ve daha nicesi.

Gülümsedi kocaman. Portakal oğlan da sevinçle döndü Jisung'a. Sonra duymayalı epey olgunlaşmış sesiyle o basit kelimeyi söyledi. Basit lâkin bizim için kelimelere sığdıramayacağımız kadar çok şey ifade eden o kelimeyi.

"Merhaba."

Merhaba Jisung. Üç yıl içinde seni çok özledik. Sen ansızın gidince kapatılması mümkün olmayan bir boşluğa düştük ve o boşluk hep sızladı. Gülüşünü özledik, sesini duymayı, seninle şakalaşmayı, sohbet etmeyi, beraber eğlenmeyi, beraber gülmeyi ve beraber ağlamayı özledik. Seninle güzel ve eşsiz anılar biriktirmeyi özledik.

Merhaba Jisung. Seni bulma yolunda birçok kişi çıktı karşımıza. Sırtlandığı acıyı kaldıramayıp canına kıymak isteyen bir adamla karşılaştık önce. Sonra sahip olduğu sevginin gücü engel oldu ona, şefkat dolu bir sarılışla sarmalanıp yüreğinde yaşatmaya karar verdi kaybettiği sevdiğini. Ardından, sırf özlemden korktuğu için hayallerinden vazgeçen bir oğlan gördük. Fakat çok sürmedi inadı, bir çift göze sığınıp içtenlikle verilen sözler sayesinde kendi için doğru olduğunu düşündüğü karara vardı. Bir de gördükleri herkesten bir hikâye alıp o yaşanmışlıklardan kendilerine bir parça katan bir ikili vardı. Sayısız mutluluğa ortak olmuş, birçok hüznü paylaşmışlardı. Bir ruha birden fazla hayat sığdırmışlardı.

Merhaba Jisung. Buraya gelirken yıllardır esiri olduğum acıya son verdim. Korkularımın kıskacından kurtuldum, cesur olmayı öğrendim. Hayatın sevgiyi gizleyemeyecek kadar kısa olduğunu, asıl önemli olanın hissedileni hissettirebilmek olduğunu öğrendim sonra. Hiç sönmemesini umduğum biricik yıldızımı bileğime kazıdım, tatmadan hasret kaldığım dokunuşlarla tanıştım ve birinin saçlarını özgürce okşayabilmenin nasıl da güzel bir duygu olduğunu keşfettim.

Buraya gelirken sevgiden korkmamak gerektiğini anladım.

Ve kimi zaman alınan risklerin felaket değil mucize doğurduğunu.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak*, büyük mutluluklar için bazen çetrefilli yollardan geçmek gerekirmiş.

Sonradan anlattın bize, kafanda susturamadığın sesler varmış meğer. Nefes aldırmadan hiç yapmaman gereken şeyleri yapmanı söylüyor ve yaptıktan sonra sana pişmanlıktan saçlarını yoldurtan şeyler yaptırıyorlarmış. Susturamıyormuşsun o sesleri. Sana kendine zarar vermeni, bize zarar vermeni emredip duruyorlarmış. Bu yüzden, biz zarar görmeyelim diye kaçıp gelmişsin buralara. Yılmadan yıkılmadan güçlü kalıp tedavi olmuşsun dile kolay üç yıl boyunca. Sonra atlatmışsın yakana yapışan illeti. Hastalığını kontrol altına alıp bir resim atölyesi açmışsın kendine. Bunu söylerken yanakların kıpkırmızı kesildi ama bir de âşık olmuşsun sen portakal oğlana! Adı da Chenle'ymuş.

Umarım yıldızınız hiç sönmez, ışıl ışıl parlar her daim.

Korkma, kaçırdığımız tüm zamanları bir ucundan yakalayıp yepyeni anılar biriktireceğiz seninle.

Merhaba Jisung, ne güzel şey seni yeniden görebilmek.

Ve ne güzel şey kendimi bulup yeniden doğabilmek.

*Mona Roza - Sezai Karakoç

Continuă lectura

O să-ți placă și

230K 22K 24
Jeon Jungkook, 20 yaşına gelen herkesin dolunay gecesi kurt cinsiyetini ôğrenmesi şerefine düzenlenen baloda, kardeşinin kurt cinsiyetini kutlamaya g...
K.G. || Hyunlix De Dahlia

Ficțiune adolescenți

271 53 4
"Seninle gökyüzünde yaşayacaktık. Sen soldun, yıldızların da seninle soldu. Ben ise senin soluşunla öldüm."
90K 5.1K 144
Kapak ipuçları 2 , bir devam kitabıdır. Farklı bilgiler içermektedir. İstediklerinizi bulabileceğiniz bir kitaptır. ARALIK 2017 eSeven8