Gün Ortası Endişeleri

By avarefest

192 22 28

Gün Ortası Endişeleri | Chensung (NCT - Chenle & NCT - Jisung) | Romantik, Macera | 9.4k ❝Ben, sana güzel şey... More

Gün Ortası Endişeleri

192 22 28
By avarefest

PLAYLIST

Ideadead – Hollywood (Cover)

Bazen duygusuz bir makara olduğumu düşünüyorum. Chenle her zaman ipi etrafıma dilediğince doluyor, doluyor, doluyor, sonra kafasına göre beni bir anda serbest bırakıyor. Beni hiç habersiz bir buçuk metreden bırakıyor, öylece yere düşüyorum. Birkaç kere sekip sonunda duruyorum, canım acımıyor, Chenle bir buçuk metreden bana bakıyor, öyle taş gibi soğuk bakıyor ama, canım acıyor. Canımın acısından beni bıraktığı yerde dört dönüyorum, dönüyorum, dönüyorum, sonra kafama dank ediyor. Ben, diyorum, bozuk bir çarkın dönmeyen dişlisiyim. Arızalı parça benim, diyorum, Chenle beni oradan çıkarıp yerime sağlam bir dişli taksa her şey düzelecek, düzenek çalışacak, çark dönecek, evlere su gidecek ve annelerin kucaklarındaki çocuklar kırmızı yanaklarla gülecek. Ama yapmıyor, Chenle beni alıp da atmıyor. Chenle beni hep orada bırakıyor ve belki de ait olduğum yerin orası olduğunu düşünüyor. Bilemiyorum, kendisini de yanıma, belki de ait olduğunu düşündüğü yere yerleştiriyor ve biz birbirimize geçerek aynı yerde arızalı bir şekilde dönüp duruyoruz.

Chenle bazen yerinden çıkıp yuvarlanarak uzaklaşıyor ama çok da değil, canı çıksa bir iki adım öteye gidiyor ve beni kucağına alıp annemmiş gibi seviyor. İşte öyle zamanlarda benim canım çıkıyor. Ama hiç ses etmiyorum, Chenle'nun küçük, uslu çocuğu olup kırmızı yanaklarımla gülüyorum. Saçımı şefkatle okşuyor, yanağımı, burnumun kemerini, dudaklarımı okşuyor ve ben kucağında, kollarının arasında ufalanıyorum, un ufak oluyorum. Ki bu da esaslı bir ölüm benim için, Chenle da bunun farkında ve bu yüzden kırıntılarımı üstünden başından toplayıp ceplerine saklıyor. O bana yakılmaktan veya gömülmekten katbekat iyi bir ölümden sonrası veriyor, bense ona sonsuz minnettarım.

İçimde dolup taşan minnettarlığı göstermek istiyorum, ceplerinde delice kıpırdanıyorum. Chenle günler sonra alıp beni kırık bir saksıya ekiyor, toprakla buluştuğumda alelacele tohumumdan çıkıyorum ve delice çiçek açıyorum. Gövdemde tomurcuk üstüne tomurcuk çıkıyorum, sonra bir çiçek, iki çiçek, Chenle karşıma oturup beni izliyor, üç çiçek, dört çiçek. Oturup her şeyimi izlediği için nasıl mesudum, öyle böyle değil, yerimde duramıyorum. Hani gerçekten duramıyorum, bir süre sonra saksıma sığmıyorum ve saksımı kırıyorum. Chenle'nun karşısında ot gövdemden kolum bacağım çıkıyor, vücudum tamamen toprakla kaplı şekilde yerde oturuyorum. Çırılçıplak olduğumu bitmez tükenmez hapşırıklarım bitip tükendiğinde fark ediyorum, Chenle'ysa çoktan sandalyesinden kalkmış ve bir battaniyeyle beni sarıyor. Sıcak bir duştan sonra yine tertemiz kucağındayım, ben sabun kokuyorum ve Chenle annemmiş gibi kokuyor göğüsleri süt dolu. Başımı süt kokulu göğsüne yasladığım an öylece uyuyakalıyorum.

Uyandığımda Chenle'yu dışarıda çamaşır asarken buluyorum, kendimiyse üstümde yırtık bir tulumla. Ne parlak makarasın, diyorum kendi kendime, ne şanslı makarasın sen de. Mis kokulu yerde uyuyup cıncık hâlde uyanıyorsun, biraz da garip ama. İki kafasız birbirini bulmuş yollarda dönüp duruyor, yani çokça garip gibi. İyi de dünyada garip olmayan şey mi var? Var mıydı Jisung? Yoktu Jisung. Belki de vardı ama sen yoktu deyiver Jisung. Esneyip gerinip kim takar garipliğini diyerek elime süpürgeyi aldım, tel kapıyı açtım ve gıcırdayan zemindeki bütün toprağı dışarı süpürmeye başladım. Burada garip olmayan şey yoktu Jisung, burası tozu toprağıyla garipti oğlum. Burada anne dediğin herif sana bileğine bile varmayan bir tulum giydirirdi, yine de bu beş para etmez tulum dikişlerinden söküle söküle, ne yapar ne eder, senin beş para etmez kalbine varırdı. Şimdi anladın mı oğlum Jisung? Yahu ben anladım da sindiremedim bunu. Nasıl olurdu da değersiz bir tulum ta içime girip kalbimin kafasından geçer ve üstüne cuk diye otururdu? Şimdi sen bunu mu yediremedin kendine be oğlum Jisung? Bu esasında çok basit bir şey. Bak yani diyelim ki Chenle gece sana yalın bir don giydirdi, o zaman kalbin de artık atmayı bırakana kadar üstünde götü delik yalın bir donla otururdu, yani yolun sonuna kadar. Şimdi anladın mı oğlum Jisung?

Durdum. Kapıdan dışarı, çamaşırları asmayı bitirmiş ve oturmuş, koca tahta bir kaşıkla tencere karıştıran Chenle'ya baktım. Kapıdan geçip terasın çitine yaslandım, güneş yüzünden gözlerimi kısarak, bir elimde süpürge diğer elim de belimde, Chenle'ya baktım. Adını seslendim, "Ne var," dedi kafasını kaldırmadan. "Bizde götü delik don var mıydı?" diye sordum. Omuzlarını silkti, "Bilmiyorum var mı yok mu, niye ki?" dedi. Kafasını kaldırdı, siyah saçlarını geriye taradı, güneşin altında teri parladı, onun yüzünden çok çirkin hissettim. "Yama yapacaktım," dedim. Karşımda ormanın ruhu vardı sonsuz güzel, bense paspal bir çiftçiydim, kazık gibi dikiliyordum. Ayıptı, yazıktı günahtı bana. "Üstündeki tulumdan başlayabilirsin," dedi işaret parmağıyla beni göstererek. Parmağının ucuna yapıştım sanki. Yapış yapıştım, eriyip akacaktım merdivenlerden aşağı ve ta Chenle'nun ayağının dibine kadar. Beni fark etmeyip üzerime basacaktı, sonra da bok sanıp kazıyacaktı ayakkabısının tabanından. "Tamam," dedim, "tamam ondan başlarım Chenle." Kalbine de yama yapayım ister misin Chenle?

İçeriye girdim ve yeri süpürmeyi bitirdim. Bavulların arasında bir parça kumaş buldum, üstümdeki tulumu çıkarıp çıplak bir şekilde oturdum ve dizindeki deliği kapattım. Chenle'nun mavi tulumuna kırmızı yama yaptım. Yani tulumun dizine bir kalp yamadım kanlı canlı, tulum da nefes alıyordu zaten o da canlıydı. Chenle'nun kokusu vardı üzerinde o kadar canlıydı, benimle konuşuyordu patavatsızca ve ben de diyordum ki sus, nolursun sus çünkü sen onun sesiyle konuşuyorsun. Kafam patlıyordu zor tuttum. Kalbini de dizine zor tutturdum.

Tulumu üzerime geçirip odanın ortasında durdum. Boş boş durdum, çok boş bir oğlan gibi durdum ve düşündüm. Şimdiye kadar bizim kalbimiz hiç mi dizimizde atmadı? Yani benimki attı chenlechenle diye. Yani hayır atmadı. O kadar selam sabah ettik onunla, öptük kokladık onu, ağladık chenlechenle diye, hiç mi ağzımız yüzümüz kaymadı? Yani seninki de soru, benim yüzüm picassodanhâllicegillerdenmiş gibi kaydı, yamuk yumuk oldu bazen onu görünce burnumla gözüm yer değiştirdi. Yüzümdeki her şey Chenle'dan emanet zaten, onu görünce yerlerinde duramıyorlardı. Mesela dudağım koskocaman en çok o yerinde durmuyordu, onu görünce ona doğru koşuyordu nefessiz kalana kadar. Benim dudağım onunkinden kopmuş bir parça ya hani, asıl sahibine geri dönmek istiyor ve can havliyle çırpınıyordu. O sahibine geri dönünce de bu sefer bir başkası çırpınmaya başlıyordu, yüzümde değil ama sol göğsümde ve çok içeride. Feci içeride hissediyordum çırpınmalarını, öyle ki o kadar derin miyim ben diye düşünmeye başlıyordum bu sefer. Hayır Jisung sen derin değilsin diyorlardı. Nasıl olur diyordum, nasıl olur? Picasso gel buraya diyordum, geliyordu. Sen hiç mi tulum giymedin diyordum, olur mu abi diyordu, biz nice tulumlar giydik. Alın işte diyordum sonra yine onlara dönüp, ne demek ben derin değilim? En büyük çöplüklerden de büyüktüm ben. Derim, yağım ve kasımdan içeri kaç makara sığıyordu benden başka, kaç Picasso sığıyordu, kaç kalp ve kaç Chenle sığıyordu göğsüme. Yavrum sağ baştan saymaya başla diyordum, hık diye kalıyorlardı. Efendim nasıl sayalım şimdi diyorlardı, bitirene kadar ölümüz çıkar...

Odanın ortasında dikilirken Chenle dışarıdan adımı seslendi: JİSUNG. Kapıya döndüm. Adımı nasıl da bağırdı ama diye düşündüm kendi kendime, ciğerini çıkarırmış gibi böyle. Hani benim için ciğerinden vazgeçermiş gibi. O zaman dedim, bu bir yarış be oğlum. Ben de ciğerimle kalmaz bütün organlarımı çıkarır koyardım tam önüne. Böbreklerim bağırmaya başlardı: CHENLE. Sonra midem bağırırdı en seslisinden: CHENLE. Sonra ağzım bağırırdı sevgiyle: CHENLE. Ağzım sevgi dolu olurdu bedenimse bomboş. Sonra boş ellerimle yüzünü tutardım dopdolu ve sorardım. Bak benim hâlim hâl değil, derdim acınarak, yine de mutlu mesut yaşarız ama değil mi yollarda? O da burnumun ucuna nefesini bırakırdı fısıldarken: Yaşarız Jisung. Sonra ondan bağırmasını isterdim ve o da bağırırdı ciğeri çıkacakmış gibi: YAŞARIZ JİSUNG.

Evden çıktım, gittim Chenle'nun önüne durdum. Güneşi arkama aldım ve gölgem üstüne düştü kocaman. Gölgem kafasına düştü, benim ağırlığımın altında kafasını kaldırdı kocaman. Burnu kırışık ve gözleri kısıktı, ama burnu ve gözleri bir sürü şey söylüyordu sessizce. Fakat çok sessizlerdi, hiçbir şey duyamıyordum. Lakin sonrasında seslerini yükselttiler ve kulaklarım sağır oldu hiç yoktan yere. Ancak dur durak bilmediler, çığlık çığlığa etrafa kaçıştılar ve Chenle burunsuz ve gözsüz kaldı ortalıkta. Oracığa çöküp ağlasam yeriydi ama, fakat, lakin, ancak, yani kısacası bütün karşıtlıklarla, Chenle'nun önünde dimdik durdum ve gölgemi düşürdüm üstüne. Sonra birden gölgem bağırdı: CHENLE. Biraz daha bağırdı: YANDIM. Gölgemin sözlerini ben birleştirdim: CHENLE, YANDIM. Yüzüne eğildim ve sevgi kustum ağzına ve biraz ot çiçek. AL İŞTE, YANDIM. Gözleri açıldı sonuna kadar, şimdi hiç konuşmuyorlardı. Sus pus gözleri gözlerimi izledi, burnu nefesimi soludu, kokan nefesimi. Omzumdan itti beni, gölgemi itti üstünden, belki de çok ağırdım, anlamamıştım. Dudaklarım da onundu oysaki, nasıl da itti ama beni. Doğruldum, direk gibi dikildim karşısına ve bir adım geriledim.

"Yerine otursana," dedi çaprazındaki tabureyi göstererek, elinin tersiyle dudaklarını sildi, "yemeğini ye." Sesi dümdüzdü, adeta direk gibiydi ama arada bir fark vardı, direkler kalp kıramazdı. Gerçi direkler adımlayamazdı da, gelin görün ki ben adımlamıştım. Chenle tabağını alıp yemeye başlayınca ben de oturup ağzımı ekmekle doldurdum ve konuştum. "Al işte," dedim yüksek sesle, birkaç parça ekmek ağzımdan fırladı. Yemeğini sakince yerken rezil kepaze davranan beni izliyordu, sakince izliyordu. Biraz çiğnedikten sonra devam ettim. "Yaptığını beğendin mi?" Konuşmak için ağzındakini bitirdi, sonra kafasını salladı. "Bence fena olmamış," dedi tabağına kısa bir göz atarak. "Ben de onu diyorum," dedim yutkunduktan sonra, ağzımdaki ekmek bitince bir parça daha aldım. "İkimiz de direk gibi oğlanlar olup çıktık iki saniyede," diye bağırdım tiksindirici bir şekilde. "Hepsi senin suçun!" Ağzım dolu olmasına rağmen anlaşılır vaziyetteydim bir de. Hani ben bir garip olmuştum ama Chenle beni hiç garipsememişti bir de. Tabağı bırakıp ağzını şapırdatırken ellerini birbirine vurdu, ağzına vurmak istedim, yere yatıp ağlamak istedim, ben ağlamaya başlayınca onun gelip ağzıma vurmasını istedim. Güneş başıma vurdu bir de.

"Bizim boyumuz her zaman uzundu," diyor şimdinin Chenle'su. Oysaki "Ben pervasız patavatsızın tekiyim," demesini beklemiştim geçmişin Chenle'sundan. Ve "Güzel oğlum, ben sana yırtık bir tulum giydirdim ama o benim en sevdiğim tulumumdu," diye anlatarak saçlarımı okşamasını bekliyor olacağım geleceğin Chenle'sundan.

"Evet," dedim sert bir tonda, ağzımdaki ekmeği bitirmiştim, tertemiz konuştum. "Sen dümdüz bir direk olarak çıktın annenin rahminden." Hoş ben de yusyuvarlak bir makara olarak geldim dünyaya ama senin direkvari şerefsizliğine hiçbir şey yetişemez Chenle. Bütün bu hayâsızlığımla ben bile yetişemem sana. "Burada bana mı yoksa anneme mi yazık olduğunu söylemeye çalışıyorsun?" Ayağa kalktı, gölgesi arkasına düştü yamuk yumuk. Bencilliğim tuttu ve "Bana yazık," dedim. "Anneni mi düşündüğümü sanıyorsun?" Adımlayıp önüme geldi, çok yakınıma, tek dizinin üstüne çöktü. Yüzümü ellerinin arasına alıp bambaşka biri gibi baktı. Şimdi şefkat doluydu, ilgiliydi, kibardı ve belki de, hani kim bilir, ben pek bilmiyorum ama belki de sevgiyle baktı bana. Tam anlayamadım. Bu sefer o ağzımın üstüne kondu. Normalde siyah olan ama güneşin altında maviye çalan bir yusufçuk gibiydi. Uzunca öptü beni. Yani kokan nefesim şimdi sorun değil miydi? Ağzımın üstünde şeffaf kanatlarını çırptı da çırptı, gözlerimi kapatma fırsatını bulduğumda her yerde rengarenk pullar gördüm. Chenle'nun aksine onu itip kendimden uzaklaştırma cesareti bende yoktu, hatta ona dokunmadım bile. Ona izin verdim, hep verirdim. Bir sefer daha ona dokunmadım, şu an benim için sadece dudakları vardı, sadece dudakları... Ama şu an yoktu, yusufçuk uçup gitmişti.

Çok yakınımda durup avuçları hâlâ yanaklarımı kavrarken gülümsedi. Biz de bugün ne çok öpüştük diye düşündüm, ben de gülümsedim. Romantikliğinden de değil, komikliğinden tutamadım kendimi. Daha bugünün akşamı var diye düşündüm, ne komikti. Sonra Chenle konuştu, "Bu akşam," diye başladı sözlerine. Bu herif düşüncelerimi mi okuyordu? "Bu akşam yola koyulalım," diye devam etti. Göt herif. Yüzüm asıldı, onu omzundan itip bakışlarımı başka yerlere yönlendirdim. O an Chenle bana koca bir zırva gibi geldi. Koskoca bir zırva, hayatımın hatası. "Nereye?" diye sordum çirkin bir sesle, "Abimin yanına," dedi. Ayağımla bir dizine vurup onu yere devirdim, çimlerin üstüne oturdu kaldı. Ses etmedi, cevabımı bekledi. Zırva diye tekrarladım durdum içimden, zırva, zırva, hayatımın hatası, zırva... Sonunda iç çekip "İyi," dedim, "bu akşam gidelim." Yüzümü Chenle'ya döndüm, abisinin Chenle'dan da beter olduğunu düşünerek ona bön bön baktım. "Abin şerefsizin teki," dedim gitmeyi istemediğimi belirten bir sesle. Kafasını aşağı yukarı salladı. "Biliyorum." Yüzümü buruşturdum. "Peki neden oraya gidiyoruz?" Sesli bir nefes verdi, cevabı büyük harflerle orada yazılıymış gibi birkaç saniyeliğine göğe bakıp yeniden bana baktı. O an boşluğuma geldi ve duygularıyla ilgili herhangi bir şey söylemesini bekledim, ama Chenle her zaman aynı Chenle'ydu sonuçta. "Birkaç kıyafet çalarız."

Güneş batana kadar başka bir şey konuşmadık. Ne kadar eşyamız varsa toplayıp arabaya yükledik, geriye bir benle Chenle kalmıştık bir de bahçedeki iki tabure. Onları burada bırakacaktık. Her yeri kontrol ettikten sonra bomboş kalan evden çıktım, hava basıktı ve dört bir yandan çekirgelerin sesleri yükseliyordu. Chenle, ev sahibine hediye kalacak taburelerden birinde oturuyordu, ben de gidip hemen yanındakine oturdum. "Zaten çok fazla şeyimiz yok, biliyorsun," dedim, "hepsini hallettik." Ben konuşurken gözlerini seyrettiği gökten ayırmamıştı, beni duyduğunu belirtmek için sadece hımladı. O bana karşı ilgisizdi ama ben bakışlarımı yine de ona diktim. İşte şimdi karanlıkta, yarım ayın beceriksiz ışığında otururken yine bambaşka birine dönüşmüştü. Aslında bu oğlan her zaman bambaşka biri oluyordu, bu oğlanın aslı falan yoktu.

Dirseğimi dizime, çenemi de avcuma yasladım. Chenle'nun yüzünde uzun bir gezintiye çıktım. Hem böyle koca kafalı biri varken asfalt yolları ne yapayım ben? Asfalt yollar Chenle'nun yanında halt etmiş.

Küçük göz bebeklerinin göğü hayranlıkla izlerken titreştiğini hayal ettim. Gözleri çok küçüktü, buradan seçemiyordum, o yüzden öyleymiş gibi yaptım. Tabii Chenle'da ne hayranlık vardı ne de başka bir şey ama bir umut bir direğin de hissedebileceğini düşünüyorum. Onun karşımdaki sakinliğiyle bir anlığına, hani saniyenin onda biri kadar bir zaman için hayatımızın böyle olmaması gerektiğine inandım, ama sonrasında hemen bundan vazgeçtim. Eğer burada bir arada olmasaydık bir hayatımız bile olmayacaktı. Ne bileyim, belki çiçekli yolların çocukları değildik ama dümdüz, direk gibi yollarımız vardı bizim de. Hani tıpkı bizim gibi.

Kendimize yollarda bir hikâye yaratmıştık. Her hikâye albenili değildir, hepsinin de başkahramanı iyi değildir ama varlardır işte. Bazı hikâyeler sadece vardır, kahramanları önemsiz birkaç kişiden oluşur ve cümleleri ucuz tasvirlerle dolup taşar. Kendi dandik hikâyemizin kötü karakterleriydik ve ben de ucuz tasvirleri Chenle'yu anlatmak için kullanıp duran tiptim. Chenle'ysa tam takır anlatılsa nefret edilecek olan tipti. Nefret konusu olan tipe tüm ilgimle baktım, tüm iyi duygularımla, iyi olduğunu düşündüğüm her şeyimle ve esasında, yapmacıklığı bir nebze bir kenara bırakmış yardımcı rollerin sevgisinin gerçek olduğunu düşündüm. Chenle'nun hikâyesinde yardımcı roldüm, ben gerçektim. Peki ama Chenle sahte miydi? Ona göreyse başkahraman bendim ve yine ona göre başkahraman olmama rağmen ben gerçektim. Bunu sadece, babasından çaldığı arabayla beni almaya geldiği güne bakarak bile söyleyebilirdim.

"Abimin o güzel yüzünü gördüğümde," diye konuşmaya başladığında karşımdaki, kendime geldim. Oturuşum yamulmuş ve avcuma yasladığım çenemin yerini yanağım almıştı. Chenle sakin sesiyle devam etti, söylediklerinin anlamına bakmadan, serin havanın da etkisiyle, sesinin tınısıyla rahatladım. "Onu gördüğümde, sağlam bir yumruk..." Hıçkırır gibi güldüm, üst bedenim sarsıldı, belki de gerçekten hıçkırmıştım. Tek dizini iki eliyle tutup kaldırmış, bedenini iyice germiş ve arkasındaki boşluğa doğru kaykılmıştı. Hâlâ göğe bakıyordu. "Şöyle harbisinden bir tane, o güzel çenesine..." Başladığı üç cümlesini de bitirmemesini, bunu yapmayı ne kadar istediğine bağladım. Hayalini kurduğu yumrukla ağzı sulanmış gibi dişlerinin arasından nefes aldığında havayla birlikte içine çektiği tükürüğünün sesini duydum. Yumruktan sonra işini tam yapmış olmak için abisinin bir de yüzüne tükürdüğünü düşündüm. Sahne gözlerimin önünden hızlıca geçti gitti, o an hiç tiksinç gelmedi. Görmeyeceğini bildiğim hâlde omzumu silktim, "Atarsın," dedim, "yumruk."

Yüzünü bana döndü. Öyle âniden döndü ama, izlediği yarım ay sanki gözlerine taşınmıştı, öyle gözlerle döndü bana ve ben hazırlıksız yakalandım. Kendimle ciddi bir konuşma yapmam gerektiğine karar verdim. Oğlum dedim baştan aşağı duygusuzmakaragillerden olan (ancak bu durumda sadece olduğunu düşündüğüm) Jisung'u karşıma alarak ve devam ettim: Sen hayırdır? Bakışlarını kaçırdı, boynunu büktü, süt dökmüş kedi oldu, sustu kaldı. Söylesene dedim, neden böylesin? Başını kaldırdı ve abi dedi, elimde değil ki. Zaten o an Chenle'nun yarım ay gözleri bana dikilmiş baktığından dolayı olayı anladım, Jisung'a hak verdim. Elimizde değildi ki. O yüzden kendimi toparladım, midemi, ağzımı yüzümü, ciğerlerimi ve böbreklerimi etraftan alıp yerlerine koydum. Şimdi karşısında tastamam durmaya çalışıyordum ve her bir parçam CHENLE diye bağırıyordu. Bense onların sesini bastırarak bağırmak istedim: DAĞILDIK KALDIK. Picasso yetiş, benimkiler yerinde durmuyor.

Benimkilerin aksine yerinde sabitlenen Chenle'nun ağzı "Hadi gidelim buradan," dediğinde geriye dönüp dönüp parçalarımı kucağıma toplayarak arabaya bindim. Tabii öncesinde ben evin kirasının ne olacağını sormuş, Chenle "Bir ayı yüz dolarsa bir haftası yirmi beş dolar eder," demiş ve hemen girişteki masaya yirmi beş dolar bırakmış, ben "Öyle olmaz ama keşke 'dün gece için teşekkürler' yazılı bir not bıraksaydık," demiş, Chenle gülerek iki eliyle belimden itmiş ve beni arabaya bindirerek üstüme kapıyı kapatmıştı. Sürücü koltuğuna bindiğinde hiç beklemeden kontağı açtı ve tozu dumana katarak sürmeye başladı. O arada biraz daha dikkatli ve yavaş olabileceğine yönelik mızmızlanmalarımı da duymazdan geldi. İyice yerleşip derin bir şekilde soluklandım. Radyoyu açtım ve sesi cızırtılı olmayan tek kanaldaki iğrenç bir pop şarkının kısık kısık çalmasına izin verdim, sonra da klimayı ayarlayıp yapacak başka bir şey var mı diye arabayı yokladım. Yoktu. Yine derince soluklandım. İstemediğim bir yere gittiğimizden mi yoksa havalandırmadan gelen pis kokudan mı bilmiyorum ama garip hissettim.

Arabayı sürmeye odaklanmış olması gereken Chenle'ya baktığımda onu dümdüz bana bakarken yakaladım. "Hey hey hey," dedim bir çırpıda yanağına vurup yüzünü yola dönmesini sağladığımda, "önüne baksana sen!" Sahibine itaat eden ama yine de gözü pislikte olan, içten içe yaramaz bir köpek gibi gözlerini yola sabitlemiş ve otuz iki diş gülümsemesi yüzüne yayılmıştı. Vites değiştirip bana yine kaçamak bir bakış attı. Kaşlarım çatık, oldukça ciddi ve yerimde doğrulmuş şekilde gözlerimi ona dikmiştim. Bir süre öyle kaldım, Chenle bana bir daha bakmayınca ve gülümsemesi belli belirsiz bir tebessüme dönüşünce söylenerek kendimi koltuğa bıraktım.

"Var ya, bıktım bu huyundan! Gün içinde kaç saatlik fırsatın oluyor bana bakmak için, sense ben yokmuşum gibi davranıyorsun. Anca şimdi düştüm aklına."

"Yani abartma da... Ne yapayım?" Hiç bozmadan konuşmaya devam etti, daha doğrusu konuşmayı batırdı. "Ha söyle, ne yapayım? Bu hep senin suçun, sen de bilip bilmeden gelip bana yükleniyorsun."

"Benim suçum mu? Saçma sapan... Ne suçuymuş bu, Bay Direk?"

"Ne suçu olacak!" Sesi, söyleyeceği şeyi bilmediğim için beni kınar gibi çıktı yuvarlak ağzından. "Güzel olma suçu," der demez kahkahayı patlattım. Chenle'nun yüzünde istediğini elde etmiş birinin ifadesi belirdi, bakışları benle yol arasında birkaç kere gidip geldi. "Sensin güzel!" diye bağırdım. "Şuna bak... Arabesk laflarla kalbini çalmayı planladığın o genç kız mıyım ben?" Tatsız bir tartışmaya dönüşecek sohbetlerden değil de, sadece eğlencesine konuştuğumuz sohbetlerden birinde olduğumuz için rahattım. "Hayır ya," dedi hayal kırıklığıyla, "ne kızı?" Omuzlarımı silktim "Ben bilmem orasını," diyerek. "Ne kızı ya," diye yineledi, "zaten bütün güzel şeyler kızlar için yapılıyor. Bize biraz da yazık oluyor. Benim olayım farklı ama, ben kuralı kırmak için doğdum." Kahvehane delikanlıları gibi davranmaya başladığında kendi kendime kıkırdadım. "Ben, sana güzel şeyler sunmak için doğdum."

Söylediği şeyle duraksadım, yüzümdeki tebessüm silindi ve bedenimin bir anda yoğun bir çamurun içine battığını hissettim. Birlikte geçirdiğimiz üç yılı düşündüm, yirmi küsur yaşımızı düşündüm, ilk günün arabada uyuduğumuz gecesini düşündüm. Chenle'nun benim için yaptığı onca şeyi düşündüm. O bana bir hayat bahşetmişti, hem de karşılığında hiçbir şey beklemeden. Şimdilerde bile ilk günkü gibi beklentisizdi, sadece veriyordu ama almak için hiçbir girişimde bulunmuyordu. Ve ona verebileceğim hiçbir şeye sahip olmadığımı zaten biliyordu.

Bendeki âni durgunluğu fark etmiş olmalı ki "Ne oldu," diye sordu endişeyle, arabayı yavaşlattı. Aklıma söyleyecek bir şey gelmedi, sadece Chenle'ya baktım. Bir bana bir yola bakarken ciddileşmişti, onun da benimle birlikte ruh hâlinin bu kadar çabuk değişmiş olması eşsiz geldi. Birbirimize makaramın ipleriyle bağlandığımızı falan sanacaktım, durum her zaman böyle değildi ama şimdi bir anda oluvermişti işte, iplerim etrafımıza dolandı işte. Chenle tekrar ne olduğunu sordu, iyi olup olmadığımı sordu ve elimi tutup sıktı, sıcaklığını kontrol eder gibi kolumu tuttu, oradan omzuma dokundu, yanağımı avuçladı, en sonunda saçlarımı okşadı ve eli direksiyona döndüğünde araba durmak üzereydi. Araba ne kadar yavaş ilerliyorsa Chenle da bedenimin her yerine o kadar hızlı dokunmuştu. Anne şefkatiyle ve ilgiyle, endişeyle. Bazen kendini bana tamamen kapatsa bile bu duygular Chenle'da en hoşuma giden şeylerdi.

Yorgunmuşum gibi gülümsedim. "Şekerim düştü herhalde," diye yalan söyledim. "Ah, doğru ya," derken gaza bastı, "akşam yemeği yemedik." Artık hızlandığı için gözlerini yoldan ayırmadan, ilk denemesinde kulağıma vurarak elini enseme attı. Saç diplerimi okşayıp ense kökümü nazikçe sıktı. "Bulduğumuz ilk yerde durur yemek yeriz, olur mu?" Şimdi de babam olmuştu, her şeyi eksiksiz yapmaya çalışan ve hafta sonları balığa çıkan ilgili aile babası. Tamam demek yerine kafamı salladım. Ensemdeki eli son bir dokunuşla kaydı ve bilmem kaçıncı sefer direksiyonu tuttu. Birden "Kapıları kilitledin mi?" diye sorduğumda önce gözleri unuttuğunu anlatırcasına büyümüş, ardından güldüğü için kısılmıştı. Azarlanmak istemeyen bir çocuk gibi "Üzgünüm," diye mırıldandı ve hemen kapıları kilitledi. "Bir gün öldüreceksin beni," dedim sakince, hem zihnen hem bedenen. Chenle fısıldadı: "Affet sevgilim." Benim de orada söyleyecek hiçbir şeyim kalmadı, iki kelimesinde tükendim. Yer yerinden oynadı, sarsıldı, ben sarsıldım ve yer bana saygı duyarak durdu, ben sarsıldım, sustum kaldım.

Terliklerimi çıkardım, dönerek sırtımı kapıya yasladım ve geniş koltukta bağdaş kurdum. Chenle'yu izlemenin bin bir yollarından biriydi bu, karanlıkta ve yolda Chenle benim için tek kişilik bir filmdi. Chenle rüyanın gerçeğe dönüşmesiydi, gerçekliğinden emin olduğun hâlde hâlâ rüya gibi hissettirmesiydi. O birçok şeydi, her şekildeydi, hiçbir yere sığdırılamazdı. Hiçbir yerde tutsak edilemez ismi dudaklarımdan öylece, aramızdaki iplerin üzerine döküldü. Ah Chenle. Chenle. Kimdi bu Chenle? Sabah onu öptüğümde beni iten Chenle kimdi? Ya sonrasında gelip beni öpen Chenle kimdi? Bilmiyordum. Önemsizdi, benim kim olduğum kadar önemsizdi. Bu boş yolda beşik gibi sallanırken ve karşımdakinin koca kafasına bakarken başka şeyler düşünmeliydim. Yine onu, yine Chenle'yu düşünecektim ama kim olduğu gibi saçma şeyleri değil. O hâlde, mesela neyini düşünmeli? Mesela ellerini. Mesela şekilsiz ellerini ve beni arabaya iterken belimi nasıl da kavradıklarını. Saçlarıma ve enseme dokunuşunu düşündüm. Benim yalancı şekerimden sonra hiç konuşmadık ve ben onu izledim, gelip geçen sokak lambalarıyla aydınlanan suratını izledim. Bir tesiste durana kadar düşündüm durdum, Chenle bir çırpıda arabadan inip, kapımı açıp ve beni koltukaltlarımdan kaldırıp yalın ayak arabadan çıkarana kadar.

Chenle terliklerimi çıkardı ve önüme attı, ben tozlu zemine basan ayaklarıma bakakaldım. Chenle arabayı kilitleyip beni beklemeye başladığında hâlâ ne yapacağını bilmeyen bir oğlan gibi öylece ayaklarıma bakıyordum. Parmaklarımı oynatıp ayaklarımı iyice toza buladım, çıplaklık hissi bir an hoşuma gitti, gülümsedim. Sonra Chenle diz üstü çöküp bana giymediğim terlikleri giydirdi. Kendisi kalkmadan kafasını kaldırdı, boynum bükük ona bakıyordum. Nereden geldiğini çözemediğim ışıklarla küçük gözleri parladı ve sevgiyle öyle bir gülümsedi ki, ondan başka kimseye asla ihtiyacım olmadığını düşündüm.

Ayağa fırlayıp kolunu omzuma atması ve "Hadi şekerini yükseltelim!" deyip beni hamburgercinin kapısından sokması bir oldu. İçeride birkaç masa doluydu, boş bir masaya yönelip beni sandalyeye oturttu ve o da karşıma oturdu. Böyle yamalı bir tulumla ve parmak arası terliklerin içindeki tozlu ayaklarımla iyice bir çiftçi gibi hissettim. Heyecanla "Ne yiyeceksin?" diye sordu. Etrafa bakınıp yine Chenle'ya döndüm ve sakince "Istakoz," diye cevapladım. Ciddiyetle kafasını sallarken arkasına yaslandığında bir garson siparişimizi almaya geldi. Ben konuşmadım, Chenle düşünceli şekilde uzunca hımladı, ardından da "Bir ıstakoz ve bir ahtapot salatası lütfen," diye sipariş verdi. Garson kız elindeki kâğıda kayıtsızca bir şeyler yazıp Chenle'yu hiç duymamış gibi, bıkkınlıkla "İki hamburger, hemen geliyor," dedi ve uzaklaştı. Chenle garson kızın ardından "Birinde turşu olmasın," diye belirtti ama biraz fazla yüksek bir sesle belirtmiş olmalı ki içeridekilerin hepsi dönüp bize baktı. Alışkanlıkla herkesi görmezden geldik.

Ben "Ellerimi yıkayacağım," deyip sandalyeden kalktığımda Chenle da gelmek istedi ama izin vermedim. "Sırayla gidelim de kaçtığımızı sanmasınlar," dedim Chenle tekrardan yerine otururken. "Yoksa yedi göbeğimize söverler," diye de ekleyince hoşuna gitti herhalde, gülerek karnıma vurdu. "Ardından da hamburgerleri ısıtıp başka müşteriye satarlar. Yapmadıkları şey mi sanki?" İkinci cümlesini fısıldayarak söylediğinde omzuna dokundum ve yavaşça tuvalete ilerledim. Ellerimi yıkayıp yerime döndüm, bu sefer Chenle gidip geldi ve ardından da hamburgerler geldi. Garson kız tabakları önümüze atıp bayık bir sesle "Tadını çıkarın," dedi. Chenle çatık kaşlarla kızın ardından "Öyle yapacağız!" diye bağırarak hamburgere saldırdığında kahkaha atmamak için ağzıma elimi bastırdım. Bir an Chenle'yla gıcık kızın saç baş kavga ettiği bir sahne geldi gözümün önüne ama o sahneyi hemen aklımdan silmeye çalıştım. Elimi ağzımdan çektim ve boğazımı temizledim, karşımda vahşi bir hayvan gibi hamburger yiyen Chenle'nun aksine yavaş hareketlerle yemeğimi yemeye başladım.

Yerken gözlerim masaya daldı, abisinin evine varınca neyle karşılaşacağımızı düşündüm. Birkaç dakikaya tabaktakiler bitince kafamı kaldırdım, Chenle kollarını masaya dayamış beni izliyordu. Dudağının kenarında da ketçap kalmıştı. Gülmemek için kendimi tuttum, arkama yaslandım ve derin bir iç çektim. "Chenle," dedim ciddiyetle, onun yüzünde sevgi dolu bir ifade vardı, "Efendim?" dedi. Masadaki peçeteyi top hâline getirip yüzüne attım, top yüzünden sekip kollarının üstüne düştü. "Ağzını sil," dedim dümdüz. İfadesini hiç bozmadan peçeteyi açıp tüm yüzünü sildi ve "Oldu mu?" dedi, "Oldu," dedim. Tek kaşını kaldırarak "Ne oldu?" diye sordu, fısıltıyla "Güzel oldun," dedim. Chenle'nun memnun gülümsemesi yüzüne yayılırken garson kız geldi ve hızlıca önümüzdekileri aldı, bizi kovar gibi hesabımızı söyledi. Bakışlarımı kızdan çekip Chenle'ya yönelttiğimde ifadesini kökten değiştirdiğini ve kaşlarını çattığını gördüm. Dudaklarımı birbirine bastırıp olanları eğlenerek izledim. Chenle sinirle bakan gözlerini kızdan hiç ayırmadan meblağın iki katını masaya bırakıp ayağa kalktı, kız da sorgusuz sualsiz, yüzümüze hiç bakmadan parayı alıp iyi günler diledi ve gitti. Chenle'yla bakışlarımız buluştuğunda kaşları eski hâlini aldı ve gülümsedi. "Artan parayla belki kendine bir karakter alır. Hadi çıkalım buradan."

Sanki bizim karakterimiz çok düzgünmüş gibi ben de gülümsedim ve hamburgerciden çıktık. Chenle arabanın kilidini açtığında ön kapıya değil de bagaja yöneldi, açtığım kapıyı kapatıp yanına gittim. Çantaları tek tek açıp karıştırıyordu, kalçamı arabaya yaslayıp biraz bekledim. "Ne arıyorsun?" diye sordum bir süre sonra ama o an aradığı şeyi bulmuş olmalı ki doğruldu ve "Hah," dedi, "işte!" Bir elinde tıraş bıçakları, diğer elinde de tıraş köpüğü vardı. "Tıraş olalım," dedi. Bana kalçasını uzatıp arabayı kilitlememi söyledi, cebindeki anahtarı alıp dediğini yaptım. Arkasını dönüp tesise yürümeye başladığında bağırdı: GİDELİM. İtaatkâr bir şekilde onu takip etmeye başladığımda yine bağırdı: JİSUNG. Gülümsedim, gülümsedim ve gülümsedim, adımı Chenle'nun ağzından böyle ulu orta ve sanki etraftaki herkese bir duyuruymuş gibi duymanın sevinci dudaklarıma sığmıyordu, hem de etrafta ağaç diplerine işeyen köpeklerden başka kimse yokken. Başka yerlerimle de gülümsemem gerektiğini düşündüm, bunun gerekliliğiyle bağırdım: CHENLE. Ne vardı burnumla, kulağımla ya da ayaklarımla gülebilseydim? Tozlu ayaklarımın sağlam bir kahkaha patlatabileceğine iddiaya bile girerim.

Büyük hediyelik eşya mağazasının yanındaki tuvalete girdik. Chenle ellerindekini geniş lavaboya bıraktı, bir musluğu açtı ve tıraş köpüğünü avcuna sıkarak bana döndü. Parlayan gözlerle beni yanına çağırdığında dibine kadar girdim, iki eline de sıvadığı köpüğü yüzüme çalmaya başladığında ben sadece onu izledim. Her yerime yedirdiğine emin olduktan sonra elini suya tutup tıraş bıçağını aldı ve yanağımı tıraş etmeye başladı. "Dur," dedim neredeyse ağzıma girecek olan köpüğe rağmen, bileklerinden tutup kollarını indirdim. Ben de onun yaptığını taklit edip avuçlarıma köpüğü doldurdum, sonra burnunun altında kalan her yere çaldım. Chenle gözlerini yumarak ve dudaklarını birbirine bastırarak içinden içinden gülüyordu. Ellerimi yıkayıp diğer tıraş bıçağını kaptım ve dikkatle Chenle'nun yanağında gezdirmeye başladım, o da aynısını yaptı ve birbirimizin çenesinden tutup kafalarımızı bir o yana bir bu yana döndürerek henüz tam çıkmamış sakallarımızın icabına baktık.

Sözde dikkatle başladığımız işten ateşle oynar gibi çıkmıştık, birbirimizi kesmiştik biraz kanlı geçmişti. Rezaletti. Bunu ne diye burada yapmıştık ki? Ama her neyseydi, bu Chenle'ydu, herhalde canı eğlence çekmişti. Aradığı eğlenceyi de kendince bulmuştu. Tesisin tuvaletini ve bütün koridoru su altında bırakacak kadar suyla oynadığımızda ve güvenlikler gecenin bir yarısında tuvalette sırılsıklam şekilde bağırıp çağırarak gülen iki serseri bulduğunda bizi yaka paça dışarı atmıştı. "Tamam tamam," diyordu Chenle kaymış ifadesiyle ve gülmekten alamadığı nefesiyle, "bırakın biz çıkarız," diyordu. O doğru düzgün bir şey söyleyene kadar da zaten güvenliklerin biri benim enseme diğeri de Chenle'nun ensesine yapışmış ve bizi merdivenlerin önüne atmışlardı. Kaldırıma otururken ben olan bitene pek tepkisiz kaldım ama Chenle'nun gülmeyi bırakıp nefesini düzene sokması birkaç dakikasını almıştı. Ne vardı bu kadar çok gülünecek? Chenle mu çok gevşekti yoksa ben mi anlayamıyordum böyle şeyleri?

Gözlerime giren ıslak saçlarımı hafif sinirle geriye taradım, neyin hafif siniriydi bu bilmiyordum, hafif miydi onu da bilmiyordum. Chenle'nun davranışları mı tak etmişti canıma? Ama hangi davranışları? Dış dünyaya karşı umursamazlığı da olabilir, her şeyi hafife alması da, benden başkasını takmayışı, belki benim hep onu kafaya takışım... Belki sorun benim kafam, benim koca, koskoca, devasa kafam... Gözlerimi ovuşturdum, yanaklarımdaki kesikler gerilince acıdı. En küçük harekette bile böylesine keskin bir acısı varsa Chenle yanaklarındaki o yaralarla nasıl gülebiliyordu? Artık hissetmeyecek kadar alışık mıydı acıya? Adrenalin yüzündendir diye cevap verdim kendime, sonra bir soru daha çıktı ortaya: Benim sıçtığımın vücudu adrenalin salgılamıyor muydu yoksa?

Tuhaf bir ses duyunca yüzümü ellerimin arasından çıkardım ve yan tarafıma baktım. Akıllım, yağmurda kalmış hâliyle kendini kaldırımın üstüne sermişti. O an arabanın anahtarı da hazır bendeyken Chenle'yu öylece bırakıp gitmeyi geçirdim aklımdan. Pisti, iğrençti, arabaya bu kirle pasla binemezdi. Bıkkınlıkla iç geçirdim. Hafifçe ona doğru eğilerek onun gökte olan gözlerine gözlerimi diktim, adını seslenince o da bakışlarını bana çevirdi ve "Efendim?" dedi dudaklarındaki tebessüm sesine de yansımışken. O çok sevdiğim yüzüne biraz daha yaklaşıp fısıldadım. "Sen ne bok yiyorsun Chenle?" Tebessümü arsız bir gülümsemeye dönüşüp de gözleri iyice kaybolduğunda ortada görülmeye değer bir şey kalmadığına kanaat getirip ondan uzaklaştım. Ama o uzaklaşamayacağıma kanaat getirmiş olmalı ki kolumdan çektiği gibi beni kendine yapıştırdı. Düşündüğüm ilk şey güvenlik görevlilerinin bizi hâlâ izleyip izlemedikleriydi. "Bırak gevezeliği," dedim ciddiyetle. Yanağım göğsüne yapışmış, ben kesiklerin ağrısının şiddettini düşünürken Chenle'nun bedenimi hızlıca saran kolları sıkılaştı ve ağzının içinde ne olduğunu anlamadığım bir şeyler geveledi. Sıkı kollarından sakince kurtulmaya çalışırken "Tamam, hadi bırak," dedim, "Daha gidecek çok yolumuz var," diye ekledim, "Üşüteceğiz!" diye nokta koydum. Bu yazın ortasında ne üşütmesi! Tepki alamayınca dizimle bacağına vurdum ve adını söyledim tehdit eder gibi ama anneler oğullarının tehdidini ciddiye alır mıydı?

Chenle'ya sınırlı küfürlerimi savurduğumda ve o da en sonunda kollarını çözdüğünde ayağa fırladım. Hiç beklemeden onu da kaldırımda yayıldığı yerden çekip kaldırdım ve hâlâ dişlerimin arasından küfrederken arabaya doğru sertçe ittirdim. Chenle aracın önünden arkasına kadar yalpaladı ve dengesini bulup elleriyle arabaya yaslandı, o gevşek ifadesini suratından çekip de atmamıştı bile. Bense burnumdan soluyordum, oracıkta kıçına tekmeyi bassaydım yeriydi. Ama niyeydi, niçindi? Hayır, hayır yeri falan değildi! Chenle ne yapmıştı gülmekten başka? Arabaya tutunmuş, başı önüne eğik ama yine de sırıtan Chenle'ya iyice yaklaşıp kolundan çektim ve bana döndürdüm. O çok sevdiğim yüzüne karşı bağırdım, bir saniye önce orada olmasını istemediğim ifadesinin bir saniye sonra hep orada kalmasını diledim, adım adım pişman oldum. "Sen neden böylesin?!" Birinci adım: Gözlerdeki tanıdık ışığın yerini yabancı bir donukluk alır. "Ya neden her şeyi şaka zannediyorsun? Neden hiçbir şeyi ciddiye alamıyorsun?" İkinci adım: Gülümseyen sıcacık dudaklar gider, çizgi gibi soğuk dudaklar gelir. "Senin sorunun ne? Varsa bir şey söyle, yardım alırız! Sen normal değilsin!" Üçüncü adım: Sevgi. Sevgi ne arardı bizde! Ama vardı işte, tam buradaydı, Chenle'nun gözlerinin içindeydi. Oradan benim gözlerime akıyor ve içimdeki közü söndürüp pişmanlık dumanlarını salıyordu her yerime.

Sevgi zamansız ve yersizdi yine de. Tam onu yakalayıp sonunda göğüs cebinize koyabileceğinizi düşündüğünüz anda elinizden nabzı pıt pıt atan kalbi araklar ve gömleğinizi de yırtıp koşar adım uzaklaşırdı. Omzunuzdan yarısı sarkan kan lekeli gömleğinizle ortada kalakalırdınız. Sevginin şekli yoktu, sahipliği ya da aitliği yoktu, doğrusu, yanlışı, sebebi veya anlamı yoktu. Sadece vardı. Sadece var olarak zamanı ve mekânı aşabilen bir şeydi. Herhangi bir şey. Tamamen anlamsız bir şey.

Şefkati yüzünün her santimine yerleşke kuran Chenle'ya bakarken duruldum. Her şeyim duruldu ama dalgalanmaya başlayan tek şey utancımdı. Birkaç saniye önceki hareketlerimin nedenini unuttum gitti, onun yerine çokça keşke yapmasaydımlar debelendi durdu kafamda. Onu bir anlığına bile olsa incitmem bana acayip koydu. Derin bir nefes verdim, beni ezen duyguların yoğunluğundan kurtulmam lazımdı. Kafamı arkaya atıp göğe baktım, ellerimi belime koyup arkamı döndüm, sağa döndüm, sola döndüm, ellerimi indirdim ve yine Chenle'ya döndüm. İçinde bulunduğum an her zaman ne kadar da önemliydi. Chenle'yu kaç kere kırıp geçtiğimi sayamazdım bile, oysaki şimdi ne kadar da dayanılmaz geliyordu bu basit şeyler. Chenle hâlâ aynıydı. Şefkat, ilgi, anlayış... sevgi, şimdi hepsi vardı yüzünde. Şimdi yüzünü tartsaydım kaç ton, şimdi kalbimi tartsaydım kaç makara kaç direk... Üstümdeki yamalı tulumu tartsaydım dünya yüküydü. Bir şey söylemeliydim, bir şey söyleyecektim. "Chenle," dedim ve durdum, kapattım ağzımı. Gözleri ağzıma sabitlenip orada kaldı. Ben ne söyleyecektim? Bilmiyordum ama tekrar açtım ağzımı ve Chenle ne olduğunu bilmediğim kelimeleri ânında gırtlağıma dizdi. Dudaklarımı araladığım an hemen kollarını uzatıp boynuma doladı. Öylesine hafifti ki bir an bana sarılıp sarılmadığından şüphe ettim. Chenle konuşmamı istemiyor olmalıydı. Ama yedi göbeğime söverek çenemi kapatmamı söyleseydi o zaman ve oturtsaydı beni koltuğa, basıp gitseydik şuradan ve ben de bütün yol boyunca uyusaydım. Gıkımı çıkarmazdım, çıkarmayacaktım.

Öyle hafifçe sarılması sinirime gitti ya da zoruma, kestiremedim. Kollarımı beline doladım dudaklarımı birbirine bastırırken ve vücudunu benimkine sertçe bastırdım. Daha çok acısın diye yanağımı soğuk, ıslak saçlarına sürdüm. Etrafta kimsenin olmamasıyla fırsattan ve aptallığımdan istifade ona uzunca sarıldım. İkimiz de baştan ayağa ıslaktık, bahar gecesinin serinliğinde buz gibiydik ve alabildiğine acemiydik. Neyin ne zaman yapılması gerektigini öğrenememiştik. O yüzden Chenle artık gitmemiz için kulağıma fısıldamıştı ve fısıldamadan önce de kulağıma küçük bir öpücük bırakmıştı. Bilmiyordu ki iplerim elindeydi ve biraz daha sararsa dayanamayıp kopacaktım.

Bedenlerimizin ayrılmasına izin verdiğimde Chenle yanağımı okşadı ve bagaja yürüdü. Kapağını açma denemesi sonuçsuz kalınca "Jisung?" deyip gözleriyle arabayı işaret etti. Cebimden su içinde kalmış anahtarı çıkarıp kilidi açtım, Chenle ikimize de kıyafet çıkardı. Ben üstümü arka koltukta değiştirirken Chenle hiç çekinmeden dışarıda soyunup giyindi. Sürücü koltuğuna yerleştiğinde terliklerimi elime alıp aradaki boşluktan ön koltuğa geçtim. Öne geçerken de Chenle popomu patpatladı. Düz yola çıktığımızda "Özür dilerim," dedim, bakışlarımı camdan dışarı dikmişken. Sarı ışıklar akar gibi geçip gidiyordu. Özür dilemek ne zor şeydi. Chenle dediklerimi duymazdan geldi. "Abimin evine vardığımızda kahve içelim, canım çok çekti. Ben hazırlarım sana da, olur mu?" İç geçirdim. "Hayır. Olmaz. Ben hazırlarım sana. Aptal. Biliyorum, sen kahve de içmezsin ki zaten." Nefes verdim. Gecenin bu saatleri de ne kadar tuhaftı, insanı sarhoş ediyordu. Nefes aldım. "Biliyorsun. Seni seviyorum. Hem de aptal gibi." Chenle'ya döndüm, genzim yanıyordu. "Seni seviyorum." Chenle yola bakıyordu, sanırım kafası yanıyordu. Sesim çatladı. "Aptal."

Yol bitene kadar saçlarımız kurudu ve Chenle'nun saçlarındaki pisliği temizledim. Chenle bir süre için oğlum oldu ama o zaten daima benim güzel oğlumdu. Hatalarla dolu güzel bir hayatı benimle paylaşıyordu. Ve saçlarını tertemiz etmiştim. Abisinin evinin önüne park edene kadar konuşmadı. Zaten orada da arabadan inmeyen beni indirmek için açtı ağzını, daha fazla konuşması için inat edip bir süre inmedim ben de. Nihayet kapıyı çalıp açtırmayı başardığımızda saat üçe geliyordu. Kapının ardından çıkan Chenle'nun abisinin gün ortasını yaşıyormuş gibi bir hâli vardı. Hiç de hoş olmadığını bas bas bağıran suratıyla kardeşine hoş geldiğini söyledi ve bana döndüğünde suratına sahte bir gülümseme yapıştırıp zaten itici olan suratının daha da itici olmasını sağladı. Yüzümü ekşitmemek için zor dururken iğreti bir gülümseme sergilememin icab etmediğinde karar kıldım. Elini uzattı, sıktım. "Hoş geldin. Ben Zitao." Elimi hâlâ sallarken "Biz tanışmıştık," dedim duygusuzca. En içten duygusuzluğumu Zitao'nun gülümsemesini düşüren iki kelimeyi sarf ederken kullandığımı tahmin ediyorum. Saniyesinde elimi bıraktı, dönüp içeri girdi. Ben de saniyesinde yüzümü ekşitip elimi pantolonuma sürdüm. Chenle'nun gözlerinde ve dudaklarında tatlı bir piçliğin sırıtışı vardı. Ne yalan söyleyeyim, o an hoşuma gitmişti bu hâli ama başımı ağrıtacağını da adım gibi biliyordum. Girişte ayakkabılarını çıkarırken birden Chenle'nun kafasını tutup yanaklarından sulu sulu öptüm ve Zitao'nun bir şeylerle uğraştığı mutfağa gittim. Bir sandalye çekip büyük yemek masasında ortada bir yere oturdum, Chenle da ardımdan gelip bir sandalye öteye oturdu.

"Eee abi, naber?" İşte başlıyorduk. Sıcak savaşın hissi bütün meydan okurluğuyla Chenle'nun sesindeydi. Komikti de aslında, aralarında on yaş olan iki kafanın kültürel ve uçurumsal farkıyla kardeşçe bir komiklikti bu. Abisi tezgâhta uğraştığı şeyi bırakmadan ve bize dönmeden cevap verdi: İyi. Başlangıç için pek tabii kabul edilebilir bir cevaptı. "Sen de benim nasıl olduğumu sormayacak mısın?" Sesi tatlıydı akılsızımın. Çok tatlıydı. O kadar tatlıydı ki yutarken yemek borunu yakıp gidiyordu, öyle de pis bir tatlıydı. "Durumun ortada zaten," dedi abisi dümdüz ve bize döndü, "bokum gibisin kardeşim." Yeniden arkasını dönerken Chenle'nun yüzüne öyle bir gülümseme oturmuştu ki her şeyiyle gülüyordu. Gözüyle, kaşıyla, burnuyla, kulağıyla. Kıskandım. Gören de sanır ki ailesinin bütün mirasının kendisine kalacağının müjdesini almış. Oysaki karnındaki sigara yanıklarına gülümsüyordu kocaman, ya da belki kollarındakilere, kim bilirdi. Büsbütün gülümseyen kafası bana döndü, göz kırptı ve parmaklarıyla masayı gergince tıklatan eline baktı. Zitao elinde bir tepsiyle karşımıza oturdu ve üç kupayı hepimize bölüştürdü. Kahve yapmıştı. Bunun saçmalığını düşünmemeye çalışarak bana verileni içmeye başladım.

"Ooo, kahve yapmışsın abi..." Chenle kupayı karşısındakinin yüzüne doğru kaldırdı. "Senin şerefine ağzımı yakarak içeceğim," deyip kupayı dudaklarına götürdü ve büyük bir yudum aldı. Geri zekâlının gerçekten kendini yakacağını anladığımda elimdekinin birazını üstüme dökmeyi göze alarak Chenle'nun kolunu tuttum ve ağzına dayadığı kahveyi çekip aldım. Kupayı masaya çarparak indirdim. Gözlerimi hiddetle gözlerine diktim, bakışlarında yine buram buram umursamazlıktan başka bir şey yoktu. Tuttuğum kolunu sıkarak tıslar gibi ve hızlıca konuştum. "Salakça düşmanlığınız yüzünden gerçekten de salak gibi davranmayacaksın, değil mi?" Yüzüm ısınmıştı. "Oldu olacak bir de bıçak vereyim eline?" Chenle'nun bazı taraflarını ondan söküp atmak istiyordum. Kolunu elimden kurtarıp abisine döndü, ben de derince soluklanarak geriye yaslandım. Birkaç saniye sonra Zitao konuştu. Onun bunun çocuğunun tekiydi. "Ne bu şimdi?" dedi iğneleyici bir şekilde. "Karısı mısın oğlum sen bunun? Yoksa altına mı yatıyorsun lan?" Ağzımı açıp gözümü yummuştum, ne söylemek istiyorduysam söyleyecektim ama Chenle benden önce davrandı. "Evet yatıyorum," dedi, sözde hakaretler biter bitmez. "Şimdi beni boş ver de seninki nerede?" Kaşlarım çatıldı, beklediğim böyle bir şey değildi. Benimle birlikte Zitao'nun da kaşları çatıldı. Tiz bir sesle "Ne?" diye sorduğunda oyunculuğunun kötü ve kısa olacağı baştan belli olmuştu.

"Ne nesi?" dedi Chenle. "Sevgilin diyorum, şimdi nerede? Ah yoksa başkasının evinde, başka birinin altında mı?" Zitao yumruğunu masaya vurdu, etrafa biraz kahve saçıldı. "Ağzını topla," diye tehdit etti kendisine eşlik eden tükürükleriyle. Daha çok havlar gibi bir hâli vardı. Chenle yeniden konuşmaya başladığında bu durumdan ne zaman sıyrılacağımızı düşündüm. "Ne yani, sevgilin yok mu şimdi senin? Salondaki koltuğa atılmış sütyeni de sen giyiyorsundur o zaman?"

Durumdan kolay kolay sıyrılamadık. Mutfağa oturup bütün o anlamsız tartışmalara başladığımızda zaten güneş doğdu doğacaktı ve ikisinin de çenesini kapatması saat on civarlarını bulmuştu. Abisi en son evi inletecek şekilde kapıyı çarpıp kendini odasına kilitledi, biz de arabadan eşyalarımızı alıp kendimizi banyoya kapattık. Dişlerimizi fırçalarken Chenle kafama tükürdü. Birtakım aksilikler yaşadık ve bunu takiben tükürülen tek yerin sadece kafam olarak kalmaması gibi başka aksilikler yüzünden kendimizi küçük popolarımızda küçük donlarımızla küvette bulduk. Burayı da su basmıştı. Sanırım suyla ilgili sorunlarımız vardı. Ya da su zayıflığımızdı. Makara ve direkleri yumuşatıp bükülebilir kılıyordu, işimize gelmiyordu. Üstümüzdeki yazıları siliyordu, unutturuyordu, çocuğa dönüştürüyordu. Suya dokunduğumuzda tertemiz, dokunulmamış çocuklara dönüşüyorduk. En çok da Chenle temizleniyordu, en çok da o dokunulmamış oluyordu. Elimin altındaki teni pürüzsüzleşiyordu, yaraları kaynıyordu. Tıpkı çocukluğumuzdaki Chenle oluyordu o zaman, renkli şortlarıyla cıvıl cıvıl küçük Chenle...

O gün öğlen sularında uyuyup anca gece uyanabildik. Gözlerimi açtığımda Chenle'yu yatakta göremedim, ben de benden önce kalkıp gittiğini düşündüm ama onu yere düşmüş ve ağzı açık şekilde uyurken buldum. Hiç eğilme zahmetine girmeden ayağımla kolunu, belini, poposunu, kafasını falan dürtüp akıllımı öyle uyandırdım. Hazırlandık ama kendimize gelemedik. Alt kata indiğimizde merdiven başında Zitao'nun muhtemel sevgilisiyle çarpıştım. Hızla merdivenlere atılmıştı ve Jisung engeline çarptığında küçük çaplı bir çığlıkla ve şaşkınlıkla gözleri fal taşı gibi açılmış, bu iki sokak lambasının burada ne işi olduğunu anlamaya çalışarak bize bakmıştı. Üstünde sadece külotu ve kendisine ait olmadığı belli olan büyük boy beyaz bir tişört vardı. İnce kumaşın altından göğüs uçları koyu ve belirgindi. Birkaç saniyelik anamsız İyi, Kötü ve Çirkin bakışma faslımız Zitao'nun "Noldu?!" diye fırlayarak kadraja girmesiyle son buldu ama onun hangi role büründüğünü çözemedim. Bakışları ikimiz arasında gidip gelirken korumacı bir tavırla dikleşti ve elini kadının omuzuna koydu. Gereksiz, diye düşündüm, çok gereksiz. Tıpkı Chenle gibi, güzel Chenle'm.

"Bir şey olduğu yok," diye umursamaz konuştu Chenle ve bir kolunu boynuma dolayıp beni göğsüne doğru çekti, diğer kolunu da bedenime dolayınca iki büklüm oldum kaldım. Göğsüne sürtünen yanağım acıyınca kesiklerin varlığını hatırladım. Sonra Chenle "Senin değerlin benim değerlime çarptı," dedi en çocuksu sesiyle, dudaklarını büzdü, böyle alttan bakınca çok çirkin göründü. Abisine gıcık yapmak için böyle davranıyordu, kesindi, umarım ki öyleydi. Rahatsızca kıpırdandığımda kollarını gevşetti ve aralarından sıyrıldım, üstümü ve saçımı düzelttim artık ne kadar düzelebilirse. "Değerlim," kelimesinden sonra abisinin ağzından "İğrenç," kelimesi çıktı. Ama asıl iğrenç olan neydi biliyorduk. Bir kişi hariç herkes biliyordu. Göz ucuyla Chenle'ya baktım, Chenle da göz ucuyla kadına baktı. Chenle'ya gözlerini dikmiş Zitao da hemen sevgilisinin göğüs kısmına sarıldı arkasından, ikimiz de istem dışı güldük. "Merak etme abiciğim," dedi değerlim, elini belime atıp beni sımsıkı tutarken, "senin gibi meme meraklısı değiliz." Değerlim abisiyle sevgilisini teğet geçerek yürümeye başladı ve beni de yanında sürükledi. Değerlimin basit adımları bile değerliymiş, o an fark ettim. Arkamızdan yükselen abisinin sesi "İbneler," dedi ama umursamadık. Sonra kadının kızmış sesini duydum, arkama kaçamak bir bakış attığımda Zitao'yu kolundan tuttuğunu ve rastgele yerlerine yumruğuyla vurduğunu gördüm. O küçük eliyle artık ne kadar canını yakabilirse... Ama saygı duydum.

Zitao'nun bizi neden hiçbir zaman evinden kovmadığını düşündüm. Ama o adamın işine akıl mı ererdi? Belki de annesi rica etmişti de sadece o yüzdendi, kim bilirdi.

Üç yanı camla kaplı evin camla kaplı olmayan tek cephesindeki terasa çıktık. Evin bulunduğu tepenin aşağısında kalan küçük bir ormana uzanıyordu burası. Her tarafındaki nefis manzarasıyla ateş pahası bir yazlıktı. Zaten Zhongların sahip olduğu her şey ateş pahasıydı, ucuz şeyler iştahlarını bastırmazdı. Benim almayı bile düşünemeyeceğim her şey onların elinin altındaydı. Zhonglar ve onların dillere destan parası... Bir boka da yaramıyordu. Ailedeki hiç kimse bir halt etmezdi işte ama gelin görün ki şimdi ben birhaltetmezchenle adında bir direğe iplerimi sımsıkı sarmış kalmıştım. Makaralığımın hakkını dibine kadar veriyordum. İplik bacaklarım bacaklarının arasındaydı, iplik kollarım vücudunun bir yerlerinde, iplik parmaklarım da saçlarında, kulaklarında, boynunda ve sonra dudaklarındaydı. Parmaklarımın uçları garip garip karıncalanıyordu.

Chenle hiç kıpırtısız, uzandığı yerden göğü izliyordu. Sanki çok meraklıydı ya göğün o yalancı, yüzsüz yüzüne. Ki zaten yalancı olduğu için cezbediciydi, bu çok başka bir konuydu. Göğün cezbedici tek yanı, sonsuz olduğuna bizi inandırabilmesiydi. Gökyüzü koca bir oyundu, aldatmaca, kandırmacaydı. Chenle bu yönden biraz da göğe benziyordu, özünde bomboştu ama birkaç yıldızına aldanıp yoldan çıkıyordunuz ya da yola geliyordunuz. Hiçbir zaman tam olarak bilemiyordunuz. Ve Chenle tam aksine dopdolu da olabilirdi, sonuçta Chenle göğün kendisi değildi. Oyunları, aldatmacaları ve kandırmacaları olabilirdi ama ben hepsini içime alıp kabul etmek için dünyaya geldim. Beni Chenle doğurdu. Ki hâlâ göğsü taptaze süt kokar annemin. Chenle'nun diğerlerinden tek farkı, alnım yerine dudaklarımdan öpmesi. Ve parmaklarımdan, hem de uçlarından. Ağzının üstünde duran elimi tutup dudaklarına bastırması bazı yönlerden farklıydı. Miniğine kıyamayan sevgilinin dokunuşu gibi değildi, zaten öyle bir şey bizim dünyamızda yoktu. Bana kıyıyordu, beni kıyım kıyım ediyordu ama öpüyordu. Her nasılsa öpüyordu. Sert, acımasız, tacizci gibiydi ya da saftı, beceriksizdi ve acemisinden hâlliceydi, kim ayırdına varabilirdi ki?

Chenle koca avucumu kocaman dudaklarına koskocaman bastırdı. Limbik sistemim çözülüp uzandığım yerde üzerime dağıldı. Chenle mini avucuma minik burnunu gömüp avucumu minicik kokladı. Limbik sistemim karşıma geçip benden hesap sordu. Biz bunları ayırıp da çekmecelere adamakıllı dizemiyoruz, dedi. Ne yapacağız bu kadar isimsiz duyguyu? Ben de dedim ki toplamayın dağınık kalsın, olmadı geri dönüşüme göndeririz. Sonra benim limbik bağırdı: ALTINDA KALIYORUZ. Sesi gürdü, şakaklarım zonkladı. Bir de ben bağırdım: GERİLİYORUM BAĞIRMAYIN. Birtakım sesler geldi, birtakım duygu ve düşünceler daktilo yazısıyla gözlerimin önünden geçti. Chenle'nun gözleriyle benim gözlerimin arasından geçip gitti. Bir ara gördüğüm gözlere dalıp kalıyordum ama hemen dikkatimi topladım; benim limbik bütün duyguları geri dönüşüme atmış. Aferin. Ben de dikkatimi toplayıp Chenle'nun gözlerine daldım. Yalnız yanlış giden bir şeyler var. Midemde bir burkulma var. Anlıyorum, geri dönüşüm bir işe yaramamış. Vücudumda gezinen parmaklar var, tüylerimin ürpertisi, siyah gökte yumurtavari ay, Chenle'nun gözlerinde hüzün var. Midemdeki burkulmada bir derinleşme var, Chenle'nun parmaklarında karnımdan aşağı bir kayma var. Hoşuma gitmiyor. Yani gözlerindeki o şeyden hiç hoşlanmıyorum. Gördüğüm o hüzün midemdeki burkulmayı bulantıya dönüştürdü yavaşça. Gezinen parmaklarını artık hissetmiyordum, içimdeki asit kaynayıp genizime kadar yükseldi.

O çürük tadı hissederek, hissettikçe kusma isteğim artarak, şiddetle öğürerek, çıkartacak bir şey kalmayıncaya ve ağzımdan köpük gelinceye kadar Zitao'nun terasından aşağı midemi boşaltmak iğrençti. Yine de sessizdim ya da duvarlar yalıtımlıydı, en azından diğerleri gelmemişti. Chenle arkamda durup sırtımı sıvazlamıştı. Komikti. Kustuğum yer zifiri karanlıktı o yüzden bir şey göremiyordum ama sanırım bir önceki gece yediğim hamburgere elveda etmiştim. Zaten öğütülmeden önce de kusmuk gibiydi diye düşünürken ağzımı koluma sildim, koluma pisliğim bulaştı. Kendimi yere bırakıp parmaklıklara sırtımı verdim. Gülmemi durduramıyordum. Ağzımda ve kolumda kusmuğumla oturmuş gülüyordum. Ya sinirlerim bozulmuştu ya da Chenle'ya benzemeye başlamıştım. Üç yılın sonunda gerçekten Chenle gibi mi oluyordum? Ama Chenle neden zamanla bana benzemiyordu?

"Neye gülüyorsun?" dedi Chenle. Ama gözlerinde hüzün olanı değil, bununkinde endişe vardı. Sürekli bir Chenle gidiyor diğeri geliyordu. Yorucuydu. Chenle, Chenle, Chenle... Hepsi farklıydı. Chenle'yu sikeyim.

"Hani bir film vardı," dedim kıkırtılarımın arasından, "bir karı koca vardı. Bunlar içiyor sarhoş oluyordu, dağıtıyordu falan. Adam filmin sonunda karısını kızını bırakıp yollara düşüyordu. Hatırladın mı?" Kafasını iki yana salladı. "Hah işte o film. Bu karı koca bir gece sarhoş oluyor dedim ya, o gece adam kadına bir şey söylüyor. Sağdan baksan saçma sapan, soldan baksan dünyanın en derin şeyi. Ne söylediğini hatırlıyor musun?" Kafasını yine iki yana salladı. "Kadın o gece kusuyor. Uyumadan önce adam kadına bir şey söylüyor. Ne söylüyor dersin Chenle?" Kafasını hiç sallamadı, cevap vermedi, lanetli gözleriyle sadece baktı. Fısıldadım: "Sen kusarken saçlarını geride tutmak benim için her zaman bir onurdu." Chenle'nun ifadesinde değişen bir şey olmadı, oysaki tepki vermesini aptal gibi bekliyordum. Elimi boş ver anlamında salladım, şöyle bir etrafa bakındım, derin soluklar aldım ve sonra da bir şey söylemeden ayaklanıp banyoya girdim. Temizlenecektim. Dibine kadar temizlenmek istedim. Köküm kazınsın, köküme kadar parıldayayım. Aynadaki yansımaya baktım, aynadakinin yüzü ekşidi. Rahatsızlıkla bakışlarımı kaçırdım. Üstüme sinmiş Jisung'u kaç kalıp sabun çıkarırdı? Düşündüm. Chenle neden zamanla bana benzemiyordu?

Kapı çalındı. Değerlimin sesini duydum, güzel, yumuşak, kaba, çirkin, sahte, içinden sesini. Annemin sesiydi, babamın sesiydi. Kapıyı açtım, Chenle elinde kıyafetlerle aralıktan sıyrılıp kapıyı hemen kilitledi. Görevini yapan birinin edasını taşıyordu, hiç gücenmeden ve şikâyet etmeden beni büyütüyordu. Sahi onu kim büyütüyordu? Onun da annesi babası ben miydim? Chenle klozetin kapağını indirip eşyaları da üstüne koydu. Aynaya bakmamaya dikkat ederek lavaboda ağzımı çalkaladım. Sonra kendimi Chenle'ya bıraktım. Beni soydu, sevdi, temizledi. Jisung'dan geriye hiçbir şey kalmayana kadar temizledi. Sonra giydirip yatağa yatırdı ve kendisi de bir bardak suyla çıkıp geldi. Suyun hepsini bana içirdi ve yine uyuduk. Ya da sadece ben uyudum. Ya da Chenle sadece birkaç saat uyudu ve öyle gitti. Uyandığımda Chenle yoktu. İlk başta onu yatakta göremedim, sonra evde de olmadığını öğrendim. Zitao'nun sevgilisi omuzunda bir çantayla arabaya atlayıp yola çıktığını söyledi. Bana içirdiği şeyin su olmadığını anlamam biraz zamanımı almıştı, abisinin sevgilisine anlatmam da öyle. Yapacak bir şeyim ve gidecek bir yerim olmadığından oturup onunla konuştum. Adını söyledi. "Soyoon," dedi. Ben de "Ancak o kadar olur," dedim ve enseme bir sille yedim. Hakkını vermek lâzım, aslında eli ağırmış. Zitao'ya daha fazla vurmasını dilemeden edemedim.

İlerleyen saatlerde ben terasta otururken elinde bir bira şişesiyle yanıma geldi. Akşamdı, geceydi, sabaha karşıydı veya öyle bir şeydi. Zitao da Chenle da evde değildi. Konuştuk. Aslında iyi bir kadınmış, Zitao'yla ne işi olduğunu anlayamadım. Ama aslında ben de iyi biri sayılırdım, peki benim Chenle'yla ne işim vardı? "SEVGİ, SEVGİ, SEVGİ," diye bağırdığında Soyoon sohbetin orta yerinde şişeyi havaya kaldırarak ve az kalsın geriye devrilerek, cevabın bu olduğunu düşündüm. Bir de iflah olmaz aptal bir makara olduğumu. Soyoon bir ara ağladı, ben kayıtsızca baktım. Neden ağladığını anlayamadan susmasını bekledim, sonra gülmeye başladı. Bir iniş bir kalkış, güneş doğmaya başladı. Şafakta söken yalnızlığımızı izledik. Gerisi edebiyat.

SAHNE 1

+Chenle hep böyle gider mi? Seni bırakıp?

-Gider. Ama ben de giderim. Ara sıra ikimiz de çıkıp gideriz.

+Neden?

-Bilmem ki. Annelikte terk edilmeyi öğretmek de olmalı sanırım.

+Ne dedin tatlım?

-Yok bir şey.

+Ben Tao'yu hiç terk etmedim, hem de hiç! Ama bak o ne yapıyor. Beni bırakıp gitti.

-Sadece iki günlüğüne ebeveynlerinin yanına gittiğini söylemiştin?

+Sonuçta gitti işte!

-...

+Neyse bu konuyu konuşmak istemiyorum. Sen kendi hâline yan!

-Yanıyorum.

+Bir şey mi dedin tatlım?

-Hayır.

+İyi.

SAHNE 2

+Bak bakayım sen bana. Bir şey soracağım.

-...

+Baksana.

-Bakıyorum.

+İyi. Bak ne diyeceğim. Şimdi bu Chanla seni aldatıyor olmasın?

-Chanla değil, Chenle.

+Her neyse işte. Seni hiç aldattı mı?

-Bilmiyorum.

+Vah vah... E bu çocuk seni aldatıyor o hâlde!

-Bilmiyorum. Olabilir.

+Ne demek olabilir? Yoksa?..

-Yoksa ne?

+Yoksa SEN mi onu aldattın?

-Olabilir.

+Doğru düzgün cevap versene sen bana. Aldattın mı yani?

-Evet.

+Gerçekten mi?!

-Hayır.

+Benimle dalga mı geçiyorsun?

-Hayır. Biz birbirimizi aldatamayız. Biz sevgili değiliz.

+İşte şimdi yalan söylüyorsun.

-Söylemiyorum.

+Benden utanıp sıkılmana gerek yok tatlım.

-Utanmıyorum.

+Chanla senin için ne o hâlde?

-Chenle benim sevgilim değil.

+Tamam da ne?

-Bilmem. O ne erkek ne de kız. Chenle sadece... Chenle.

+Ah hayatım, bu çok güzel!

-Güzel olan ne?

+Sen seviyorsun!

SAHNE 3

+İnsanlar günahkârdır Jinsoo.

-Jinsoo değil, Jisung.

+İnsanlar yine de günahkâr Jinsung.

-... Tanrıya inanmam.

+Ya ya, inanmazsın.

-Peki ya sen?

+Ben ne?

-Günahkâr mısın?

+Tatlım, ruhsal zina diye bir şey varsa eğer, ben bir orospuyum.

-...

+(Kahkaha atar.)

-... Wintersonlar okunmuş?

+Ya ya, okundu tabii! Sen bizi boş teneke mi sandın? Sende de Cinnetler okunmuş?

-...

+(Yine kahkaha atar.)

-Cinnet diye söylenmiyor o.

+Biliyoruz canım, işin şakası o.

-Onu da mı biliyorsun yani?

+Tabii!

-Sen doğru kişisin sanırım.

+Niçin?

-Ruhsal orospu olmak için.

(Jinsoo, Jinsung veya Jisung bir tokat yer. Chanla veya Chenle o gün de geri dönmez.

Jinsoo, Jinsung veya Jisung üç gün beklemek zorunda kalır, üç günün sonunda Chanla veya Chenle çıkagelir.

Ve sahne biter.)

Chenle, abisi geldikten bir gün sonra geldi. Eve adımını atar atmaz da kavga ettiler. En son abisinin bitmeyen küfürlerinin arasından Chenle bağırdı: "TAMAM," dedi, "GİDİYORUZ!" Beni de beraberinde sürükledi ve kaldığımız odaya girdik. Çarparak kapattığı kapının yanında durdum, Chenle etrafa saldırarak bir şeyler aramaya başladı. "Ne yapacağız?" diye sordum. O an onunla uzunca konuşmak istiyordum ama yolda doğru düzgün konuşabileceğimizi düşündüm. "Kıyafetlerimizi alacağız," dedi. Ben uyuşukça "İyi de neredeyse bütün kıyafetlerimiz arabada," derken Chenle boş dolabın altından bir çanta çıkarmış ve önüme durmuştu. Elini enseme atıp doğruca dudaklarıma eğildi, öptü, sonra kokladı. Gözleri parıl parıldı ama bu anlamsızdı, gözleri kavrayamadığım duygularla bakıyordu bana ve benim iç organlarım feryat figan karşıma geçiyordu ama bu yine de çok anlamsızdı. Chenle nefes aldı, nefes verdi. "Seni özlemişim," dedi bir fısıltıyla. Ben nefes alamadım. Doğru mu yoksa yalan mı söylediğini anlamadım ama bu o an önemli değildi sanırım. Yalan olsundu, önemli değildi. Açabildiğim tek kapı ona ait olduğu sürece de önemi olmayacaktı ve ben de bu kadar aşağılık biriydim. Kabullenmiştim.

Eli hâlâ ensemdeyken ve yüzünde bir tebessüm varken "Chenle," dedim, dıştan ne kadar duygusuz kalabildiğime hafiften şaşırdım. "Beni aldatıyor musun?" Tebessümü büyüdü, gözleri ifadesiz yüzümde gezindi. Büyük ihtimalle devasa kafasıyla devasa aptallığımı düşünüyordu. Kafasını belli belirsiz salladı. "Biz birbirimizi aldatabilir miyiz Jisung?" Ben de kafamı salladım. "Bilmiyorum." Tebessümü küçüldü ve ensemi okşadı. "Seni gerçekten özlemişim. Hadi kıyafetlerimizi alalım da defolup gidelim buradan." Onu onayladım, odadan çıkıp abisinin odasına girdik, koridorda aşağıdan gelen bağırış çağırış duyuluyordu. Bu kapıyı da çarparak kapattı ve ben bu kapının da yanında öylece durup onu izledim. Dolabı açıp alışverişe çıkmış gibi kıyafet seçti. Çanta dolduğunda ayağa kalktı, bakışlarımı ondan çekip makyaj masasına yaklaştım ya da bu masaya her ne diyorlarsa artık. Soyoon'un bütün ıvır zıvırları dağınık bir şekilde duruyordu ve kenarda da birkaç siyah tokası. Tokaları elime aldım, üstlerindeki saçları koparıp yere attım. Sonra döndüm ve elindeki fotoğrafa dalıp gitmiş olan değerlime baktım. Her şeyiyle o kadar donuk gözüküyordu ki sanırsınız söz konusu fotoğraf kendisiydi ve elindeki de Chenle'ydu, bütün canlılığıyla benim Chenle'm. Merak ettim. Fotoğraftaki kimdi? Neden fotoğrafı katlayıp cebine koydu? Chenle beni üç gün içerisinde ne kadar özlemiş olabilirdi?

Avucumda sıkıştırdığım tokaları cebime attım. Şimdi ikimiz de bir şeyleri cebe atmıştık ve çanta da tıka basa dolduğuna göre gitme zamanıydı. Üzülmüyor değildim. Burası katlanılır gibi değildi ama terasını seviyordum, ferah gecesini ve yıldızlarını. Bence bunlar özlem duyabileceğim şeylerdi. Şimdi şöyle bir düşününce de Chenle'yu hiç özlemediğimi fark ettim. Ama onu yanımda istiyordum, yanımda olmasına mecbur gibiydim. Chenle benim ellerim ve ayaklarımdı. Berbattı. Onu karşıma alıp ve ellerimi ve ayaklarımı gösterip demeliydim ki, bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların. Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur. Bir de bu cümlelerin sahibinden özür dilemeliydim onları kendime kullandığım için. Ve sonra Chenle ellerime ve ayaklarıma bakıp durmalıydı. Bense konuşmaya devam etmeliydim. Benim elim ayağım yok demeliydim, hepsi senin hepsi sensin. O yüzden böyle gitme başını alıp çünkü ben nasıl özlenir bilmiyorum. Senin özleminin altında kalıyor eziliyorum.

Chenle kapıyı açmaya hamle yaptı ama engel oldum, onu odada tutup konuşturdum. Onu bir nefes uzağıma aldım ve o da bir nefes uzağımdan kalbimi kırdı.

"Fotoğraftaki kim?"

"Abim."

"Zitao mu?"

"Hayır, diğer abim."

"Başka bir abin olduğunu söylememiştin."

"Biz bu konu hakkında konuşmayız."

"Biz kim?"

"Biz işte, ailem."

"Adı ne?"

"Yixing."

"Güzel isimmiş."

"Öyledir."

"Onu özlüyor musun?"

"Hem de çok."

"Ziyaretine gidelim o zaman."

"Gittim zaten, daha bugün döndüm."

"Birlikte gidebilirdik, bizi tanıştırabilirdin."

"Hayır, tanıştıramazdım."

"Neden?"

"O öldü."

Makaramın tahtası köşesinden çatladı. İplerim koptu. Chenle bileğimden tuttuğu gibi ardımızdan küfürler savrularak bir çırpıda evden çıktık, arabaya bindik ve yola koyulduk. Kucağıma attığı çantayı sıkıca kucakladım. Fotoğrafı elime alıp ona uzun uzun bakmak istedim, Chenle'nun özlemini hak eden abisinin yüzünü aklıma kazımak istedim. Bu o an çeşitli yönlerden benim için önemli bir şeydi ama bir türlü ağzımı açıp da fotoğrafı ondan isteyemedim. Ağzımı açtığımda bambaşka şeyler söyledim, nahoş şeyler. Sessizliğimizi korumuş olmayı diledim.

"Chenle ben seni aldattım." Hayır aldatmadım. "İki yıl önceydi, kavga etmiştik, sen basıp gitmiştin ve ben de dayanamamıştım." Adamın çok sevdiği karısına dediği gibi, ben seni düşüncemde bile aldatmadım. "Bir kızla tanışmıştım ve gerisi de ortada zaten." Benim bütün sevgim sadece senin için hâlâ tomurcuklanabiliyor Chenle ama sen beni sevme ne olursun. Bana kayıtsız kal, benden tiksin, nefret et ve yolun ortasında arabadan kov beni. İneyim ve yaratıcımın tapınağına kadar yaya yürüyeyim. Tapınakta diz çöküp, ellerimi birleştirip yaratıcıma söveyim. Sonra canımı alsın ve beni cehennemine koysun. Yeter ki Chenle sen beni sevme veya özleme ne olursun.

"Saçmalama Jisung." Cebinden katlanmış fotoğrafı çıkarıp gözlerini yoldan ayırmadan bana uzattı. "Al. Bir bak bakalım hiç benziyor muyuz?" Fotoğrafı alıp açtım ve bakışlarımı yuvarlak yüzlü küçük çocukta sabitledim. "Bana inanmıyor musun? Ben seni çok pis aldattım Chenle." Çocuk henüz ilkokul çağlarındaydı, yüzündeki gülümsemenin saflığı çarpıcıydı. Chenle bana inanmadığını belirten sesler çıkardı. Arabayı aniden hızlandırdığında otobana çıktığımızı fark ettim. Nereye gidiyorduk? "Sen beni aldatamazsın Jisung." Kendimizi bulmaya gidiyorduk. Yutkundum. Fotoğrafa daha fazla bakamadım, zaten yıpranmış kâğıt parçasını daha çok yıpratarak katlayıp Chenle'nun cebine geri sokuşturdum. Arabanın içi ölüm kokmuştu. O küçücük çocuk buram buram ölüm kokuyordu. Ölüm tuhaftı, vardı ve yoktu. Anlaşılmıyordu. Ölüm çiğdi. Ölüm henüz olgunlaşmamış bir meyveyi ısırmak gibiydi. Yapamazdınız. Ölüm ağzınıza yapışırdı.

"Benziyor muymuşuz bari?" Kaşlarımı çattım. "Hayır," dedim, "benzememeni tercih ederim." Hafifçe güldü. "Peki öyleyse." Arabayı yavaşlattı, başka bir araba bizi solladı. "Bana benzeyebilirsin ama," dedim. "Jisung ben zaten sana benziyorum ama," dedi. Eğilip yüzünde kendi gözlerimi, kafasında kendi saçlarımı ve altında kendi beynimi aradım. "Sen bana da benzemiyorsun. Boş ver, zaten bana benzemeni istemem." Vitesi düşürüp motoru bağırttı, bir süre sonra biraz daha yavaşladı. Böyle bir hızla otobanda giderse insanın tırla üstüne çıkarlardı. "Neden?" diye sordu bana bir bakış atıp. Kafamı sağa sola salladım, umutsuz vakaydı, nedeni hiç mi belli olmuyordu? Koltukta dönüp camdan dışarı bakmaya başladım. "Çünkü bana benzeseydin seni sevmezdim," dedim. "Kafayı yemişsin," dedi. Tartışmalı bir cümleydi. "Gurur meselesi," dedim ben de. Sen ne anlarsın. "Kafa meselesi," diye karşı çıktı. "Senin gibi kafayı yiyip sindirenlerin midesi işte böyle öznefret salgılar. Mesela ben kafayı yemedim. Mesela sen ben olsaydın ben seni yine de severdim. Hem de kendime rağmen. Anlıyor musun?"

"Anlamıyorum."

Oturduğum yerde kımıldamamaya dikkat ettim çünkü sanki bir santimetre kımıldarsam Chenle'nun bir kilometre ötesine düşecektim. İçimi korku kapladı, böyle güneşli bir günde ne kadar bulut toplayabildiğime şaşırdım. Sanırım kafayı yedim ve sindirdim. Mevsimlerden yaz mıydı bahar mıydı? Biz hangi yüzyılın çocuklarıydık? Her yüzyılın çocukları kendi döneminin dışında hissediyordu. Fark eder miydi? Her mevsim insanı hem üşütüyor hem yakıyordu. Ne fark ederdi? Chenle'nun mevsimleri dörtten fazlaydı ve hepsi de hem üşütüyor hem yakıyordu beni. Eridiğim yerde donuyor, en sonunda buharlaşıp yok oluyordum. Fark etmezdi.

"Abimden bahsetmemi ister misin? Yixing'den?"

"Bu konu hakkında konuşmadığınızı sanıyordum. Yani sen ve ailen."

"Konuşmayız. Anlattığım ilk kişi olacaksın."

"Aslında komşu olduğumuz zamanlarda onu hiç görmemiş olmam kafama takıldı."

"Gördün Jisung, sadece hatırlamıyorsun. Ve bizim evde çok kalmazdı zaten. Ayrı bir evi vardı, üniversite okuyordu, hayalleri vardı ve bir sevgilisi... Biliyor musun, beni bilen tek kişi oydu."

"Seni bilen derken?"

"Beni işte, yani bizi, seni gördüğümde altıma işediğimi biliyordu." Kahkaha attı. "Yani heyecanlandığımı, seni daha fazla görmek istediğimi biliyordu. Beni kabul ediyordu."

"Kaç sene öncesinden bahsediyorsun?"

"Dört."

"Dört mü? Biz evden ayrılalı sadece üç sene oluyor Chenle."

"Biliyorum. Ama ne zamandır dizlerimin bağını çözdüğünü hatırlamıyorum Jisung. Her zaman en gözdem sendin."

Sağ omzumdaki Jisung diyordu ki aç pencereyi atla aşağı, sol omzumdakiyse diyordu ki durdurun arabayı doyasıya sevişin. Ben doyasıya seveyim şekilsiz ellerini ve o da benim saçlarımı sevsin. Chenle saçlarımı okşasın, ben de kucağına uzanıp ellerini tutarken uyuyakalayım.

"Tam aksine sen benim için sadece bir arkadaştın. Basit ve biricik çocukluk arkadaşı. Sen o gece gelip beni o cehennem evinden kurtarana kadar da öyleydin."

"Desene ben ejderhalarla savaşarak prensesini kurtaran bir prens olmuşum."

"Ortaya sıçmasaydın nerelerin şişerdi Chenle söylesene?"

"Aah, onu söylemek olmaz şimdi..." Çirkin çirkin sırıttı. Parmağımla kafasını ittim, arabanın gövdesinde duran sallanan kafalı köpek gibi sallandı kafası. "Aptal," dedim. "Senin gibi," deyip dilini çıkardı. Çocuk, çocuk, çocuk Chenle'm, güzel, parıl parıl Chenle'm. "Neyse ya," dedi, "Yixing'i anlatayım mı yoksa susayım mı ben?" Bakışları benle yol arasında gidip geldi, düşünür gibi yaptım. "Hadi ama," diye söylendi sabırsızlıkla çocuk Chenle'm. Kafamı salladım. "Tamam. Anlat." Cebinde duran fotoğrafı çıkarıp elime tutuşturdu ve gülümsedi. Sonra anlatmaya başladı.

Yola devam ettik. Biz her zaman yola devam ettik, ediyoruz, edeceğiz. Chenle beni içine alıp eski bir yolun kenarında doğurdu, o yüzden ilerlemekten ve birbirimizden başka bildiğimiz bir şey yok. Dünyadan haberimiz yok. Biz sadece Makara Jisung ve Direk Chenle'yu biliriz, bir de sürekli çarpışarak yan yan yuvarlanmayı. Bir şeyler başlıyor, bir şeyler oluyor, bir şeyler bitiyor ama biz hepsinden habersiz kendi hâlimizdeyiz. Ya altına dönüşeceğiz ya da toz olup gideceğiz. Chenle konuşuyor, onu dinliyorum. Toz olup gideceğimizi düşünürken Chenle'nun o çok sevdiğim koca kafasını izliyorum. Koca kafasını kocaman seviyorum, sonra da elini tutup kucağında uyuyakalıyorum.

Continue Reading

You'll Also Like

3.1M 46.6K 11
'Umudun gece ise, ay'a tutun.' ∞ (15/08/2018; Başlama tarihi.)
92.2K 4.9K 60
"Komşum ünlü bir futbolcu. Fazla yakışıklı ve bunun da fazlasıyla farkında. Üstelik inatçı keçinin teki, tam anlamıyla gıcık ve çekilmez biri. Başta...
109K 7.5K 38
"Bir bilsen ne kadar zamandır şunun hayalini kurduğumu." Şakağıma doğru bir öpücük daha kondurdu. "Seni doyasıya öpüp koklamayı." Ardından yanağıma i...
25.8M 916K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...