a queen and her tears

By rosiewrosie

326K 33.2K 20.6K

eğer sorun bir kadın olmakla ilgiliyse, o hâlde bugün ben bir kralım. [ » rosékook ] 2019 | lilah More

« warning
0, the day
1, goodbye
2, arrival
3, first interactions
4, reconciliation
5, message
6, heartbeats
7, rumor
8, don't know what to do
9, wedding
10, wedding night
11, do not tempt my fury
12, hunting lodge
13, tears
14, handsome
15, riding
16, the hunter becomes the hunted
17, what happened between you two
18, secret
19, cunning
20, inheritor
21, will be fine
22, there is someone behind you
23, closer
24, she is here
25, trust
26, would like to see
27, fortune teller
28, all together now
29, non stop
30, sorry for everything
31, collapse
32, too late
33, guest
34, death night
35, everybody goes
36, killer
37, hurts like hell
38, had very little
39, pain
40, mercy
41, a little painful story
42, funeral
43, hidden truths
44, poison
45, lust
spoiler [special chapter]
47, in pieces
48, coming home
49, enemy
50, love and death
51, playing with fire
52, sins of the past
53, cursed queen
54, for the queen, her reign and all she lost
55, every story needs an ending
thank you letter,

46, can't handle this

5.9K 556 880
By rosiewrosie

Jaymes Young - Infinity.

Oturduğum tekli koltukta geriye yaslandım ve Lalisa'nın uzattığı bitki çayını avuçlarımın arasına aldım. Mevsimsel geçişten olsa gerek hasta olmuştum. Sık sık öksürüyordum. Bu yüzden Jungkook da Lalisa'yı bana bakması için tembihlemişti. Lalisa sanki buna dünden razıymış gibi atılmıştı. Bana saat başı farklı bir tür çay getiriyordu ve artık kusmak üzereydim. Çay içmekten midem bulanıyordu.

Yüzümü buruşturarak "Bu seferki neyli?" diye sordum. Lalisa tepkime güldü ve "Papatya çayı. Zencefilliden sonra iyi gelir diye düşündüm." dedi.

"Sağ ol ama artık sıvı almaktan kusacağım." diye mırıldandım ve çayı koltuğun kenarındaki sehpaya bıraktım.

"Kendine dikkat et." dedi. "Bu aylarda hastalanmak iyi değil."

"Teşekkür ederim anneciğim, Jisoo Hanım'ın yerini almışsınız?"

Lalisa küçük bir kahkaha attı. "Onun yerini almam mümkün değil." dedi. Jisoo gerçekten tam bir anne gibiydi. Her zaman göz yaşlarımızı silmeye hazır bir mendil taşıyordu.

"Jennie de gitti zaten.." diye mırıldandı Lisa ve kendini yanımdaki koltuğa attı. "Ama iyi bir şey için gitti."

"Öyle ama yine de özledim sanırım. Çevremde bir kedinin olmasına alışmıştım."

Ona göz kırptım. "Kedin olabilirim?"

Bana baktı ve hızlıca uzanarak yanaklarımı sıktı. "Sen ancak bir sincap olabilirsin! Şu yanaklara baksana!" Yanaklarımdaki parmaklarından kaçmaya çalıştım. "Ya! Lalisa! Lalisa Manoban!"

Parmaklarından kaçtığımda gülerek geriye çekildi o da. "Yine de ben Jisoo'nun geri dönüşü için daha heyecanlıyım."

Derin bir nefes verip kafamla onu onayladım. Jisoo, kız kardeşi So-Yeun'u getirmek için ailesinin yanına gitmişti. Olayın gerçek yüzünü sadece ben, Leydi Mina ve Jungkook biliyor olsak da kızlara küçük detaylardan bahsetmiştim. Elbette buna öldürülmüş bir rahip dahil değildi. Ya da Jungkook'un babasının kim olduğu. Sadece So-Yeun'un Jungkook ile alakalı bir mevzuya parmak bastığını ve hesap sormamız gerektiğini biliyorlardı.

Aradan geçen birkaç saniyenin ardından Lisa, bakışlarını bana çevirdi ve "Jungkook ile alakalı bir mesele fakat bundan daha fazlası değil mi?" diye sordu. Hissediyordu, biliyordum. O olayla alakası olduğunu o da biliyordu.

"Evet." dedim. En azından bunu ona borçluydum. Eğer Taehyung'un da benim sevdiğim tatlıyı yemesini sağlasaydım belki de şu an birlikte olacaktık...

"Sana güveniyorum." dedi, koltuğun kenarındaki elimi avuçlarının arasına alırken. Parmakları buz gibiydi. "Senin en iyisini yapacağını biliyorum, Rosie."

Hafifçe gülümsedim ve elini sıktım. "Umarım seni hayal kırıklığına uğratmam, Lalisa." diye mırıldandım. Uğratacaktım. Ve o beni düşürmelerine izin verecekti.

"Hadi gel, ellerin buz gibi ısıtalım." dedim ve koltuktan kalkarak onun da doğrulmasını sağladım. Lalisa homurdanırken onu çekiştirmeye devam ettim. "Ellerinin buz gibi olmasına izin veremem!"

Normalde bu aylarda şömineler yakılmazdı fakat Jungkook ben hasta olduğumdan birkaç gündür odanın şöminesini ne kadar itiraz etsem de yaktırıyordu.

Şöminenin karşısına geçtiğimizde Lalisa'nın uçları dalgalanmış saçlarını fark ettim. Tarayıp örmek istiyordum, ona şefkat göstermek istiyordum.

"Ellerini ısıt, geliyorum şimdi." dediğimde Lalisa bana bir bakış atsa da dediğimi yaparak ellerini ısıtmaya başladı.

Ben de bu sırada bana ait olan makyaj masasından ahşap tarağı almıştım. Tarağı aldıktan sonra küçük, ince kumaş parçasını da toka kutusunun içerisinden aldım ve şömineye dönmüş olan Lalisa'nın arkasına geçtim. Bacaklarımı vücudunun iki yanından uzattığımda Lalisa irkildi. "Ne yapıyorsun?"

"Bebeğimin saçlarını tarayacağım." diye mırıldandım. Lalisa gülmeye başladı. "Bebek değilim ben..."

"Öylesin." dedim. "Benim küçük, iri gözlü güzel bebeğimsin." Lalisa gülümseyerek bana baktığında uzanıp yanağına küçük bir öpücük kondurdum. O, mutlu bir şekilde önüne döndüğünde saçlarına uzanıp taramaya başladım. Gür saç tellerine vurduğum her tarak darbesi sanki gelecekten bir kesitmiş gibi geliyordu.

İyi şeyler olmayacaktı, bunu hissediyordum ve Tanrı'ya dua etmek istiyordum. Onları mutlu hatırlamak istiyordum. İyi olmalarını istiyordum.

Lalisa'nın saçlarını taradığımda güzelce örmeye başladım. "Bir prensesin saçlarını örmesi biraz tuhaf hissettiriyor." dedi Lalisa. "Neden?" diye mırıldandığım sırada saçının ucuna küçük kumaş parçasını doluyordum.

"Ben kim olduğumu biliyorum, Rosie. Ben bir prenses değilim, soylu da değilim... Ben, esaretinden kaçmış bir köleyim ve şimdi bulunduğum durum çok farklı geliyor."

"Böyle düşünme." dedim. "Senga'da işlerin nasıl ilerlediğini yeni yeni öğreniyorum fakat Conall'da işler böyle yürümüyor. Bizim bir konseyimiz vardır ve bu konseyde halkın her bir yanından insan bulunur. Statüsü önemli değil. Halkın refahı için her şey bu konseyde tartışılır."

"Oldukça güzel bir sistemmiş." dedi Lalisa. "Öyle." diye mırıldandım. "Babam iyi bir kraldır." İyi bir kral, ailesini seven bir kral fakat sevgi ayrımı yapan bir baba.

Lalisa ile birkaç saat şöminenin başında oturup sohbet ettik. Bana hazırladığı papatya çayını zorla içmesini sağladım. Daha sonrasında bir nöbetçinin getirdiği meyvelerden yedik. Akşam vakti yaklaştığında ise yerimizden kalkarak üzerimize çeki düzen verdik. Uzun zamandır yaşadığım travmadan dolayı genelde hep odamda yemek yiyor, odamda vakit geçiriyordum. Fakat artık ortak salonda yemek yemem gerektiğinin farkındaydım. İnsanlarla beraber olmalıydım. Ömrümü bu şekilde kederle geçiremezdim.

Lalisa'nın koluna girip onu odadan çıkarttığımda gülerek yürümeye başladık. Yanından geçtiğimiz insanların dedikosunu yaptık, onu koridorda çekiştirdim ve gülüşerek koşturduk. İkimiz de on yedi yaşındaydık fakat ruhumuzdaki ölülerin sayısı on yediden fazlaydı. Yaşımızın iki katı acıya göğüs germiştik. Yaşımızdan fazla ölümle burun buruna gelmiştik fakat hâlâ ayaktaydık. Yaşayacağımız uzun bir ömür vardı. Fakat birlikte değil.

Ortak salona gitmeden hemen önce koridorlarda gezinirken ilerideki cam pervazının önünde konuşan prensleri gördüm. Önceden hep yedi kişi olurlardı. Şimdi ise altı kişiydiler ve eksiklerdi.

Bizi ilk fark eden Hoseok oldu. Gülerek bize baktığında biz de gülümseyerek onlara ilerledik. Hoseok'un bizi fark etmesiyle diğerlerinin bakışları da bize döndü. Yanlarına ilerlediğimizde hafifçe eğildik. Jungkook, karşımda gülümseyerek bana bakarken ona göz kırptım ve yanımdaki Namjoon'a döndüm. "Getirdiğin kitapları okudum, oppa."

Namjoon gamzeleri görünecek kadar gülümsedi. "Beğendin mi?"

"Evet, hepsi çok güzeldi. Artık tam anlamıyla Sengalı oldum sanırım, bir sürü farklı kelime öğrendim." dediğimde gülmeye başladılar.

"Daha fazlasına ihtiyacın olursa kütüphanede yanıma uğra." dedi Namjoon ve kolunu omzuma atarak hafifçe sıktı. Beline kolumu dolayıp ona teşekkür ettiğimde Jimin, "Oğlum abinden de kıskanmazsın yani.." dedi ve Jungkook'un omzuna hafifçe yumruk attı.

Diğerleri gülmeye başladığında Hoseok, "Seni de göreceğiz Jimin-ah." dediğinde Jimin, "Ben kıskanç biri değilim. Elit biriyim ben, elit." dedi ve göz kırptı.

"Kimse benim kadar elit olamaz." diyen Seok Jin eliyle yüzünü işaret etti ve kaşlarını kaldırarak bize baktı. "Seok Jin oppaya katılıyorum." dediğimde Namjoon'un kolu altından sıyrıldım. Ona bakarak "Tam olarak ideal erkek profili." dedim ve göz kırptım. Seok Jin de bana göz kırptığında Jungkook aramıza girdi ve görüş alanımı kapattı. Diğerleri tepkisine gülmeye başladığında herkes bunun dalgasına yapılmış bir hareket olduğunu biliyordu.

Sohbete katılan Lalisa, "Jungkook-ssi, prensesimle arama giriyorsun fark etmedim zannetme." diye dalga geçtiğinde Jungkook ona gözlerini kıstı. "Karımla arama girme."

İkisine gülerek baktığımda Yoongi'nin arkasından buraya doğru gelen Kraliçe Haneul'ü gördüm. "Yemek saati geldi sanırım." diye mırıldandığımda herkes geriye çekildi ve kraliçeyi selamladı.

"Neşeniz daim olsun." dedi Kraliçe Haneul gözlerini üzerimizde gezdirdiğinde. Bakışları oğulları Seok Jin ve Namjoon üzerinde geziniyordu. Yaptığım reveranstan sonra başımı hafifçe kaldırdığımda Lalisa'nın kolumu sıktığını hissettim. "Kardeşinizi ne çabuk unuttunuz?"

Seok Jin annesine doğru bir adım attı. "Saçmalıyorsun şu anda anne." dediğinde Namjoon annesinin koluna dokunarak "Hadi ben seni salona götüreyim, otur kendine gel." dedi. Kraliçe Haneul oğlunun dokunduğu kolunu hızlıca çekti. "Taehyung gideli ne kadar oldu da bu kadar mutlu olabilirsiniz?!"

Ben ne yapacağımı bilemeden ona öylece baktığımda Seok Jin, "Gülmemiz acımızı yaşamadığımız anlamına gelmez." dedi ve onda daha önce hiç görmediğim bir öfkeyle annesine baktı. "Ne yapmamızı istiyorsun? Senin gibi kendimizi oradan oraya mı atalım?"

Namjoon, annesine daha düşkün taraftı. Abisine temkinli bir bakış attı ve "Hadi annecim." diyerek kraliçeyi tekrar götürmeye çalıştı.

"Hadi onlar gülüyor," diyerek bakışlarını diğer prenslerde gezdirdi. "Ama Taehyung sizin öz kardeşinizdi! Nasıl böyle pervasızca konuşabilirsin, Seok Jin?!"

Seok Jin ağzını açtıysa da geri kapattı. Sinirliydi ve bu hareketini sadece annesini kırmamak için yaptığını biliyordum. Hızlıca arkasını döndü ve yemek salonuna doğru ilerledi. Yoongi, Seok Jin'in gidişiyle "Yanılıyorsunuz." dedi. "Biz yedi öz kardeşiz."

Kraliçe Haneul ona ters bir bakış attı. "Asıl sen yanılıyorsun," dedi ve bakışlarını Jungkook'un üzerinde gezdirdi. "Siz yedi öz kardeş değilsiniz." Namjoon'un tutuşundan kurtuldu ve arkasını dönerek hızlıca yanımızdan ayrıldı.

Ben şaşkınlık içerisinde Jungkook'a döndüğümde onu üzgün gözlerle kraliçeye bakarken buldum. Ona baktığımı fark ettiğinde bakışları bana döndü. Hafifçe gülümsemeye çalıştığımda dudaklarımı aralayarak "Sorun yok." diye mırıldandım. Parmakları, parmaklarımı kavradığında soğuk elleriyle titredim.

Diğerleri şaşkınca birbirine baktığında "Ne demek istedi?" diye sordu Jimin kaşlarını çatarak. "Ben bile bir şey anlamadım." diyen Namjoon şaşkınlıkla annesinin arkasından bakıyordu. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakarken kraliçenin kime bakarak sözlerini sarf ettiğini fark eden tek kişi vardı: Min Yoongi.

Çatık kaşlarını Jungkook'un üzerinde gezdirdiğinde ben rahatsızca yerimde kıpırdamıştım ki Yoongi hızlıca silkelendi ve bakışlarını Jungkook'un üzerinden çekti.

Hoseok, "Kral geliyor. Biz de geçelim artık salona." dediğinde herkes başını sallayarak onu onayladı. Yemek odasına geçtiğimiz sırada herkes oldukça durgunlaşmıştı. Biz yerlerimize oturduğumuz sırada kralın eşleri de gelmişti. Leydi Mina, Jungkook'un üzerindeki gerginliği fark ettiğinde kaş göz yaparak bana onu işaret etti.

Dudaklarımı aralayarak 'Kraliçe Haneul' diye sessizce konuştuğumda kısık gözlerini Kraliçe Haneul'ün üzerinde gezdirdi. Sanırım daha fazlasını anlatmama gerek yoktu, o bir şeyleri anlamış gibi duruyordu.

Sıcacık yemekler önümüze konulduğunda çoğunluk benim gibi sadece yemeğiyle oynadı. İştahımı kaybetmiştim. Eskiden yemek yemek benim için en önemli şey olsa da şimdileri gördüğüm yemekler midemi bulandırıyordu. Karnım neredeyse hiç acıkmıyordu, sanırım midem küçülmüştü.

"Yemeğini ye." diye mırıldandı yanı başımda oturan Jungkook. Bakışlarımı onun tabağına çevirdiğimde benimkinden bir farkı olmadığını gördüm. Onunki de dopdolu duruyordu. "Sen kendi yemeğini ye önce."

Jungkook, "Canım bir şey yemek istemiyor." dediğinde "Benimki de istemiyor." dedim ve sandalyemde geriye yaslandım. Bana yandan bir bakış attı. "Ama yemen gerekiyor."

"Senin de yemen gerekiyor, farkındasındır umarım?"

"Sen çok zayıfladın." diye mırıldandı o da benim gibi sandalyesinde geriye yaslandı. "Gücünü kaybetmemen lazım."

"Sanki senin beş kilo göbeğin varmış gibi konuşmayı keser misin?" diye homurdandığımda hafifçe gülümsediğini gördüm. Onu gülümsetmiş olmak beni mutlu etmişti. "Olsun hadi sen ye yemeğini."

"Sen de yersen yerim?"

Bana bir bakış attı. "Hadi," diye mızmızlandım. "Beraber?"

Güldü. "Beraber."

Sonra ikimiz de tabaklarımıza gömüldük. Midemin almayacağı raddeye gelsem bile tabağımı bitirmeden durmadım. Jungkook da öyle yaptı. Kendini zorladı ve tabağındakileri silip süpürdü. İkimizin de karnı şiştiğinde gülerek birbirimize baktık.

Ondan bakışlarımı alıp yanı başımda oturan Lalisa'ya bakışlarımı çevirdiğimde boş gözlerle etrafı izlediğini fark ettim. Tabağı dopdolu duruyordu. "Lalisa." diye ona seslendiğimde irkildi. Yavaşça bakışlarını bana çevirdiğinde işaret parmağımla tabağını gösterdim. "Tabağını bitirmeden kalkamazsın."

"Doydum ben." dediğinde gözlerimi devirdim. "O hâlde sen bir kuş olmalısın yoksa bu kadarcık şeyle doyma ihtimâlin olamaz."

"Gerçekten doydum..." diye mırıldandığında ağzımı açıp ona kızacaktım ki Kraliçe Haneul'ün kelimeleri her şeyi boğazıma dizdi. "Ne zamandır bir köle, kraliyet ailesiyle aynı masaya oturuyor?" Delici bakışlarını Lalisa'nın üzerinde gezdirdiğinde şaşkınlıkla ona baktım.

"Onun bir ismi var." diye tısladım dişlerimin arasından. "Ayrıca Lalisa benim leydim, elbette benimle birlikte bu masada oturacak."

Kraliçe Haneul bana alaycı bir bakış attı. "Conall'da prensesler kraliçelere pek saygı göstermiyor sanırım."

"Hayır," dedim. "Conall'da kraliçeler prenseslere ve sizin deyiminizle kölelere saygı gösterir çünkü biz halkını kendinden ayırmayan bir milletiz. Hanedan sadece yönetmek için vardır, fazlası için değil." Sandalyemi geriye ittirip hızlıca masadan kalktığımda Lalisa'nın da bileğini tutarak oturduğu yerden kaldırdım. Jungkook gücümün düştüğünü zannediyorsa çok yanılıyordu çünkü öfke beni o kadar güçlendirmişti ki, damarlarımda çağlayan ateşi hissediyordum.

"Ayrıca hanedanı var eden, halktır." Dik bakışlarımı Kraliçe Haneul'ün üzerinde gezdirdim. "Ne zaman tahttan indireceğini de halk bilir." Hafifçe gülümsedim ve kralın karşısında hafifçe reverans yaparak "Size afiyet olsun." diye mırıldandım. Ardından taht salonundan peşimden Lalisa'yı da sürükleyerek çıkarttım.

"Rosie'nin dediği gibi," diyen Jungkook'u duydum. "Size afiyet olsun." Sandalyesinin gürültüyle geriye itilme sesini duyduğumda salondan çıkmak üzereydim.

"Bu ne cüret?!" Kraliçe Haneul'ün ardımızdan bağırmasını duyduğumda onu umursamadım. Asıl ona ne cüretti?

Sinirle ilerlemeye başladığımızda kendi kendime homurdanıyordum. Ona acıyarak hata etmiştim sanırım. Oğlunun acısını hafifletmek için ona destek olmam başlı başına bir hataydı. Bazı insanlara iyilik hiç yaramıyordu.

Aslında Kraliçe Haneul'ü de bu yüzden katil olarak görmüyordum. Jungkook'un gerçekte kim olduğunu bilenlerden biri de oydu fakat kendi öz oğlunun göz göre göre ölmesine izin vermeyeceğini düşünüyordum. Zaten acıdan kahrolmuş durumdaydı.

"Rosie..." Lalisa'nın mırıldanmasını duyduğumda durdum. Bileğindeki elimi çekip ona döndüğümde göz yaşlarının ıslattığı yüzünü eğdiğini gördüm.

"Lalisa..." Üzgünce mırıldanıp başını çenesinden tutarak kaldırdım. "Neden ağlıyorsun?"

Lalisa'nın dudakları titredi. "Hayat bazen çok zalim oluyor." diye mırıldandı. "Taehyung ile aram iyiydi. O... ölmeden önce yani... Bana ilk günkü tavrının babasının karşısında ezik duruma düşmemek için olduğunu söyleyip özür dilemişti. Benden ondan gerçekten hoşlanıyordum Rosie ve... O... O da bana karşı boş değildi..." Başını yukarıya kaldırdı ve gözlerinden akan yaşları geri göndermeye çalıştı. Bense ne yapacağımı bilemeden ona bakıyordum. "Fakat bizim kaderimiz her türlü ayrılıkla sona erecekti... Bizden olmazdı zaten. O bir prensti... Bense bir köleydim. Asla olmayacak şeylerin peşinden koşacaktık..."

"Böyle düşünme." diye mırıldandım ellerini tutup sıcak avuçlarımın arasına hapsettiğimde. "Sizin için bu dünya ayrılıkla sona ermiş olabilir fakat cennette buluşacaksınız, Lalisa. Orada uzun, bereketli bir yaşam süreceksiniz."

"Öyle mi düşünüyorsun?" diye mırıldandığında kafamla onu onayladım. "Böyle düşünüyorum."

Lalisa parmaklarıyla yanaklarındaki ıslaklığı sildi. "Onunla buluşacağım." dedi. "Cennette buluşacağım ve onu bir daha asla bırakmayacağım."

Kollarımı ince beline doladığımda o da sarılışıma karşılık verdi. "Asla ayrılmayacaksınız."

Saçlarına küçük öpücükler kondurduğum sırada ileride onu gördüm. Kolona yaslanmış, kollarını göğsünde birleştirmiş gülümseyen gözlerle bizi izliyordu.

Dudaklarını araladı ve o büyüleyici iki kelimeyi söyledi: "Seni seviyorum."

Gülümsedim. Ben de onu çok seviyordum.

Leydi Mina, elinde tuttuğu kitabı gürültüyle kapattığında havaya süzülen toz tanecikleri yüzünden elimi havada salladım. Bakışlarını bana çevirdiğinde "Ne yapman gerektiğini biliyorsun?" diye sordu. Kafamla onu onayladım.

"Benim gibi biri onu tehdit ettiği hâlde o güzel ağzını kapalı tutmayı beceremediyse biraz sert girişmende sorun yok." dedi Leydi Mina kitabı rafların arasındaki yerine yerleştirdiğinde. Zehirlerle âlâkalı bir kitap olduğunu az çok anlamıştım.

"Öyle yapacağım." dediğimde kafasıyla beni onayladı. "Nerede şimdi? Jisoo geri döndü mü?"

"Daha dönmediler." dedim. "Ama birazdan burada olurlar."

"Onu aşağıdaki zindanlara götürsünler." dedi ve gülümsedi. Aslında bu korkutucu bir gülümsemeydi.

"Zindanlara götürmek saraydakilerin dikkatini çeker." dedim. "Sonuçta o Jisoo'nun kardeşi. Hakkımızda dedikodu çıkması saniyeler bile sürmez. Biliyorsunuz, Senga'da dedikodu çok hızlı yayılıyor." Son cümlede, Jungkook ile tanıştığım ilk gün Soo adlı bahçede yürürken geçirdiğimiz geceye gönderme yapmıştım. Gerçekten, o gün saniyeler içerisinde onu bahçede öylece bıraktığım herkesin kulağına ulaşmıştı.

Leydi Mina ağzını açıp bir şeyler söyleyecekti ki ilerideki tekli koltukta oturmuş annesinin zehir kitaplarında bakışlarını gezdiren Jungkook, "Onu bizim odamıza çıkar." dedi. Odaya geldiğimiz ilk andan beri oldukça sessiz ve durgundu. Eğer bunda dün akşamki olay etkiliyse Kraliçe Haneul'ü boğazlayacaktım. Ayrıca sabah da kral, prenslerle ve Sengalı devlet adamlarıyla bir toplantı yapmıştı. O toplantıdan sonra Jungkook ekstra durgunlaşmıştı. Ne olduğunu da sormaya fırsatım olmamıştı çünkü sabahtan beri Leydi Mina'nın yanındaydım. Planın üstünden geçip durmuştuk. "Odanın içerisinde gizli geçitten diğer bloğa geçmek çok kolay."

"O kadar uğraşacak mıyım cidden?" diye homurdandım. "Odada da istediğimi alabilirim?"

Leydi Mina, "Jungkook'un dediği gibi yap." dedi. "Odada ona kraliyet hizmeti edip mi konuşturmayı düşünüyorsun?"

Ofladım ve oturduğum yerden kalktım. "Ben odaya çıkıyorum. Hadi Jungkook," dediğimde Jungkook bakışlarını kitaptan aldı ve bana çevirdi. "Sen çık, ben geleceğim peşinden."

Annesiyle yalnız konuşacakları vardı demek ki. Kafamla onu onaylayıp odadan çıktığımda koridorda yürümeye başlamıştım ki ileriden gelen bir uşak, beni görünce yanıma doğru ilerlemeye başladı. Elindeki mektubu gördüğümde reverans yaptı ve mektubu bana uzattı. "Conall'dan efendim."

Uşağa teşekkür edip elinden mektubu aldığımda mektubun dışındaki küçük ipi çözecektim ki karşı koridordan koşarak gelen Lalisa'yı gördüm. Mektubu açmadan avuçlarımın arasında bıraktığımda Lalisa'ya doğru ilerledim. Ortada buluştuğumuzda soluklanmak için elini göğsüne koydu. "Her yerde seni aradım!"

"Leydi Mina'nın yanındaydım. Ne oldu?" diye sorduğumda "Jisoo ve So Yeun geldi." dediğinde kafamla onu onayladım. "Neredeler?"

"Bahçede." dediğinde "Odama gelsinler. Orada konuşacağım. Jisoo'ya söyler misin?" dedim. Beni kafasıyla onayladı ve bahçeye ilerledi. Ben de bu sırada koridordan köşeye dönerek üst kattaki odama çıktım.

Kapıdan içeriye girmeden önce kapının önündeki nöbetçilere bir bakış attım. "Bir süre bu koridora kimse gelmesin. Soran olursa rahatsız olduğumu, dinlenmek istediğimi ve ses istemediğimi söyleyin. Siz de sadece koridorun başında bekleyin." Nöbetçi beni onayladığında "Prens Seok Jin'in eşi Jisoo ve nedimem Lalisa'yı içeriye alın." diye eklemeyi de unutmadım.

Nöbetçiler beni onayladığında içeriye girdim ve derin bir nefes verdim. İlerideki camın kenarına geçtiğimde pervaza yaslandım. So Yeun eğer istediğim gibi konuşursa ona dokunmayacaktım fakat beni zorlarsa ne yapacağımı kestiremiyordum. O akşam, benim zayıf noktamdı ve ardında olanları bulmadan bu savaşı sona erdirmeyecektim.

Elimdeki mektubu sonra okumak üzere çalışma masasının üzerine bıraktığımda kapı açıldı ve içeriye önce Lalisa, onun hemen ardından So Yeun ve So Yeun'u arkasından ittirerek içeriye sokan Jisoo girdi.

"Beni zorla buraya getirdiğine inanamıyorum?!" So Yeun çıldırmış gibi bağırdığında Jisoo hızlı davranarak avuç içiyle ağzını kapattı ve hemen arkasındaki kapıyı kapatarak So Yeun'un bedenini odanın içerisine ittirdi.

"Ne yaptığını bilmiyorum fakat sınırlarımı daha fazla zorlama." Jisoo sert sesiyle üvey kardeşini uyardığında So Yeun, Jisoo'nun ağzındaki elini ittirdi. Sert bakışlarını ondan alıp bana çevirdiğinde "Beni buraya sen mi getirttirdin?" diye sinirle soludu.

"Ama bozdun tüm sürprizi..." Dudaklarımı büzerek alayla konuştuğumda sinirle bana baktı. "Seni var ya..." Üzerime doğru atılmaya yeltendiğinde Lisa kolunu öne uzatarak onu durdurdu. "Karşında kimin olduğunu bilmiyorsun herhalde? Yaşama şansını bir kenara bırakıp üzerine atlayarak canından olmak istiyorsan devam et." So Yeun'un önüne uzattığı kolunu çekip göğsünde kavuşturdu.

So Yeun, Lisa'nın uyarısıyla yerinde kaldığında "Neden getirdiniz beni buraya?!" diye sinirle tısladı. Hafifçe gülümsedim ve "Çay?" diye sorarak ilerideki porselen çaydanlığa uzandım.

So Yeun, üzerindeki kırmızı hanbokun eteğine ellerini vurarak "Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?" diye homurdandı. Jisoo, kız kardeşine hafifçe gülümsedi ve "İçmemek senin tercihin tabii ki." dedi.

Jungkook ve Leydi Mina onu zindana götürmemi söylemişlerdi fakat bunu yapmayacaktım. Tabii şimdilik. Sınırlarımı zorladığı anda onu zindanda çürümeye bile bırakırdım.

"Oturun da size çay koyayım." dediğimde Lalisa ve Jisoo rahatlıkla kendilerini koltuğa bıraktılar. Birazdan yapacağım şey yüzünden oldukça huzursuzdum fakat Leydi Mina haklıydı. Onların yanında So Yeun'a istediğim soruları soramazdım.

Biraz önce, Leydi Mina'nın odasındayken özenle hazırladığı şişedeki sıvıyı elbisenin kol kısmındaki uzun kumaş sayesinde çaya dökerken gizlemeyi başarmıştım. Sıvıyı çayın içerisine dökmeden hemen önce kenara ayırdığım iki fincana çay koydum. Ayırdığım fincanları biraz daha kenara ittirdikten sonra küçük şişedeki sıvının çayla karışmasını bekledim. Jisoo ve Lisa için olan fincanları da kenara koydum. Derin bir nefes verdim ve tamamen çaya karışmış olan sıvıyı fark ettiğimde boş olan fincanlara doldurmaya başladım.

Hâlâ ayakta durduğuna emin olduğum So Yeun, "Tekrar soruyorum. Neden geldim ben buraya?" diye sordu.

Hafifçe gülümsedim ve ona döndüm. "Konuşmamız gereken şeyler olduğunun farkındasındır." dediğimde Lisa ve Jisoo'ya fincanları uzatıyordum. Bu sıvı Leydi Mina'nın özel tarifiydi. Kokusuzdu, yaklaşık yirmi dakika içerisinde uykuya dalmanı sağlıyordu. So Yeun ve bana içinde uyutucu etkiye sahip olan sıvının olmadığı çay dolu fincanları ayırmıştım.

"Neden sadece oturmuyorsun?" dediğimde ona elimdeki çay fincanını uzattım. Bana ters bir bakış atsa da elimdeki fincanı aldı. Jisoo'nun yanına oturduğunda ben de gergince kendimi onların oturduğu koltuğun karşısındaki tekli koltuğa bırakmıştım.

Herkes çayından bir yudum aldığında gergince dudaklarımı birbirine bastırdım ve çay fincanını yanımdaki sehpanın üzerine bıraktım. Stresten midem bulanıyordu.

So Yeun bakışlarını üzerimizde gezdirdiğinde "Evet." dedi. "Neden geldim ben buraya? Biriniz söylesin artık." Jisoo ve Lalisa'nın da meraklı bakışları bana döndüğünde Leydi Mina ile anlaştığımız gibi, "Jungkook'a karşı olan tutumun hoşuma gitmiyor." dedim. Hepsi bana şaşkınca baktığında hafifçe gülümsedim. "Bana yalan söyledin."

"Ne yalanından bahsediyorsun sen?"

Eh, şu an söyleyeceğim şeyler yalan değildi. Uzun zaman önce açılmış fakat benim kapatmaya fırsat bulamadığım bir konuydu. "Bana onun seni metresin olarak alacağını söylediğin günü hatırlıyor musun?" diye sorduğumda So Yeun'un yüzü hafifçe sarardı. "Söyledin mi dedim? Affedersin, dolaylı yoldan dile getirmeye çalıştın şey..."

"Bu konuyu neden şimdi açıyorsun? Gördüğün gibi böyle bir durum yok ortada. Ben evli bir kadınım." dediğinde gözlerimi devirdim. "Senin yüzünden Jungkook ile aram açıldı." Açılmıştı fakat halletmiştik. Bunlar, aylar öncesinde yaşadığımız sorunlardı ve biz böyle basit dedikoduların aramıza girmesine izin vermemiştik. Geçmişe dönüp baktığımda, birbirimize karşı doğru kararlar verdiğimizi görebiliyordum.

Jisoo ve Lalisa'da bakışlarımı gezdirdiğinde fincanlarındaki çayın bitmek üzere olduğunu gördüm. En fazla on dakikaları vardı. On dakika daha konuyu geçiştirebilirsem işi hallederdim.

"Sen söyle." dedim So Yeun'a. "Neden böyle bir şeyi ortaya attın?"

So Yeun yutkundu. "Jungkook'a karşı hislerim vardı fakat bunlar geçmiş şeyler." dedi. "Dediğim gibi ben başkasıyla evlendim ve şimdi geçmişteki hatalarımı konuşmak istediğim pek söylenemez."

Gülümsedim. "Hatalarının olduğunun farkındasın o hâlde."

So Yeun kaşlarını çatarak bana baktı. Tedirgin gözüküyordu. "Ne demek istiyorsun?"

Lisa ve Jisoo'ya bir bakış attım. Bakışları baygınlaşmıştı fakat yeterli değildi. So Yeun'u beş altı dakika oyalayamazdım bu gidişle. İçimdeki patlamaya hazır yanardağı bekletmek zordu. Oturduğum yerden kalktım ve Lisa ile Jisoo'ya ilerleyerek "Çay vereyim biraz daha." diye mırıldandım.

Lisa itiraz etmek için ağzını açmıştı ki "Şşşt." dedim. "Biliyorsun, papatya çayı sakinleştirir." Ona göz kırptım ve hızlıca arkamı dönerek çayı koyduğum sehpaya doğru ilerledim. Az önce sıvı kattığım demlikteki çay bitmişti fakat diğer demlikte çay vardı. Elbisemin kuşağındaki şişeyi çıkartıp yavaşça demliğin içerisine koyduğumda çay ve sıvının karışmasını beklemek için Lisa ile Jisoo'ya döndüm. Fakat bakışlarım onlardan önce başkasını buldu. So Yeun tam dibimde bana bakıyordu.

Elimdeki şişeyi bakışları değdiğinde kaşlarını kaldırdı. "Sen ne yapıyorsun?!" Bağırdığında hızlıca bakışlarım Lisa ile Jisoo'yu bulmuştu ki onların başları aşağı düşmüş bir şekilde uykuya daldıklarını gördüm. Tam derin bir nefes verip tekrar So Yeun'a dönecektim ki o elimdeki şişeye doğru uzanmaya çalıştı.

Kendimi hızlıca geriye çektiğimde arkamdaki sehpaya çarpmış, sehpanın üzerindeki çaydanlıkların devrilmesine sebep olmuştum. Porselen çaydanlıklar ve fincanlar zeminle buluştuğunda parçalara ayrıldılar.

İrkildiğimde elimi yukarıya kaldırdım ve uzun boyumun avantajını kullanarak elimdeki şişeyi almasını önledim. "Ne yapıyorsun?!"

So Yeun, sinirli çıkan sesime karşın "Ne yaptın onlara?" diye sordu. Alayla gülümsedim. "Ben senin gibi birini zehirle öldürmüyorum."

So Yeun'un gözleri irileşti. Bir adım geriye gittiğinde seğiren gözünü gördüm. Elbette, o bu işin içerisindeydi.

"Sen..?" Titrek bir nefes vererek bana baktığında elimdeki şişeyi yere attım ve parçalanmasına izin verdim. "Ben, senin ne yaptığını biliyorum." Dişlerimin arasından tısladığımda aptalı oynadı. "Neyden bahsettiğin hakkında hiçbir fikrim yok."

Titreyen sesi bile onu ele veriyordu işte. Daha neyi zorluyordu ki? "Zaten bir şeyden bahsetmemiştim."

"Gitmek istiyorum." dedi So Yeun. "Evet, evet gideceğim..." Odadan çıkmak için bana arkasını döndüğünde atik bir hareketle ona doğru ilerledim ve kolundan tutup kendime çektim. "Hiçbir yere gidemezsin."

"Bırak beni." Korku dolu bakışları ben hariç odanın her yerinde gezerken sadistçe gülümsedim. "Seni bırakacağım tabii ki." Bileğinden tutup onu kendime çektiğimde boşta kalan elim, çenesini sertçe kavradı. "Ama önce hesap vereceksin."

So Yeun parmaklarımın esaretinden kurtulmaya yeltendiğinde "Seni öldürürüm." dedim. "Duyuyor musun? Kimsenin ruhu duymadan gebertirim seni burada."

Gözleri irileşti. "Delirmişsin sen."

Hafifçe gülümsedim. "Delirdim."

Parmaklarımdan tekrar kurtulmaya çalıştığında kolundaki parmaklarımı hızlıca saçlarına götürdüm ve saçlarına asılarak çekmeye başladım. So Yeun'un vücudu büküldüğünde tiz bir çığlık attı ve elimden kurtulmaya çalıştı. "Diz çök." dedim. Bana acıdan dolmuş gözleriyle baktı. "Hemen! Diz çök!"

"Ta-tamam.." diye mırıldandı. "Saçımı bırak! Tamam! Çökeceğim, saçımı bırak!" Saçlarındaki elimi çektiğimde kendini hızlıca geriye çekti. Elimdeki saç tellerine iğreti dolu bir bakış attım ve kalan tutamları avuç içimden temizleyerek yere attım. Şimdiden ortalık savaş alanına dönmüştü.

So Yeun elini acıyan saç tellerine götürdüğünde "Aslında bana sana işkence etmemi söylemişlerdi fakat ben seninle konuşmayı tercih ettim." dedim sert bir sesle. "Bir katil olmana rağmen seninle bu şekilde konuşuyorsam bil ki bu insanlığa saygımdandır. Yoksa şimdi seni gözümü bile kırpmadan öldürürdüm."

"Ben katil değilim..." dedi So Yeun titrek bir sesle. "Ben katil değilim..."

"Sen birinin ölümüne yardımcı oldun!" Sesim istemsizce yükseldiğinde irkildi ve kendini dizlerinin üzerine attı. Yere çöktüğünde "Ben bir şey yapmadım!" diye bağırdı.

"O hâlde neyden bahsettiğimi nasıl biliyorsun?"

Eğik başını kaldırdı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. "Yemin ederim isteyerek yapmadım. Beni... Beni kandırdı."

"Kim?" diye sorduğumda cevap vermedi. "Kim dedim sana?!" Sinirle üzerine ilerlediğimde "Söyleyemem!" dedi. "Söyleyemem! Öldürür beni!"

Yüzüne tiksinircesine baktım. Ki tiksiniyordum da. "Eğer o güzel çeneni istediğim şeyleri söylemek için aralamazsan ben de öldüreceğim seni."

Dişlerimin arasından tısladığım kelimelere karşı "Lütfen..." dedi. "Lütfen affedin beni..."

"Her şeyi anlat!" diye bağırdım. "Anlat artık!" Sabrımın son demlerindeydim. O akşam aklıma geldikçe çıldıracak gibi oluyordum. Yaşadığım o felâket aklıma geliyordu ve ben dönüştüğüm canavarın pençelerinin arasından çıkamıyordum.

"Beni kullandı..." diye mırıldandı. "Jungkook'a olan aşkımı kullandı..."

"Kim?" diye tısladığımda sakin olmaya çalışıyordum. So Yeun'un konuşması lâzımdı. Ondan başka kimse yoktu şu an konuşturabileceğim. "Söyleyemem..."

"Seni öldürürüm!"

Derin bir nefes verdi. Hıçkırarak ağlıyordu. "Ben Taehyung'un öleceğini, oğlunun öleceğini bilmiyordum Rosie..." diye fısıldadı. "Ben sadece intikam istedim. Ama yemin ederim kimseye zarar vermek istemiyordum."

"Kim?" diye tısladım. "Söylesene lanet olası! Kim?!"

So Yeun bakışlarını benden çekti. Bakışlarını zeminde gezdiriyordu fakat o an neye baktığını anlamayacak kadar sinirliydim.

"Sana söylediğimi anlayacaklar." dedi. "O zaman ben olsam bile ardımda bırakanları yaşatırlar mı zannediyorsun? Sen beni öldürebilirsin ama aileme dokunamazsın çünkü geçerli bir sebep söyleyemezsin kraliyete. Söylesen bile Jungkook'un kim olduğunu herkesin öğrenmesi yalnızca saniyeleri alır."

"Kes sesini." Sinirle soluduğumda gülümsedi.

"Bana insan olduğum için merhamet ettin." dedi. "Bunun için sana teşekkür ederim. Yaptıklarım için de özür diliyorum senden, Rosie. Eğer bilseydim engel olmaya çalışırdım, kimsenin canını yakmasına izin vermezdim..."

"Ne saçmalıyorsun sen?"

"Ormana top aramak için gittiğin günü hatırlıyor musun?" diye sorduğunda kaşlarımı çattım. Ne diyordu bu? "O gün karşılaştığın adam, pazara gittiğiniz gün sizi takip eden adam... Bunlar aslında senin onun kim olduğunu anlaman için hep bir ipucuydu."

"Sen... Sen bunları nereden biliyorsun?"

"Bunların hepsini o yaptı, Roséanne. Seni korumak istiyordu."

"Kim? Kim beni koruyor? Kimden koruyor?"

So Yeun cevap vermedi ve ben ne olduğunu anlamadan yerdeki cam kırıklarıdan birini eline aldı. Ona doğru atıldığım zaman ise her şey için çok geçti. So Yeun çoktan cam parçasını bileğine götürmüş ve etine gömülmesine izin vermişti.

Fakat, gitmeden önce bana onu bulmamda yardımcı olacak en önemli şeyi söyledi. "Seni kendi yarattığı yıkımdan korumak istiyordu." dedi. "Çünkü sana âşık."

Dizlerimin üzerinde öylece karşımdaki ölü bedene bakarken ne yapacağımı bilmiyordum. Her yerde kan vardı. Bileğinden süzülüp zeminde bir yılan gibi kıvrılarak yanıma gelen kan, bedenimi sarmalamıştı.

Ne yapacağımı bilmiyordum. Birazdan kızlar uyanacaklardı, bu görüntüyü görünce onlara ne diyecektim?

Odanın kapısı gürültüyle açıldığında içeriye Jungkook, ardından Leydi Mina girdi. İkisi de tam karşımdaki So Yeun'un cesedini gördüğünde irkildiler. Jungkook, bakışlarını hızla So Yeun'dan alıp bana çevirdiğinde koşar adımlarla yanıma geldi.

"Rosie? İyi misin? Ne oldu?"

"Ö-öldü..." diye mırıldandığımda Jungkook, hızlıca kollarını bedenime doladı. Leydi Mina, hızlıca arkasındaki kapıyı kapattı ve So Yeun'un yanına vararak ona bir bakış attı. "İntihar mı etti?"

Bileğindeki derin yarayı gördüğümde kafamla onu onayladım. "Arkasında kim varsa ondan deli gibi korkuyor." dedim. "İsmini vermemek için kendini öldürdü."

"Her kimse çok güçlü." dedi Leydi Mina. "Çok adamı var... Conallı olduğunu biliyoruz, Jungkook'u öldürmek istiyor... Başka ne var?"

Yutkundum. "Bana âşıkmış." dediğimde Jungkook, bakışlarını annesinden aldı ve kemiğinden bir kütürtü gelecek kadar hızla bana döndü. "Ne?"

"Bunu yapan kişi bana âşıkmış." Kendimi tutamadan gözlerimden bir damla yaş düştü. "Beni tanıyor." dedim. "Belki de bana çok yakın biri... Belki de onunla yüzlerce kez konuştum..."

Jungkook, kafamı göğsüne yasladığında "Böyle deme." dedi. Sesi biraz sertti. "Halledeceğiz. Unuttun mu? Birlikte."

"Başka bir şey dedi mi?" diye sordu Leydi Mina. Soğukkanlı kalmaya çalıştığını görebiliyordum. Birazdan Jisoo ve Lisa uyanacaktı, saraydan cesedi nasıl çıkaracaktık, neler yapacaktık hiçbir fikrim yoktu... Üvey de olsa Jisoo'ya kız kardeşinin ölümünü nasıl anlatacaktım?

"Jungkook," diye mırıldandım ve kafamı göğsünden çektim. "Hatırlıyor musun? Sana beni izleyen siyahilerden bahsetmiştim. Pazarda ve ormanda karşılaştıklarımdan..."

Jungkook kaşlarını çattı. "Evet, hatırlıyorum."

"O, beni izlemesi için onları görevlendirmiş."

"Ne?"

"Bu kişi her kimse bizim bildiğimizden çok önce planlamış her şeyi. Planında teker teker ilerliyor ve biz ne zaman duracağını bilmiyoruz." Leydi Mina derin bir nefes verdiğinde bakışlarını koltukta uykuya dalmış olan ikilide gezdirdi. "So Yeun için bir bahane bulacağım. Onu acilen köyüne götüreceğim, orada ölmüş süsü veririz."

"Zindanlardan götürelim." dedi Jungkook. Cesede bakamıyordu. Sanki bakmaktan korkuyor gibiydi. Soğukkanlı kalmaya çalıştığını görüyordum fakat titrek sesi her şeyi bozuyordu. Karşısındaki her kim olursa olsun çocukluk arkadaşıydı ve tüm bunların onu yıprattığını görebiliyordum. Çocukluk arkadaşı ona yüz çevirmiş, abisinin ve bebeğinin ölümüne dolaylı da olsa sebep olmuştu.

Leydi Mina, "Chanyeol'ü çağıracağım." dedi ve hızlıca odadan çıktı.

Jungkook, yine So Yeun'a bakmadan bana döndüğünde "Jungkook.." diye mırıldandım. "Efendim güzelim?"

"Bana isteyerek yapmadığını söyledi. Bu kadar büyük şeyler yaşanacağını tahmin etmiyormuş. Sadece küçük bir intikam istemiş. Özür diledi benden..."

"Bu hiçbir şeyi değiştirmez." dedi. "Yaptıklarını değiştirmez."

"O hâlde onun bu hâlini hatırlama." dedim. "Onu hep çocukken peşinde koşuşturan kız çocuğu olarak hatırla. Onu böyle hatırlama." Kanlı parmaklarım yüzüne dokundu. "Bunu senin için söylüyorum. O, gitti ama anılar seninle. Sana zarar vermelerine izin verme."

Kanlı parmaklarımı alıp dudağına götürdü. "Öyle yapacağım." Ben ona hafifçe gülümsediğim sırada içeriye Leydi Mina, onun arkasından da Chanyeol girdi.

"Zindanlardan gidelim." dedi Chanyeol yüzünü buruşturup Leydi Mina'ya bakarken. Leydi Mina kafasıyla onu onayladı. "Jungkook, Chanyeol'e yardım et. Rosie ve ben de kırıkları toplayalım."

Jungkook, annesini onayladığında saçlarıma küçük bir öpücük kondurdu ve "Hemen geleceğim." dedi. "Hemen geleceğim, tamam mı?" Kafamla onu onayladığımda dizlerinin üzerinden doğruldu ve deminden beri bakmakta zorlandığı bedene ilerledi.

Jungkook, her adımda So Yeun'a yaklaşırken yumruklarını sıkıyordu. Güvendiği bir kişi daha onu sırtından bıçaklamıştı. Bununla yüzleşmek çok zordu.

Chanyeol ve Jungkook, So Yeun'un ölü bedenini kaldırdıklarında Leydi Mina "Hızlı!" dedi. "Uyanacaklar şimdi!" Onun uyarısıyla Chanyeol ve Jungkook hızlı davranarak odanın içerisindeki gizli geçide yöneldiler. Bu geçitlerin çoğu sarayın dört bir yanıyla bağlantılıydı.

Onlar geçit yardımıyla zindanlara doğru giderken Leydi Mina'nın desteğiyle oturduğum yerden kalmış, yerdeki cam parçalarını toplamaya başlamıştım. Cam kırıklarını toplayıp şöminenin önündeki odun kovasına attım. Leydi Mina, odanın içerisindeki lavaboda eski bir bezi ıslatıp geldiğinde yerdeki kan lekelerini silmeye başladı. Ben de bu sırada hâlâ derin bir uykuda olan ikiliyi izliyordum. Neredeyse akşam olacaktı.

"Jisoo'yu odasına götürmemiz lazım." dediğinde "Hayır," dedim. "Yatağıma taşıyalım ikisini de. Çaydan sonra So Yeun gitti, biz de uyuyakaldık derim."

Leydi Mina beni kafasıyla onayladığında Lalisa'yı sarsmamaya dikkat ederek oturduğu yerden kaldırmaya çalıştım. Uyanacak gibi olsa da haftalardır bu uykuya ihtiyaç duyduğunu biliyordum. Kâbusların peşini bırakmadığını söylerdi. Leydi Mina da yeri sildikten sonra Jisoo'yu yatağa yatırmamda yardımcı oldu.

Ben derin bir nefes verip bir koltuğa çöktüğümde Leydi Mina da kanlı bezi şöminenin içerisine attı. Alevler anında bezi sardığında derin bir nefes verdim ve arkama yaslandım. Kan ellerimde kurumuştu.

Ben öylece ellerimi izlerken Leydi Mina ıslattığı bir bezi daha getirdi ve parmaklarıma uzanarak avuçları içerisine aldı. "Ölüme alışmalısın." dedi. "Hayatta kalmak için sevdiklerinin ölümünü bile görmek zorunda kalıyor insan."

"Sevdiklerimin ölümünü göreceksem hayatta kalmak istemem." dediğimde acıyla gülümsedi. "Bu, senin isteğinle olacak bir şey değil."

"Bana manastırda yaşadığınız olayı anlatmıştınız." dediğimde parmaklarımdaki bakışlarını çekmeden kafasıyla beni onayladı. "Kralın sizi kurtardığını söylemiştiniz... O an düşünemedim fakat sizi kurtaran Min-Seok'tu değil mi? Jungkook'un gerçek babası?"

Bakışlarını parmaklarımdan çekti ve "Evet, oydu." dedi.

"İnsanlar nasıl Jungkook'un varlığından haberdar olmuyor? Ve ben Min-Seok'un hiç evlenmediğini duymuştum..."

Derin bir nefes verdi. Parmaklarımın tamamen kandan arındığını görünce bezi avuçlarının arasına aldı ve "Evlenmemiştik." dedi. "Ben evlenmek istememiştim." Oturduğu yerden kalkıp şömineye doğru ilerlediğinde "Neden?" diye sordum. Sevdiği adamla evlenmeme isteme sebebi neydi? Belki öyle olsaydı her şey farklı olabilirdi. Jungkook şu an kral olabilirdi. Bunca şey hiç yaşanmamış olabilirdi.

"Bir kralla evlenmek cesaret ister." dedi. "Herkesin üstesinden gelebileceği bir statü değildir. Gerçekten her zaman zehirlere ilgim olduğunu falan mı düşündün? Ya da birilerini öldürmekten zevk aldığımı, bu sarayın içerisinde tıkılıp bir metres olarak anılmaktan hoşlandığımı?"

Ben öylece ona bakakaldığımda kafasını iki yana salladı. "Hiçbirini istemedim. Ama yapmak zorunda kaldım. Bir sarayda yaşamak, binlerce düşmana sahip olmak demektir. Kimin ne çıkacağını asla bilemezsin. Kendimi korumak için tüm zehirlerin adlarını ezberledim, birini nasıl öldüreceğimi öğrendim. Fakat bunların hiçbirini kendim için yapmadım." Jungkook için yapmıştı. Onu korumak için yapmıştı.

"Jungkook benim yaptığım ilk hataydı." Derin bir nefes verdi. "Fakat en güzel hatam da buydu."

"Evlenmek istemediniz çünkü zarar görmek istemiyordunuz." dediğimde kafasıyla beni onayladı. "Jungkook doğmadan önce bu saraydan uzakta bir hayat düşlüyorduk Min-Seok ile. Herkesten uzakta bir ev yaptırmıştık. Kuzeyde bir yerde. Çok soğukmuş oralar fakat önemli değildi. Min-Seok tahtı Chin-Hwa'ya devredeceğini söylediğinde çok mutlu olmuştum. Sonunda o düşlediğimiz hayata ulaşacaktık..." dediğinde gözlerinde bir hüzün belirmişti.

"Bana bir anahtar ve pusula vermişti o gün. Gideceğimiz gün. Bunu neden yaptığını hiçbir zaman anlamamıştım çünkü beraber gidecektik, öyle değil mi?" Gözleri doldu. "Öyle olmadı. O, öleceğini biliyordu. Anahtarı ve pusulayı bana verdi çünkü ardından o yıpranacağım saray hayatına girmek zorunda kalacağımı biliyordu."

Benim de istemsizce gözlerim dolduğu sırada içeriye Jungkook girdi. Nefes nefeseydi. Sanırım koşmuştu. "Chanyeol, samanlıkta So Yeun ile birlikte. Eve gitmek için hazır."

"Ben ilgileneceğim bununla." dedi ve Jungkook'a çaktırmamaya çalışarak eliyle saçını düzeltiyormuş gibi bir imaj çizdi ve dolan gözlerini sildi. Leydi Mina bana bir bakış attığında kafamla onu onayladım. Gizli geçide doğru ilerledi ve kapıyı gıcırtıyla açıp ardından kapadı.

Jungkook, yatakta uyuyan ikiliye baktığında "Yakında uyanırlar." dedim. "Sen abilerinin yanına git. Ben de aralarına sıvışacağım."

Kafasıyla beni onayladı. "Herkes uyuduktan sonra her şeyi detaylı konuşacağız." dediğinde ben de onu onayladım. "Kızlar uyandıklarında gönderirim onları, Leydi Mina'nın odasında buluşuruz."

Yanıma geldi ve alnıma bir öpücük kondurarak odadan çıktı.


Lalisa ve Jisoo'yu odadan postaladığımda derin bir nefes verdim. Gerçekten ikisine de nasıl uyuyakaldığımızı anlatmakla çok zaman kaybetmiştim. So Yeun'un ise biz uyumadan önce gittiğini söylemiştim. Jisoo ve Lalisa nasıl hatırlamadıkları konusunda çok soru sorup kafamı şişirmişlerdi. Çaylarına uyutucu ilaç atacağım akıllarına gelmezdi tabii ki. Birincisi, bu sıvı bizzat Leydi Mina ve suç ortağı Chanyeol tarafından üretilmişti; ikincisi ise benden böyle bir şey beklemezlerdi. Ki, ben de kendimden beklemezdim.

Jisoo'nun So Yeun'un ölüm haberini alma süresini uzatmak istiyordum çünkü etkileneceğini biliyordum. Ben bile So Yeun'un bir katile yataklık ettiğini bilmeme rağmen ona üzülmüştüm.

Gidişlerinin üzerinden on - on beş dakika geçtiğine karar verdikten sonra ben de odadan çıktım. Alt kattaki Leydi Mina'nın odasının olduğu koridora geldiğimde Yoongi ile karşılaştım. Hafifçe gülümsediğimde o da bana gülümsedi. "Selam, Rosie."

Ona da merhaba dedikten sonra nasılsın gibi sorulardan sonra Yoongi, "Ben artık gideyim." dedi. Bu katta annesi kalmıyordu. Bu katta yalnızca Leydi Mina ve Jimin'in annesi Park Min-Hee vardı ki Leydi Min-Hee de sarayda değildi. Dün sabah kendi köşküne gitmişti. "Sen kime bakmıştın, oppa?"

"Leydi Min-Hee'ye." dedi. Kaşlarım istemsizce çatıldığında "Jimin'in söylemesi gereken bir şey varmış da..." dediğinde "A-anladım." diye mırıldandım. O da bana zoraki bir tebessümle karşılık verdi ve yanımdan geçip gitti. Yoongi ne haltlar karıştırıyordu? Neden durup dururken yalan söyleme gereksinimi duymuştu?

Hızlı adımlarla Leydi Mina'nın odasına geldiğimde kapıyı çalmadan içeriye girdim. İçerideki üçlü şaşırarak bana baktığında Jungkook, "Az önceki tıkırtıları sen mi çıkarttın? Şaka falan mı yapmaya çalışıyorsun?" diye şaşkınca sordu.

"Önemli bir şey mi konuştunuz?" Nefes nefese sorduğumda Leydi Mina, "Ne oldu?" diye sordu. Arkamdan koridora bir bakış attım ve içeriye girerek kapıyı ardımdan kapattım. "Siz önemli bir şey konuştunuz mu, onu söyleyin?"

"Hayır." dedi Jungkook. "Seni bekliyorduk." Rahatlayarak bir nefes verdim ve hızlı atan kalbime koydum elimi.

"Ne oldu?" Jungkook yanıma gelip koluma dokunduğunda "Yoongi." dedim. Meraklı bakışlar üzerimde toplandığında "Sanırım duyduğunuz tıkırtılar ona aitti."

Taht, kanlı bir kaçış yoludur sevgilim.
Sen ondan kaçarsın fakat o seni kıskacı altına aldığında yaptığı ilk şey tüm sevdiklerini öldürmek olur.

sınır: +320 oy, +450 yorum.

selamlar, ben geldim. Word'de yaklaşık 25 sayfa görünüyor :) bu bölüm finali anlayabileceğiniz bir kısım vardı ve çok fazla da spoi vardı💜 umarım beğenmişsinizdir!

önceki bölüme oy vermeyenleriniz varsa lütfen dönüp oy verebilir misiniz? teşekkürler.

ayrıca profilimde yeni bir rosékook fici var. his cruel scars'a da bir göz atın lütfen 🖤

sizi seviyorum, lilah xoxo

Continue Reading

You'll Also Like

83.9K 4.9K 34
Tesadüf /PJM/ devam kitabı. Tanrıya yalvarmıştım gökyüzünün kontrolünü bana versin diye.. Sanırım gerçekten vermesi lazım. Çünkü artık güneşi yanın...
16.3K 1.6K 40
Soğuk bir rüyada kaybolurken geçmişe doğru düşüyorum. Elimi tut sadece ve bana yolu göster. Işığım olmanı istiyorum.
106K 11.2K 30
He ran'ın aşılması zor duvarları vardı fakat, Jungkook hiçbir zaman pes etmedi... 15.04.2020 11.01.2021
17.5K 1.4K 25
•Wattys 2022 Uyumsuzlar Yarı Finalisti. •WattpadFantasyTR 'Alternatif Dünyalara Yolculuk' okuma listesinde. Tamamlandı. Zaman, sevginin adı gibi beli...