NOKSAN | ✓

By celestial_bones

404K 15.1K 2.6K

O, bir kraliçeydi; hayran kaldığım ancak asla ulaşamadığım. Güzeller güzeli, fakat acımasız olan, beni gidişi... More

[ Bölüm Bir: Kâğıtlar]
[ Bölüm İki: Paranoyak ]
[ Bölüm Üç: Aslan ]
[ Bölüm Dört: Hız ]
[ Bölüm Beş: Tesadüf ]
[ Bölüm Altı: Güller ]
[ Bölüm Sekiz: Rubik Küp ]
[ Bölüm Dokuz: Alevler ]
[ Bölüm On: Yabancı ]
[ Bölüm On Bir: Düş ]
[ Bölüm On İki: Salıncak ]
[ Bölüm On Üç: Sitrin ]
[ Bölüm On Dört: Karanlık ]
[ Bölüm On Beş: Bulutlar ]
[ Bölüm On Altı: Düşman ]
[ Bölüm On Yedi: Kibir ]
[ Bölüm On Sekiz: Bay Resmiyet ]
[ Bölüm On Dokuz: Yapmacık ]
[ Bölüm Yirmi: Kural Tanımaz ]
[ Bölüm Yirmi Bir: Küçük Kalp ]
[ Bölüm Yirmi İki: Gerçekdışı ]
[ Bölüm Yirmi Üç: Pembe Dizi ]
[ Bölüm Yirmi Dört: Kireç ]
[ Bölüm Yirmi Beş: Minnettar ]
[ Bölüm Yirmi Altı: Bilmece ]
[ Bölüm Yirmi Yedi: Şenlik ]
[ Bölüm Yirmi Sekiz: Paha Biçilmez ]
[ Bölüm Yirmi Dokuz: Yoldaş ]
[ Bölüm Otuz: Söz ]
[ Bölüm Otuz Bir: Büyü ]
[ Bölüm Otuz İki: Baskı ]
[ Bölüm Otuz Üç: Gazap ]
[ Bölüm Otuz Dört: Strateji ]
[ Bölüm Otuz Beş: Büyük Gün ]
[ Bölüm Otuz Altı: Cevher ]
[ Bölüm Otuz Yedi: Panik ]
[ Bölüm Otuz Sekiz: İyi ]
[ Bölüm Otuz Dokuz: Çilek ]
[ Bölüm Kırk: Teklif ]
[ Bölüm Kırk Bir: Takdire Şayan ]
[ Bölüm Kırk İki: Şehrin Soytarısı ]
[ Bölüm Kırk Üç: Kist ]
[ Bölüm Kırk Dört: Şehrin Prensesi ]
[ Bölüm Kırk Beş: Soysuz ]
[ Bölüm Kırk Altı: Affedilmez ]
[ Bölüm Kırk Yedi: Başkaldırı ]
[[FİNAL] Bölüm Kırk Sekiz: Cadı Avı ]
[ YAZARDAN FİNAL NOTU ve İKİNCİ HİKÂYE BİLDİRİSİ ]
[ Şarkı Listesi ]

[ Bölüm Yedi: Zebani ]

14.4K 558 86
By celestial_bones

Şarkı: Emerson Leif, Golden Vessel - Hesitate 

[ Bölüm Yedi: Zebani ]

Akif Akbulut, tabak altı gözlüklerinin altından bana bakmayı sürdürdükçe bir balığa benzemekteydi; normalde kısık olan yeşil gözleri, gözlük sayesinde kocaman olmuş, kırışık beyaz cildi ise buna uyum sağlarcasına ortaya koyu lekeler çıkarmıştı ve saçları, yıllar içerisinde neredeyse yok denecek kadar seyrekleşmişti.

Tüm bu saydıklarım, onun stresimi görmesine engel değildi. Kapıdan girerken kendimi tanıtmanın ölüm kalım meselesi olduğunu zannetmiştim, ancak yanılıyordum; asıl zorluk, içeri girdiğim andan itibaren başlamıştı.

Kafamdan sürekli bir şeyler söylemem gerektiğini haykırıyordum, fakat aklıma kelime namına hiçbir şey gelmiyordu. Daha önce varlığından haberdar bile olmadığım teyzemin o kadar da önemli olmadığına kendi kendimi ikna ediyor, daha şimdiden pes ediyordum.

Akif Akbulut o titrek sesiyle araya girdiğinde ben hayal dünyasında gezmekle meşguldüm. "Neden bu kadar stres oluyorsun?" diye sordu.

"Ben stresli değilim," diye yalan söyledim.

"Stresli olduğunu görebiliyorum," dedi takma dişlerini ortaya çıkaracak kadar gülümseyerek.

Cevap vermeyip gözlerimi kahverengi desenli halıya dikince, "Anlatacak mısın?" diye sordu.

Polisler, Belen Erberk'in -yani annemin kardeşinin- Akif Akbulut'un başarısız olduğu tek hastası olduğunu söylemişlerdi, bu demek oluyordu ki, bir tek o uyguladığı tedavilere karşı gelmiş, hayatına son vermişti. Bu nedenleri düşündükçe sorma hevesim de git gide azalıyordu, ona bunları hatırlatmak cesaret gerektiriyordu ve bende o cesaretin ilk harfi bile yoktu.

Yine de bu eve boşu boşuna gelmemiştim, cesaretsiz ve ürkek bile olsam bir yolunu bulup söylemek zorundaydım. Derin bir nefes alıp, ne zaman tasarladığımı bilmediğim cümlemi Akif Akbulut'a söyledim: "Buraya geldim, çünkü sizden öğrenmek istediğim şeyler var, tabii eğer sizin içinde bir sakıncası yoksa."

"Ne bilmek istediğine bağlı," dediğinde kafamdaki kelimeleri tekrar ölçüp tarttım.

"Hatırlarsanız yirmi yıl önce bir hastanız vardı, adı Belen Erberk'ti. Ağır depresyon hastasıydı," dedim, ardından hemen ekledim: "Belen Erberk benim teyzem oluyor ve onun hakkındakileri öğrenmek istiyorum."

Akif Akbulut beni dikkatle dinledikten sonra neyden bahsettiğimi anlamış olmalı ki, yüz hatları olabildiğince ciddileşti, kaşları gözlerinin hemen önüne düşerken, "Bu konu hakkında konuşmayacağım," dedi sert bir sesle. 

Ani bir tepkiyle "Ama..." diyordum ki, sözümü keserek "Üzgünüm yardım edemem," dedi. Karışımdaki tekli kahverengi koltuktan kalkarak yavaş adımlarla tepeme dikildi.

Akif Akbulut'u kapıda gördüğüm ilk andan beri ne beklediğim hakkında bir fikrim yoktu, sonuçta gerçekten de yaşadıkları iyi denemeyecek kadar kötüydü ve üstelik adam seksen yaşının üstünde olmalıydı, yaşlılığın verdiği inatçılığı kalkan gibi taşıyor, bana karşı kullanmaktan geri durmuyordu.

Bende bir anlık hiddetle ağzıma gelen kelimeleri söylemekte bir yanlış görmeyerek konuşmaya başladım. "Pekâlâ, öyle olsun, ama bilesiniz ki, bana yardım edebilecek tek kişi siz olsanız bile bu işin peşini bırakmayacağım. Nasıl başladıysa öyle bitecek," dedim öfkeli ve kararlı bir sesle.

Söylediklerim canlı varlıklar gibi etrafımızda tur atarken oturduğum yerden kalkmamak adına protesto başlatmıştım; işin doğrusu, kendime bu kadar güvenim yoktu, daha iki dakika önce stresten koltuk ipliklerini sökerken bir anda sinirli, kararlı birine dönüşmüştüm.

Hiç kimsenin yanımda durmayışına, başta annem olmak üzere kimsenin bana güvenmeyişine kızıyor, içimde biriktirdiğim ısıyı son olanlarla dışarı vuruyordum. Fakat dediklerim, Akif Amca'yı etkilemişe benzemiyordu, aslında yüzündeki kıpırtısız maskeden hiçbir şey anlamıyordum, konuşmaya karar verinceye kadar da bu durum gerilimli bir sessizlikle sürüp gitti.

"Bir şartım var," diye tüm soğukluğunu konuşturdu.

"Şartın ne olduğuna bağlı," dedim onu aratmayan bir soğuklukla.

İçimi ürpertecek kadar ürkütücü çıkan sesi, "Bir daha buraya gelip böyle sorular sormayacaksın," diye sırtını bana döndü, yavaşça karşıdaki sehpaya gitti ve titrek ellerle kâğıda bir şeyler karalayıp bana verdi. Ne olduğuna bakmak için kâğıda açacak olduğumda ise titreyen parmaklarıyla elimi yumruk haline getirdi.

Kâğıtta yazanları bilmesem de, "Teşekkürler," diye mırıldandım ve yazdıklarının bir şakadan ibaret olmamasını dileyerek ona baktım. Fakat geri cevap olarak bir şey demeyince, evden çıkmam gerektiğini hissederek oturduğum koltuktan kalktım ve kapıya doğru yöneldim.

Tahtadan yapılma eski kahverengi kapıyı açtığım an onu gördüm: Amas'ı. Kızıl saçları havanın rüzgârlı olması nedeniyle yataktan kalkmış gibi darmadağınıktı ve elinde tuttuğu poşetlerin içini karıştırmayı kestiği an yeşil gözleri hemen karşısındaki beni buldu. Şaşkınlıkla bana bakarken haklı olduğunu düşündüm, daha düne kadar ben de kendimi burada düşünmüyordum.

"Ecrin, senin burada ne işin var?" diye sordu yine aynı şaşkınlıkla.

Akif Amca benden önce davranarak "Geçen gün yolda karşılaşmıştık ve biraz sohbet etmiştik. Konuşmak istediği şeyler vardı, bende onu eve çağırdım," dedi.

Söylediği kusursuz yalan karşısında ne kadar hayret etsem de, çok geçmeden yalanına adapte oldum. "Evet, ben de bu yüzden buradayım," dedim hafif bir gülümsemeyle.

"Ne? Benle dalga mı geçiyorsun? Doğdum zamandan beri bu evden dışarı adımını attığını hatırlamıyorum," dedi Amas. Gözlerini benim üzerimden almış, doğrudan Akif Amca'ya dikmişti.

"Hava alayım dedim, amma abarttın sen de!" dedi Akif Amca, o huysuz yaşlı ses tonunu kullanarak.

"Buna inanmamı beklemiyorsun, değil mi?" diye ısrar etti Amas.

Bu olayın daha da uzayacağını varsayarak "İzninizle ben gideyim, eve giden otobüse yetişmem gerek," dedim, hızla Amas'ın önünden sıyrıldım.

Avucumun içindeki kâğıt, açılmak için elimde kıvranırken Akif Amca imalı imalı parmaklarımın arasına baktı ve "Seni oraya Amas bıraksın, hem sen niye eve gidesin, orası varken?" dedi.

Dediği şeyi kapmam uzun sürmedi, kâğıdın içinde bir adres yazıyordu, fakat oraya gideceksem de Amas'la gitmeye hiç niyetim yoktu. Hemen vazgeçmeyeceğimden, "Cidden zahmet olur. Gerek yok," diye cümleleri sıralamaya başladım. 

"Kim nereye gidiyor, siz n'apıyorsunuz, önce şunları açıklayın!" dedi Amas ve pes ederek elindeki poşetleri yere koydu.

Huysuz Akif Amca, "Ee, bu olay kabak tadını verdi, yeter be!" diye kızdı ve Amas'ın poşetlerini alarak kapıyı yüzümüze çarptı.

"Yuh!" diye bağırdı Amas. "Yaşlanınca herkes böyle oluyorsa, hatırlat da altmış yaşına gelmeden biri beni öldürsün. O kadar ıvır zıvır alıyorum, bir teşekkürü bile çok görüyor."

Ona aldırmadan cebimdeki kâğıdı çıkardığımda gerçekten de bir adresin yazılı olduğunu gördüm, kâğıdın arkasını çevirdiğimdeyse büyük harflerle "MAVİ KAPLI DEFTER" yazıldığını fark ettim. Sanırım adrese gidip almam gereken şey buydu, fakat nasıl çalışmadığım bir sınava girerken kendime güvenmiyorsam Akif Amca'ya da o kadar güveniyordum. Demin yaptıklarına bakılırsa yaşlılık, zamanla kırlaşıp dökülen saç telleri gibi ondan çok fazla şey götürmüştü; akıl sağlığı bile yerinde olmayabilirdi, ama gidip görmeden kesin bir yargıya varmak hata olurdu.

"Versene şu kâğıda bakayım," diyen Amas'ın sesiyle düşüncelerimden uzaklaşarak elimdekini ona gösterdim.

"Burada yaşayan canlı yoktur ki gidelim," diye homurdandığında birlikte gitmekten bahsettiğini fark etmemle karşı çıkmam bir o kadar hızlı oldu.

"Farkındaysan ben kendim gidiyorum, senin gelmeni isteyen yok," diye kollarımı göğsümde birleştirdim. Beş aydır yanıma yaklaşmasına izin vermediğim kişiyle bir yere gidecek halim yoktu, o anların tekrardan zihnime doluşmasını istemediğim gibi Amas hakkında hiçbir şeyi yanımda istemiyordum.

"Senle gelmek dışında bir çarem var gibi mi gözüküyor?" diye kollarını açıp etrafını gösterdi.

"Buraya nasıl geldiysen öyle gidebilirsin mesela?" diye sinirlendim.

"Çok zekisin, bunu düşünememiştim zaten!"

"Benim sorunum mu ya?" diye sinirlenip evin merdivenlerini inmeye başladım.

Çimenlik alandan otobüs durağına kadar yürümeye başlamıştım ki Amas'ın, "Ecrin beklesene!" diyen sesini duymamla sadece bir saniyeliğine duraksadım, sonra daha hızlı adımlarla yürümeye devam ettim.

Durağa geldiğimde arkama bakmamaya çalışarak yeni gelen otobüse bindim, paramı ödeyerek en arkadan iki öndeki sol koltuklardan cam kenarına yakın olana geçtim.

Camdan Akif Akbulut'un evinin de aralarında bulunduğu iki katlı şirin evleri izliyordum ki, kıpkızıl saçların yansıma yaparak camdaki görüntüyü bozmasıyla sinirle yanıma kurulmuş olan Amas'a döndüm.

"Bana öyle bakma, gerçekten meraklısı değilim," dedi Amas ellerini 'Ben masumum' dermiş gibi açarak.

"O zaman hangi durakta inmeyi düşünüyorsun?" dedim. Sinirden alt dudağımı dişleyip kötü bakışlar atmama engel olamıyordum.

"Senle aynı durak, fakat böyle bakmaya devam edersen az sonra ölüp gideceğimden korkuyorum," diye sahte bir kahkaha attı. 

Ona bir kez daha sinirli bir şekilde baktıktan sonra kafamı otobüs camına doğru çevirdim, fakat onu görmezden gelme planım Amas'ın tekrardan konuşmasıyla suya düştü.

"Oktay'ı da bana yaptığın gibi tersledin mi bari?" diye sorduğunda kaşlarımı çatarak ona döndüm.

"Ne alaka?" diye sordum.

Gözlerini otobüste gezdirdikten sonra, "Bilmiyormuş gibi yapma Ecrin," dedi ve bana döndü. 

"Gerçekten neyden bahsettiğini..." diyordum, fakat cümlem ağzımın açık kalması ile yarıda kesildi.

O kadar fazla olay üst üste gelmişti ki, Oktay bu olay binasının en alt tuğlası olarak kalmıştı ve aklımdan uçup gitmesi, o tuğlanın unutulması tahmin ettiğimden daha hızlı olmuştu. Üstelik bu zaman sürecinde nasıl oluyorsa Amas bu haberi duymaktan geri kalmamış, sinirlerimi bozmak adına o tuğlayı yerinden oynatmayı başarmıştı.

"İlla her şeyi sorgulamak zorunda mısın?" dedim sıkıntıyla.

"Muhtemelen fark etmemişsindir ama Oktay tüm maç boyunca hipnoz olmuş gibi sana baktı ve hatta sırf onun yüzünden yenildik," dediğinde şaşkınca ona baktım, çünkü bunu Bade de söylemişti, fakat ona inanmamış, şakaya vurmuştum.

Şaşırmıştım, ama bu, onun hakkındaki düşüncelerimi değiştirmiyordu, dün nasıl düşünüyorsam bugün de aynıydı. "Bu bir şey değiştirir mi?" dedim. "Gitsin o esmerlerle takılsın," diye mırıldandım istemsizce.  

Kelimeler bir kelebeğe dönüşmüş, ben daha ne olup bittiğini anlamadan iki günlük ömürleriyle ağzımdan kanatlanmış, Amas'a kadar uçmuşlardı ve işin kötü yanı onları serbest bırakmak istemesem dahi bir anda kozalarından sıyrılarak, anılarımı canlandırıp Amas'ın kulağına kadar gitmeye yetmişlerdi.

Otobüs tekerleklerinin ezdiği çakıl taşlarının sesi, ikimizin de susmasıyla aramızda dolanmaya başlamıştı. Normalde rahatsız edici gelmeyen bu ses, içimdeki o kavurucu duygu ile bana batıyor, kulaklarıma iğneler giriyordu; demin aradığım sessizlik hiç olmadık bir şekilde gelmiş, bilincim yine kapalı tutmaya çalıştığım hafızama geri dönmüş, bir şekilde yeniden o sayfaları açıp bana okutmaya çalışmıştı ve başarılı da olmuştu.

Camdan dışarıyı izlerken sonsuza kadar sessiz kalacağımızı düşünüyordum ki, "Senle çıkarsa başka birileriyle takılacağını sanmıyorum," dedi Amas. Konuyu başka bir yere çekmek yerine aynı konudan devam etmeyi tercih etmişti.

Bir anlık dalgınlıktan kurtulup ona ciddi olup olmadığını sorgularcasına baktım, fakat hiçbir şey söylemedim.

"Senden hoşlanıyor," dedi, demin dediklerimi yok sayarak ısrarla konuşmamı istiyordu.

Konuya son vermek istediğimden, "Umursamıyorum," dedim kısaca.

Amas geç de olsa sıkıldığımı fark ederek arkasına yaslandı ve bir süre boyunca hiçbir şey söylemedi. Aynı şekilde bende konuşmuyordum, zaten Amas'ı yanımda istemememin verdiği bunaltıcı duyguyla gün içindeki konuşma hevesim de sönüp gitmişti.

Tam sonunda konuşmadığımızı sanarak rahat bir nefes verecektim ki, Amas aklına bir şey gelmişçesine yerinden doğruldu ve hızlı hızlı, "Üç dört gün önce hastanede miydin? Sanki seni gördüm," dedi.

Ansızın gelen bu soru karşısında kalp atışlarım yükselirken aklıma bir bir o gün olanlar geldi: Sarp'la Amas'ı görüşümüz, ona yakalanmamak adına kendimizi pencereden atıp yangın merdivenine düşüşümüz.

Saat işliyor, nabzım düzensizce yerinden oynuyor, Amas benden cevap bekliyordu, fakat aklıma doğru dürüst hiçbir şey gelmiyordu. O anlık panikle tek diyebildiğim, "Başkasıyla karıştırmışsındır," oldu.

"Olabilir, hastanede çok fazla kişi var," dedi düşünceli bir tavırla. Cevabımın üzerinde çok fazla durmadığı için sessizce rahat bir nefes vermiştim.

Otobüsün ineceğimiz durakta durduğunu görmemle yerimden fırlarcasına kalktım, Amas "Ne bu acele?" gibi bir şey söylense de, o da yerinden kalkarak arka kapıya yöneldi. Birlikte dışarı çıktığımızda otobüsün aksine sopsoğuk bir hava bizi karşıladı, iliklerime kadar üşüdüğümü hissederek ceketime daha çok sarındım.

Cebimdeki kâğıdı çıkarıp tekrar okuduğumda gerçekten de bulunduğum yeri bilmediğimi fark ederek tabelalara bakınmaya başlamıştım, Amas olaya dâhil oldu, elimdeki kâğıdı çektiği gibi yüksek sesle "Mavi kaplı defter," diye okudu.

Ön sayfa yerine arka sayfaya baktığını görür görmez elindeki kâğıdı çektiğim gibi alsam bile artık çok geçti, Amas çoktan sorularını sıralamaya başlamıştı.

"Mavi kaplı defter de neyin nesi?" diye sordu başlangıçta.

"Senle ilgili olmayan bir şey," diye onu tersledim.

"Ecrin, bugün bana hiçbir şey anlatmadığının farkındasındır umarım," dedi adımlarını hızlandırıp bana yaklaşarak.

"Gereğinden fazla meraklısın," dedim, bir yandan da kaçmak istercesine yürüyordum.

"Pekâlâ, koşu yarışçısı, koşmaya ve sır saklamaya devam," dediğinde, "Koşmuyorum," diye homurdandım, ama sır saklamak konusunda bir şey diyemedim.

Amas'ı tüm yakınlarımdan daha uzun süredir tanıyordum, hatta yan yana çekindiğimiz birkaç tane çocukluk fotoğrafımız bile mevcuttu, fakat ne kadar uzun süredir birbirimizi tanısak da bir şekilde hiçbir zaman yakın arkadaş olmamıştık. Amas'la yakın olmak istemiyordum, hele de o geceden sonra asla böyle bir şey yapmak istemiyordum.

Gözlerim doğru tabelayı ve sonunda doğru sokak ile apartmanı bulduğunda karşımdaki görüntüden hiç ama hiç memnun değildim.

Sokak ıssızdı, birazcık rüzgâr esse yolun ortasından filmlerde yuvarlanan çalılar bile geçebilirdi ve apartmanların hepsi tek renk, sıvalar ise kuru bir cilt gibi çatlak çatlaktı. İçine gireceğim apartmanın kırık kapısını ittiğimde burada yaşayan tek canlının kaldırımların arasında filizlenmeye başlamış otlar olduğunu varsayıyordum, bu kadar sessiz ve terk edilmiş bir yeri beklemediğim kesindi.

Amas da benim kadar memnuniyetsiz bir şekilde etrafı süzerek merdivenlerden çıkmaya başladı, hemen önünde ilerlerken teker teker kapı numaralarına bakıyordum; doğru numarayı bulduğumda en üst katın bir altındaydık, fakat anahtarı nerede bulabileceğim konusunda bir fikrim yoktu.

Tahta kapının önünde boş boş dikilirken Amas, "Kapıyı açmayacak mısın?" diye sordu.

"Anahtar yok bende," dedim mahcup bir tavırla. Bu kadar önemli olan bir şey nasıl da aklımdan uçup gitmişti, hala kafam almıyordu.

Amas inanmıyormuşçasına yeşil gözlerini açarak bana baktı. "Boşuna geldik deme," dedi.

"Gel diye zorlayan yoktu, hatırlatırım," dedim ve eğilerek tozlar içindeki paspasın altına baktım, fakat bomboştu.

"Paspas altında anahtar sadece filmlerde olur," dedi Amas, asabi bir tavırla kollarını göğsünde dolayarak duvara yaslandı.

Onu duymamış gibi yaparak elimi posta kutusunun içine daldırdığımda soğuk bir metale temas etmemle parmak uçlarım buz kesti ve eski püskü anahtarla çıkageldim.

"Posta kutusundan çıkan anahtarlar da filmlerde olur," dedim, zafer kazanmış bir edayla anahtara bakıp gülümsedim.

Derin bir nefes alarak anahtarı kapı deliğine geçirdim ve kilidi çevirdim, kapı büyük bir gıcırtıyla açıldığında içimdeki heyecan katlanarak yükseliyor, endişeden ve meraktan yerimde duramıyordum.

Fakat karşılaştığım görüntü, bu daracık eve hapsolmuşum gibi bir his uyandırıyordu. Tavanın alçaklığı beni boğmak istermişçesine daha çok basıklaşıyor, her yerin birbirinde olması ve tozların boşluk doldurmayacak bir şekilde kıyafetlerime yapışması buradan çıkmamı emrediyor, içimdeki araştırma isteğini söndürüyor, artık hayatta olmayan teyzemin milattan önceden kalma evinden bir daha geri dönmemek üzere kaçmak istiyordum.

İçeri dolan keskin güneş ışıkları perdelerin olmaması sebebiyle tozlarla beraber gözlerime hücum ediyordu, dolayısıyla etrafa bakmak geçen dakikalarda çok daha zorlaşıyordu, ama yine de yaşaran gözlerime aldırmadan salon olarak tahmin ettiğim odaya bakmaya zorluyordum kendimi.

Bulunduğum yerin önündeki kanepeler odanın tümünü dolduruyor denebilirdi ve sanki kasıtlı olarak etrafı daha boğucu yapmak için kanepelerin üstüne sayısız kıyafet ve battaniye atılmıştı. Tam salonun ortasında bulunan tozlu kahverengi sehpanın üstünde on civarında tükenmez kalem bulunmaktaydı ve aynı şekilde televizyonun üstü peçetelerden geçilmiyordu. Hemen yere baktığımda ise halının olmadığını gördüm; kahverengi eski parkelerin üzerinden siyah ince bir nehri andıran sayısız tane karınca geçiyordu ve bu durum evden daha çok tiksinmemi sağlıyordu. Gözlerimi daha iyi bir şey görmek adına duvarlara kaydırdığımdaysa tavan köşelerindeki örümceklerle ve onların devasa ağlarıyla karşılaşmamla irkilerek geri adım attım.

Bir öksürük sesi duymamla yana döndüm ve Amas'la karşılaştım. Varlığını kısa sürede unutsam dahi içinde bulunduğum manzara karşısında tek olmadığımı bilmek ister istemez beni rahatlatmıştı, ancak Amas için aynı şey söylenemezdi. Boynundan yüzüne doğru hafif bir kırmızılık yayılıyor, giydiği gömlekten kurtulmak istercesine yakasını çekiştiriyor, öksürük ve hapşırık krizlerine tutuluyordu.

Cebimden çıkardığım peçeteyi Amas'a uzatarak "Toza alerjin olduğunu unutmuşum," dedim.

Elimdeki peçeteyi teşekkür ederek aldığında, "En azından birileri evi temizleyebil..." diyordu ki başka bir hapşırık kriziyle sözleri yarıda kaldı.

Çabucak evden kurtulmak vasıtasıyla mavi kaplı defteri aramaya başladım, başlangıç olarak mavi devasa koltuğun altına bakmaya karar verdim, ama ne yazık ki gözlerimi kör etmeye çalışan tozdan başka bir şey yoktu. Daha sonra televizyonun altındaki dolaba doğru yöneldim, ancak dolabın kapağını açıp içine baktığımda birkaç biblo hariç hiçbir şey göremedim, arka tarafını da yokladığım halde evdeki ölümcül tozlar dışında hiçbir şey bulamadım.

Eğildiğim yerden doğrulduğum sırada yerden biten ot misali Amas'ı tam dibinde buldum. Elinde tuttuğu mavi kaplı defteri hafif bir burun çekme eşliğinde göstererek "Bu mu?" diye sordu.

Hızla elinden kapmaya çalışınca bir adım geriledi ve bir şeye takıldı, bir anda benimde elimi çektiğinde birlikte tozlu battaniyelerin serili olduğu kanepeye düşüverdik. Ben Amas'ın üzerindeydim, o da benim altımda.

Kalbimin durduğu gibi zamanda durmuştu, hatta bir anda tüm dünya dengesi alt üst olmuştu; tozları, rahatsız edici ışığı hissetmiyor, evin dağınıklığı ve görüntüsü bu durum karşısında eriyip üzerime akıyor, her şey anlamını yitiyordu. Görünmez buzdan yapılma kâğıtlar bedenimi sarıyor, o geceden sonra her yakınlaşmamızda olduğu gibi mideme kramplar giriyor, buz kalıpları onun tenine değdikçe benimkileri sıkıyor, geriyor, dayanılmaz bir acı yaratıyordu.

Ruhum bedenimin içine hapsolmuştu o an. Arkasına bakmadan uzaklaşmak istiyordu, fakat ben ne kımıldayabiliyordum, ne de kalkmak için bir harekette bulunuyordum, adeta bir girdaba girmiş, birinin beni çekmesini bekliyordum.

Aynı şekilde Amas da benim kadar donmuştu, yüz ifadesinden hiçbir şey çıkaramadığım gibi bakışlarındaki boşluk beni delip geçiyordu; kafamdaki pus dağılsa bu bakışların anlamını belki çözebilirdim, ancak bu, o an içerisinde imkânsızdı.

Sokaktan gelen sesleri yeniden algılamaya başladığımda gerçeklik, yakınlığımız kadar soğuk bir şekilde zihnimi doldurdu ve elindeki defteri kaptığım gibi üzerinden kalktım. Koltuğun yanında durmaya bile tenezzül etmeden defteri göğsüme bastırarak uçarcasına kapıya yöneldim, kapıyı açtığım gibi merdivenlerden aşağı inmeye başladım.

Merdivenlerden inerken kalbimin yeniden vücuduma kan pompalamaya, vücut ısımı dengelemeye çalıştığını, bedenimi saran buzun ise çözünmeye başladığını hissediyordum.

Onu her görüşümde, bana her dokunuşunda suçluluk duygusu tüm vücudumu aynı bir zehir gibi ele geçiriyordu ve bazen bunun hiçbir zaman durmayacağını, sürekli kanayan bir yara olacağını düşünüyor, sonsuza kadar böyle kalacağımdan korkuyordum. Tıpkı süs kuşunun kafese konması gibiydi; istemediğim şeyleri yaşıyor, uçma yeteneğim varken zorunlu olarak kafeste tutuluyor, ölene kadar da böyle süregeleceğinden tırsırken kafese girmeme sebep olan şeyler bir bir gözümün önüne geliyordu.

Nefes nefese kaldığımı fark ettiğimde giriş kapısına vardığımı gördüm, kapıya yaslanarak düzensiz bir ritme benzeyen soluklarıma şekil vermek adına gözlerimi kapadım ve daha fazla düşünmemeye çalışarak derin bir nefes aldım.

"Anahtarı düşürmüşsün, kapıyı kilitleyip geldim," dedi, biri sakin bir tonla.

Gözlerimi açıp ona baktığımda ikinci basamakta duvara dayandığını ve ellerini paltosunun cebine soktuğunu gördüm, demin olanlar olmamış kadar rahat bir tavrı vardı.

"İyi yapmışsın," diye mırıldandım normal gözükmeye çalışarak.

Yanıma yaklaşarak anahtarı uzattığında ona değmemeye özen göstererek eli sayesinde artık sıcak olan metali avucuma alıp cebime koydum.

"Aradığını bulduğuna göre gidebiliriz sanırım," dedi Amas etrafa şöyle bir göz atarak.

Onunla geri dönme düşüncesi bile rengimin atmasına yetiyordu. Eve onla değil, kesinlikle kendim dönecektim.

"Teşekkürler, ben kendim gidebilirim," dedim, kapıyı açıp ıssız sokağa çıktım. Sokağa çıktığım an kaldırımın bittiği yerdeki eski kambur sokak lambasından çevreye sarı bir ışık yayıldığını, ama etrafı aydınlatmaya yetmeyecek kadar az olduğunu gördüm, üstelik hava da oldukça soğumuştu. Kaç saattir burada olduğumuzu merak etmekten geri duramadım.

"Bu karanlıkta kendi başına mı gideceksin?" diye sordu.

"Evet, n'olmuş?" dedim gergin bir sesle.

"Pekâlâ, yalnız başına git de neler olacağını bir gör," dedi, yüzündeki sırıtmayı bu ışıkta bile görebiliyordum.

Kelimeler dilimin ucuna geldiğinde ellerimi yumruk yaparak kendimi kötü bir şey söylememeye zorladım, ama artık çok geçti; karşımdaki kişi Amas'tı ve yanımda öfkemi atabileceğim bir ip bile bulunmuyordu.

İçimde kabaran öfkeyle, "Amas neden hala anlayamıyorsun? Senden kurtulmaya çalışıyorum, saatlerdir seni başımdan savmaya çalışıyorum! Seni görmek bir yana, bana dokunmanı bile istemiyorum. Beni yalnız bırakamaz mısın?" diye bağırdım. 

Dediklerim o kadar öfkeli çıkmıştı ki, kaldırımların arasındaki otlar bile hissetmiş olmalıydı; öyle ki ben bile bu kadar sinirli olduğumun yeni yeni farkına varıyordum.

Sırıtan yüzü solarak yerini hiçbir şey anlayamadığım o katı ifadeye bıraktığında onun bu hali hafif sarı ışıkta ve karanlık arka planda bana oldukça korkutucu gözüktü ancak bunu belli etmedim, dik ve öfkeli durmaya devam ettim.

Amas soğuk bir ses tonuyla, "Akşam akşam seni yalnız bırakamam," dedi.

Gerçek Amas otobüste, okulda veya herhangi bir yerde kalmış olmalıydı, çünkü o asla birine bu kadar tepkisiz ve Akif Amca'yı andıran bakışlarla bakmazdı, aksine şu an bana bağırıyor, sinirden köpürüyor olması lazımdı, fakat nedense o an tüm duygularını donuk bir yüzün altına saklamış gibiydi, anlamını çözmeye çalıştıkça kaybolmanın eşiğine geldiğimi hissediyordum.

Bakışlarına dayanamayarak "Beni yalnız bırak," dedim, gri kaldırıma oturdum. Beş aydır yaptığım gibi kendi odamda yine tavan sıvalarına bakarak anılara boğulmayı ve hüngür hüngür ağlamayı hiç olmadığı kadar talep ediyordum.

Hiçbir şey söylemeyerek yanıma oturdu.

"Zebani gibisin," dedim kısık çıkan ve bir o kadar da bıkkın sesle.

Yine cevap vermeyerek benle beraber kaldırımdaki otları izlemeye koyuldu.


Continue Reading

You'll Also Like

4.6M 390K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...
11.4K 505 21
Bahar en yakın arkadaşının düğününe mardine gider ve oraya damadın en yakin arkadaşı olan ateş'i görür ve o yüz bir daha aklından çıkmazsa ve bir ka...
6M 24 2
Sinemis ve Ali'nin büyük aşkının heyecanıyla, şarkı tadında hayatlarıyla...
157K 43 9
Onlar için aşk, meskensiz bir yavru gibiydi. Yine de içlerine o kor düştüğünde, Akel; "Kalbim gün batımının kızılına boyanmış saçlarının bir teline b...