Prudence, just like an étoile

By obsidiyensever

17.4K 2K 2.1K

Adım Prudence'tı. Fındıklı çikolataya bayılır, sade sütten nefret eder, limonlu dondurma için gözüm kapalı ci... More

1. bölüm: beklenmedik eşleşme
2. bölüm: küçük, ufacık bir sır ve luke hemmings
3. bölüm: monterey lisesi dedikoduları
4. bölüm: açık pencere
5. bölüm: işe yaramayan şeyler
6. bölüm: del monte sahili
7. bölüm: bayan stiles'ın sebep oldukları
8. bölüm: hikâyedeki eksik
10. bölüm: bazı değişiklikler
11. bölüm: son gece
12. bölüm: tuhaflıklarla dolu bir piknik
13. bölüm: keşke
14. bölüm: fark etmemek ya da edememek
15. bölüm: tek gerçek dil
16. bölüm: bir ses
17. bölüm: umulmayan olaylar silsilesi
18. bölüm: mahvediş ve mahvoluş
19. bölüm: kabahatin cezası
20. bölüm: seth'in amacı
21. bölüm: gerçeği şuursuzca inkâr eden bir alık
22. bölüm: gözde basketbol oyuncuları
23. bölüm / 1. kısım: son hak
23. bölüm / 2. kısım: aşkın dayanılmaz ağırlığı
24. bölüm: tuzlu deniz kokusu

9. bölüm: jane austen

784 98 80
By obsidiyensever

Kıskançlık iğrenç bir duyguydu. Kara bulut şeklinde göğsünüzün tam orta yerinde ortaya çıkıyor, yavaş yavaş çoğalarak bütün bedeninize yayılıyordu. Tesiri o kadar güçlüydü ki, insan içinde bir daha asla güneş açmaz sanıyordu. En azından April'ın Luke'a dokunduğunu gördüğüm andan beri benim için güneş hiçbir şekilde açmaz olmuştu. Düşününce, Luke onunla pek de ilgileniyor gibi durmuyordu, ama April'ın bariz ilgisi ve güzelliğinin hafife alınabilir yanı yoktu. Üstelik Luke'u kıskanmam için illa onun da kızla ilgileniyor olması gerekmiyordu. Küçücük bir temas bile canımın sıkılması için yeter de artardı bile.

Temizliği bitirdikten sonra Luke ile buluşmak üstümdeki sıkıntıyı atmama yardımcı olur sanıyordum, ama hiç de öyle olmadı. Ona belli etmemeye çalışsam da içimdeki kara bulutlar hâlâ oradaydı.

"Şu parka gidelim diyorum," dedi Luke, biz birlikte okulun bahçesinden çıkarken. "Sanırım buradan yürüyerek yirmi dakikaymış. Eğer yürümek istemezsen arabayla da gidebiliriz tabii. Ne dersin?"

Hmm, açıkçası onunla o parka sürünerek bile giderdim. "Yürüyerek gidebiliriz. Hava güzel."

Başını gökyüzüne kaldırdı ve yakında kaybolacak olan güneş ışığı yüzüne değince gözlerini kapattı. Yanımda bu şekilde yürürken ne kadar mükemmel göründüğünü düşünmeden edemedim. Işığın kusurları belirginleştiren özelliği, konu Luke olunca hiçbir anlam ifade etmiyormuş gibiydi.

"Neden bu kadar sessizsin?" diye sordu, bakışlarını indirip tekrar benimle göz göze gelerek. "Canını sıkan bir şey mi oldu?"

Canımın sıkkın olduğunu bu kadar çabuk anlamış olmasına şaşırsam da çaktırmamaya çalıştım. "Sessiz değilim, sorun yok."

Bana şüphe dolu bir bakış attı. "Öyle mi?"

Başımı olumlu anlamda salladım ve peşine de inandırıcı olmasını umduğum bir şekilde gülümsedim. "Söylesene," dedim konuyu kendimden uzaklaştırma isteğiyle, "beni beklerken ne yaptın?"

Cevabı beklediğimden kısa oldu. "Kitap okudum."

Merakla, "Hangi kitap?" diye sorduğumda, yüzünde anlamını çözemediğim bir gülümseme belirdi. "Northanger Manastırı."

Ağzım hayretle aralandı. "Jane Austen mi okuyorsun?"

Tepkimi yanlış anlamış olacak ki, yüzündeki gülümseme hemen silindi. "Evet, bunda bir sorun mu var?"

"Hayır, tabii ki yok," diye açıklamaya çalıştım kendimi. "Sadece senin 19. yüzyıl İngiltere'sinde geçen aşk romanlarını seven biri olduğun asla aklıma gelmezdi."

Kaşlarını çattı. "Neden?"

"Sadece..." Düşününce, buna verebileceğim tüm cevaplar ön yargı doluydu, ama aklımdakinden farklı bir şey söylemek istemedim. "Erkekler romantizmi küçümsüyor ya da göz ardı ediyor gibi gelmiştir bana hep."

Yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. "Böyle bir genelleme yaparak sen de genellemeye uymayan erkekleri göz ardı etmiş olmuyor musun?"

"Birini göz ardı ettiğim kesin," dedim onu kast ederek. Hâlâ Jane Austen okuyor olmasına inanamıyordum. Benim için bu dünyada Jane Austen okuyan bir Luke Hemmings'ten daha seksi hiçbir şey olamazdı artık.

Gülümsemesi genişledi. "Beni genellemenin dışında tuttuğun için teşekkürler."

Sesinde küçük bir alay sezsem de, görmezden geldim. "Kitapta nereye kadar geldiğini bana söylemeyecek misin?"

"Emin değilim." Yürüdüğümüz yola bakarak bir süre düşündü. "Yarısından fazlasını okudum, ama kaçıncı sayfada olduğumu hatırlamıyorum."

"O zaman bu konu hakkında daha fazla konuşmayalım ki sana yanlışlıkla kitabın sonunu söylemeyeyim."

Bu sefer şaşırma sırası ondaydı. "Northanger Manastırı'nı okudun mu?"

"Evet." Size dürüst olayım, daha önce bir kitabı okuduğum için hiç bu kadar mutlu olmamıştım. "Üstelik filmini de izledim."

"Vay canına, benden kesinlikle birkaç adım öndesin," dedi küçük bir kahkaha atarak. "Filmi nasıl? Sence kitabı bitirdiğimde ben de izlemeli miyim?"

Ona herhangi bir şey söylemeden önce biraz düşünüp söyleyeceklerimi zihnimde toparladım. "Açıkçası olay örgüsü bakımından her türlü kitabı tercih ederim. Filmde değiştirmelerinden hoşlanmadığım bir sürü şey gördüm, ama şöyle de bir gerçek var ki, bence filmdeki Henry Tilney kitaptakinden çok daha iyi."

"Tamam, sakın daha fazlasını söyleme. İzleyip kendi gözlerimle görmek istiyorum. Sonrasında da neden böyle düşündüğüne dair tahmin yürüteceğim."

Gülümsedim. "Pekâlâ, sen nasıl istersen."

Bir süre sessizlik içinde yürüdük. Parkla aramızda çok az bir mesafe kalmıştı ki, Luke konuşarak sessizliği bozdu. "Canının neden sıkkın olduğunu söylememekte kararlı mısın?"

Derin bir nefes alıp verdim. Neden sadece peşini bırakmıyordu ki? "Daha önce de söylediğim gibi Luke, canım sıkkın değil."

Beni duymamış gibi yaptı. "Seth'le mi ilgili? Aranızda bir sorun mu çıktı?"

"Hayır, aramızda sorun falan çıkmadı. Üstelik canım da sıkkın değil."

Dediklerimi umursamadan konuşmaya devam etti. "O zaman belki de Hazel bir şey demiştir?"

Başımı sağa sola salladım. "Boşuna uğraşıyorsun Luke."

"Belki," dedi kendinden emin bir ses tonuyla, "çok küçük bir ihtimal, April'dan hoşlanmamışsındır?"

April'dan bahsederek hedefe bu kadar yaklaşmasını hiç beklemiyordum, bu yüzden şaşıp kalmak dışında hiçbir şey yapamadım. Eğer ondan hoşlanmadığımı düşündüyse, kıskanmış olduğumu da fark edebilirdi. Bunun olmasını hiç istemezdim, çünkü April'ı kıskanmaya hakkım yoktu. Ayrıca onu kıskandığımı düşünmesi cevap veremeyeceğim sorular doğururdu.

"Yüzündeki ifadeye bakılırsa yanılmıyorum."

"Sana söyledim," dedim üstüne basa basa, "canım sıkkın değil. Anlaman için kendimi daha kaç kez tekrarlamalıyım?"

Biz sonunda parka giriş yapıp yüksek ağaçların yanından geçerken güldü. "İyi bir yalancı değilsin Prudence."

Gerildiğim zamanlarda hep olduğu gibi sağ gözüm seğirdi. "İyi bir yalancı olmama gerek yok, çünkü yalan söylemiyorum."

"Yine de April'dan hoşlanmadın, değil mi?" diyerek üstüme gelmeye devam etti. "Nedenini benimle paylaşmak ister misin?"

Bakışlarımı ondan kaçırıp ellerimi kot pantolonumun cebine soktum. "Aynı soruyu neden ona sormuyorsun? Çünkü düşününce, bizi tanıştırmana rağmen yok sayıp seninle konuşmaya devam eden oydu."

Başını salladı. "Evet, bu gerçekten kaba bir davranıştı."

"Üstelik," dedim onayından cesaret alarak, "sen gelmeden önce kafama top atmıştı."

Kaşlarını çattı. "Ciddi olamazsın."

"Ciddiyim. Ayrıca, şikâyet etmek gibi olmasın, ama benden özür bile dilemedi."

Luke duyduklarına gerçekten şaşırmışa benziyordu. "Bu şekilde davranabileceğini hiç düşünmemiştim. Kimya dersinde tanıştığımızdan beri bana karşı oldukça nazikti."

Tabii ki de öyle olacaktı, sonuçta avcıların olayı buydu; avlarını yakalayabilmek için onları ürkütmekten kaçınırlardı. "Sana iyi davranıyorsa sorun yok, boş ver gitsin."

"Sırf bana iyi davranıyor diye sana karşı olan tavrını görmezden gelebileceğimi mi düşünüyorsun gerçekten?" İnanamayarak baktı bana. "C'est complètement faux, mon amour. Sana bir tanesinin bile değmeyeceğini bilsem, kafama yüzlerce top atılmasına razı olurdum."

Keşke böyle şeyler söylemek yerine beni öpüverseydi. En azından bu, ölmek için çok daha kısa bir yol olurdu. Hem o arada söylediği Fransızca cümle de neyin nesiydi? Luke Hemmings, ona düşüşümü hızlandırmak için elinden geleni yapıyordu cidden.

"Sadece benim yüzümden kimseyle aranın bozulmasını istemem," dedim gergin bir şekilde. "Ayrıca biliyorsun ki Fransızca bilmiyorum. Az önce ne dedin?"

"Birileriyle aram bozulacak diye endişelenmene gerek yok Prudence." Eliyle yanından geçmekte olduğumuz bankı işaret etti. "Şuraya oturalım mı?"

Önerisine itiraz etmedim. "Olur, oturalım."

Çok geçmeden manzarası kocaman ağaçlar ve yeşillik olan banka birbirimize dönük olacak şekilde oturmuştuk. "Hey," dedim merakla, "hâlâ bana çeviri yapmadın."

Elini saçlarının arasına sokup bana gülümsedi. "Sadece 'bu tamamen yanlış' dedim, o kadar."

"Emin misin? Sanki daha uzun bir cümle kurmuşsun gibi gelmişti. Hatta içinde anlamına aşina olduğum bir kelime duyduğuma bile yemin edebilirim."

Gülümsemeye devam etti. "Bilirsin, diller birbirine benzer."

Dudak büzdüm. Nedense ona hiç inanmıyordum. Eğer konuyu değiştirmeseydi, muhtemelen benden kurduğu cümle ile ilgili birkaç soru daha duymak zorunda kalırdı.

"Demek dönem aşklarını okumayı seviyorsun, ha?"

Tekrar kitap sohbetine dönmemiz beni güldürdü. "Aslına bakarsan izlemeyi daha çok severim. Okuduğum şeylerin film haline gelerek somutlaşması çok hoşuma gidiyor. Tabii eğer uyarlama iyi olmuşsa..."

"Genel olarak da izlemeyi okumaya tercih ediyormuş gibi konuşuyorsun."

"Sanırım öyle," dedim tahmininin gerçekliğini kabul ederek. "Bu ne kadar doğru bilmiyorum, ama kitaplığımda kitaptan çok DVD var."

Dişlerini göstererek sırıttı. "Artık kimse DVD almıyor sanıyordum?"

"Ben alıyorum," dedim omuz silkerek. "Peki ya sen? Yani Jane Austen okumanın özel bir sebebi var mı? Yoksa sadece denk mi geldi?"

Gözlerini gözlerimden çekip etrafımızdaki ağaçlara bakındı. "Jane Austen annemin favori yazarıydı."

Kaşlarım çatıldı ve sonucunu düşünmeden bir soru sormaktan kendimi alamadım. "Yazarıydı mı? Artık değil mi?"

Dudağını dişledi. Soruma cevap verirken benimle hiçbir şekilde göz teması kurmadı. "Annemi geçen yıl kaybettik."

Luke'un ağzından çıkan cümle kalbime kocaman, keskin bir bıçak gibi saplanıverdi. O kadar şaşırmış ve üzülmüştüm ki ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Sessizlikle geçen bir sürenin ardından kendimi toparlayabildiğimde, "Çok üzgünüm," diyebildim sadece.

"Evet," dedi gözleri tekrar benim gözlerimle buluştuğunda, "ben de öyle." Derin bir nefes alıp verdi, sonra konuşmaya devam etti. "Onun okumayı sevdiği şeyleri okumak hoşuma gidiyor. Bazı kitaplarının içine bir sürü not düşmüş. Kitaplarıyla birlikte notlarını okuyunca benimle konuşuyormuş gibi hissediyorum. Sanki hâlâ bana söyleyecek bir şeyleri varmış gibi..."

Elimi uzatıp dizinin üstündeki elini tuttum. Bakışları ellerimize kaydı, burukça gülümsedi. "Kimyadaki başarım da ondan geliyor. Kendisi kimya öğretmeniydi."

"Senin üstünde harika bir iş çıkarmış gibi duruyor," dedim ona hayranlıkla bakarak. "Hayatımda hiç senin gibi birini tanımamıştım."

Mavi gözleri dikkatle benimkilere kilitlendi. "Buraya babam yüzünden taşındık. Fransa'da çok fazla anı olduğunu, taşınmanın bize iyi geleceğini söylemişti. Onun gibi düşünmüyordum Prudence. Fransa'dan hiç ayrılmak istemedim. Fakat şimdi iyi ki gelmişiz diyorum. Çünkü aksi takdirde seninle asla tanışamazdım."

Kalbim hızla çarparken elini daha sıkı tuttum. "Geldiğin için çok mutluyum Luke. Hakkımda böyle düşünmene sebep olacak ne yaptım bilmiyorum, ama her ne yaptıysam iyi ki yapmışım."

Hafifçe tebessüm etti. "Sadece kendin olarak yapılabilecek her şeyi yaptın zaten."

Güldüm. Daha önce sadece kendim olmak bana hiç bu kadar harika hissettirmemişti ve şu an hissettiriyorduysa, bu kesinlikle Luke sayesindeydi.


Sadece yorum istediğimde yorum yapıyor olmanız biraz üzdü arkadaşlar:(( Umarım bu şekerpare bölümü tatlı yorumlarınızla ödüllendirirsiniz ^-^

Continue Reading

You'll Also Like

217K 22.6K 35
taehyung kırmızı defterini kaybeder 290423, tk ☁️
5K 1K 20
Bütün bu metal yığını, dedim. Görüp görebildiğim her şey. Kıt aklımı öyle bir karıştırıyor ki, alışmakta hâlâ öyle zorlanıyorum ki, neyin gerçek neyi...
511K 58.7K 34
alfa jungkook, en yakın arkadaşının kardeşi olan omega taehyung'a deliler gibi aşıktı.
408K 37.4K 33
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...