ZAMANSIZ SEVGİ

By Derunimeyus

779K 29K 7.9K

"Tüm gökyüzünü gözlerine taşımışsın. O maviliği bazen kara bulutlar örtmüş, bazen sağanak almış; hiç utanmada... More

Tanıtım
GİRİŞ
1.KÂBUS
2.İLLÜZYON
3.KARA DELİK
4.UMUTSUZLUĞUN ÇATLAKLARINDAN FİLİZLENEN UMUT
5.ZAMANIN ÇATLAYAN BEL KEMİĞİ
6.ÖZGÜRLÜĞÜN ESİRİ
7. DÜŞEN MASKELER
8.MAĞLUBİYETTEN DOĞAN GALİBİYET
9.YALAN TEMELLERE İNŞA EDİLMİŞ ÇÜRÜK BİR HAYAT
10.KARANLIĞA ESİR EDEN YILDIZLAR
11. SARSICI İDDİA
12.AYRILAN YOLLAR
13. AYNI KAN
14.GEÇMİŞİN YANGINI GELECEĞİ TUTUŞTURUR
15.YARALAYAN OLMAK
16.GEÇMİŞE YOLCULUK
17.NEFRETLE SAVAŞAN SEVGİNİN GETİRDİĞİ YIKIM
18.ALTANAVLA, BAŞLANGIÇ VE SON
19.ACIYI KUCAKLAYAN GÖĞE İTİRAF
20.SEÇİLMİŞ
21. BİLİNMEDEN YAPILAN TERCİH
22.ZAMANIN KALBİ
24. İMKANSIZLIKTAN İMKANA
25.AŞKIN ÖNÜNDEKİ GURUR
26. KATİL
27.GÜÇ
28.BİLİNMEZLER ALEMİ
29. ASRAL
30.İHANETİN SIZISI
31.GEÇMİŞİN İZİ;BUGÜN
32.İKİ YÜZLÜLÜĞÜN ACISI
33.GELECEĞİN GÖBEK BAĞI GEÇMİŞ
34.AZRAİLİN KESKİN SOLUĞU
35.YILLARIN GÜNAHI
36.ANNE SÖZÜ
37.SON ŞANS,GÖK'ÜN AFFI
38.GÜÇ BİRLİĞİ, SON SAVAŞ
39. GERÇEKLEŞEN HAYALLER
40. NEFRETİN KIRILMA NOKTASI
41.İLK UYANIŞ-SORGULAMA

23.KURŞUN

12.4K 594 283
By Derunimeyus

Merhaba hepinize! Lütfen oy vermeyi unutmayalım, beni motive eden en önemli şey oy ve yorumlarınız çünkü:)

Keyifli okumalar, öpüldünüz!💜

Bölüm şarkısı; A New Way to Hate- Wake Up Hate

Dünya'nın her insan için dönmeyi bıraktığı bir an vardır. Ve o andan sonra artık tersine dönmeye başladığı bir dönüm noktası...

Her idrak ettiğim gerçeğin benim için bir dönüm noktası olduğunu düşünürken, daha fazlası olamaz artık dediğim an, daha fazlası gerçekleşiyordu. Dönüm noktalarımın çetelesini tutamaz olmuştum bir süre sonra. Yürüdüğüm yolda attığım adımın her biri benim için ardında başka bir gizemin yattığı yeni kapının anahtarını avcum içine bırakıyordu. Etrafıma bakındığımda nerede olduğumu bende kestiremez olmuştum. Ne bir yön gösterenim ne de bir pusulam kalmıştı geriye. Kendi yolumu kendim bulmam gereken bu dünyada öğrendiğim en önemli şey, ne olursa olsun, o yolda düşmemekti.

Çünkü herkesin beklediği an buydu. Bir düşüş, bir pes ediş, bir gözyaşı... Düşene bir tekme de insanoğlunun vurduğu bu dünya yolunda, yerden kalkmadığın sürece ardından gelenlerin üzerinden gelip geçmekten başka yaptıkları bir şey yoktu.

Kurtarıcı beklemek, yanılgıdan ve kayıptan başka getirisi olmayan bir düşten ibaretti. Uzatılan her eli tutmak, yere her defasında daha sert düşmek demekti.

Elini en sıkı tuttuklarım arasındaydı Algan. Elimi bıraktığında, ruhumun bedenimden ayrılacakmış gibi bir hızda yere çakılmasından anlamıştım bunu. Onun eline tutunmak, peşinden sürüklenmekle eş değerdi. Çünkü o kadar hızlı koşmuştu ki, ardından sadece sürüklenerek ruhumda yeni yaralar açmakla kalmıştım.

En sonundaysa birleşen ellerimizin ayrılması kaçınılmaz olmuştu. Sonrasında yollarımızın ayrılması da... Onu eskisi gibi bulamadığım için kızmıyordum. Çünkü bir gün, ileride bir yerde yollarımızın yeniden kesişeceğini ikimizde bilemezdik. Bensiz geçtiği yollarda aldığı darbeler, en sonunda onu bana tamamen yabancı kılmıştı.

Ve benim geçtiğim yollardaysa, bir adım, bir gerçek; bir gerçek ise bir acı işlemişti yüreğime.

Kendimle beraber onu da sürüklemek istemezken, belki de daha çok yaralanmasına neden olmuştum ikimizin de.

On sekizimde tanıştığım adamı, yirmi yaşıma az bir zaman kalan ilk önce benden çalınan anılarla kaybetmiştim. İlk ayrılığımız buydu. Algan hafızamdan silinerek benim için yoldan geçen herhangi bir yabancı olduğunda, onun her gün yanımdan saniyelikte olsa geçip gidişini anımsadım.

Bıkmadan, her gün aynı yerde ve saatte o sokakta... O bizim için pes etmemişti hiçbir zaman. Anılarımızı kendinde yaşatmaya ve zihninin en değerli bölgesinde var etmeye devam ediyordu. Bunun onun için nasıl bir tükeniş olduğunu bilemezdim ta ki şimdiye kadar...

Ortak geçmişimizi devamlı birbirimize emanet ediyorduk sanki. Benim unuttuklarımı, o taşımıştı yıllar boyu. İşte şimdi de, bunu sırtlanma görevi bendeydi.

Tıpkı karşımızdakilerin bizden istediği gibi. Elbette ikimizin de anılarını aynı anda silerek birbirimizi tamamen kaybetmemizi sağlayabilirlerdi. Ancak onların istedikleri bu değildi. İkimizden birini, daima çaresizlik içinde bırakmak; birinin kurduğu hayatı diğerinin günden güne tükenen gücüyle izlemesiydi. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

Her an mücadele vermek, insanı yıpratırdı. Onların elde etmeyi amaçladıkları şey de tam olarak buydu; en sonunda, pes etmek.

Ancak bunu yapmama kararımı, şimdi pekiştirir gibi oturduğum yerde daha da dikleştirdim omuzlarımı ve kararlı bir duruşla karşımda bana pür dikkat bakan Hakan'a baktım. Ondan aldığım bakışlarım ağırca, yüzlerini gizlemeye devam eden siyaha bürünmüş suretlerde gezindi.

Onlara göre, eğer kendi zamanımın koruyucusu dışında, başka bir sadığın yüzünü görürsem, sadece zamanda sapma değil daha birçok felaket beraberinde gelirdi. Bu nedenle onların sözlerini dahi bana hemen karşımda duran Hakan aktarıyordu. Nasıl anlaştıklarını bilmediğimden dolayı bu durum biraz korkmama neden olsa da, şuan bu durumun üzerinde durup vakit kaybetmeyecektim.

Oturduğum sandalyede arkama yaslandığımda, gözlerim etrafta gezindi düşünceli bir halde. Restoranın oldukça geniş deposunu aydınlatan cızırtılı bir lambanın altında, eskimiş masanın etrafında toplanmıştık.

İkide bir Hakan'ın yüzüne dönen bakışlarım, yine tüm garipliğiyle onu bulduğunda, bu halimi anlayış içinde karşılayan bir tebessüm belirdi yüzünde.

"Bu..." Sesim pek eşyası olmayan depoda yankılanırken, kısık bakışlarım onu buldu kavrayamadığım şeyi yansıtır gibi.

"Bu nasıl mümkün olabiliyor Hakan? Ben anlayamıyorum hâlâ. Biz kaç yıldır bir aradayken hem de..."

Elim boynumda bir noktayı ovalarken, bulanmış düşüncelerimin içinde boğulduğumu hissetmeye başlamıştım artık. "Böyle bir şey nasıl olur?" Mırıldanarak tekrarladığım kelimelerimle yeniden sessizleştiğimde, sakin ve oldukça temkinli bir şekilde öne doğru eğildi oturduğu yerden.

"Kafan karışık, ve emin ol bunu çok iyi anlıyorum. Sana anlatabileceğim bir şey olsa, inan anlatırım ama bu durum, bir soru çözümü gibi net cevabı olan bir şey değil. Mesela, sen de seçildin Hera. Ama bunun nedenini bilemeyiz öyle değil mi? Dünyada, sonsuz olasılıktaki boyutlar arasında, milyonlarcası var sen gibi, biz gibi. Bu işin, bir mantığı yok." Geriye doğru yaslanarak ellerini masanın üzerine yasladı.

"Bizler daha doğmadan bu görev kaderimize işlenir. Bu sonradan olan bir şey değil. Kanında var olur. Bununla doğar insan. Bununla yaşar ve en sonunda da bununla ölür. Bize düşen şeyse, doğumdan, son nefesini verene kadar vazifemizi yerine getirmek. Hepsi bu."

Masanın üzerinde duran parmakları ağır bir ritimle ahşap yüzeye vurmaya başladığında, gözlerini gözlerime dikerek devam etti. "İnsanlar Hera... En iyisi bile kalbinde kötülüğü barındırır. Sen bile."

Başını ağırca yana doğru eğerek kısılan gözleriyle yüzümü incelemeye başlaması, iyice gerilmeme neden oldu. "Mesela şuan, o tünele geri dönsen, sistemi sonlandırmadan önce belki bir süre daha düşünürdün. Değil mi?"

Sorusuyla bakışlarımı suçlu bir şekilde kaçırdığımda, dudakları hafif bir kıvrımla yükseldi. Hiçbir yadırgama yoktu ifadesinde. "Bunda suçluluk duyacak bir şey yok. İnsanoğlunun damarlarındaki kanda barınır, öfkesi, nefreti, pişmanlığı, mutluluğu, hüznü... Hepsi de tüm bedeninde dolanır kanıyla beraber." İşaret parmağını kalbine götürdü ilk önce. "Kalbinde..." Diyerek bu defa ağırca şakağına vurdu. "Beyninde..."

Elini yeniden masanın üzerine koyduğunda, ağdalaşan düşüncelerimin yoğunluğuyla bakışlarım yeniden gözlerin buldu.

"Bu yüzden insan bir duyguyu, aynı zamanda tüm bedeniyle yaşar. Ancak, tüm bu duygulardan en güçlü olanı şüphesiz, nefrettir. Çünkü nefret hırsı, hırsta nefreti doğurur ve bu ikisi bir araya geldiğinde, yalnızca bedenini değil, tüm ruhunu da satın alır, seni tamamen ele geçirir. İşte o zaman insanın yapamayacağı hiçbir şey yoktur şu yeryüzünde."

Bir süre duraksadığında gözleri diğer sadıklar üzerinde dolandı ağırca. Düşüncesinde hepsiyle fikir birliğine varmış olacak ki, en son dudakları aralanırken bakışları üzerimdeydi. "Bizlerin görevi de, ruhunu nefretine satanların, ruhlarını almak. Çünkü bir ruh, tamamen hırsa bürünmüş bir bedenin içinde ancak tutsaktır. Ona özgürlüğünü vermek, bizlerin ilk önceliği. Ancak böylelikle yeryüzünde, insanın olduğu yerde huzur sağlanılabilir. Aksi halde insanların kendi kendilerini yok etmesi elbette kaçınılmaz ve oldukça kısa bir son olurdu."

Parmaklarım boynumun ince derisini daha sert ovduğunda, sözlerini sindirmeye ve görevlerini anlamaya çalışıyordum. Onlar varken dahi dünya bu haldeyse, olmadıkları zamanın nelere sebebiyet vereceği gerçeği kanımı dondurdu bir anlığına.

"Dünyayı tamamen iyi bir yere çevirmek elinizdeyken, neden bu olanlara izin veriyorsunuz?" Aklımı kazıyan soru dudaklarımdan dökülürken, Hakan'ın ciddi ifadesi yumuşadı bir anda. Dudakları yeniden iki yana doğru kıvrılırken, tek kaşı da yukarı doğru havalandı.

"O zaman diğer tarafın adaleti diye bir şey kalmazdı değil mi? İnsanların kaderine kadar bizim sınırımız. Birinin bencilliğini, kötülüğünü zihninden veya kalbinden söküp alamazsın. İnsan kaderiyle doğar, elbette nasıl bir insan olacağı onun kendi seçimidir. İşte kimse bu seçimlere müdahale edemez."

Oturduğum yerde rahatsızlık veren bir merakla kıpırdandığımda, kaşlarım hafifçe çatıldı. "Bir insan neden bile bile kötü olmayı seçer ki o halde?"

Tıpkı dünyayı yeni yeni tanıyan bir çocuğun annesine sorduğu soru gibi karşıladı sorumu. Zihnim de aynı o çocuğun saflığıyla doluydu şimdi. İnsanın kaderinde yazmaz mıydı kötülüğü? Sahiden bu seçilebiliyorken, neden insan kötülüğe yönelirdi ki?

"Adı insan çünkü. Hırsı, nefreti bitmek bilmeyen insan... İyi olmak kadar kötü olmakta bizlerin elindedir elbette. Ancak bu dünyada iyiliğin karşılığı, kötülük kadar verilmiyor. Bu da insanı yanılgıya düşüren ilk şey işte."

Gerginlik tüm hücrelerime yayılarak bedenimi ele geçirirken, artık ovalamayı bıraktığım boynumu tenimi sökmek ister gibi kaşımam en sonunda onun da dikkatini çekti. Çatılan kaşlarıyla aniden oturduğu yerden kalkması irkilmeme neden olurken, sert adımlarıyla yanıma gelerek tepemde dikildi.

"Elini çeker misin?" İfadesinin aksine oldukça nazik bir tınıda çıkan sesi kısa bir an bocalamama neden olurken, parmaklarımı ağırca boynumdan çektim.

Kısılan gözleri anında bir noktaya sabitlenirken, giderek sertleşen bakışları endişelenmeme neden oluyordu. "Ne zaman oldu bu?" Fazlasıyla ciddi çıkan sesi üzerine oturduğum sandalyede dikleştiğimde, kısa bir düşünme faslı yaşadım.

Aklıma gelen anla kaşlarım havalanırken, parmağını beni rahatsız eden noktanın tam da üzerine koyan Hakan'ın yüzüne döndüm. "Zaman yolcuğunda. Tünelden çıktıktan sonra tesise gitmek için oldukça kısa bir yolculuk geçirdim ama giderken bir şey oldu. Kendimi bambaşka bir yerde buldum, onu gördün, oradaydı!" Aniden yükselerek oturduğum yerden kalktığımda, kaşları çatılan Hakan'ın dikkatli bakışları üzerimdeydi.

"Kimi gördün?"

Sorusu üzerine, bir an duraksadığımda kaşlarım hafifçe çatıldı. "Ne?"

Bakışları giderek değişmeye başlarken, başını yana doğru eğdi ağırca. "Az önce bir şey anlatıyordun ya Hera? Zaman yolculuğu sırasında başka bir yere gittim dedin. Neresiydi orası?"

Kaşlarım daha da çatıldığında başımı iki yana sallayarak neden ayakta olduğuma bir anlam veremeden yerime geri oturdum. "Öyle bir şeyden bahsetmedim. Biz ne diyorduk en son?"

Elim boynumda kaşınan bir noktayı bulduğunda, tepemde dikilen Hakan'ın kaşları daha da fazla çatıldı ve hızla oturan bedenlere döndü. Onlar sanki onu anlamış gibi aynı anda ayağa kalktığında, ne olduğunu anlamadığımdan ayağa kalkacaktım ki Hakan elini omzuma bastırarak bu girişimimi engelledi.

Endişelenmeye başladığımı belli eden gözlerimi soru işaretleriyle ona çevirdiğimde, sesli bir soluk bırakarak kısık sesle dudakları arasından bir küfür savurdu. Bu şaşırmama neden olurken, parmağını boynumda deminden beri kaşıdığım noktaya değdirdi.

"Anılarınla oynuyorlar. Sikeyim! Ne anlatacaktın Hera? Hadi hatırlamaya çalış, zorla kendini." Diyerek önümde diz çöktüğünde, alttan yüzüme baktı.

Sözleri bedenime bir korku yaymaya başlarken, ellerim anında iki yanımda duran kollarına tutundu sıkı sıkı. "Nasıl? Nasıl oluyor bu? Yine mi başa döneceğim?" Ağlayacağımın sinyallerini veren sesimle endişe tohumları içimde filizlerini salarken, başımı iki yana salladım.

"Lütfen bir şey yap Hakan. Yine olmaz. Yapamam. Lütfen engelle."

Güven verici bir gülümsemeyle yüzüme baktığında, kolunu tutan elimin üzerine elini koyarak ayağa kalktı. "Sakin ol. Hiçbir şeyin başa falan döndüğü yok. Unutmayacaksın Hera. Sistemi kapattın. Sadece..." Gözlerini kapatarak derin bir soluk bıraktı.

"Sadece beynine erişerek bazı yaşadıklarını hayal sanmanı sağlayacaklar. Hiç var olmamış gibi, unuttuğun bir rüya olarak kalacaklar. Şimdi sakinleş ve odaklan. Tünelden çıktıktan sonra, zaman yolculuğu yaparken farklı bir yere gittiğinden ve birini gördüğünden bahsettin." Gözleri boynumla yüzüm arasında mekik dokurken, devam etti.

"Boynunda bir iz oluşmuş, onu anlatıyordu. O sırada olmuş olmalı." Gözleri gözlerimi bulurken, ellerini iki omzuma koyarak hafifçe sıktı.

"Bu bir tür yardım işareti Hera. Boynunda bu sembolün izi çıkmış. Muhtemelen yanına gittiğin kişi, şuan yardıma ihtiyacı olan biri. Korkma, biz buradayız kimse sana bir şey yapamaz bu mümkün değil. Hadi güzelim düşün. Tamamen odaklan."

Zaman koruyucuları etrafımı sararak beni ortalarında bıraktıklarında, anında eğildiği yerden kalkan Hakan'a diktim gözlerimi. "Kapat gözlerini."

"Neden?" Kısık sesli fısıltım ona ulaştığında, o da diğer zaman koruyucuları arasındaki yerini alarak tam karşıma geçti ve çemberin içine dahil olarak ortada kalmama neden oldular.

"Kendi zihnine girmeni sağlayacağız. O andan, en ufak bir şey dahi olsa hatırlaman yeterli. Kendini yeniden orada bulacaksın. Sakın korkma, bu sadece rüya gibi hissedeceğin bir yolculuk olacak senin için. Oradaki hiçbir şey sana fiziksel bir zararda bulunamaz, unutma Hera."

Derin bir soluk alarak omuzlarımı dikleştirdiğimde, gözlerimi sıkı sıkı kapatarak sessizce kendi zihnime odaklanmaya çalıştım. Tünelden çıktığım an geldi gözlerimin önüne. Beni bekleyen Zada'ya sarılışım... Yolculuğun başladığı an...

Kaşlarım hafifçe çatılırken, yolculuk anının bittiğini sandığım o an bir anda gözlerimin önünde belirdi. Bembeyaz, boş bir oda...

Aklıma gelen bu anla, bedenimin karıncalanmaya başladığını hissettiğime, soluğum kesilir gibi oldu kısa bir an. Boğulacağım düşüncesiyle emir veren beynim üzerine gözkapaklarım aralandığında, yine o beyaz odanın bir köşesinde ayakta dikilirken buldum kendimi.

Bunu yaşıyor olmaz kısa süreli bir ürperti yaydı tüm vücuduma. Sertçe yutkunarak etrafıma bakındığımda, birkaç saniye sonra odanın tam da ortasında yayılan yoğun mavi ışık huzmesiyle gözlerim kısıldı. Geçen zamanın ardından buraya gelen kişiye bakmak için gözlerim yeniden aralanırken, kendimle karşılaştım.

İrileşen bakışlarımla afallamamdan dolayı dilim tutulmuş şekilde kendimi izlerken, etrafına bakınan karşımdaki ben kendimi görmedi. Bu biraz olsun rahatlamama neden olurken, zihnimin içinde yalnızca olayları izleyen üçüncü bir göz olduğumu anladım. Birkaç dakika etrafına bakınan diğer ben, saniyeler sonra kulakları sağır eden o sesle ellerini kulaklarına götürdü.

Şimdi bu sesten etkilenmediğim için daha da rahatladığımda, o anki yaşadığım acıyı anımsamak bile yüzümün acıyla kasılmasına neden oldu. Öldürücü derecede kuvvetli ve tahammül edilemeyecek seviyede bir sesti.

Odanın ortasında ki Hera gözlerini kapatmış, olacaklardan korkarak beklerken aynı anda duyduğumuz sesle, gözlerini inanmak istemiyormuş gibi aralamadı.

"Buradayım."

O ses tekrarladı.

"Hera, buradayım."

Tüm itirazlarıma ve inanmayışlarıma rağmen sonunda gözlerimi araladığımda, gözlerini kapatan bu defa anılarımı izleyen bendim. Çünkü bundan sonra kalbimde hissettiğim o endişe ve korku o kadar yüksek bir seviyedeydi ki, bunu yeniden yaşıyor olmak dayanamayacağımı düşündürttü.

Su dolu bir camın ardında bedeni onlarca kabloya bağlanmış Algan'a kapalı gözlerini açması için hemen önünde çaresizce yalvarışlarım ve gücümün yetmeyeceğini bilmeme rağmen parmaklarımı kırarcasına o aramızdaki cama vurmamı izledim bir süre.

Tüm bu çabam dakikalar sonunda bir bedenin arkamdan tutarak kendine doğru çekmesiyle son buldu. Yüzünü bir türlü göremediğim bedenin yüzüne şimdi bakabilmek için yanına doğru adımladığımda, beni göremeyeceğinin ve zarar veremeyeceğinin rahatlığıyla ilerlemeye devam ettim. Artık onun kim olduğunu görebilirdim.

Adamın boynumu sıkan kolları arasında oldukça çaresiz şekilde çırpınırken, Algan'la tehdit etmeye başlaması üzerine aramızda az bir mesafe bırakarak durdum.

Ancak o an yaşamadığım bir an gerçekleşmeye başladı. Boynumu sıkan adamın bakışları, bu anı izleyen bana döndüğünde olduğum yerde irkildim.

Göz gözeydik.

Beni, benim zihnimin içindeyken nasıl görebildiğini anlayamazken, siyah maskesinin altından belli olan bir gülüşle kıvrıldı dudakları.

"Sana 'eğer durmazsan, zarar görür' demiştim Hera."

Sözleri soluklarımın hızlanmasına neden olurken, içimden defalarca tekrarladığım gerçekle aralandı dudaklarım. "Hiçbir şey yapamazsın."

Tek kaşı alaylı bir ifadeyle yukarı doğru kalktığında, iki yanımda yumruk olan ellerimi gevşeterek yutkundum. "Sebep? Bak, şimdi buradayım işte..." Gözlerini etrafta gezdirdi ve yeniden bana döndü.

"Hiç olmayan bir anı yaşıyoruz şuan Hera. Sence de istediğimi yapabilecek bir güce sahip değil miyim?"

Sözleri üzerine bu defa benim dudaklarım iki yana kıvrıldığında, sahte bir düşünür ifadeyle baktım yüzüne. "Peki, sence de normal olmayan bir şey yok mu?"

Bu tavrımı beklenmedik karşılayarak alayından sıyrılmayan ifadesiyle, sözlerimi cidden düşünürken, başımı ağırca omzuma doğru eğdim. "Farkında mısın bilmem ama şuan tam olarak, benim zihnimdeyiz."

Silinen gülüşümle beraber daha fazla gizleyemediğim, kendini açık eden nefretimle gözlerimi, içimdeki soğuklukta tüm ruhunu boğmak istediğim adama sabitledim. "Anlayacağın o çok övündüğün güç, burada sende değil, bende."

Sinirle sesli bir kahkaha attı. "Hiçbir halt yapamazsın. Çok geç kaldın. Algan'ı kaybettin artık Hera."

Başımı iki yana sallayarak elinde sıkı sıkı tutarak esir aldığı diğer benin boynunda tuttuğu, keskin demiri parlayan bıçağı elinden sökercesine aldım.

"Ben istemediğim sürece hareket edemezsin. Hatta..." Adımlarım tam önünde durduğunda, olduğu yerde taş kesen adamın kulağına doğru yaklaşarak kısık bir sesle mırıldandım.

"Ben istemediğim sürece, nefes bile alamazsın. Yaşayamazsın..." Ağırca geriye doğru çekildiğimde, yüzünü her ne kadar istiyor olsam da göremeyeceğimin bilincindeydim. Bunu daha önce bilmiyordum ancak şimdi zihnim bana sınırlarımı öğretir gibiydi.

Onlarla aynı anda ortak ana gelmiştik ancak tek fark, burası benim yerimdi. Yaşanılanların gerçeklik boyutu üzerinde çok fazla oynamayacağımı da biliyordum. Yüzünü hiç görmediğim için, zihnimin bana bunu yaptıramayacağı gibi...

Elimdeki ucu keskin bıçağı ağırca boynunda ki, tam da benim aynı yerde yardım izinin oluştuğu kısımda gezdirdiğimde, sıktığı dişleriyle hareketlerimi izleyen adama baktım.

"Korkma, fiziksel olarak bir şey olmayacak..." Elimdeki bıçağı acelesiz şekilde tam da boynumda sızlayan o aynı noktaya yatay şekilde bastırarak tenini yarmaya başladığımda, donuk bir ifadeyle kulağına doğru fısıldadım.

"Ama hissetmemen için, bir söz veremem." Onun da zihni şimdi burada olduğu için her türlü acıyı hissedecekti fakat tüm kontrol bende olduğundan, bana hiçbir zararı dokunmazdı. Ne fiziksel ne de psikolojik...

Oysaki, zarar verecekleri kadar vermişlerdi ve vermeye de devam ediyorlardı. Ruhuma ilmek attıkları acının izi, sızlamaya devam ediyordu. Benim canım yanıyorken, başkasının canı yanmasın isterdim. Fakat bu yolculukta öğrendiğim şeylerden biri de, canının yandığı yerden, o yarayı açanlarda da aynı yarayı açmam gerektiğiydi.

Çünkü sizin için, sizden başka kimse mücadele etmiyordu bu dünyada.

Tüm yersiz endişelerimi, korkularımı bir kenara bırakarak üst üste yığdığımda, bana kalan nefretim oldu. Nefretin avuçlarına doğdu hırs tıpkı küçük bir bebek gibi ve nefret ona gözü gibi baktı. Besledi, büyüttü, herkesten, her şeyden, tüm iyi duygulardan sakındı. En sonundaysa büyüttüğü hırsın elini bıraktığında, sahnenin ışıkları ona çevrildi. Karanlıkta kaldı tüm mutluluklar, merhametler ve şefkatler... Şimdi sahne, hırstaydı. Nefret ise gözündeki gururla yetiştirdiği hırsın ellerini kana bulayışını izlemekle yetindi hemen ardından. Çünkü hırsı düştüğünde, onu destekleyecek ve yeniden dirilterek ayağa kalkmasını sağlayacaktı.

İşte, nefret ve hırs buydu. Birbirini destekleyen, iki güçlü duygu. İnsanın gözünü kanlı parmaklarıyla kapatarak eline kör bir bıçak veren, o bıçağın hedefini senin için kulağına fısıldayan ensene nefesini daima üfleyen intikamdı.

Elimdeki bıçağı şimdi yere doğru bakacak şekilde tutmaya devam ettiğimde, keskin, parlak metalin ucundan akan kanın koyu kırmızı rengi damladı beyaz zemine.

Bir damla, iki damla, üç damla ve hemen ardından onu takip eden diğerleri...

Gözlerimi ağırca kanın biriktiği yerden alarak parmaklarını boynundaki kesiğe sarmış, dizleri üzerine acı içinde çöken adama diktim. Romos'un kılığına girmeyi başarmış, Hakan'ın yerine geçemediğindeyse tüm inadıyla karşımıza dikilen o adama...

Şimdi canıyla cebelleşen adama...

Elimdeki bıçağı bırakmadan tam karşısına ağır adımlarla yaklaştığımda, odadaki her şey bir bir kayboldu. Diğer ben, su dolu camın içinde ölüden farksız duran Algan, renkler dahi solgunlaştı.

Beyaza, ilk kir bulaştı. Kandı bu. Beyazın tüm masumluğunu yitirmesine neden olan, o ilk lekeydi...

İçimde kırıntısı bulunana saflığında kaybedişiydi.

Tam tepesinde dikildiğim adama doğru eğildim hafifçe ve elimi omzuna koyarak parmaklarımla sıktım canını daha fazla yakmak ister gibi. Başını yukarı doğru kaldırarak gözlerini gözlerime çevirdiğinde, orada kırılmaya başlayan cesaretin tamamen yok oluşunu izledim. Acısı mürekkep gibi gözbebeklerine dağılarak genişlerken, o siyahlık kalbimin üzerine de düştü aynı zamanda. Giderek yayıldı tüm siyahlığıyla beyaza yer bırakmak istemez gibi.

Yüzüne biraz daha eğildiğimde, geriye çekilmek istemesine karşı omzunu daha da sıktım. "Şimdi o tasmanı sıkan korkak sahiplerine ilet, bu bıçağın hedefi artık onlar."

Ağırca geriye doğru çekilerek dikleştiğimde, sıkı sıkı tuttuğum kana bulanmış bıçağı üzerindeki pantolonun kenarına sıkıştırarak durmasını sağladım. Uyandığında, bu da onunla beraber olacaktı. Kendi kanıyla beraber.

"Bir dahaki sefer, onların kanıyla mühürleyeceğim."

Kısık iniltilerle kendini geriye atan adam sırtını duvara yasladığında, ardındaki beyaz duvara kendi kanının rengi de kanıştı.

Hâlâ burada duruyor olmasına karşı gözlerini etrafta gezdirerek kısık sesli bir küfür savurdu. Dudaklarım yeşeren korkusuyla ruhsuzca iki yana kıvrıldığında kesiğin üzerine bastırdığı parmakları arasından sızmaya başlayan kandan aldığım gözlerim yeniden ona döndü.

"Gidemiyorsun değil mi?" Sorumla odağını kaybeden endişe dolu bakışları beni bulduğunda, sıklaşan soluklarıyla yanan canı yeniden acı dolu bir inilti dökülmesine neden oldu dudakları arasından.

"Alın beni buradan! Çıkarın artık." Yardım isteyen sesiyle başımı iki yana salladım.

"Bunu ben istemediğim sürece yapamazsın."

Kısılan bakışları beni bulduğunda, gözlerine yansıyan acıyı izledim sessizce. Ruhumun çektiği acının, fiziksel halini çekiyordu. Uyandığında izi bile kalmayacaktı bedeninde ancak şimdilik çektiği bu acının ona yetmesini umdum. Amacım, yanındakilere gereken mesajın ulaşmasıydı.

Sesli bir soluk bırakarak gözlerimi kapadığımda, saniyeler sonra bir karanlık kapladı gözlerimin önünü. Soluk seslerim kendi zihnim içinde yankılanırken, derin bir uykudan uyanır gibi aralandı gözlerim.

Boğulur gibi soluk soluğa uyandığımda, odağını şaşıran gözlerimle öne doğru eğilerek ellerimi boğazıma sardım. Feci bir acı tüm bedenimin kasılmasına neden olurken, aldığım nefesin dahi canımı yaktığını hissediyordum.

Omuzlarıma yerleşen ellerin baskısıyla irkilsem de bu temasa karşı koyamayacak kadar güçsüzleşmiştim. "Kafayı mı yedin sen?!"

Hakan'ın yüksek sesiyle, tepemde dikilenin o olduğunu anlamam uzun sürmedi. Öne doğru meyillenen bedenimi sertçe geriye doğru iterek dik durmamı sağlarken, çatılan kaşlarıyla yüzüme üstten bakışlarıyla bakıyordu.

"Başını yukarı kaldır, eğme. Canını daha çok yakıyorsun." Dediğini yaparak başımı geriye doğru attığımda, içime çektiğim derin soluklarla kapanmak isteyen gözlerimi zorlukla açık tutmaya çalıştım.

Tavanla kesişen bakışlarım bir süre orayı izlerken, kuruyan dudaklarım arasından oldukça kısık bir fısıltı döküldü. "Algan."

"Gördük her şeyi. Yorma kendini, biraz toparlan." Hırçın çıkan sesi kulaklarıma dolduğunda gözlerim onu buldu.

Asi bakışları gözlerimle buluştuğunda, bitik halime rağmen iki yana doğru kıvrılan dudaklarımla mırıldandım. "Başardım ha?"

Sorum yüzündeki keskinliğin biraz olsun yumuşamasını sağlarken, başını iki yana doğru sallayarak sesli bir soluk bıraktı. "Başardın inatçı keçi. Başardın."

Sertçe yutkunarak gözlerimi kapatıp açtığımda, ellerini omuzlarımdan uzaklaştırdı biraz daha iyi olduğuma kanaat getirerek. Bir iki adım uzaklaşarak masaya yaslandığında, kollarını da göğsünde birleştirerek hesap sorar bir kişiliğe büründü.

"Aynı anda senin de zihnine girmeye çalışmışlar. Tam da, ortak bir anda buluştunuz. Ama böyle bir şeyin olacağını asla tahmin etmezdim. Zihninin seni yönlendirmesi gerekiyordu Hera. soyut bir ortamda birine fiziksel bir zarar vermenin sende yol açacağı şeyi biliyor olman gerekiyordu. İnsan kendi zihnine sızdığında, geride kalmış tüm bilgiler gün yüzüne çıkar, ulaşılır hale gelir."

Kısılan bakışları yüzümde gezinirken devam etti sözlerine. "Neden yaptın? Kendi canının yanacağını, zihnindeki o boşlukta sonsuza dek esir kalabileceğini bile bile neden zarar verdin o adama?"

Yüzüne kısa bir bakış atarak etrafta gözlerimi gezdirdiğimde, diğerlerinin çoktan gitmiş olduklarını gördüm. Yalnızca o ve ben vardık. "Üstesinden gelebileceğimi düşündüm."

Anında bir itiraz yükseldi dilinden. "Ama gelemeyebilirdin de!"

Omzumu kaldırıp indirdiğimde bakışlarım onu buldu dudaklarımdaki sırıtan ifadeyle. Tek gözünü kırparak başını iki yana salladı huysuzca. "Ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi yüzüme yüzüme?"

"Ne gündü ama...Akıl sağlığımı nasıl hâlâ koruyabiliyorum sahiden şaşırıyorum biliyor musun?" Mırıldanarak havalanan kaşlarımla ona baktığımda, sözlerim üzerine gözleri daha da kısılırken işaret parmağı beni hedefi altına aldı.

"Bu korumuş halin mi?" Alaylı sesi üzerine bu defa kaşlarım çatıldığında, ters bir bakışla baktım yüzüne.

Dirseklerimi dizlerime yaslayarak ellerimi çeneme yaslarken, derin bir soluk bıraktım tüm aklımdaki sorulara ithafen. "Şimdi ne olacak?"

Ciddileşen sesim üzerine alaylı ifadesinden sıyrıldığında, göğsünde birleştirdiği kollarını çözerek ellerini geriye doğru, yaslandığı masanın yüzeyine koyarak düşünceli bakışlarını rutubetlenmiş duvarda gezdirdi.

"Ortalık biraz karışacak." Diyerek yeniden sessizliğe büründüğünde başımı önüme doğru eğerek parmaklarımı saçlarım arasına geçirdim.

Her şey çok normalmiş gibi onunla içinden çıkamadığım meseleleri konuşuyordum ancak kabullenmiş değildim onun konumunun gerçekliğini hâlâ. Bu yaptığım yalnızca rolüme uygun davranmaktı. Gizlediğim kabullenememezlik ve şaşkınlık yerli yerinde kendilerini korurken, bu faslı ne kadar atlatmaya çalışsam da buna alışmanın benim için ne kadar zor olacağının elbet farkındaydım.

Akıp giden akışa bir uyum sağlamadığım takdirde, Algan'a ulaşmamın güçleştiğinin ve hatta belki de gecikeceğimin bilinciydi beni her şeyi kabullenmiş görünmeye iten. En ufak bir duraksamaya dahi zamanım yoktu. Sanki soluklanmak dahi aramızda bir adım mesafe açan bir vakit kaybıydı.

Bundandı şimdi tüm bu olanları normalmiş gibi karşılamam. Aksi halde akışın kuvvetli dalgalarında kaybolup gidecektim.

"Senin için her şeyin üst üste geldiğinin farkındayım Hera." Hakan'ın dalgın sesini duymamla eğdiğim başımı kaldırarak gözlerimi üzerine çevirdim.

"Ama alışacaksın. Her olana, her yaşadığına, her gördüğüne ve duyduğuna alışacaksın, merak etme."

Yutkunarak başımı aşağı yukarı ağırca salladığımda, oturduğum sandalyeden ayağa kalktım. Göğsüm derin bir iç çekişle kabarırken, şu sıralar derin soluklara ne kadar ihtiyacım olduğunu düşündüm. Aldığım her soluk, huzursuzdu çünkü.

"Nerede durmam gerektiğini bilmiyorum Hakan. Anlayamıyorum bir türlü yerimi." Kafamın karışıklığını yansıtan kısık sesimle konuştuğumda, birkaç adım atarak yanıma geldi.

"Olman gereken yeri biliyorsun Hera." Sözleri üzerine bir süre gözlerine baktığımda, bana anlatmak istediği şey üzerine histerik bir gülüşle başımı iki yana salladım reddetmek istercesine.

"Hayır... Saçmalama." Benim aksime oldukça ciddi ifadesiyle durmaya devam ettiğinde, elimle yüzümü sıvazlayarak ani çıkışıma engel olamadım.

"Saçmalama! Nasıl bir yerden geldiğimden haberin var mı senin? Kendin gördün ya, kendin bizzat şahit oldun daha dakikalar önce!" Başımı yeniden iki yana salladığımda, hiçbir şey söylememesi sinirlerimi daha da bozdu.

"Benim yerim orası değil! Anlayın artık. Bana ne olacağı şu saatten sonra umurumda bile değil ama benden onları riske atmamı bekleyemezsiniz." Şiddetle yükselip alçalan göğsümle, ona tüm öfkemi aktarırken benim aksim fazlasıyla sakindi tavrı.

"Eğer sevdiklerini korumak istiyorsan, olman gereken yer tam da orası. Onları korumak istiyorsan aranıza yüzyıllar sokarak yapamazsın bunu." Tam karşımda durarak ellerini omuzlarıma yerleştirdiğinde, başını yüzüme doğru eğdi kararlılıkla.

"Bak... Yapmak istediğin şeyi anlıyorum. Zaman kazanmak istiyorsun. Onları en savunmasız anlarında yakalamak istiyorsun ama bu zaman onlara güç kazandırmaktan başka hiçbir şey değil." Başını iki yana salladı tüm planımı çürütürcesine.

"Yokluğun onlara kazanma fırsatı verir sadece. Gücünün farkında değilsin henüz ama öğreneceksin Hera. Tıpkı benim de bir zamanlar kabullenemediğim bu şeyle, yaşamayı öğreneceksin. Ama bunu kendi köşene çekilerek yapamazsın. Gözlerden uzak olamazsın, anlıyor musun? Aksine, gözlerinin önünde olman lazım. Her an varlığınla onlara rahatsızlık verip, paniklemelerine, acele ederek hataya düşmelerine neden olmalısın. Düşünmelerine vakit bile tanımayacaksın. Daima bocalayarak, tökezlemelerini sağlaman lazım senin. Bunu da ancak oraya gidersen yapabilirsin. Böyle uzakta durarak değil."

Çöken omuzlarımdan aldığı elleriyle deponun kapısına ilerlediğinde, adımları durdu son bir şeyler söylemek ister gibi. "Yine de bu kararı sana bırakacağım. Ne de olsa bazı şeyleri hata yaparak tecrübe edinir insan ancak bu hata sana kaybettirecekse, gerekirse karşında durmalıyım. Bana sorarsan, gitmelisin. Ama, Algan'ı kaybederek bir hayat tecrübesi edineceksen, burada durmaya devam et." Bu onu ilgilendirmiyormuş gibi omzunu silkti.

"Ben her türlü senin yanında olacağım."

Kapıdan çıkarak uzaklaştığında, kendimle baş başa kaldığım odada sıktığım dişlerimi özgür bıraktım. Kontrolsüzce titreyen bedenimle, yakınımdaki sandalyeye bir tekme savurduğumda devrilen sandalyenin çıkardığı gürültü doldu kulaklarıma. Sakinleşmek ister gibi parmaklarımı açıkta kalan saçlarım arasından geçirdiğimde, sessizlik tırmaladı kulaklarımı. Yere çökerek başımı ellerim arasına aldığımda gözlerim beton zeminde takılı kaldı.

Biraz olsun düzene giren soluklarımla saçlarımı çekiştirerek hırsımı yeterince alamamanın verdiği sinirle yeniden ayaklandığımda, sert bir soluk verdim burnumdan. "Hepinizi gömmeden huzur yok bana. Anlaşıldı..."

Kısık sesim bir başıma kaldığım depoda yankılanırken, tahammülsüz ve gitme zorunluluğumdan kaynaklanan huzursuzluğumla dışarı çıktım. Yukarı çıkan merdivenlerin basamaklarını elimde olsa parçalarına ayırıp, un ufak etmek ister gibi bir hırsla adımladığımda, kalabalık alanı taradı gözlerim.

Müşterileri artan restoranda, elindeki tepsiye yemek tabaklarını yerleştiren Hakan'ın ana çabuk dönen tavrı bir süre üzerini kapatamadığım o sarsıntıyı yerinden kıpırdatırken, başımı iki yana sallayarak kendime gelmeye çalıştım.

Takılmam gereken noktalar, daha farklıydı. Odaklanmam gerekiyordu artık. Zihnimin başka yerlere dağılmasına dahi müsaade edecek vaktim yoktu. O adamın da dediği gibi, zaman sahiden de daralıyordu ancak bunun kimin aleyhine olduğu henüz belli değildi. Lehime olması içinse, geç değildi.

Hızlı adımlarım Hakan'ın yanına vardığında, gözlerimi kapatıp açtım kendimi toparlamak ister gibi. "Tamam."

Tek kelimem onun için yeterli olmuş olacak ki, dudağı anında sağa doğru kıvrıldı. Elindeki tepsiyi çalışma arkadaşlarımızdan birinin eline aceleyle tutuşturduğunda, koluma dolanan eliyle bedenimi çekiştirmeye başladı. Restoranın arka bahçesine geldiğimizde, karşı karşıya kaldık.

"Rigel tesisine gideceksin. Zada'ya ya da başka birine hiçbir şeyden bahsetme, tüm olanların imasını dahi geçirme. Şimdilik, tek dostun benim. Unutma bunu Hera. Kimseye güvenme." Gözleri gözlerimde takılı kaldığında, özellikle vurgulayarak devam etti.

"Abine bile..." Bu cümlenin ağırlığı altında o kadar ezildim ki bir an... İnsan abisine güvenemeyecekse, başka kime güvenecekti ki zaten?

"Amaçları etrafına kimseyi bırakmamak. Bırak sen onların dibindeyken bunu başardık sansınlar. Her şey yolundaymış gibi davranacaksın. Seninle devamlı iletişim halinde olacağım, endişen olmasın bu yönde."

Omuzlarımı hafifçe silktiğimde, kendimi karşısında sıkı sıkı tembihlediği huysuz küçük bir çocuk gibi hissettim o an. "Peki ben seni görmek istersem? O zaman ne yapacağım, nasıl bulacağım ki seni ben Hakan?"

Titreyen sesimi son anda toparlamayı başarsam da, endişeme ayna tutmasını engelleyememiştim. Sözlerim dudaklarının ufakta olsa kıvrılmasına neden olurken, kollarını bana sararak sıkıca sarıldı. Bütün gün beklediğim buymuş gibi kollarımı ona doladığımda, yanan gözlerimi kapatıp açtım sıkıca.

"Yıldızlar Hera... Unuttun mu? Kayan bir yıldızla, dilek hakkını benim için kullanırsan, tam o an yanında olacağım."

Küçük bir çocuk olmaya, son defa devam ettim o an. "Söz mü?"

Gülüş sesi doldurdu kulaklarımı. "Söz... Söz veriyorum."

Geriye doğru çekilmesiyle temasımız kesilirken, dudaklarından eksik olmayan o güven verici tebessümü karşıladı beni. "Hadi... Kapa gözlerini."

Ancak kapatamadım. Sertçe yutkunduğumda, bakışlarımı ondan kaçırdım.

"Neyi nasıl yapacağımı bilmiyorum. Ben... Onları nasıl yeneceğimi bilmiyorum." Benden ümit besleyen gözlerindeki parıltıların sönmesini bekledim bu sözlerimle ancak onlar hâlâ siyah gözlerinin karanlığını aydınlatmaya devam etti.

"Ya başaramazsam?" Yeniden yutkunduğumda, kelimeler kendilerini cesurca özgür bıraktı.

"Sizin aksinize, kendimde o gücü bulamıyorum ben Hakan. İnsan doğru yolda olduğunu nasıl anlar ki? Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl ayırt edeceğim ben?"

Yukarı doğru kaldırdığı elini, gözlerimin üzerine yerleştirerek beni karanlıkta bıraktığında, kısık sesi doldu kulaklarıma. "Başarısızlık, insanın en büyük korkusudur. Ama başarıyı tatması için gereken ilk duygu da, budur."

Korkum endişemi eşelerken, elini biraz daha bastırdı gözlerime benim kapatmayacağımı anladığından. Yeniden konuştuğundaysa, sesi sanki aramıza kilometreler girmiş gibi oldukça uzaktan, uğultulu bir fısıltıyla geliyordu. "Başarı için, ilk önce en büyük korkunu yenmelisin. Başarısız olmalısın Hera. İlk önce, her zaman, başarısız olmalısın."

Elinin tenimdeki baskısı hissedilir şekilde azalır oldu saniyeler sonra. "Düşmekten korkarsan eğer, devamlı yere bakmaktan ileriyi göremezsin. Ve sen, ileriyi göremezsen, zararın nereden geleceğini de bilemezsin. Düş Hera. Başkalarının seni düşürmesindense, sen, kendin düş. Çünkü o zaman ayağa kalkmak, daha kolay ve acısız olur."

Son kelimelerinin ardından bir sessizlik kapladı her yeri. Kulaklarımdan artık tamamen uzaklaşan uğultusuyla beraber, gözlerimin üzerindeki elde kaybolmuştu. İki yanımda yumruk olan ellerimi hafifçe gevşettiğimde, çöken omuzlarımı dikleştirerek eğik duran başımı yukarı kaldırdım. Kapalı gözlerimi ağırca araladığımda, bulunduğum yerde gezindi bakışlarım.

Rigel tesisinde, kalmam için ayrılan odadaydım. Bu defa zamanda yaptığım bu yolculuğun herhangi bir zararı olmayacağının farkındaydım. Çünkü ben her ne kadar kabul etmek istemesem de, damarlarımda gezinen buraya ait olan o kanı bedenimden söküp atamayacaktım. Bir yanım daima buradaydı. Ve her zamanda, bir parçam burada soluk almaya, yaşamaya devam edecekti.

Gözlerimi kapatarak sesli bir nefes bıraktığımda, kapadığım gözlerimi yeniden araladım. Her gün başka bir gerçeğin yük edindiği omuzlarım dikleşirken, ne olursa olsun burada var olan ve kan revan içinde kalan o parçamın acısını içimde gizleyecektim. Kimsenin, hiç kimsenin yaralı yanımı görmesine izin veremezdim. Çünkü beni düşürmek için an kollayan bu insanlar, en ufak açık hedefimi bekliyorlardı.

Sanırım, artık düşe kalka da olsa, kendi başıma, kendi gücümü kazanmanın vakti gelmişti. Hayatın daha acı tarafı, daima en öğretici tarafı olurdu. Bunu şimdi daha iyi anlıyordum. Edineceğim tecrübeyi, yönetmem gereken bu gücü, en acı tecrübeyle edinecektim. Bu durumda tek iyi şeyse, artık bunu görebiliyor ve kabulleniyor olmamdı sanırım.

İnsan, düşecekse, kendi düşmeliydi sahiden.

Adımlarım odanın dışına yöneldiğinde, ifadesizlikle maskelenmiş yüzümün ardında kopan çığlıklara kapadım bu defa kulaklarımı. Zihnime canının yanışını yaşaması için müsaade ettim. Çünkü bazı acıları yaşamak gerekirdi, soğutabilmek için.

Işıklandırılmış koridorda ilerlerken, önüme çıkan bir askere değdi bakışlarım. Geldiğim zamanda olduğu gibi, burada da gün çoktan bitmiş, yerini akşama bırakmıştı. Karşımdaki adam soğuk bakışlarını bana değdirdiğinde, orada gördüğüm şaşkınlığı ve afallamayı atlatmasını bekleyemeden karşısında durdum.

"Hera Hanım? Geleceğiniz bildirilmemişti bize..." Sesine yansıyan sorgulayıcılık ve düşünceli olduğunu belli eden mimikleriyle, hafifçe başımı aşağı yukarı salladım.

"Zada nerede?" Uzatmadan, oldukça net çıkan kelimelerimle bir süre duraksasa da, anında toparlandı.

"Lila Hanım ve ailesi geldiler efendim, hepsi bir arada yemek salonundalar. İsterseniz ben geldiğinizi haber ver-"

Anında elimi kaldırarak sözünü böldüğümde başımı iki yana salladım bu defa. "Teşekkürler. Ben kendim giderim. Nerede bu yemek salonu?"

Aceleci hareketlerle üniformasının cebinden saydam bir cihaz çıkardığında, bunun Ayperi'de de olan, askerlere verilmiş iletişimi sağlayan nesne olduğunu anlamıştım. Hızla kilidini açtığında saydamlığını yitirerek opaklaşan ekranda birkaç yere tıkladı. Ne yaptığını anlayamayan gözlerle onu izlediğim sırada birkaç saniyenin ardından eğdiği başını kaldırarak cihazı geri cebine koydu.

"Yol belirleyiciyi aktifleştirdim efendim. İlerlemeniz yeterli, zemindeki ışıkları takip edin lütfen." Bir adım ileri doğru attığımda, koridorun açık renk bir ışıkla aydınlanmış karo zeminin önümdeki beş karesi mavi bir ışıkla aydınlandı.

Yerden aldığım gözlerimi adama çevirerek ufak bir tebessümle teşekkür ettiğimde, aynı şekilde karşılık vererek aceleci adımlarla kendi yoluna devam etti. Birkaç adım atarak, ilerledikçe bana yolu gösteren aydınlık zemini takip ettiğim sırada aniden durdum.

Şimdi yanlarına gitmem içi iyi bir zaman mıydı pek emin değildim. Lila ve ailesi demek, kız kardeşi Lidya demekti ve onun da yolu elbette Algan'a çıkıyordu. O da burada olmalıydı. Hatta belki diğerleri de...

Parmaklarımla alnımı ovalarken oldukça gerginleşmiş bedenim, kendini belli etmek ister gibi kasılmama neden oldu.

Başımı sağa ve sola doğru yatırarak kendime daha fazla düşünme fırsatı tanımadan hızla ilerlemeye başladım. Benim değil, onların bu saçmalıktan rahatsız olması gerekiyordu. Varlığımın, onları diken üstünde oturmasına sebep olmasını sağlamalıydım. İstediğim tam da buydu işte. Korku.

Korkunun tohumlarını cesaret kırıntılarının üzerine serpmek ve her geçen gün o tohumları besleyerek büyütmek... Öyle ki, bu korkunun onların tüm düşüncelerini bir sarmaşık gibi sarmasını, tüm hedeflerine ve amaçlarına tıpkı bir zehir gibi akmasını istiyordum. Daha fazla ileri gitmelerini engelleyecek tek şey buydu. Çünkü burada öğrendiğim şeylerden biride, gücün bilekte değil de akılda yattığıydı. Burada, bu teknoloji içinde kan dökerek savaşmak yerine, birbirleri üzerine saldıkları üstünlük ve korkuyla baskılıyorlardı karşı tarafı. İşte, savaşın kansız yüzü de buydu.

Yol beni oldukça ihtişamlı ve yüksekliği boynu ağrıtacak bir uzunlukta olan kapının önüne getirdiğinde, buraya gelişlerimi anımsadım. Birinde kurulu sofrayı da peşimden sürüklemiş, diğerindeyse ailemin bilinmeyen yüzüyle karşılaşmıştım. Ancak şimdi, Zada'nın anılarındaydım. Gözünden bile sakınacağına emin olduğum kardeşiydim.

Bunun bilinciyle sıklaşan soluklarımı dinginleştirmeye çalışırken arkamdan koşturur adımlarla gelen bir kadın asker önüme geçerek baş selamı verdi. "Buyurun Hera Hanım."

Aynı şekilde kısa selamına karşılık verdiğimdeyse başka hiçbir şey söylemeden direkt ağır kapıyı ittirdi eliyle. Teknoloji ne kadar ileride olursa olsun, Vega'da olduğu gibi burada da bazı parçalar onlara göre eskiyi yaşatır cinstendi. Özellikle bu yemek salonu, benim zamanıma göre dahi yıllanmış bir anın parçasından kopup gelmiş gibiydi. Tesisteki sadelik burada görünmüyordu.

Aksine, bu oda, sanki buraya ait bir yer değilmiş gibi, içine daha ilk adım atıldığında insanı bir müze ziyaretine götürür gibiydi. İçerisi kesinlikle Rokoko stilini yaşatır şekilde, fazlasıyla şık ve süslü mobilya ve büyük ihtişamlı aynalarla tasarlanmıştı. Göz alıcı kabartmaları ve duvar boyalarını tamamlayan duvar halıları da sessiz bir haykırışla kendilerini gösterirken, bir anda zamanda tamamen geriye gitmiş gibi hissetmeme engel olamadım.

Ağırca açılan kapıyla gözlerim tavanı bulduğunda, uçan melek figürleriyle çevrelenmiş kubbe bir yapı, kırık alınlıklar ve kemerler, nişler içinde yer alan büstler ve heykeller, yüksek kabartmalı silmeler, altın renginin en parlak rengiyle resmedilmiş el emeği olduğunu buradan dahi anladığım yaprak ve dal öğeleri, volütler... Rokoko mimarisini yansıtan asimetrik eğri, S ve C şeklinde gelen kıvrımlı yapıda gezdirdiğim gözlerimi, bu mekanın ihtişamı içerisinde çınlayan kahkahalarıyla yemek yiyen insanlara çevirdim.

Yüksek sesli gülüşlerine eşlik eden çatal bıçak sesleri, oldukça uzun masanın etrafına dizilmiş insanların muhabbetlerinin samimiyetsizliğini destekler nitelikteydi. Buruşmak için an kollayan yüzümü ifadesiz tutmak için üstün bir çaba harcarken, etrafına boş ve oldukça sıkılgan bakışlar atan gruba değdi gözlerim. Dudaklarım aniden içten bir kıvrıma ev sahipliği yaparken, bunca samimiyetsizliğin yankı bulduğu ortamda, kendimi buraya bir nebze olsun ait hissetmemi sağlayan, ve içime o tanıdıklıkla beraber gelen güven hissini aşılayan; Romos, Ares, Atena ve Kain...

Sonunda ardına kadar açılan kapının farkındalığıyla tüm bakışlar bu tarafa dönerken, kahkahalar keskin bir bıçak darbesi vurulmuş gibi kesilmişti. Dudaklardaki tebessümler yerini şaşkınlığa bırakırken, bu yemeği gidişimin şerefine organize ettiklerine adım kadar emin olduğum Lila, ailesi ve Atalante tarafının boş bakışlarına karşın, kahkahalarımla çınlatmak istedim ortamı.

Fakat ağırlığımı koruyarak hafif bir sırıtmaya kayan tebessümümle gözlerimi üzerlerinde ağır bir şekilde gezdirdim baskı uygulamak ister gibi. Şekilden şekle girişlerini büyük bir zevkle izlerken, en başa oturan Zada hızla ayağa kalktı.

Bu kalkışıyla geriye kayan sandalyenin zemine sürtünen o tiz sesi, herkesin şaşkınlığını toparlamasına neden olurken, Zada'nın adımları sağlam bir şekilde yanımı buldu. Mavi gözlerinden okunuyordu afallayışı.

"Hera..." Kendine gelmek ister gibi başını iki yana salladığında, beklemediğim anda bedenimi sarmaladı kolları.

"Kardeşim. Beklemiyordum seni. Çok kararlıydın giderken. Gelmezsin sanmıştım. Üstelik bu kadar kısa sürede..." Ne diyeceğini bilemiyormuş gibi geriye doğru çekildiğinde, gülümsemem daha da genişledi.

"Çok düşündüm." Sesli bir iç geçirdiğimde, tüm gözlerin ve kulakların burada olduğunu bildiğimden, baskılı kelimelerim dudaklarım arasından özgür bıraktı kendilerini.

"Ve en sonunda haklı olduğuna karar verdim. Ait olduğum yeri, inkar edemem öyle değil mi?" Tebessümümün aksine sertçe yutkunduğumda, ifademin gölgelenmesine izin vermeden devam ettim.

"İnsan... Ne kadar kaçarsa kaçsın, can bulduğu yerden, kişiden uzaklaşamıyor." Ellerimi hafifçe iki yana açtığımda omzumu silktim.

"Burası da benim can bulduğum yer, öyle değil mi?" Masada gerekli kişilere ilettiğim mesajım onlara ulaştığında, neredeyse elindeki kristal kadehi zarif parmakları arasından düşürecek olan Lila'nın bembeyaz teni, içini dışa vurmak ister gibi kızardı.

Zada sözlerimden memnun şekilde elini omzuma koyduğunda, kaşlarım yukarı doğru kalktı. "Tıpkı can bulduğum yere geldiğim gibi, can bulduğum kişiyi de alacağım. Sen haklıydın Zada. Vazgeçmek, bana yakışan bir şey değil. Sahip çıkacağım artık."

Cümlelerimdeki gizli öznenin işaret ettiği tek isim, elbette buradaki çoğu kişinin anladığı gibi, Algan'dı.

Hakan'da haklıydı, Zada'da...

Amacımı gizli tuttuğum sürece, onların korkusuzca ve hatasızca ilerlemelerini sağlayacaktım. İşte bu yüzden, buna engel olmak için buradaydım.

Zada'nın gözbebeklerine sirayet eden parıltılar tüm ifadesine yayılırken, elleri yüzümü avuçladı tenine işleyen merhametiyle. "Güzel ve güçlü kızım benim. Elbette, en doğru kararı verdin. Bana da, seni desteklemekten başka bir şey düşmez."

Kelimeleri sevgiye yetersiz kalan hassas noktamı bulduğunda, boğazımda düğümlendi tüm duygularım. Tam şimdi, burada, gözlerimin içine bakan bu adamın, abimin kollarında bir teselli arayışına girmek, içimdeki tüm zehri akıtırcasına ağlamak istiyordum. Parmaklarına sinen şefkat, her bir saç telime bulaşsın, merhameti tüm yaralarımı kapatsın istiyordum. Sırtımı dayayarak dinlenmek istediğim, hatta tam ayaklarının dibinde yamacına yıkılmak istediğim tek kişiydi belki de o.

Sızlaya burnum durumun iyiye gitmediğini işaret ederken, hızla kendimi toparlayarak ellerimi yüzümü avuçlayan elleri üzerine koydum. Avuç içine ufak bir buse kondurduğumda, gözleri daha da kısıldı yüzünü şenlendiren tebessümüyle.

Önümden çekilerek elini omzuma yerleştirdiğinde, kendi bedeniyle beraber beni de masaya ilerletmeye başladı. Kendi yerine oturmadan önce, hemen sağ yanındaki koltukta oturan adamın, ufak bir el işaretiyle bir yana kaymasını sağladığında, masanın diğer ucundaki herkes bir bir yana kayarak oturma düzenini değiştirdi.

Benim için ayarladığı yere oturduğumda, üzerime doğru eğilerek dudaklarını başımın tepesine bastırdı ve kendi yerine geçti. Yemeğe devam edilmesi adına verdiği ikinci işaretle mekanda çatal bıçak sesleri yankılanmaya başladığında, dudaklarımdaki tebessümün içtenliği yerini tehdivari bir kıvrıma bıraktı.

Çünkü sağında oturduğum Zada'nın solunda, nişanlısı, Lila, oturuyordu. Böylelikle karşı karşıya kalmış olmamızla, gözlerim ağır bir yavaşlıkla içindeki nefreti dışa vurmamak adına sahte bir tebessüm maskesi giydirdiği yüzünde dolandı. Parmakları arasındaki kadehi parçalarına ayırmak ister gibi gözlerini üzerime diktiğinde, alayvari sırıtmam daha da büyüdü.

Güzel... İlk rahatsızlığı vermiştim demek ki.

Ve düzene vurduğum ilk darbeyse, masadaki yerlerin değişmesiyle başlamıştı.

Benden aldığı sinir yüklü gözlerini önüne çevirerek tabağıyla ilgileniyor havası yarattığında, kolumun dürtülmesiyle bakışlarımı yanıma çevirdim.

Ares, ve onun yanında tıpkı boncuk gibi sırayla dizilmiş şekilde oturan diğerleri...

"Çok doğru bir karar verdin Hera." Kısık sesle dile getirdiği destekleyici cümlesine karşın güldüğümde, başımı öne doğru eğdim diğerlerini görebilmek adına.

Benim bu hareketimle onlarda senkronize şekilde öne doğru eğildiğinde, her ne kadar gülmek istesem de dudaklarımı dişleyerek bakışları üzerimize çekmemize sebep olmadım.

"N'abersiniz görüşmeyeli?"

"İyi." Sondaki i yi uzatan Atena'nın hemen ardından, en sonlarında oturan Kain biraz daha eğdi başını beni görebilmek için.

"Nasılsınız Hera Hanım?" Başımı hızlı hızlı aşağı yukarı salladım.

"İyiyim iyiyim." Onun ardından ortada yer alan Romos fısıldadı. Seslerimiz masadakilerin sesleri arasında yok oluyordu.

"Kız, bana bak bir. Bu dağ ayısı ne iş?"

Sorusuyla kaşlarım sorgular gibi çatıldığında, kaş göz yaparak çaprazını işaret etti. Çaktırmamaya çalışarak işaret ettiği yere baktığımda, gözlerim ateşe değmiş gibi yeniden ona döndü.

Algan ve Lidya, neredeyse bir bütün olmuş dudaklarından eksik olmayan tebessümle kendi aralarında kısık sesle konuşarak yemeklerini yiyorlardı.

En alışamadığım ve kabullenemeyeceğim, hatta sitem dahi duyduğum şeyse, Algan'ın bana birlikteliğimiz boyunca bile bu denli sık gülümsemeyişiydi. Şimdi ona duyduğum bu yersiz kırgınlığın içi boştu. Çünkü beni hatırlamayan birini, sevgisinden sorumlu tutamazdım. Kızmaya hakkım yoktu belki ama, kırgınlığa olmalıydı bir nebze...

"Dağ ayısı mı? Komutanın o senin yavşak!" Ares yanındaki Romos'un ensesine vurduğunda, gözlerini deviren Romos bir cevap beklercesine beni görebilmek için öne doğru eğildi yeniden.

Yan yana sıralanmış mahalle evlerinden sarkan dedikoducu teyzelerden bir farkımız yoktu şuan gözümde. Elimizde bir avuç çekirdek eksiğimiz vardı tabii...

Omzumu kaldırıp indirdiğimde, kaşları havalandı. "Yeni güncelleme gelmiş."

Sözlerimle Atena ağzındaki suyu aniden püskürtürken, gözlerim irileşti. Çünkü o suyun hedefinde kalan, Lidya'dan başkası değildi. Ve onun neredeyse dibine girmiş olan Algan'da, bu sudan nasibini almıştı.

Atena oturduğu yerde taş kesilmiş gibi hareketsizce onlara bakarken, Romos, Ares ve Kain'in bakışları bu üçlü arasında mekik dokuyordu. Ta ki, dudaklarım arasından kendini özür bırakan boğulur gibi çıkan gülme sesime kadar...

Algan'ın kısık bakışları keskinlikle bana döndüğünde, oturduğum yerde dikleşerek hafifçe boğazımı temizledim ve parmaklarımla dudağımın kenarını kaşıdım.

"Yapacağın işi sikeyim senin! Elin kolun dursa, ağzın durmuyor, ağzın dursa götün durmuyor!" Romos'un dişleri arasından baskıladığı kelimeleri işittiğinden dahi şüphelendiğim Atena öylece durmaya devam ederken, onların oturduğu tarafta kısa bir sessizlik oluştu. Lidya sonunda şokunu atlatmış olacak ki oldukça nazik hareketlerle, dizleri üzerine serdiği peçeteyi kaldırdı ve önce kendi üzerini sonrasındaysa Algan'ın boynuna damlayan suyun izlerini silme çabasına girişti.

Böylelikle, az önceki gülüşümde bir tarafımda patlamıştı.

"Biz yine nasıl bir saçmalığın içine düştük?" Hemen yanımda oturan Ares'in haklılık payı oldukça yüksek mırıldanmasıyla dertli olduğumu belli eden bir soluk bıraktım.

"Çıktığımız mı var ki düşelim?" Mırıldanmam Romosların tarafına da ulaşırken, aynı anda yine bir uyum içerisinde başlarını aşağı yukarı salladılar.

"Siz ne ara bu kadar tanıştınız da, iyi anlaşır oldunuz?" Başını yana doğru eğmiş, gözlerini kısan Algan'ın, şüphe dolu bakışları sırayla üzerimizde gezinirken, tek kaşım yukarı doğru havalandı.

"Neden, bu bir sorun mu teşkil eder?" Soğuk çıkan sesimdeki donukluk bakışlarını bana kilitlemesine neden olurken, tıpkı benim gibi tek kaşı yukarı doğru havalandı.

"Askerlerimin başkalarıyla, hele ki benim tanımadığım bir yabancıyla bu denli bir yakınlık kurması, elbette bir sorun." Her bir kelimesi sinirime baltasını indirirken, bu defa kaşlarım aynı anda yukarı doğru kalktı yaşadığım şaşkınlığımdan.

Yabancı...

Hele ki benim tanımadığım bir yabancı...

Dudaklarım alayla iki yana kıvırılırken, bu gülüşün altında yatan yoğun sinir harbinin elbet yine kimse farkında değildi.

"Algan... O iş öyle değil kardeşim." Ares'in gerilen bedenini oturduğum yerden bile hissederken, komutanının ezici gözleri bir an olsun çekilmedi üzerimden.

Fakat bu defa, aynı şekilde karşılık vermekten bir an olsun çekinmedim. Onun sevgi dolu tarafını bildiğim kadar, soğuk tarafını da çok iyi biliyordum. Çünkü onu her şeyiyle tanıyordum. Algan'ın ters tarafı, düşmanının dahi denk gelmek istemeyeceği kadar berbattı. Kelimenin tam anlamıyla, berbat...

İçinde insanlık namına en ufak duygu kırıntısı kalmayan dek, kendini robotlaştırmayı başarabilen tek canlıydı muhtemelen bu yeryüzünde. Bazen öyle bir bakardı ki insana, orada donuklaştırdığı duyguların yerini alan vahşilik, karşısındakini ürpertmeye yeterdi. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

Bana duyduğu sevginin şiddetinde bir nefret duyumsadığını da, böylelikle daha iyi anlamıştım.

Sevmemek bir yana, varlığıma dahi tahammülü yoktu.

"Tam olarak nasıl kardeşim?" Son kelimenin üzerini vurgulayarak başını omzuna doğru eğdiğinde, gözleri yeniden beni buldu. İfadesizliğinin ardında alev alev yanan öfkeyle...

"Bir açıkla bana istersen." Diyen Algan gözlerini üzerimden çekmezken, masadaki konuşmalar fısıltıya dönüşmeye, gürültü yeniden azalmaya başladı.

Pekala... Madem bir açıklama istiyordu, o halde istediğini verirdim elbette.

"Hemen açıklayayım Algan Bey." Dudaklarımdaki ufak kıvrımla söze başladığımda, yanımda oturan Ares elindeki çatal ve bıçağı porselen tabağın kenarına bırakarak sesli bir soluk verdi.

Gerginliğin elle tutulur bir şekilde somutlaştığı ortamda, oldukça sakin tavrımla gözlerimi üzerinden ayırmadan devam ettim. "Teknolojinin atladığı bir yer vardır. Hep eksi kaldığı ve her defasında da eksik kalacağı ince bir nokta. Öyle ki, insan ve teknoloji arasında çok hassas bir ayrımdır bu. Üstelik sizde de oldukça eksik olan, kavrayamayacağınız bir şey..." Elimdeki gümüş bıçakla onu işaret ettiğimde, sakinliğimin ardındaki asiliği yansıtan mesajımı algılar gibi elaları ilk önce bıçağa, sonrasında yeniden gözlerime düştü.

"Duygular..." diyerek cümlemi tamamladığımda, oturduğu yerde onunla beraber diğerleri de dikleşti.

Kaşları ağırca çatıldığında, attığım taş ağır gelmiş gibi siniri yüzüne vurdu gizleyemediği şekilde bu defa. Kaşlarım onun aksine yukarı doğru kalktığında, sakinliğimi dikkatle koruyarak sessizleşen masada bıçağı elimden bırakmadan beden dilimle bütünleşmiş gibi salladım hafifçe.

"İşte, olan bu. Biz aramızda mantık duvarını aşalı oldukça uzun zaman oluyor. O yüzden sizin ve buradaki çoğu kişinin de koparamayacağı duygusal bağımız var her biriyle." Gözleri kısıldığında dudakları bir şeyler söylemek için aralanmıştı ki, sahte bir anlayışla öne doğru eğildim.

"Siz hiç yormayın o güzel aklınızı. İsteseniz de anlayamazsınız. Daha çok şu önünüzdeki nişanınızı düşünün şimdi. Böyle anlamlı arkadaşlık bağlarını kavrayabilmek, sizin için zor olur." Can bağıyla bağlandığı askerlerinden bile öyle bir kopmuştu ki, onları bu kadar göz ardı etmesi canımı daha çok sıkıyordu. Kardeşi yerine koyduğu bu insanlar şimdi onun için sıradan, emri altında çalışan askerleriydi.

Sadece benimle değil, diğerleriyle de arasına çektiği o sert duvar, Aresleri de şaşkına çeviriyordu. Çünkü benim tanıdığım Algan, ne olursa olsun onları bu masaya oturtturmazdı. Zada'yla kanlı bıçaklıyken, onun masasına oturup yemeğini yiyecek bir adam değildi. Olamazdı da...

Hele ki, şurada oturduğumdan beri aynı masada bulunduğu Atalante'yle kavgasız, gürültüsüz duruyor oluşu bile tuhaftı başlı başına. Annesiyle aynı tesisin içinde yüz yüze gelmemek için, tüm gününü görevlere adayan Algan'la, şimdi o nefret duyduğu insanların gözlerinin içine gülen Algan'ı izlemek, normal karşılayacağım bir şey değildi.

O, kimseye bu kadar gülmezdi bile...

"Hera. İleri gitme istersen." Karşımda oturan Lila'nın dişleri arasından yaptığı uyarı ile bıçağı ağırca masanın üzerine bırakarak geriye yaslandım.

Bakışlarımın hedefi altında kalan bu defa o olurken, parmaklarım masanın üzerinde güçlü bir ritim tutmaya başladı. Sahte bir düşünür ifadeyle yüzüne bakmaya devam ettiğimde, Zada çatılan kaşlarıyla bir bana birde diğer tarafında oturan nişanlısına baktı. Aramızda kaldığı belliydi ve ne gibi bir tepki vereceği konusunda kararsız kalmıştı. Bunu gözlerindeki ikilemden rahatça anlayabiliyordum.

"Lila... Çok gerilmişsin sen, rahatla biraz. İyi değil bu kadar stres vücuda bak, erken yaşlanırsın. Sonra tek bakılacak yerin olan o yüzün kırışır." Gözlerimle önünde duran, yüzeyi soğuktan buğulanmış kristal kadehi işaret etti.

"Bir soğuk su iç, iyi gelir." Boynundaki damarlar belirginleşerek kızarıklığını yüzüne yaymaya başladığında, sahte bir iyimserlikle gülümsedim.

"Abiciğim..." Masanın üzerine vuran parmaklarımın üzerine Zada elini koyduğunda, yüzündeki zoraki tebessümle anlamsızca bakı yüzüme.

"İyi misin sen? İstersen dinlen biraz." Sakin ancak içinde saldırganlığı barındıran tavrım onu da germiş olacak ki, temkinli bir şekildeydi yaklaşımı.

Elimi elinin altından çekerek bu defa ben tuttuğumda, bir şey yok dercesine elinin üzerine vurdum teselli eder gibi. "İnanır mısın, daha önce hiç bu kadar iyi olmamıştım."

Çatılacak gibi olan kaşları son anda düzlüğünü korurken, elimi ondan uzaklaştırarak gözlerimi masada oturanların üzerinde gezdirdim. Tüm bakışlar bana dönmüş, kimisi anlamsızca kimisi kafayı yemişim gibi kimisi ise bu tavrımı gayet net anlamıştı.

Amacım da buydu. Gerekli mesajlarım, gerekli kişilere ulaşmıştı.

Ancak, gece daha bitmemişti. Bugün, bu masadan bu işi bitirmeden kalkmaya niyetim yoktu. Benim canım sıkılıyorsa, hepsinin sıkılacaktı. Ben kendi acımı içimde yaşamaya çalışırken, buna sebep olanların burada gülüp eğlenerek keyifle vakit geçirmesine, benim can çekişimi kutlamalarına müsaade etmeyecektim. Bu defa, bana sapladıkları bıçağı, onlara daha derin saplayacaktım. Üzerime bir adım geliyorlarsa, ben üç adım gidecektim.

Bu gece, olan şey tam da buydu. Ve bu ortamda, bana tek bir hareket dahi yapamayacaklarının da farkındaydılar. Daha güzel bir an olamazdı.

Bakışlarım en sonunda yeniden Algan'ın üzerinde durduğunda, tek kaşım yukarı doğru kalktı birazdan söyleyeceğim sözler üzerine tepkisini kaçırmamak adına. "Sonuçta ne demişler, ο φόβος είναι πιο δυνατός από τη λογική (Korku mantıktan daha güçlüdür.)"

Tünelde, bana söylediği yunanca sözlerden sonra, emin olduğum tek şey bu dile oldukça hakim olduğuydu. Alakamın olmadığı bu dildeki, zihnime kazırcasına hapsettiğim bu sözü dile getirdiğimde, masadakilerin anlamsız homurdanmalarına kulak asmadan ona diktiğim gözlerimle bir tepki bekledim. En ufak bir mimik, bir anımsama, bir şey... En ufak bir şey...

Ancak ondan aldığım tek tepki, beklemediğim şekilde yüzünün anlamsızlıkla hafifçe buruşması oldu. "Ne saçmalıyorsunuz Hera Hanım?" Alaycılığa bürünen bakışlarını benden aldığında, Zada'ya yöneldi.

"Kardeşinin kafasının yerinde olduğundan sahiden emin misin? Bu gece oldukça tuhaf davranıyor." Diyerek güler gibi olduğunda, oturduğu yerden kalkmak için hareketlenen Zada, onu parçalarına ayırmak ister gibi gözlerini üzerine dikti.

Anında elimi dizine koyup bastırarak bu hamlesini engellediğimde, sert bakışları ışık hızıyla yarışır şekilde beni buldu. Her şeyin yolunda olduğunu, gözlerimi saniyelik bir süreyle açıp kapayarak işaret ettiğimde, bana müsaade ettiğini belli eder gibi soluğunu bırakarak başını sağa sola doğru yatırdı. Askeri üniformasının yaka kısmını çekiştirerek oturduğu yerde omuzlarını dikleştirdiğinde, Algan'ın en ufak bir sözünde üzerine saldırmak için atakta bekler gibiydi.

Sözsüz anlaşmamız sonucu aynı sakinlikle Algan'a doğru döndüğümde, genişlettiğim gülümsememle baktım gözlerine. Bunu onun alanına girmeye çalışıyormuşum gibi bir tehdit olarak algılayan müstakbel nişanlısı Lidya, oturduğu yerde ona biraz daha yaklaşarak elini elinin üzerine koydu. Parmakları, ağır bir yavaşlıkla sakinleştirmek ister gibi Algan'ın teni üzerine gezinirken, dilimi yavaşça dişlerim üzerinde gezdirerek dudaklarımın kıvrımının artmasına izin verdim.

"Yunanca bilmiyorsunuz anladığım kadarıyla. Ne büyük kayıp, oysaki çok şey kaçırıyorsunuz!" Abartılı bir şaşkınlıkla dile getirdiklerim üzerine, artık beni akıllı bir insan yerine koymadığını anlamıştım.

Elime aldığı kristal bardağın ağzının kenarında gezinerek çemberi takip etti parmaklarım. "Benim kafam yerindeydi aslında biliyor musunuz? Ta ki, benden aldıklarını, bana karşı kullanmalarına kadar... İşte tam da ondan sonra, kıyamet koptu bende. Hayatımdaki her şey, ama her şey, bir anda yönünü değiştirdi. Bunun ne demek olduğunu bilir misiniz Algan Bey? Her şeyini kaybetmiş bir insana kaybettiklerini geri verip, sonra yeniden elinden alarak onu yeniden o boşluğa itmenin verdiği delirme hissinin eşiğine geldiniz mi siz hiç? Kaybettiğiniz şeyler için savaşmayı çok iyi bilirsiniz siz oysaki." Sertçe yutkunduğumda, sıktığım dişlerimi özgür bıraktım.

"Ama sizin gibilerin savaşı her zaman ya kanla ya da akıl oyunlarıyla olur." Öne doğru eğildiğimde kısılan sesimdeki sertlik, silinen gülümsemem, içimdeki tüm hırçınlığı en sert haliyle vurmuştu gün yüzüne sonunda.

İşte kıyametimin başlangıcı buydu.

Bu gece, benim dönüm noktam olacaktı.

"Robotlaşmış birinden, duygusal savaşı anlamasını beklemek, elbette saçmalıktan başka bir şey değil."

Dile getirdiklerimle, Lidya'nın gözleri hızla ablasına çevrildi.

Çaresizlikle. Yardım ister gibi...

Elimdeki bardağı oluşan sessizlikle sertçe masaya bıraktığımda, hepsi, istisnasız hepsi oturduğu yerde irkilerek yüzüme baktı.

Sertleşen bakışlarım, tüm sivriliğiyle Lidya'ya yöneldi bu defa. "Boşuna yardım bekleme. Biricik ablan bir halt yapamaz."

"Yeter! Bu ne hadsizlik, nasıl bir küstahlık! Oturmuşuz hepimiz, senin hakaretlerini dinliyoruz burada. Daha fazla abinin iyi niyetini kullanmana izin ver-" Oturduğu yerden ayaklanmak isteyen Lila'dan hemen önce ayaklandığımda, canımın yanacak olmasına aldırmadan elimi tüm gücümle masaya geçirdim.

Vuruşumla tüm eşyalardan bir ses yükselirken, gözlerim avını gözünden kaçırmak istemeyen bir avcı gibi ona kitlendi. "Kes sesini, otur oturduğun yerde!"

Ciddiyete binen sesimdeki her bir kelimeden akan tehditle yutkunduğunda, gözleri medet umar gibi Zada'yı buldu fakat onun gözleri zaten üzerimdeydi. Bir anlam bulmaya çalışıyordu veya canımın yandığını düşündüğünden içimdeki zehri akıtmam için müsaade ediyordu.

Boynumdaki izin aniden sızlamasıyla parmaklarım oraya gitmek için karıncalansa dahi, bu acıyı yüzüme dahi yansıtmadan durmaya devam ettim. Bu yolculuk yaptığım sırada oluşan, Hakan'ın bahsettiği yardım sembolüydü.

O an zihnimde bir aydınlanma yaşarken, tüm parçalar bir bir uyum içinde yerine oturmaya başladı.

Hakan bu izin, yanına gittiğim kişinin, yardıma ihtiyacı olduğundan dolayı oluştuğundan bahsetmişti.

Yanına gittiğim kişi, Algan'dı.

Sertçe yutkunduğumda, ifadem ve duruşum saniyelikte olsa, derinden sarsılan ruhumu yansıtır gibi boşluğa düştü. Gerekli cevaplar zihnimin içinde bir bir belirirken, kaşlarım ağırca çatıldı.

Bir sessizlik ortalığı kasıp kavururken, herkes bir tepki vermemi bekliyordu az önceki fırtınanın sebebini merak eder gibi. Benim ağızları kapatan hamlemle sessizlik hükmünü sürdürürken, masada hiç olmayacak kişi sandalyesinden kalkarak ayakta bana meydan okuyan ifadesiyle dikildi. Tüm nefretini, gözlerindeki o öldürme arzusunu gizleme gereği dahi duymayan Atalante, bir cesaretle araladı dudaklarını.

"Kendi mutsuzluğunla insanların mutluluğuna göz dikmene izin vermeyeceğim Hera Ertekin. Bu kendini küçük düşüren hareketlerinin bir bedeli olabileceğini unutuyorsun." Oldukça açık tehdidi üzerine Zada konuşmak için dudaklarını aralamıştı ki, ona bırakmadan araya girdim.

"Söz sahibi olduğum sınırlar içinde, büyük cesaret." Düşüncelerimin içinde, artık boyumu aşan gerçeklerle yüzleşirken, yaptıkları şeyin korkunçluğu bir kez daha dehşete düşürdü içten içe ruhumu.

Zihnim bir yere varıyor gibiydi ancak o yolun sonu, oldukça korkunç bir sonuçla darmadağın edecekti aklımı.

Cevabımla düştüğü gafletin farkına varır gibi olan Atalante destek bekler gibi diğerlerine baktığında, ellerimi masanın yüzeyine doğru koyarak eğilerek başımla bir hışım kalktığı sandalyeyi işaret ettim.

Çok değil, yalnızca birkaç saniyenin ardından gelmeyen destek üzerine altüst olmuş ifadesiyle kalktığı yere geri oturdu. Bu hareketiyle, dudaklarım ağrıca yana doğru kıvrıldı. "Hep böyle geri adım atmanız, can güvenliğiniz için emin olun daha iyi. Umarım anlatabilmişimdir."

Ellerimi masadan çekerek doğrulduğumda, gözlerim yeniden Algan'ı buldu. Çatılan kaşlarıyla ne yaptığımı çözmek ister gibi bakan adama boş gözlerle karşılık verdim yalnızca.

Gözlerimi yanımda oturmaya devam Areslere çevirdiğimde, hallerinden gayet memnun bir ifadeyle beni izlediklerini gördüm.

Tek gözümü kırparak başımı iki yana salladım. "Durumlar nasıl?"

Onlara dönmemle Romos ellerini havaya doğru kaldırarak dudağını büktü hafifçe. "Valla deminden beri canım sıkılıyordu benim de. Keyfim yerine geldi, müthişim şuan."

Atena ve Kain aynı anda baş parmaklarını kaldırarak ona katıldıklarını belli ederken, yüzlerindeki sırıtan ifadeyle yutkunarak sessiz kalan Ares'e döndüm. Ne yapmaya çalıştığımı çözmek için uğraşır bir hali vardı.

"Ne yaparsam yapayım, arkamda mısınız?" Diğerlerinin duymaması için onlara doğru eğilerek fısıldadığımda, Ares'in kısık gözleri normale döndü ilk önce.

Başı ağırca omzuna doğru düştüğünde, dudağı sağa sola doğru kıvrıldı. "Bu eylem planın içinde bir silah barındırıyor mu?"

Sorusuyla yutkunarak başımı salladığımda, dilini dudakları üzerinde gezdirerek gülümsemesini gizlemeye çalıştı. Dikkat çekmeyecek şekilde sap üniformasının sağ kısmını yukarı doğru hafifçe çektiğinde, belindeki, beyaz kaplaması olan silahıyla göz göze geldim.

"O halde varım." Ardından yanındakilere kısa bir bakış atarak başıyla onları işaret etti.

"Bunlar zaten her türlü var." Kısık sesiyle gözlerime yerleşen minnetle baktım yüzlerine.

Derin bir nefesle göğsüm kabardığında, önüne dönmesi üzerine parmaklarımı açıp kapadım. Birkaç saniyenin ardından rahatça almam için açıkta bıraktığı belindeki silahı hızla kavradığımda, namlusunu çevirdiğim kişiyle herkesin ağzından hayret ve korku karışımı nidalar yükseldi.

Dehşete düşen bedenler oturdukları yerden kalkarak hedef olmamak için kendilerine sığınacak alan ararken, elimdeki silah hedefinde sabit kalmaya devam etti.

Tek bir kişide;

Algan'da.

Parmaklarım arasındaki silahın bir an titreyeceğini düşündüm fakat sandığımın aksine, tutuşum daha da sağlamlaştı. Elim birazdan tetiğine basacağım silahı daha iyi kavrarken, ayaklanan Zada'nın ikna etmeye çalışan sözcükleri bir kulağımdan girerek, diğerinden uçup gitti.

Herkesin aksine yerinden kalkmaya tenezzül etmeyen, Ares, Romos, Kain ve Atena öylece oturmaya devam ediyorlardı.

Çünkü olanın farkına varan, nadir kişilerdi onlar da.

Dişlerimi sıkıca birbirine kenetlediğimde, silahın hedefinde kalan Algan'ın gözlerinden geçen tereddüt, dudaklarımın kıvrılmasına neden oldu.

"Aklımı yeterince kaçırmış mıyım sence?" Sorumla hareketlenen ademelmasından yutkunduğunu anladım.

Korkuyordu.

Onu vurmamdan, birazdan bu silahtan çıkacak kurşunun bedenine saplanmasından korkuyordu.

Ve, onu vuracağımdan oldukça emindi.

"Hera..." Afallamasının yansıdığı sesi, diğerlerinin çığlıklarına karışırken, donuklaşan ifademle yüzüne bakmaya devam ettim.

"Dinliyorum." Cevabımla yeniden yutkundu.

"Bunu yapamazsın." Başka ne diyeceğini bilemeyen sesiyle, dilimi damağıma vurarak olumsuz bir ses çıkardım.

"Yaparım. Yapacağım. Çünkü, sen ölmediğin sürece onu serbest bırakamam." Parmağım tetiğin üzerine doğru gittiğinde, Lila'nın haykırışı sarstı tüm mekanı.

"Kafayı yemişsin sen! Bir şey yapsana Zada, öldürecek bu manyak kardeşin Algan'ı." Onun haykırışına eklenen ses, kardeşine aitti.

"Abla. Zarar verecek ona, bir şey yap, yalvarırım! Engel olsanıza biriniz!"

Derin bir soluk aldığımda, tek isteğim yanılmamaktı.

Bu bir risk miydi, belki... Ama bir kurtuluş olma ihtimali, risk olma ihtimalini gölgede bırakıyordu.

Algan'a ulaşmak için, önce onun kılığına girmiş bu adamdan kurtulmam gerekiyordu.

Başka yolum yoktu.

Algan, burada değildi. Yoktu. Benden yardım istemişti onu kurtarmam için.

Tekrarladım içimden bir kez daha.

Algan burada değil. Bu, o değil...

"Birazdan tüm tesis askerleri burada olur. Acele etsen iyi edersin." Ares'in ikaz edici sesiyle kendimi toparladığımda, daha fazla düşünmeden silahın namlusunu karnına doğru çevirdim.

Bu silahın kurşunun, normal bir silahın kurşunundan daha farklı olduğunun bilincindeydim. Tek bir kurşun, nereye isabet ederse etsin, içinde barındırdığı zehirle ciddi hasara sebep olurdu.

Bunun geri dönüşü yoktu.

Ancak şimdi bunu yapmazsam, ona gidişim de yoktu.

Kuruyan boğazımla her ne kadar yutkunmak istesem de, soluğum dahi zor geçiyordu şimdi. Saniyeler içinde, tetiğin üzerindeki parmağıma baskı uygulayarak silahı ateşlediğimde, hızla gözlerimi yumdum.

Karanlığa bulanan görüşümle kulakları sağır eden bir silah sesi tüm ortamı sessizliğe boğdu.

Kapadığım gözlerimi açmaya cesaretim yoktu. Yaptığım şeyin sonucunun korkusunu şimdi hisseder olmuştum.

Duyduğum acı dolu inleme sesiyle sıkı sıkı yumduğum gözlerimi ağırca araladığımda, herkesin onun başına toplandığını gördüm.

Tüm bedenim, tam o anda kasıldı. Dişlerim sıkıca birbirine geçerken, titremenin esir aldığı bedenimle, parmaklarım arasından kayan silah yeri boyladı, az önce yaptığım şeyi bana hatırlatmak isteyen bir gürültüyle. Soluğumu tutarak gözlerimi karşımdaki görüntüye diktiğimde, boğazıma ilmek ilmek düğümünü attı tüm duygular ve kendilerini oraya bağladılar.

Algan, bedenini saran koyu kırmızı sıvıyla öylece yatıyordu yerde. Can çekişiyordu. Kapanmak üzere olan gözleriyle, dudakları arasından canının yandığını belirten sesler yükselirken, yaptığım şeyi sorgulamaya mantığım kalmamıştı.

Hemen yanında yere diz çökerek başını dizleri üzerine koyan Lidya'nın yaşları, onun kumral saçları arasına karıştı.

Yanlış yaptın...

Onu vurdun.

Sevdiğin adamı, kendi ellerinle vurdun.

Artık onu tamamen kaybedeceksin...

Karmakarışık olan zihnime sızan iç sesimle ellerimi kulaklarıma kapamak istedim fakat bunu yapmaktan bile acizdim o an. Bedenim olduğu yerde kilitlenmiş, anahtarını ise canıyla cebelleşen adamın yüreğine hapsetmişti.

Sen katili olacaksın onun.

Ölümüne sebep olacaksın.

Başımı iki yana sallayarak yutkunduğumda, oturdukları yerden hızla ayaklanan Ares, Kain, Romos ve Atena'da durumun sandıkları gibi olmaması üzerine soluğu yerde, ölümü karşılamayı bekleyen komutanlarının yanında aldılar.

Kesik bir soluk aralık dudaklarım arasından çıktığında, iki yanımda yumruk oldu ellerim canımı yakmak ister gibi.

Zihnime hiç durmadan yankılanan katil damgasını ruhumun üzerine etiket gibi yapıştıran iç sesimi susturmak her geçen dakika daha da imkansız hale geliyordu. Ayaklarım zemine görünmez ancak kuvvetli bir bağla bağlanmış, bedenimin kıpırdamasını engelliyordu sanki.

Ağırca açıp kapadığım gözlerimle, onun her geçen sürede biraz daha kan kaybedişini izlerken, bağırışların ve ağlama seslerinin yankılandığı mekanda bir silah sesi daha duyuldu.

Ancak bu sefer, silahı ateşleyen ben değildim.

Kesilen soluğumla, bu sese dahi tepkisiz kalan ruhumu kendi elleriyle teslim etmek adına an kollayan bedenim olduğu yerde durmaya devam etti.

Yeniden bir sessizlik esir aldı etrafı.

Ardından, Lidya'nın oldukça sağır edici dehşet dolu çığlığı firar etti dudakları arasından.

Bakışlarım hızla o tarafı bulduğunda, ikinci bir kurşunun tam alnının ortasından isabet ettiği yerdeki Algan'ın başından herkes çığlıklar eşliğinde kalkarak etrafa kaçışmaya başladı.

Ne olduğunu anlayamadığım bakışlarım odağını kaybetmiş gibi etrafta gezinirken, kaçışan insanların arasında, sabit durmaya devam ettim.

Anından bileğimden tutularak geriye doğru çekilmemle, koruma içgüdüsüyle önüme geçen Zada'nın farkına yeni varıyordum. "Askerler nerede?!"

Gür sesi her yanı titretirken, çok kısa bir an, bileğimi tutan elinin gevşediğini hissettim. "Siktir!" Hayret dolu sesi üzerine, feri sönmek üzere olan gözlerim baktığı yeri takip ettiğinde, az önce yerde yatan Algan'ın olduğu tarafa gözlerindeki dehşetle baktığını anladığımda, aynı noktaya odaklandım.

Ancak gördüğüm görüntü, içten bir sarsıntı yaşamama neden oldu.

Akan kanın kırmızı rengi, giderek siyahlaşarak koyu bir renge bürünürken, teninin üzerinde mavi damarlar belirmeye başladı.

Nutkumun tutulduğu bu görüntüyle, aralanan dudaklarım geri kapanırken dilimin kemikleştiğini hissettim. Tek bir söz çıkmıyordu dudaklarım arasından.

Zada başını sola, kapı tarafına doğru çevirdi bu defa o kurşunun nereden isabet ettiğini bilir gibi. Soğuk bir yele kapılmış gibi titreyen bedenim kontrolümden çıkmak için an kollarken, kabullendiğim sessizlik içinde baktığı yere çevirdim yeniden gözlerimi.

Bunun zihnimin bir oyunu olmadığından emin olabilmek adına gözlerimi sıkıca kapatıp açtığımda, bedenim hafifçe geriye doğru sendeledi ancak bileğimi yeniden sıkıca tutan Zada'yla, düşmem engellenmiş oldu.

Kapının hemen önünde gördüm onu.

Bir eli, kolunun üzerinde yaralandığını belli eden bir noktaya baskı uygularken, diğer elinde silah vardı. Az önceki kurşunun çıktığı silah...

Dudaklarındaki o mesafeli, sınırı asla aşmayan görmeye alıştığım abartısız gülümsemesiyle gözleri direkt gözlerimi hedef aldığında, elaları kısıldı ezberlediğim şekilde. Anında içime yayılan o sıcak hissin huzuru, tüm olumsuzluğumu gölgeledi. İşte, tanıdıklık buydu. Birini tanımak buydu. Birini ezbere bilmek, her adımını bilmek; buydu. 

"Bir klonu yok etmek için, ilk ve tek hedefin direkt alnının ortası olmalı." Karşılaşmamızda kurduğu ilk cümlenin bu oluşuna takılmadan, hâlâ varlığını sorguladığım adamla gözlerimi yeniden açıp kapadım. 

Onun aksine uzun bir cümle kuramadığımda, dilimden, en içten istediğim bir dilek gibi döküldü ismi.

"Algan..." 

-----------------

Merhaba

Bölümü kontrol edemedim bekletmemek adına, yazım yanlışları olabilir bu yüzden.

Umarım iyisinizdir. Bu dönem benim için fazlasıyla yoğun geçiyor, bölümümün ağırlığını tam olarak hissediyorum artık sahiden. Uykusuz geceler dönemine giriş yapmış bulunmaktayım yeniden :,)

Neyse. Bölüme gelecek olursak, Algan'ımız geldi nihayet. Bundan sonra, ilişkilerini okuyacağız çok şükür. 

Ara ara geçmişe, ilk karşılaştıkları zamana vs. dönüşler olacak, o anları da okuyacağız merak etmeyiniz. 

Sosyal medya hesapları; Twitter/Instagram; @rrebiyy 

Kendinize  çok çok iyi bakın, hepinizi öpüyorum! Bir sonraki bölümde görüşmek üzere :)💜

Continue Reading

You'll Also Like

13.1K 686 19
Son senesinde bir koleje burs kazanan İzem ile okulun sıkıntılı öğrencisi Deniz' in sorunlu ilişkisi
1.2K 90 6
Birazdan parmağıma Alaz'ın adı yazan bir yüzük takılacaktı. Her bu yüzüğe baktığımda acı çekecektim ve kendimden utanacaktım. Gurursuzluğum ve değers...
17.9K 1.5K 13
Felix zorbalarından kaçarken yolunu kaybetmiş ve bilmediği bir mahalleye gelmişti.Lâkin bütün evler o kadar eskiydi ki, bir ev dışında.Tek şansı o e...
2.5M 76K 19
Paranormal #2 Kartal'ın aklında, neden bu kızı daha önce görmemiş olduğu soruları dönüyordu. "Gözleri..." "Değişik, evet." "Değişik değil, eşsiz...