OKYANUS KADAR MAVİ

由 smellofthesky

5.6M 242K 80.6K

"Bir acı var kalbimin tam sol köşesinde. Hemen sen kokan satırların arasında beliriveren çok fazla acı var, s... 更多

Okyanus Kadar Mavi
Bölüm/1
Bölüm/2
Bölüm/3
Bölüm/4
Bölüm/5
Bölüm/6
Bölüm/7
Bölüm/8
Bölüm/9
Bölüm/10
Bölüm/11
Bölüm/12
Bölüm/13
Bölüm/14
Bölüm/15
Bölüm/16
Bölüm/17
Bölüm/18
Bölüm/19
Bölüm/20
Bölüm/22
Bölüm/23
Bölüm/24
Bölüm/25
Bölüm/26
Bölüm/27
Bölüm/28
Bölüm/29
Bölüm/30
Bölüm/31
Bölüm/32
Bölüm/33
FİNAL
Teşekkürler & Açıklama
Minnak Duyuru.
Epilog
OKM2/GÖKYÜZÜ KADAR MAVİ
DÜNYA'NIN DEFTERİNDEN SATIRLAR.
1 MİLYON!

Bölüm/21

111K 5.6K 2.9K
由 smellofthesky

Yaklaşık iki ay gibi bir süredir beklettiğim herkesten en başta özür dileyerek başlayayım. Sabır ve anlayış gösteren herkese teşekkür ederim, en içten şekilde. Böyle uzun bir süre boyunca bölüm verememek elimde olan bir şey değildi. Bilen bilir, son bölümler oldukça hızlı aralıklarla yüklendi. Gerek desteğiniz, gerekse boş zaman bolluğundan. Normal şartlarda üç hafta önce bölüm gelecekti. Sınavlarım bitmişti ve bende o aralıkta yazıp yazıp paylaşırım diyordum. Fakat aynı hafta içinde bir yakınımı kaybettim ve hiç bir şeyi düşünemeyecek durumdaydım. Buraya bahanelerle gelmek istemiyorum ama en azından bölümün neden aksadığını merak edenler için açıklama yapmak zorunda olduğumu hissettim.

Tekrar özür dilerim. Umarım beklentilerinizi karşılayacak bir bölüm olmuştur. Hataları birazdan gözden geçireceğim. Yorumlarınız çok...nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum, öyle güzelsiniz ki. Deli gibi mutlu ediyorsunuz ve elimden gelenin en iyisini yapıyorum. Düşüncelerinizi merak ediyorum, lütfen geçen sefer olduğu gibi oylarınızı da yorumlarınızı da eksik etmeyin benden, onlara ihtiyacım var. :')

Multimedia Atlas.

İyi okumalar dilerim!

 

“Sonra ne olduğunu ikimizde anlamadık. Ben, ona kapılmıştım. O da yörüngesi belli olmayan bir rüzgara. Kim bilir yine hangi hüzün denizinin kıyısına, hangi göz yaşı olarak vuracaktık.”

Felaketlerin habercisi olan bir his, bazı zamanlar kalbinizde edindiği odayı tekrar ziyaret ederek sizi yaşayacağınız kötü şeylere karşı hazırlama görevini üstlenirdi. Başınıza kötü bir şey geleceği zamanlarda, bir huzursuzluk çöreklendirdi tam göğsünüze. Nefes almanıza engel olmakla kalmaz, düşüncelerinizin arasında bulduğu boşluklara da sızar; sinsi bir yılan misali istila ederdi hem zihninizi hem de kalbinizi.

Sonra o gün içinde başınıza kötü bir şey gelirdi ve huzursuzluğunuzun asıl sebebi açıklığa kavuşurdu. İnsanların buna dediği şey iç güdü, ön sezi veya psişik bir takım güçlerdi. Fakat bana göreyse tamamen tecrübeyle alakalı olan bir şeydi.

Yaşadığınız şeylerin boyutuna göre bir noktadan sonra hisseleriniz kuvvetlenirdi. Ne olacağını tahmin etmeniz kolaylaşır, başınıza gelecek kötülüğü bilir ve buna göre, kendinizi alıştırırdınız. Bir bakıma yaşadıklarımız, ne kadar acı olursa olsun bize bir dayanma noktası armağan etmiş olurdu.

Tam da dedikleri gibi, öldürmeyen acı daha güçlü kılar ve yaşadıklarımızdan çok yaşayacaklarımıza odaklanır olurduk.

Annemin hastalığıyla beraber, bir gün onun yokluğu ile baş başa kalacağımı idrak etmiştim. Bipolar hastalarının iyileşmesi muhtemeldi fakat kurtulan kesimin yarı sıra, intihara meyilli bir kesim de vardı ve ben, nedense hep kötüyü düşünmeye odaklı olurdum. Bu yüzden, kendimi alıştırmıştım. Bir şeylerin eninde sonunda ters gideceğini biliyordum. Babamın yokluğunu kabullendiğim gibi, buna da alışmam gerektiğini söylüyordum kendime.

Burada, başıma gelen felaket annemin ölümüydü. Göğsüme çöreklenen huzursuzluksa, hastalığı görevini üstleniyordu.

Bu hastalık, bir şeylerin başıma geleceğini idrak etmemi sağlayan bir çeşit…ipucu gibiydi.

Ve öte yandan Atlas içinde aynısını söyleyebilirdik. O gün, o odada baş başa kaldığımızda, bir şeylerin başıma geleceğini hissetmiştim. Çünkü doğru geldiği kadar yanlış hissetmeme neden olan bir şeylerde vardı. Ve şimdi Açelya, önü alınmaz adımlarıyla üzerimize doğru yürürken neden huzursuz hissettiğimi idrak etmek için sadece üç saniyem olmuştu.

En başta kendime bir şeyleri dert etmemem gerektiği yalanını attım. Suçum yoktu. Tüm suç, Atlas’a aitti. En büyük zaafım olduğunu bilerek hareket etmişti ve onun bir sevgilisi vardı. Hareketlerini buna göre kontrol altına alma görevi onun üzerine vazifeydi.

Fakat tüm bunlara rağmen kalbimin göğsümü neden deldiğini, dudaklarımın aniden neden kurduğunu ve soğuk ellerimin neden terler dökmeye başladığına anlam verememiştim. Bir anda, tüm görüş açım bulanmış, sadece Atlas ve Açelya’yı görür olmuştum. Endişe ettiğim şeyin ne olduğuna bile karar veremez bir halde, kirpiklerimi dahi kırpmıyordum.

Sadece olacakları tahmin eden fikirlerimi def etmeye çalışarak zihinsel bir harp başlatmıştım kendi içimde.

Ilgın, “Ne oluyor?” diye fısıldadığında bakışlarımı sadece bir saniyeliğine ona çevirdim ve işlerin iyiye gitmeyeceğini anlamasına yetecek türden bir bakış atmaya çalıştım fakat baygın bakan gözlerimle bunu başarıp başarmadığımdan bir türlü emin olamıyordum. Odaklanabildiğim tek şey, az sonra olacaklardı ve bu yeterince aklımı kurcalamaya yetiyordu.

Gözlerimi sadece bir saniyeliğine de olsa kapattıktan sonra ciğerlerime kuvvetli bir soluk doldurarak kendimi sakin kılmak için uğraştım, ardından bakışlarımı masanın eşiğine gelmiş ve gözlerini bana dikmiş olan Açelya’ya çevirerek oturduğum yerde sıçradım. Hangi ara yanıma bu kadar gelebilmişti?

Her zamanki aksine parlamayan bakışları, aynı dudağında eksik olan nar çiçeği ruju gibiydi. Teni solmuş, göz yaşlarıyla ıslanan yanakları onu oldukça savunmasız göstermişti. Üzerinde her zamanki gibi bir elbise vardı fakat koşmaktan olsa gerek, elbise üzerine geçirdiği ceket koluna kadar sıyrılmıştı.

Gözleri yaşlıydı. Saniyede bir burnunu çekiyordu ve bu ister istemez kötü düşüncelerin habercisiymiş gibi hissettiriyordu.

Bakışlarım, hemen ardındaki Atlas’a kaydığında gergin bakışlarını fark ederek dudaklarımı ısırdım. Kaçmak istiyordum.

Fakat geç kalmıştım.

Masanın hemen eşiğinde duraksayan Açelya birkaç saniyeyi kendisine vererek derince iç çekti, parmaklarıyla gözlerini ovuşturdu ardından bakışlarını benim üzerimde sabitledi.

“Dışarı gelmeni istiyorum,” dedi soğukkanlı olmayı başarabilen bir ses tonuyla. “Konuşmamız gerek, Dünya.”

Adımın üzerine bastıran ses tonu karşısında kirpiklerimi kırpıştıramadan edemedim. Bakışlarımı hızlı bir şekilde hemen arkasındaki Atlas’a çevirdim, ortada neler döndüğünü anlatmasını dileyen bir bakışla ona baktım.

“Açelya,” diye araya dahil oldu Atlas temkinli bir tonda. “Sakinleşmen gerektiğini biliyorsun, hadi gel.”

Parmaklarını Açelya’nın çıplak omzuna sardıktan sonra onu nazik hareketlerle kendisine doğru çekmeye çalıştı. Öyle bir durum içerisindeydim ki ona dokunmasının beni ilgilendirdiğini bile düşünemiyordum. Mantığım ve kalbimin anlaşma yaptığı ilk konu buydu ve tek dileğim, bir an evvel şu durum içerisinden sıyrılmaktı. Bir kez daha Atlas’ı sevdiğim için savunma yapmak zorunda kalmak istemiyordum.

Fakat Açelya onu dinlemek yerine omzunun onun parmakları arasından kurtardı, bakışlarını saniyelik bir zaman diliminde Atlas’ın yüzüne çevirdi ve bir damla yaş, dudaklarını yeniden örttü.

“İstemiyorum,” dedi ağlamaktan boğuk çıkan sesiyle. “İstemiyorum, anlıyor musun!”

Açelya, dudaklarını yalayıp elinin tersiyle yanaklarını kuruladıktan sonra Atlas’a bir şeyler –çok şeyler- anlatmaya çalışan bakışları eşliğinde birkaç dakikasını heba etti. Ona bir şeyler söylüyordu sessizce. Sadece gözleriyle. Ve biliyordum ki eğer bunları duyarsam, benim kalbim bile ezilirdi.

“Dünya,” diyerek ismimi tekrar etti Açelya. “Burada mı konuşmak istiyorsun?”

Alarmlar çoktan zihnimde çalmaya başlamıştı. Tehlikeli şeylerin kokusunu almaya başlamış, bir savaş içine girdiğimi idrak etmiş fakat kendimi nasıl savunacağıma karar verememiştim. Dudaklarımı ıslattım, kirpiklerimi kırpıştırarak bakışlarımı yüzündeki acılı ifadede dolandırdım.

Ona ne yaptığıma baktım.

Ardından ne halde olduğumu düşündüm.

Ondan önce mahvolmaya başlayan bendim, vicdanın canı cehenneme.

Ama olmuyordu.

Birbirinden farklı cümleler zihnimin içinde at koştururken Açelya’nın bir cevap için yüzümde gezdirdiği bakışlarını fark edebiliyordum. Her an patlamaya hazır gibiydi.

“Konuşacağız!” dedi dişleri ardından. “Bana açıklama borçlu olduğunu sen de biliyorsun!”

Yavaşça oturduğum yerde kaykıldıktan sonra onu kabullenerek çantamı boynuma astım. Bakışlarımı Ilgın’a çevirdim ve bir sorun yokmuş gibi kirpiklerimi kırptım. Sorun vardı!

Ilgın, dudaklarını aralamak istediğinde kaşlarımı kaldırarak onu susturdum ve çoktan kapıya doğru ilerlemiş olan Açelya’yı takip etmeye koyuldum, hemen eşiğimdeki Atlas ile.

Yüzünde allak bullak bir ifade hüküm sürüyordu. Belli ki ne gibi bir durum içinde olduğunu sorgulayan tarafta tek başıma değildim.

Ben adımlarımı atmaya başlamışken o da birkaç büyük adımla yanıma geldi ve parmaklarını hızlı bir şekilde bileğime dolayarak yürürken bana eşlik etti. Bu dokunuş, böyle bir zamandayken oldukça tehlikeliydi, bunu biliyor olmalıydı. Üstelik kafam yerinde değildi ve yaptığı bu şey, dikkatimi dağıtmak dışında hiçbir halta yarıyor sayılmazdı.

“Dünya…” diyerek söze başladı. Kelimeleri aceleci ve endişeliydi. Sıkıntı, göğüs kafesimden ağzıma doğru yükselemeye başlamıştı. “Özür dilerim, ben…”

Ne diyeceğimi bilemeyerek bileğimi elinden çektim. Dudaklarım, hala birkaç saat önce üzerlerinde olan dudaklar yüzünden sızlıyor ve beynime doğru düşünme iznini vermiyordu. Fakat elbette tek bir özür sözcüğünün kırılmış kalbimi, alt üst olmuş hayatımı ve de birazdan kopacak kıyameti engelleyemeyeceğini idrak edebilecek durumdaydım.

“Lütfen,” dedim sadece. “Lütfen, daha fazla değil.”

Hızlı adımlarla dışarıya çıktıktan sonra üç adım ötedeki arabaya yaslanmış olan Açelya’ya bakarak en başta duraksadım, ardından bundan kaçamayacağımı biliyor halde yanına doğru yürümeye koyuldum. Parmaklarıyla gözlerini ovuşturuyor, dudaklarını yiyor ve bacağını bir ileri bir geri sallayıp duruyordu.

Onun böyle davranmasıysa beni daha çok geriyordu.

Yanına yaklaştıkça, içimdeki sıkıntı biraz daha büyür hale gelmiş, beni yutabilecek koca bir kasırgaya dönüşmüştü. Ağzımın içi kuruyor, sanki kelimeler dudaklarıma yapışıyordu.

Koca bir nefesi içime yuvarladım, bir adım sonra tam yanındaydım.

Hemen arkamda duran Atlas ile beraber, karşıma Açelya’yı almış, dizlerimin titremesine mani olamıyordum.

“Şimdi de onun arkasında mı duruyorsun, Atlas?” dedi Açelya barizce titreyen sesiyle beraber göz yaşlarını saklama gereği duymadan. “Hemen,” dedi. “Hemen onun arkasında duruyorsun, öyle mi?”

Kastettiği çift mana ile beraber yutkunduktan sonra her ne kadar Atlas’a bakmak istesem de bakışlarımı ona çevirmeyerek kararlılığımı korudum ve bu işten nasıl sıyrılacağımı düşünmeye koyuldum. Aşkım yüzünden birinden özür dilemeyecektim, bunu bana hiçbir güç yaptıramazdı. Var oluşumun nedeni olan birini sevmek suç olamazdı. Onun dudaklarını bir defa olsun tatmak, hakkımdı. Açelya, onu istediği zaman öpebilir, istediği zamansa dokunabilirken benim sadece bir kere olsun bu hakka erişiyor olmam, tartışmaya açık sayılmazdı.

Bu yüzden ilk adımı onun atmasını bekledim.

Geç kalmadı.

“Sen,” dedi kıvrak bir hareketle parmağını bana doğrulturken. Burnunu çekti, gözlerini yumdu. Sinirli görünmeye çalışsa bile kendisini ele veriyordu. Savunmasızdı.

“Onun benim için ne ifade ettiğini biliyordun, Dünya. Sana gelip ağladım. Sana, onu kaybetmek istemediğimi söyledim.”

Gözleri hala kapalıyken sarsılan omuzları benim de gözlerimi kapatma isteğimi içimde büyütüyordu. Bir tarafım burada haksız olmadığımı savunurken öbürü çoktan kendisini vicdan mahkemesinde suçlu bulmuş ve idam cezasına çarptırmıştı bile.

“Bunu biliyor olmana rağmen ona nasıl d-dokunabildin?”

Ona aşığım.

Ve o sana bunu biliyor olmasına rağmen binlerce defa dokundu.

Göz göre göre öldürdü beni.

“O sadece benim erkek arkadaşım değil,” dedi bana sorduğu sorulara cevap verme hakkı tanımdan. “O benim ailemdi. Ege’ydi, annemdi, babamdı, sahip olduğum her şeydi. Hiçbir zaman aramızdakinin ne olduğunu bile anlayamayacaksın.”

Su yeşili gözlerini açtıktan sonra kirpiklerini kırpıştırarak hala arkamda duran Atlas’a baktı. “Ben de senin için öyleydim, Atlas. İnkar etme, ikimizde biliyoruz.”

İnce bir sızıya esir düşen kalbime söz geçirmeyi bırakalı çok olmuştu. Bunu kendi içimde az çok aşmıştım. Açelya’ydı o. Sevgilisiydi. Elbette aralarında benim asla anlamamın mümkün olmadığı şeyler olacaktı. Elbette o, Atlas için her şey olacaktı. Fakat keşke olmasaydı.

“Sana benden uzaklaşmanın nedeninin ne olduğunu sormuştum. Lanet olsun, en ufacık şeyleri bile düşündüm, Atlas! Ka-”

Dudaklarını hızla kapatıp elini başına yönlendirdiği sırada Atlas, birkaç adım atarak hemen Açelya’nın yanına ulaştı ve ince bileğine parmaklarını dolayarak bedenini kendine yasladı. “İyi misin?” dedi sessizce, fakat duymuştum. “Açelya, kahretsin.”

Açelya, bir şey söylemeden kendisini ondan çekti ve bileğine sarılı olan parmaklarını kendi parmaklarıyla birleştirdi. Atlas’a baktı. Acının biriktiği gözleriyle ona baktı. Kim bilir o bakışlarda söylemek istediği kaç şiir dolanıyordu. Ama üzülmem saçmaydı. Ben, Atlas’a her daim öyle bakıyorken Açelya’nın acısı bir şey sayılmamalıydı.

“Atlas,” dedi aciz bir tonda. “Atlas, seni seviyorum. S-seni, sahip olduğum her şeyden daha çok seviyorum.”

Yavaşça dudaklarımı birbirlerine bastırdıktan sonra yutkundum. Şu an burada olmamam gerekiyordu. Şu an, bu konuşmanın içindeki üçüncü şahıs olmamam gerekiyordu. Ne de büyük zavallılık, Tanrım.

“Açelya.”

Atlas, temkinli bir şekilde duraksadıktan sonra ne yapacağını bilmez bir ifadeyle önce bakışlarını bana, daha sonra da Açelya’nın omzunun üzerindeki bir noktaya sabitledi. Şu an, aklından geçenleri öğrenebilmeyi dilerdim. En çokta düşüncelerinin arasında bana yer verip vermediğini merak ediyordum. Belki…sadece bir cümlesinin arasına bile sıkıştırmış olabilirdi adımı.

“Açelya, lütfen.”

Ona, onu sevdiğini söylememesi ile beraber derin bir nefes aldıktan sonra dolan gözlerimi umursamadan kalbimin kıyılarında bir gülüşün belirmesine engel olamadım. Saniyeler sonra, bu gülüşün silineceğini bildiğim halde yine de yapamadım.

“Söyle,” dedi Açelya ona biraz daha yaklaşarak. “Beni sevdiğini biliyorum. Lütfen, söyle.”

Klişe bir senaryonun baş rolünü devralmıştım belki de. Her zaman bir adım geri de kalan fakat en sonunda değeri anlaşılacak o kız olmaya mı laiktim yani? Oysa ben, gerçekten destansı bir aşkımız olsun isterdim. Klişe lise aşklarına benzemesin isterdim. Atlas, böyle dengesiz ve umursamaz olmasın isterdim. Fakat bilirsiniz, dilekler, dilekler ve dilekler. Kesinlikle gerçekleşmek için değillerdir.

“Sevdiğimi biliyorsun,” diye fısıldadı Atlas. Bunu duymamı umup ummadığını bilmiyordum. Gerçi kalbimde belirip şimdi can veren gülüş ardından umursadığımda söylenemezdi. “İyi değilsin, güzelim. Sonra konuşalım. Yapma böyle.”

Oyun tekrarı yapıp yapmadığımızdan emin değildim fakat eğer aynı şeyler üzerinden tekrar geçecek, aynı acıları tekrar edeceksek ben bunu istemiyordum. Aynı adama, bininci defa ölmek istemiyordum. Tanrım, istemiyordum.

Anlayamıyordum.

Gerçekten, hiçbir şey anlayamıyordum.

Bir tercih yapması gerektiğini o biliyordu. Aslına bakarsak ben tercihini çok önceden yaptığını düşünürdüm. Açelya’nın yanında yer alıyor oluşu bir şeyleri açıklamıyor muydu zaten? Fakat o beni öperek tüm dengeleri alt üst etmişti. Bu, her ne kadar onun için büyük bir problem olmasa da. Yine de, Açelya’yı bırakmasının mümkün olmadığını eklemeyi de unutmamıştı. Üstelik şimdi…şimdi bir de onu sevdiğini söylemişti.

 Hayatımda ilk defa, acı çekmesini diledim.

Atlas için bu güne kadar böyle bir şeyi düşlememiştim bile fakat hayatımda ilk defa, onun çektiğim acının dörtte birini çekmesini istedim. İstedim ki bir defa olsun beni bir başkasıyla gördüğünde onun da kalbinde kök salan duyguları büyük bir heyelana kurban gitsin.

“Atlas,” diye mırıldandı. “Atlas, iyi değilim.”

Ben de.

Yavaşça elini onun beline dolayıp Açelya’nın bedenini sabitledikten sonra cebinden telefonunu çıkarttı ve birkaç numara tuşladıktan sonra telefonu kulağına yaklaştırdı. Bakışları Açelya üzerinde dolanırken bana bakmak aklına bile gelmiyordu. Eh, geleceğini düşünmek de büyük bir ahmaklık olacaktı elbette.

Atlas her kimi aradıysa telefon açıldığında aceleci bir şekilde Açelya’yı araba kaputuna yaslayarak arka tarafa doğru ilerlemeye koyuldu. Belli ki bizim yanımızda konuşabileceği bir şey değildi. Aslına bakarsak şu an sırası bile değildi. Üstelik Açelya bana böylesine pençe almışken…

Ben ne yapacağımı bilmez bir ifadeyle olduğum yerde titrerken işitebildiğim tek şey Açelya’nın derin nefes alışlarıydı. Hızlı hızlı soluklanıyor, bakışlarımı ona çevirmeme neden oluyordu. Buradan bir an önce gitmek ve bir daha da karşısına çıkmak istemiyordum.

Yapabileceğimden emin değildim.

Tabi ki de yapamayacaktım.

Gitmek veya kalmak arasında sendeleyen ayaklarıma bakarken Açelya’nın kısık sesiyle beraber olduğum yere çivilenmek zorunda olduğumu idrak edebilmiş, kısık bir küfrü kör talihime armağan etmiştim. Çünkü hep böyle olmak zorundaydı.

“Atlas bana hayatımı bağışladı.” dedi ben neyden bahsettiğini anlamazken. Ağlamamak için gösterdiği çaba işe yarıyordu. Sesi kendinden emin, cümleleri dile getirmek istediği kadar keskindi. Amaçladığı şey belki de canımı yakmaktı. Çoktan başarılı olduğunu ona söylemedim.

“Hiçbir halt bilmiyorsun fakat o, bana gerçekten hayatımı bağışladı, Dünya.”

Söylediği her kelime birbirine giriyor, zihnimdeki kargaşayı alevlendiriyordu. Kaşlarım, anlamaz bir biçimde çatıldı, dudaklarım aralandı ve zihnimdeki soru işaretleri arasına bir tane daha cevabını bulamayacağımdan emin olduğum soru yerleşti. Neyse ki arkam ona dönüktü ve yüzümü görmüyordu.

“Aramızdaki şeyi anlayamayacağını söylememin nedeni buydu. Atlas, bana soluklarımı bense ona ruhumu bağışladım. Peki ya sen ona ne bağışladın? Bedenini mi? Yoksa dudaklarını mı?”

Açelya ne ara kalbimin en hassas olduğu yolları ezberlemişti, bilmiyordum. Açelya ne ara piyonlarını bu kadar sağlam oynamayı öğrenmişti, emin değildim. Fakat emin olduğum bir şey vardı ki Atlas’a neyi bağışladığımı, ona neyi koşulsuzca teslim ettiğim hakkında en ufacık bir bilgisi yoktu. Ne dudaklarımı ne de bedenimi bağışlamıştım ben ona. Ölürdüm belki bağışlasaydım. Teni tenimle buluştuğu sırada, Atlas’tan geriye kalan küllerim bile yok olur giderdi.

Asıl onun anlayamayacağı şeyler vardı. Ne ben söyleyebilirdim, ne de o benim gibi hissedebilirdi. Sanki Atlas’ı böyle sevmek, bu dünyada sadece bana bağışlanmış bir şeydi. Öyleydi.

“Bunu yapmaktan vazgeç,” dedi soluksuzca konuşmaya devam ederken. “İlişkimizin sarsıntıda olması hiçbir şey ifade etmiyor, Dünya. Hiçbir şey ifade etmiyor. O-o sadece…iyi değil, o kadar.”

Sonlara doğru kısılan sesi kırık kalbimin saplandığı topraklar arasına şüpheyi ekse de acı daha baskın olduğu için ses tonu üzerinde vakit harcayamadım bile. Keskin cam kırıkları boğazıma saplanmış, acı dışındaki tüm duygularım sanki devre dışı olmuştu. Odaklanabildiğim tek şey, daha fazla mutsuzluk, daha fazla hayal kırıklığıydı.

Ve belki de, biraz da olsa pişmanlık.

Ses çıkartmadan ayaklarımı sürüyerek hızla önümdeki yola odaklandım. Gitmek zorundaydım, usulca.

-

Kararsız bir insandım.

Hiçbir şeyden emin olamadığım gibi en çokta kendimden emin değildim. Gerek yetiştiğim aile ortamı olsun, gerekse içime kapanıklığım olsun adımlarımın hep geri planda kalmasına neden olmuş, her defasında kendimi sorgulamamı sağlamıştı. Özgüvenim sıfırdı. Kendim hakkında asla iyi bir yorum yapmazdım. Bu yüzden hep bir köşeye çekilir ve insanları seyrederdim. İşin aslı, geri planda kalmayı seçmek en başta bu oyuna yenileceğinizi bilerek katılmaktı.

Kendinizden emin oluşunuz kalkanınız olurdu ve en başta bir sıfır önde başlardınız.

Oysa ben, böyle değildim.

Emin olduğum tek şey anneme olan koşulsuz bağlılığım ve Atlas’a olan aşkımdı. Annemi kaybetmemek için bir şey yapmama gerek yoktu. Yapmam gereken tek şey, sağlığını koruyabilmekti. Atlas içinse aynı şey geçerli değildi. Sadece aşkımdan değil, kendimden de emin olmam gerekiyordu onu kazanabilmek için.

Annemi yitirmiştim.

Atlas’ı hiç kazanamamıştım.

Bunları elbette biliyordum fakat sesli bir biçimde dile getirmek bazı şeyleri beynime aşılıyor ediyor ve bu durum giderek canımı sıkıyordu. Bana ait olmasını istemediğim düşünceler sanki zihnimde kazandığı topraklara daha fazla acı inşa ediyordu. Atlas’a sahip olamamak. Atlas’a tam sahip olduğumu düşündüğüm anda, tekrar yitirmek. Veya sahip olsam da aslında hiç benim olmamış olması…Ve daha yüzlerce öznesini yitirmiş cümle.

Yağmur şiddetini biraz daha arttırırken adımlarımın temposunu önemsemeden ağır bir şekilde yürümeyi sürdürdüm. Hava gittikçe soğuyor ve üzerimdeki ince hırka beni ısıtmaya yetmiyordu. Saçlarım çoktan ıslanmış, üzerime yapışmıştı. Parmak uçlarım her daim olduğu gibi soğuktu. Ama yine de hiç biri kalbimdeki mutlak ayazla boy ölçüşemezdi.

Tek tük kayıp giden yaşları silme ihtiyacı duymadan sessizce hıçkırdıktan sonra elimi titreşimini koruyan telefonuma attım ve ekranda parlayan ismi okumaya çalıştıktan sonra telefonu kulağıma yaklaştırdım.

“Dünya!” dedi hızla Ilgın. “Allah aşkına bu kırk yedinci çağrı, neredesin sen!”

Elimi yüzüme atarak ıslak tutamları kulağımın arkasına sıkıştırdım, sokak lambasının seyrek ışığı altında önümü görebilmek için gözlerimi biraz daha araladım.

“Yoldayım,” dedim sesimin kırık çıkmamasına özen göstererek. “Ne oldu?”

“Ne mi oldu? Si-”Aniden duraksayarak sesini kesti. “İlla küfür ettireceksin, değil mi? Sabahtan beri seni arıyoruz, nasıl merak ettik, Dünya!”

Arıyoruz derken kastettiğinin kimler olduğunu umduğumun farkındaydım. Zihnime söz geçirsem bu seferde kalbim rahat durmuyordu. Suçu başkasında aramama gerek yoktu, acının kaynağı bendim.

“Yalnız kalmam gerekiyordu,” diyerek ona kısaca açıklamaya çalıştım. “İyi değilim, Ilgın.”

Bunca zamana kadar, yaşadığım her şey karşısında iyiyim, iyi olacağım, daha iyi oldum demeyi başarmışken bir anda suya inen yelkenlerim karşısında ben bile şaşkındım. Demek ki öylesine büyük bir yıkımdı ki bu, yalanlar bile artık sökmüyordu.

Bir kez daha hıçkırdım.

“Dünya’m,” dedi Ilgın endişeyle. “Eve gel hemen, konuşalım.”

Ilgın’a yeterince yük olmuşken biraz daha başını yormak istemiyordum. Üstelik yenik düşeceğim bir tartışmaya da girmeyecektim. Bu gün her şekilde Ilgın’a hesap vermem gerekiyordu.

“Yoldayım zaten,” dedim ağır adımlarım büyürken. “Geliyorum.”

“Hava yağmurlu. Can’a haber verebilirim, gelip alsın. Hasta olacaksın bak.”

Endişesi her zamanki gibi hem kalbimi burkup hem de dudaklarıma acılı bir gülümseme yerleştirdiğinde beni göremeyeceğini bilsem de başımı salladım. “Gerek yok,” dedim. Bu durum beni daha fazla gerecekti. Bu gün Can’la yaşadığımız tanışma epey bir garipti, bir de buna ihtiyaç duymuyordum. “Az kaldı, beş dakikaya oradayım.”

Yalan değildi. Biraz daha hızlanırsam beş dakika içinde evde olabilirdim. Bir şey demesine fırsat vermeden telefonu kapattım ve sessize alarak cebime yerleştirdim.

Eve giderken elimdeki beş dakikayı faydalıca kullanmak adına Ilgın’la konuşacaklarımın provasını yapıyor, bir yandan da kendime çeki düzen vermeye çalışıyordum.

Ona başımdan geçen her şeyi anlatmak istiyordum. Fakat öbür taraftan da bunları kimseyle paylaşmak istemediğimi düşünüyordum. Ilgın benim iyiliğim için yine bir ton nasihat verecekti, bundan emindim. Söyleyeceği cümleleri dahi ezberlemiştim. Ama atladığı bir nokta vardı ki bunları bilmem bir şeyi değiştirmiyordu. Bazen yapacağımız şeyin hata olduğunu bildiğimiz halde sonuçlarının bizi nereye sürükleyeceğini görmek isterdik ve ben de bu akıma kapılmıştım.

Atlas, benim en büyük hatamdı. Yine de bu işin sonunda kendimi hangi hüzün denizinin kıyısında bulacağımı görmek istiyordum.

Apartmanımızın loş ışıklarını seçebildiğimde elimi çantamın küçük gözüne atarak anahtarları el yordamıyla bulmaya çalıştım. Yağmur giderek hızını arttırmış, yolları iyice kayganlaştırmıştı. Düşmeden bir yokuşu inebilmem büyük bir başarıydı doğrusu.

Dengemi korumaya özen gösterip bir türlü elime gelmeyen anahtarları bulmak için başımı çantaya doğru eğdim ve eğmem ile birlikte kolumun biri tarafından sertçe çekilmesi bir oldu.

Sonunda elime gelen anahtarlar anın heyecanı ile hızla ve gürültüyle yere düştü, dudaklarım büyük bir çığlığı dışarıya bırakabilmek adına hızla aralandılar ama o sırada ağzıma kapanan el sayesinde bu hakkımı da yitirmiş olarak sadece inleyebildim.

Gümbürtüyle yerinde duramayan kalbim çoktan göğüs kafesimden çıkmak için çeşitli hamleler yapmıştı. Tehlikenin kokusunu alan hücrelerim, kırmızı alarmı bedenime yaydı ve tüm korku bir anda zihnimde toplandı.

Hayatımda her şey yeterince iyiye gidiyormuş gibi bir de buna mı maruz kalacaktım? Biri tarafından sıkıştırılacak, zarar görecek ve ardından bir daha asla konuşmazdım. Atlas bana acırdı belki. Vicdan azabından olsa gerek, beni sevmeyi denerdi. Veya şimdi bir anda çıkagelir ve beni her kimin kolları arasındaysam kurtarırdı. Kahramanım olurdu belki. Ben de ona tekrar aşık olur, zulüm edici kaderime razı gelirdim.

Gerçekten mi?

Korku, belli ki zihnimdeki sağlıklı düşünebilen birkaç hücreyi de öldürmüştü. Bundan önce doğru düzgün düşünmeyi beceremiyordum. Mantıklı kararlar verdiğim anların sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmezdi. Eh, demek ki bundan sonra hiç düşünemeyecektim.

Bu durumda bile sesini kesmeyen cümleleri beynimden dışarıya yollamak için başımı iki yana sallamaya koyuldum ve o anda, sesi işittim.

“Şşt,” dedi aşina olduğum dudaklarından aşina olduğum kelimeleri süzülürken. “Sakin ol, benim Dünya.”

Sakin ol, benim Dünya.

Hızla salladığım başımı sallamayı keserek yakasını tutmaya çalışan kollarımı aşağıya düşürdüm ve bir adım geriye gidebilmek adına onu yavaşça ittim, izin vermedi.

“Konuşmamız gerek,” dedi beni biraz daha kendine çekerken. Ben aramızdaki mesafeyi aşmaya çalıştıkça o bunun tam tersini yapmak istediği konusunda iddialı olduğunu sanki gözüme sokmak istiyordu. “Bu gün bir anda ortadan kayboldun. Seninle…seninle konuşmam gerekiyor, ikimizde biliyoruz.”

Gülsem mi, yoksa bu cümlesi karşısında ağlayarak mı cevap versem diye düşünmekten kendimi alamadım. Çünkü her şey…her şey o kadar kurgusal ve şaka gibiydi ki. Sanki birisi benim sabrımı ölçebilmek adına aynı şeyleri önüme ısıtıp ısıtıp koyuyor ve tahammül sınırımın nereye kadar olduğunu hesaplamaya çalışıyordu. Aynı senaryoydu bu. Yine canım yanacaktı.

Atlas yine bir şeyler söyleyecek ve ben yine aşkıma boyun eğerek gururumun nerede olduğunu umursamayacaktım. Yorulduğumdan haberi yoktu.

“İstemiyorum,” dedim ona yaklaşmayı reddederek. Halbuki seçme şansım olsaydı omzunu yuvam beller, kollarımı beline sarar ve dünyanın sonuna dek onu kendime hapsederdim. İstiyordum. Ona sarılmak, kokusunun kaynağına yakın olmak, boynunun girintisinde bir ömür harcamak istiyordum ama yapamazdım. Bir anlık mutluluk, bir ömür çaresizliğe neden olacaktı.

“Artık konuşmak istemiyorum,” dedim devam ederek. “Lütfen, artık şunu yapmayı kes.”

Tanrı’ya yağmur yağdığı için şükretmem gerektiğinin farkındaydım. Olası lanet yaşlar her an oldukları yerden çıkabilir ve beni esaretleri altına alabilirlerdi. En azından ağladığımı görmez ve bana acımazdı bu sefer. Hıçkırığımı bastırdım.

“Bir şey yapmıyorum,” diye tısladı. “Sadece konuşmamız gerekiyor, izin verir misin?”

Hayır.

Ona bir şeyler için izin verdiğimde ne olduğunu gayet iyi biliyorduk, biliyordum. Beni önemsemeden sadece duygularıyla hareket ediyordu o zamanlarda. Onun için bir şey ifade etmeyen bir anlık hevesler, benim için bir ömür acıya bedel oluyordu fakat o bunu umursamıyordu. Eğer bu gün olduğu gibi…bu gün arabada olduğu gibi yine izin verirsem yine inanacaktım. Ve ardından Açelya karşısına çıktığında ona yine, seni seviyorum diyecekti.

Her şeyin farkındaydım.

Bir anda damarlarıma akın eden öfke, hayal kırıklığının eseriydi. Acım, bana zarar vermek dışında da bir işe yarayacağını kanıtlamak adına tüm bedenimi esir aldı ve bana bir korunma mekanizması oluşturdu.

“Hayır!” dedim sesimi yükselterek. “Hayır, vermeyeceğim! Yine aynı döngüyü mü işleyeceğiz? Arabada olduğu gibi konuşacağız ve ardından o geldiğinde yine her şey eskisi gibi mi olacak? Sana olan duygularımı kullanmaktan vazgeç, canı yanan sadece benim!”

Acının yaptığı tek şey canınızı yakmak değildi bir bakıma. Zaman, onu büyütürdü ve gün geldiği zaman onunla beslenirdiniz. Gücünüzü acıdan alırdınız. Kalkanınız olurdu acı. Bir bakardınız, en büyük savunma mekanizmanız.

Ben de öyle yaptım.

İlk defa göz yaşlarıma değil, öfkeme neden olmasını sağladım acının. Onun karşısında bunu yapmak her ne kadar mümkünlüğünü yitiriyor olsa da en azından denedim.

Atlas’ın kolumu saran kolları pes etmek bilmiyordu. Benden daha güçlü olması bir kenara gittikçe kasılan yüz hatları ister istemez ellerinin canımı yakmasına sebep oluyordu. Bedenimi biraz daha kendi bedenine yaklaştırdı, dudaklarım aralanacağı sırada ise benim yere konuşmayı üstlendi. Bir defa olsun, bir şeylerin yolunda gitmesini dilemek elbette saçmalıktı.

“Sana zamana ihtiyacım olduğunu söyledim,” dedi dişleri arasından fısıldayarak. Bir anda çatılan kaşları, kısılan gözleri ve heybetli duruşuyla ne kadar da güzel olduğunu düşünmeden edemedim. Böyle bir anda, kalbim ona duyduğum öfkeyle dolup taşsa bile loş ışığın altında bile nasıl böylesine öldüresiye bir güzelliğe sahip olduğunu kendi içimde tartışmadan edemedim.

“Sana…sana asla söylememem gereken şeyleri söyledim ve sen sadece işleri zor kılmaya çalışıyorsun. Sadece.”

İnanamaz bir şekilde büyüyen gözlerimi gözlerine sabitledim, ciddi olup olmadığını anlayabilmek adına göz bebeklerinin içine baktım. Dalga geçtiğine işaret olan herhangi bir cümle veya işaret aradım. Çünkü kurduğu bu cümle gerçek olamazdı. İşleri zorlaştıranın ben olduğumu söylüyor olamazdı. Şimdi burada büyük bir kahkaha patlatmama ramak kalmıştı, gerçekten bunu söylemiş miydi?

“Sen…” dedim öfkeyle kavrulan bir ifadeyle. “Sen ne dediğinin farkında mısın, Atlas?”

Ayaklarımı kaygan zeminde geriye doğru sürüklemeye çalışarak kolları arasında tepinmeye başladım. “İşleri zorlaştıran benim, öyle mi?”

Soru soran ifademe karşın yüzündeki tek bir kas bile kıpırdamadı. Kolları bir saniyeliğine olsun beni rahat bırakmıyor, gözleri bir dakika olsun üzerimden ayrılmayı düşünmüyordu. Yaptığı tek şey, beni izlemekti. Söylediklerimi duyduğundan dahi emin olamıyordum. Yine de öfkemi kusmaya devam ettim.

“Sana defalarca yapmamanı söyledim. Sana aşık oluşumu kullanmamanı söyledim. Canımın yandığını söyledim fakat bunu önemsemedin. Senden bir şey beklediğim bile yoktu fakat…Fakat senden ne zaman uzaklaşmaya kalkışsam burnumun dibinde bittin. Sırf daha derin yaralar açabilmek için yaralarımı sardın! Gözlerimin önünde…”

Sonlara doğru kısıklaşan sesim duyduğum nefes ihtiyacından mı yoksa söylemek istediklerimi söylemekten kaçındığımdan mı kaynaklanıyordu, tahmin etmek güçtü. Fakat dilimin ucuna gelip bunca zamandır dışarıya çıkmamak konusunda inat eden kelimeleri nihayet Atlas’a sarf edebildiğim için, bir nebze olsun içimdeki yangının dindiğini, zihnimde sıkıştırılmaktan sıkıldığını her fırsatta dile getiren duygularımın rahatladığını hissettim.

“Hayatında onun olmasını önemsemeden kalbimi istedin, onu sana koşulsuzca teslim edeceğimden şüphen yoktu. Önce acılarımı, ardından da umutlarımı çaldın benden. Ve şimdi…şimdi zamana ihtiyacımız olduğunu söylüyorsun! İşleri gerçekten zorlaştıran benim, öyle mi?”

Ellerimi saçlarıma atarak gözlerimin önüne düşen tutamları arkaya doğru itekledim. Yağmur yüzünden ıslanmış ve rüzgar etkisiyle durmadan yüzüme çarpmaya başlamışlardı.

Soğuk parmak uçlarımı şakaklarıma dayayarak nefes aldım. Başımın üzerinden alevler çıkıyormuş gibi hissediyordum ve şiddetli bir baş ağrısına kurban gitmememe az kalmıştı.

“Ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum,” dedim bu sefer bakışlarımı ona yönlendirmeyerek. “Ama buna daha fazla tahammül etmek istemiyorum. Seni sevmekten vazgeçmeyeceğim ama bana bunu yapmana izin vermem, anlıyorsun değil mi? Kaydımı dondurup belki başka bir şehre giderim veya değişim programlarından birine katılırım. Ya da…bilmiyorum. Sadece daha fazla karşına çıkıp ne senin ne de Açelya’nın kafasını karıştırmayacağım. Onu seviyorsun. Onu seviyorsun ve buna rağmen-”

Beni susturmak için omuzlarımı sarsacağını, belki bir tür krize girdiğimi düşünüp tokat atacağını, adımı bağıracağını veya beni oracıkta bırakıp gideceğini tahmin etmek elbette kolaydı. Hatta birkaç dakika içinde bunlardan birini yapacağından adım kadar emindim çünkü pimim çekilmiş gibi aralıksızca konuşuyor ve düşüncelerimin önünü kesmeyi aklımın ucundan bile geçirmiyordum.

Tıpkı onun beni susturmak için izleyeceği yolu aklımın ucundan geçirmediğim gibi.

Soğuk dudaklar, aynı ısıda olan dudaklarım üzerine konduğunda bana ne olduğunu idrak etmem için fırsat tanımamıştı bile. Bir eli kolumdan yukarıya hızla kayıp boynuma sabitlendi ve bir eli de arkadan dolanarak belimi kavradı. Bedenimi kendisine olabildiğince çekti ve beni soğuk vücudunun hapsine mahkum etti.

Gözlerim sonuna dek açılmış, dudaklarıma tıkılan kelimeler sayesinde duraksamış ve sadece onun dudaklarım üzerinde nasıl bir hakimiyet kurduğunu izliyor halde bulmuştum kendimi. Ne itebiliyor, ne de kendime doğru çekebiliyordum.

Sadece…duraksıyordum.

İstesem de hareket edemeyeceğimin farkındaydım.

Onun dudaklarını ikinci defa hissediyordum dudaklarımın üzerinde. Fakat bir öncekiyle kıyaslanamayacak kadar gerçek bir öpüşme olduğunu belli eden türden hareketler sergiliyordu. Önce alt dudağımı kavrayıp kendine doğru çekmiş ve tadıma varabilmek adına emmişti. Ardından işin içine dilini de katıp dudaklarımın kuytuluklarına sızmış, benim bile bilmediğim bir dans sergilemeye koyulmuştu. Bu sırada boynumda duran eli de boş durmuyor, beni biraz daha kendine doğru çekiyordu. Oysa ben hala duraksıyordum.

“Beni öpmeni istiyorum,” dedi dudaklarımın üzerinde hala beni öperken. “Beni nasıl sevdiğini göstererek öpmeni istiyorum.”

Kendimde olmayı başarabilseydim suratına okkalı bir tokat atarak derdinin ne olduğunu sorabilecek kadar cesaretlendiğimden emindim. Ama ne yazık ki ne beynim ne de mantığım iş başındaydı. Zavallı kalbim bile bir köşeye sinmiş, korkuyla son nefeslerini alıp veriyordu.

Cümleleri karşısında hala harekete geçmemiş olan dudaklarımı ondan uzaklaştırabilmek adına başımı geriye doğru çekmeye çalıştım. Aslına bakarsak sadece buna bir son vermek istiyordum. Anlaşılan Atlas benimle aynı fikirde değildi çünkü buna karşılık olarak dişlerini yavaşça üst dudağıma geçirmiş ve benim bile aşina olmadığım bir sesin utançla boğazlarımdan süzülmesine sebebiyet vermişti.

“Beni sevdiğini gösterircesine öp beni, sevgilim.” diye mırıldandı defterimdeki bir başka şiirden altını yaparak. “Tıpkı bu gece benim yaptığım gibi. Bu sefer senden vazgeçmeyeceğim gibi.”

Yazdığım bu şiir birkaç ay öncesine aitti. Elbette yine onun için karalanmış satırlardandı. Ben bundan nasıl eminsem o da biliyordum ki o kadar emindi fakat dudakları arasından süzülen satırların gerçek olup olmadığını düşünemiyordum. Şayet düşünürsem bu ihtimal bile can vermemi sağlamaya yeterdi.

Belimdeki kolunu sıklaştırdı bir kez daha. Gökyüzünden yağan yağmurlar tenimizi ıslatırken bana filmlerden fırlamış bir sahne bahşediyor gibiydi. Klişeydik. Ama yine de beni istediği için öpüyordu.

Bu fikirle beraber soluğum bir kez daha boğazıma tıkınmış ve akciğerime baskı yapmaya koyulmuştu. Düşüncelerim, hayallerim, umutlarım ve daha adını koyamadığım bir çok şey birbiri içine karışmış gibiydi.

Dudakları dudaklarımı serbest bıraktı ama yine de tenime değmekten vazgeçmedi. Burnum ve üst dudağım arasındaki kuytuya sığındı bu seferde nefesi. Orayı yavaşça öptü ve biçimli burnu burnuma yaslanacak şekilde yüzünü yüzüme yasladı.

“Seni seviyorum,” dedi gözleri kapalı, nefesi hızla atarken. “Seni bana adadığın her şiirden daha fazla seviyorum. Beni sevişini seviyorum. Saçlarını seviyorum. Ve gözlerini. Ardından dudaklarını. Kızaran yanaklarını ve uyurken elmacık kemiklerinde titreyen kirpiklerini. Sana dair olan her şeyi seviyorum. Sevmekten vazgeçmedim. Ne Açelya ile ne de…İhtiyacım olan şey zamandı. Sadece tek bir hata yüzünden, seni kaybetmemek için sadece zamana ihtiyacım vardı.”

Kelimeleri kulaklarımda yankı yapıyordu. Sanki yine bir rüyada, uzun zamandır duymak istediklerimi işitmiş ve birazdan uyanmama az kalmış gibiydi. Titriyordum. Baştan aşağıya.

Burnunu burnuma sürttükten sonra derince bir nefes alarak duraksadı. “Seni korumama izin ver. Sadece zamana ihtiyacımız var. Her şeyi anlatacağım, Dünya. Her şeyi.”

Ve elleri, boynumda birleşirken sıcak nefesi alnımdaydı. “Ama önce eve gidelim, hasta olacaksın.”

 

继续阅读

You'll Also Like

1.3M 126K 54
Gizem / Gerilim içinde # 1 AYFER (ÖZET) *Çalışmalarım noter tasdikli olup izinsiz kullanılması ve çoğaltılması yasaktır* Sağlık Bakanlığı'nda müfet...
7.7M 304K 77
© Tüm Hakları Saklıdır. Karanlık Aşk ile başlayan macera Veliahtlar ile devam ediyor! Asal, Masal, Hale ve yoncanın dördüncü yaprağı Bahar... Üç yapr...
1.7M 100K 61
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.
2.2M 135K 60
pabucumun bayboyu Ayşen: Ama senin gibi tiplerden hoşlanmam. Ayşen: Senin gibi tipler dediğim. Ayşen: Kötü çocuk gibi takılan. Ayşen: Zeki ve çalışk...