MIH

By _Mehsa_

7.3M 325K 182K

İntikamın kıyafetini hiç merak ettiniz mi? Peki ya bedenini? İntikam,nefretle kararmış lacivert gözlerdi. İn... More

TANITIM VE PROLOG
1-*Canavar(Canver)*
2-*Ceylan*
3-*Kuyunun Hikayesi*
4-*Azrail'in Evi*
5-*Gazap*
6-*Ezinç*
7-*Cefa-Pişe*
8-*Gönülçelen*
9-*Kaçak*
10-*Nikah*
11-*Lahza*
12-*Charlie*
13-*Kale*
14-*Şiraze*
15-*Müge*
16-*Zar*
17-*Tutulma*
19-*Hükümdar*
20- *Mecruh*
21-*Kral Payı*
22-*Billur*
23-*Hançer*
24-*Sanrı*
25 -* Raks*
26-*Dildâde*
27-*Kor*
28-*Sevda*
29-*İhtilal*
30-*Bahar*
31-*Meftun*
32-*Ateşpare*
* SİRAÇ VUSLAT 19.04*
33-*Fedakar*
34-*İrade*
35-*Oda*
36-*Cambaz*
37-*Vurgun*
38-*Asil*
39-*Kırmızı*
40-*Azap*
41-*Uçurum
42-Veda
43-*Güz*
44-*Acı*
45-*Katran*
46-*Safderun*
47-*Devran*
*19.04 & Doğum Günü Özel*
48-*Anne*
49-*Baba*
50- *Bedel*
51-*Kader*
52-*Masal*
53-*Şakayık*
*Özel Bölüm*
*54- Toprak*
*21.21*- DUYURU

18-*Figan*

121K 5.9K 4.3K
By _Mehsa_

Selamün Aleyküm Mehsa'nın fedaileri! Ben geldimmmmmm😍

Dağları aştım 9200 kelimeyle size geldim ama ne bölüm abovv!🤣

Her duygu en uçta bu bölüm haberiniz olsun.

Nasılsınız,oruç nasıl gidiyor? Ramazanınız nasıl geçiyor? Rabbim bu zor zamanda günahlarımızın affına vesile kılsın bu mübarek ayı İnşAllah.Hadi burada hasret giderelim.😍

Sonra coşalım,öyle bir coşalım ki...😍

Sizi çok sevdiğimi söylemiş miydim?😍🌸

İyi okumalar dilerim!😍💙🔥

Müzik Kutusu

Suavi-Hasret Türküsü

Lauv-Never Not

🥀🌙Instagram Sayfamız: Mehsa Hikayeleri

🥀🌙 Kişisel Instagram Sayfam: _mehsaa_
🥀🌙 Twitter: mehsahikayeleri

🥀🌙Takip edebilirsiniz. Özellikle duyurular ve alıntılarımız için çiçeklerim.🌺


🌌☀️🌌☀️🌌☀️

"Günışığı." dedi gözlerimin içine korkuyla bakarken. Kolumdaki yakan acıdan daha fazla onun korkuyla bakan bakışları yüreğimi sıkıştırıyordu.

"Kim yaptı lan bunu?" dedi bağırarak. Sesindeki hiddetin yanındaki saklı duygunun adı, bende yoktu.

Koşarak etrafımıza toplanan korumalar, Siraç 'ın arkasında kalan yüzsüz bedenlerdi. Kollarına yığılan bedenimi kucağına alırken Umut yanımıza geldi. "Erdem, keskin nişancımız efendim. Kaçıyor! O bize ihanet etmezdi. Bizdendi." derken bu konuşmalar boğuk geliyordu.

Siraç onun yüzüne bakmıyordu. Soluyordum, beni izliyordu. " En büyük ihaneti etti. Bulun onu!" dedi hiddetle. Gazabı bedenime çarptı. "Bulun onu lime lime edeceğim. Bulun onu! "Umut'un yüzünü görmüyordum çünkü gökyüzümü sadece o kapatıyordu. Ama onun koşarak uzaklaştığını duyabilmiştim çınlayan sesler arasında.

"Siraç." dedim titrek bir sesle. Kolumdaki gittikçe artan ıslaklığı hissediyordum ama sanki bu his gittikçe yok oluyordu. Üşüyordum. Benden gözlerini ayıramıyordu. Sanki ölümün soğukluğuna korku düşen gözleri, benden ayrılsa kül olacakmışım gibi bakıyordu.

Kollarında sarsıldığımı hissettim. "Bir şey olmayacak." dedi sert bir sesle. Bu sanki bana bir emir gibiydi. "İyi olacaksın." Bu cümlesiyle de kendini inandırmaya çalışıyordu.

Başımı döndürüp yanan omzuma bakmak istedim. "Bakma!" dedi sert bir sesle. Gözlerimi irkilerek onun gözlerine geri çektim. Muhtemelen kan gördüğümde kendimden geçmemden korktuğu için bu kadar şiddetli tepki vermişti. Korktuğumu görünce derin bir nefes aldı. Kontrolünü kaybetmişti.

Yanındaki korumaya, "Kapıyı aç, Nergis!" dedi sonra ekledi. "Onun yerinde sen olmalıydın!" dediğinde öfkesinin boyutunu anlamamak için kör olmalıydı. Nergis de korkmuş bir şekilde bana bakıyordu.

"Onun ne suçu var?" dedim o eğilirken. Başıma dikkat ederek benimle birlikte arabaya bindi. Kucağındayken arka koltuğa oturmuştu benimle. Kucağında soluyordum .

"Görevini yapmalıydı. Seni korumalıydı." dedi öfkeli bir sesle.

Nergis'in uzanan kolunu gördüm. "Efendim kolunu sarın, çok kan kaybediyor."

Uzatılan siyah kumaşı yanan koluma tampon şeklinde baskı yaptığında elindeki kendi kanımı gördüm. Baskı yüzünden canım yanınca kendimi tutamadan inledim. Siraç canımın yandığını görünce sanki ona sığınırsam canım daha az yanarmış gibi daha çok göğsüne yasladı. Gözlerinde gördüğüm ölüm korkusu beni üşütüyordu. "Dayan Günışığı." dedi yüzüm artık nasıl gözüküyorsa, göz kapaklarımın düşmesinden korkarak.

Sonra arabanın ön koltuğuna oturan Nergis'e döndü. "Selçuk'a söyle, eve gelsin! Bütün ekibini, teçhizatını toplasın gelsin! Hemen!" Gazap kükrerken herkes bu ateşten nasibini alacağını biliyordu. Nergis hemen telefonuna sarıldı.

Ben ise sadece onu izlediğim bir dünyadaydım. "Siraç!" dedim kısık bir sesle. Bana doğru döndüğünde yüzündeki gazap yumuşadı.

"Neden yaptın?" dedi canı yanıyormuş gibi. "Benim canım yanmazdı. Bedenim alışkın ,sen niye bedenine benim için bir kurşun kabul ettin?" dedi. Öylece güzel gözlerine baktım. Lacivert gözlerinde ilk defa ölüme engel olmaya çalışan bir duygu vardı. Aklımla hareket etseydim, şuan kollarında olmazdım.

"Zaten bedenini kurşun haritasına çevirmişsin. Yer kalmamıştı, o yüzden bana gelsin dedim herhalde." dedim espri yapmayı çalışarak. Konuşmada oldukça zorluk çekiyordum ama farkındaydım, beni uyanık tutmaya çalışıyordu çünkü kucağında sıcak bir yuvanın güveni vardı. Uykum geliyordu.

"Neden?" diye sordu tekrar.

Gözlerim doldu o bana korkuyla bakarken. Onun hasretliği benim yüreğime de bulaşmıştı sanki. Eyvahlar olsun ki bende ona, onun gibi bakıyordum artık. "Yüreğime engel olamadım. " dedim titrek bir sesle. "Aklıma ulaşmama izin vermedi. Zamanım da yoktu zaten." dedim kırık dökük bir fısıltıyla.

Alnını alnıma yasladı. Sanki ben böyle konuşunca o kül oluyor, bende külü yakıyordum. "Sendeki savaşlar bana da sıçradı sanırım. Kazanır mıyım bende?" dedim zorla gülümsemeye çalışarak.

Alnımı öpüp geri çekildi. Bir eli belimi bıraktı ve yüzümü buldu. "İzin vermem kaybetmene, Günışığı." dedi. Onun avuçlarında gözlerimi kapatıp, teslim olmak o kadar kolaydı ki. Bir an gözlerim avuçlarındaki huzurla kapandı. "Ölüm gelse, izin vermem deyip önüne dikilecek ve onu gerisin geri postalayacakmışsın gibi."

Ruhum bedenimden çekip alınıyordu sanki. O kadar üşüyordum ki. "İzin vermem." derken o kadar hiddetliydi ki önünde ki korumalara çattı. "Daha hızlı olun!"

Sağlam olan tarafımdaki kolumu zorlukla kaldırdım. Elim ilk defa yüzünü bulduğunda, parmak uçlarımda kan vardı. Bu ona kendi isteğimle ilk kez dokunuşumdu. "Yapma." dedim.

Bana, ona dokunmamın şaşkınlığıyla baktı. Elim yüzündeydi. Yeni çıkan sakalları elime battı. "Yakma artık en çok sen yanıyorsun." derken yüzünü sevdim kendime engel olamayarak. Teni tenime değdiğinde ellerimde sakınmak istediklerim vardı. Pes ettim. Sanki gözlerim kapandığında bu bir son olacaktı.

"Sen güzel bir adamsın." dedim fısıltıyla. "Merhametim seni sakınmak istedi çünkü yanmadan, yakmaz bu kadar insan. Seni çok yakmışlar."

Ben onun gözlerinde her gün gömüldüğü mezarı gördüm ilk defa. Kör bir şekilde zorla yas tutmamı istediği mezarında ilk defa isteyerek diz çöktüm. Belki de bende yanına gömülecektim. "Ben yakmazdım..." dedim ve gözlerim kapandı.

Elim kucağıma düşerken, "Günışığı!" dedi yüksek sesle, kaybolmak üzere olduğumu fark etti. Sarsıldığımı hissettim onun tarafından ama çok geçti.

O bana ,"Bırakma beni." derken bilincim beni terk etmişti. Yapamazdım. Kaybetmiştim kendimi çünkü.

Zaman kavramını yitirerek karanlığa gömüldüm ama bu karanlık, ateşin en yakıcı tonuydu. Yandım, yandım, yandım. Öyle bir yandım ki sanki bedenim demirdendi de dövülüyordum. Alabildiğime inandığım nefes bile beni yakıyordu. Gözlerimin üzerindeki ağırlığı zaman zaman daha çok hissediyor, telaşlı sesler duysam da kelimelerin bir türlü manasını çözemiyordum. Beni arada serinleten tek şey yüzüme dokunan soğuk tendi ama o bile beni cehennemden çıkaramıyordu.

Artık ateş dayanamayacağım sınıra ulaştığında ,sonunda yavaş yavaş beni terk etti. Söndü, soldu, bitti. Sonra bir kabusun pençesinden uyanmışım gibi nefes nefese kalmış bir şekilde açtım gözlerimi. Önce nerede olduğumu anlayamadım. Her şey tanıdıktı ama bir o kadar da değildi. Odamı resmen hastane odasına çevirmişlerdi.

Bağlandığım cihazlar normal hastanelerde olan cihazlarla aynıydı. Düzenli kalp atışımın sesini duyabiliyordum. Kolumdaki şiddetli ağrının da farkındaydım. Vurulmuştum. Hem de Levent bey yüzünden.

Bir hemşire odamdan çıkarken, ağaçlık tarafı gösteren camımın önünde Siraç ve Eylül vardı. Sırtları dönük olduğu için uyandığımı görememişlerdi. Benim ise boğazım o kadar kurumuştu ki konuşamayacağımı biliyordum. Beni görmelerini bekleyecektim.

Eylül, "Dedemin kafasına silah dayamışsın.." dediğinde sesi çok yorgun geliyordu. Kaç gündür uyuyordum acaba?

Siraç susunca Eylül devam etti. "İşleri de ayırmak istemişsin ama istememiş, direniyormuş sana. Sadece sana bir şeyi kanıtladığını söyledi. "

" Kanıtladı ama can yakarak. Hem de en masum olanın. Öldürmeme ramak kalmıştı."Siraç 'ın sesindeki gazap, yatağımda ürpermeme sebep oldu.

"Peki ya Erdem? Adamı ailesi ile tehdit etmiş. Çocuğu var. Biliyorsun, hastanede kanser tedavisi görüyor. Yoksa Demir'de söyledi. Beş yıldır sadık bir adamındı. Ne yapacaksın ona?" dedi.

Eylül'ün yandan görünen yüzüne kapalı havanın gri ışığı vurdu. O an göz altlarının çöktüğünü, şayet ne kadar uyuduysam bu zaman diliminde zor zamanlar atlattığını görebildim.

"İhanetin bedelini ödeyecek." dedi Siraç buz gibi bir sesle. Duygusal düşünmediğini anladım o an. Sadakatsizliğin de ondaki hükmü ağır olmalıydı çünkü onun adaletinden şaşanlara karşı ne kadar acımasız olabileceğini görmüştüm.

Eylül, "Siraç..." diye itiraz etmek isteyince Siraç elini kaldırıp onu susturdu.

"Yeter, Eylül! Sabrımın son sınırlarındayım. Canını yaktıklarımın içerisine düş istemem. Benim merhametim yok." Bu cümleyi dedikten sonra gözleri beni buldu. Bu sözlerine inat hasret düştü gözlerine. Ölüm sustu ve kalbim fısıldadı ona; "Çok yalan söylüyorsun, Siraç. En çokta kendine..."

Uyandığımı idrak ettiğinde, hemen harekete geçti. Hızla yanıma hızla gelirken, "Uyandın." dedi ve Eylül'ün solgun yüzü birden canlandı.

"Şükürler olsun,Allah'ım!"dedi.

O da gözleri dolu dolu yatağıma doğru hızlı adımlarla geldi. Siraç 'ın eli yüzümü buldu Eylül gelirken. Ona baktım. Göz altları çökmüştü onun da. Artık ne kadardır uyuyorsam sakalları uzamıştı. "İyi misin?" dedi, baş parmağı yanağımı okşadı usulca.

Kafamı olumlu anlamda salladım ve zorlukla fısıldadım. "Su.."

Eylül, "Hemen getiriyorum!" dedi ve Siraç da içeri giren hemşireye seslendi. "Selçuk'u çağırın, uyandı!"

Kıvırcık saçlı hemşire, bu emri yerine getirebilmek için hemen odadan çıktı. Siraç 'tan korktuğunu anlamak için gözlerine bakmak yeterliydi.

Eylül bir bardak suyu alelacele uzatırken Siraç yavaşça başımı kaldırdı. Dudaklarım suyla buluştuğunda, bunca yangının içerisinden çıkıp cennete ulaşmış gibi hissettim kendimi. Boğazımda ki kuruluk çok olsa da yine de çok su içemedim çünkü sanki yutkunamıyordum.

"Yeterli bu kadar Vuslat."

Su bardağı dudaklarımdan uzaklaştığında içeri giren doktor en fazla 30 yaşında gösteren siyah saçlı, uzun boylu birisiydi. Dudağındaki patlamış yarayı gördüğümde, Siraç'a baktım. Yüzü hissizdi. Fırtınadan sonraki hissizlikti onunkisi.

"Emin misin Selçuk? Konuşamıyor." Başımı yavaşça yastığa bıraktı ve eli tekrar yüzümü buldu. "Hala hafif ateşi var." dedi elinin tersi alnıma dokunduğunda.

"Üç gün oldu, Vuslat. Ateşini zor düşürdük. Vücuduna bu sürede serumdan başka girmedi. Bünyeye yükleme yapmayalım hemen." Cidden üç gündür mü bilinçsizdim? Bunu duyduğumda gözlerim büyüdü.

Doktor yanıma ulaştı ve bana gülümsedi. "Çok korkuttun bizi Elif. Kocanın elinde kalacaktım sana bir şey olsaydı." dediğinde Siraç 'ın kaşları çatıldı.

"İşini yap, Selçuk. Kapat çeneni. "dedi. Lacivert gözleri fırtınalanmıştı yine.

Selçuk ona bakmakla yetindi sadece. "Karını böyle sarıp sarmalamışken nasıl işimi yapmamı bekliyorsun?" dedi. Siraç 'ın soğuk öfkesine alışkın olmalıydı çünkü geri çekilmemişti.

Siraç ellerini üzerimden çektiğinde boşluğa düşmüş gibi hissettim. Doktor Selçuk bana doğru eğildi. "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu zekayla parıldayan gözleri yüzümü dikkatle izliyordu.

"Üzerimde tır halay çekmiş gibi." dediğimde güldü. "Sevdim seni. "

Siraç'a kısa bir bakış attım. Doktor Selçuk'u öldürecekmiş gibi bakıyordu. " Bu adamın gudubet hayatına Eylül'den başka renk katan birisi girmiş olması güzel. "dedi Doktor Selçuk.

Eylül diğer yanımızda duruyordu. "Demir iyi ki burada yok. Neden beni saymıyorsun lan, deyip üstüne atlardı." dedi Eylül. Gözlerindeki endişeyi görebiliyordum. O da yalnız kalmamızı bekliyordu sanki içindekileri dökmek için.

"O seni kıskandığı için her an üzerime atlamak istiyor zaten. Şimdi tayfasına Siraç'ı ekledi." dedi bir yandan da beni kontrol ederken. Yanında iki hemşire vardı. "Sırtımı delen bakışlarını hissedebiliyorum, Vuslat. Karına sırf sen sinir ol diye yaklaşacak kadar yürek yemedim daha. Demir'le zor baş ediyorum. Sakin ol." dedi odağı bendeyken.

Eylül güldü. "Ona dokunman yeterli bence. "dedi. Bu ikisi yan yanayken eğleniyordu. Demir'de bu yüzden kıskanıyor olmalıydı. Siraç, "İşinize bakın!" dedi sert bir sesle. İkisi de sus pus oldu. Siraç' ın öfkesinin boyutunu hissetmiş olmalıydılar ki susmuşlardı.

Ona baktım, kontrol edilirken. Gözleri bana değdiğinde hafifçe gülümsedim. Gözleri gülüşüme takılı kaldı. "Yalnız Vuslat." dedi Doktor Selçuk başını Siraç'a doğru döndürerek. Siraç gözlerini benden çekip ona baktı.

"Sana hep böyle bakıyorsa, boşuna bu kadar delirmemişsin." Kızardığımı hissettim. Zaten ateşim vardı daha da yükseltmek tam bana göreydi zaten. Siraç kızardığımı gördüğünde bir şey söylemedi.

"İşini bitir." dedi sadece.

Doktor Selçuk sırıttı. Kontrollerini tamamladıktan sonra dinlenmemi söyleyerek çıktı ama imalı bakışlarını da eksiltmemişti üzerimizden. Eylül ise içten bir şekilde gülümsüyordu ben kontrol edilirken. Yine de gözlerinde yatan hüznü görebiliyordum.. Doktor çıktıktan sonra boynuma gömdü başını.

"Çok korktum Elif! Kızlar da çıldırdı. Siraç onları da getirtti, seni öyle görünce mahvoldular. Mahvolduk. Çok korkuttun bizi." dedi göz yaşları sessizce yanaklarından süzülürken.

Siraç, Doktor Selçuk'la konuşmak için dışarı çıkmıştı, bu yüzden bir hemşire hariç odada yalnızdık. Bende sağlam olan kolumu ona sardım.

" Bak, Allah'ın izniyle bir şey olmadı. Üzülme Eylül." dedim sırtını sıvazlayarak. "Hem kolumdan yaralanmışım. Neden bu kadar kötüleştim?" dedim.

Göz yaşlarıyla ıslanmış yüzünü geri çekildi. "Çok hızlı kan kaybetmişsin. Bünyen de zayıfmış. Kurşunu çok çabuk çıkardılar ama bu sefer de çok ateşlendin. Sen yandıkça Siraç yaktı. Delirdi, Selçuk'u öldürecekti. Dedemi öldürecekti. Gözü döndü resmen. Demir onu zapt edemedi. Kimse ona yaklaşmaya cesaret edemedi. Girdiği odaların hepsinde hasar var. Çok zordu bizim için."

Nasıl zor olduğunu yüzündeki yorgunluktan bile anlayabiliyordum. "Ben istedim ki.." dedim gözlerim dolarken. "Kalbim istedi ki bir şey olmasın ona. Çok zapt ettim kendimi ama pişman değilim ,Eylül. "

O da tekrar ağlamaya başladı. "Senin yüreğin o kadar güzel ki, senin ona kıyamamanı kaldıramadı en çok. Sanki senin canın yandıkça, o da yakmak istiyordu. Durduramadık, Elif. Her zaman merhametsiz bir tarafı vardı ama bu sefer kendini kaybetmiş gibiydi. Sanki karanlıkta kaldığı için ona yaklaşan herkese saldırıyor, uzandığı her teni masummuş, değilmiş, yakıyordu. Umut'u bile öyle dövdü ki, Demir zor aldı elinden. Demir de nasibini aldı tabi. Nergis'i kovmasın diye ben uzaklaştırdım. Dedeme de vurmuş. Dedem senin bir şeyleri göstermen için yaptığını söyledi." dediğinde sessiz gözyaşlarımla ona baktım.

Siraç için kendimi kanıtlamamı istemiş olmalıydı ama neden böyle bir tercih yaptığını anlamıyordum. İkimiz de yanmıştık.

Eylül devam etti. "Sana geçmiş olsun notu yollayan düşmanlarının birinin evini basmış, arkasında sadece on koruma varken üstelik. Adamın boğazına sarılmış. Demir ona yetiştiğinde çoktan oradan gitmiş ama adam ölmek üzereymiş neredeyse."

Bunları anlatırken sessizce ağlıyordu, bende ağlıyordum. Nasıl bu kadar kontrolünü kaybetmiş olabilirdi? "Birde Erdem var. Tamam, cezayı hak etti ama kanser çocuğu var. Ailesi var. Ölmesin diye Demir, Selçuk'u kattı araya. Selçuk senin bugün uyanacağını söyleyince geri döndü buraya."

Gözlerini silip biraz geri çekildi. "Geceleri uyumuyor, senin de yanından ayrılmıyordu. Sen nasıl işledin bu adama güzelim? Sen yanınca o tüm dünyayı yakmak istedi. "

Çenem titredi göz yaşlarımı tutmaya çalışırken. "Bilmiyorum. Benim yüreğimi zapt edemediğim gibi onunkine de ne yaptığımı bilmiyorum."

Etrafıma baktım. Odada kalan tek aksesuar ,yatağımın iki yanına yerleştirilen vazolardı. İçinde ise bütün zorluklara rağmen açan kardelenler vardı. Su da bile yetişen kardelen, karı delen süt çiçeğiydi. Bu adam beni hiç sevdiğini söylememişti. Bu adam intikam için ölüme gidecekti yine bu adam merhamet etmediğini de söylüyordu ama dili ile yaptıkları o kadar farklıydı ki, bu zorluktan da kurtulabileceğimi göstermek ister gibi kardelenler koydurtmuştu baş ucuma.

Eylül baktığım yere bakınca, buruk bir tebessüm sergiledi. "Delinmez denilen karı deldin. Ona inat açtın sen. Ne güzel açtın." dedi Eylül dolu olan gözlerini bana çevirirken.

Sesi titredi. "Bırakma, Elif. Bizi sakın bırakma, olur mu? Çok, çok kötüydü." dedi tekrar hıçkıra hıçkıra ağlarken. Bende onunla birlikte ağladım. Sırtımdaki yük, artık kalbimdeydi. Bir itirafta bulunamıyordum ama sessiz bir kabulleniş içine girmiştim. Ben yüreğime dur diyemiyordum. Bunun en büyük kanıtı kolumdaki yakan acıydı.

Hıçkırıklarımız dindiğinde içeri Siraç girdi. Biz yüzümüzü silerken, Eylül bir peçete uzattı bana. Gözlerimi kaçırıp burnumu sildim. "Elif uyanır uyanmaz neden ağladı, Eylül?" dediğinde o sert öfkesini hissettim. Eylül'ü de gazabıyla yüzleştirecekti. Bu yüzden müdahale ettim.

"Beni kaybetmekten çok korkmuş, bu yüzden ağladı bende onun ağladığını görünce dayanamadım." dedim titrek bir sesle. Yalan değildi sonuçta.

Eylül minnetle bana baktı. Onu her zaman korurdum. "Ben çıkayım. Sanırım biraz gözlerimi dinlendirmeliyim. İhtiyacın olursa yan odadayım, güzelim. Hemşirelere söyle, onlar mutlaka beni uyandırsınlar bir şey istersen. " dedi.

Kafamı salladım onu onaylamak için. "Ben iyiyim, git hadi." dedim ona.

Siraç sessiz bir şekilde bizi izliyordu. Eylül odadan çıkmadan önce ona kaçamak bir bakış attı, sonra gitti.

Siraç yanıma doğru geldi. "İyi misin, Günışığı?" dedi. Yatağımın başında duruyordu.

"İyiyim. "dedim, güzel gözlerine bakarken. Lacivert gözlerinde yine mezarlar kazıyorlardı. "Otursana." deyip yatağımın boş kısmını gösterdim. Hala ona karşı nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Yüreğimi dinlemek kolaydı ama ona göre adım atmak...zordu.

Yanıma oturunca boşta olan elimi kavradı. Bende o eli tuttum. Şaşırdığını hissedebiliyordum ama iyi saklanıyordu.

"Sen iyi misin?" dedim. İlk defa onun halini de düşündüğümü göstermiştim. "Yorgun görünüyorsun. Gidip dinlen sende. Olmaz mı? "

Gözlerimin içine baktı. Ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu sanki. "Uyuyamam." dedi sadece. Tek kelimeydi ama arkasında yatan güvensizlik benim canımı yaktı. İç çektim.

Kızardığımı hissettim ama çok kötü görünüyordu. " Bu yatak çok büyük." dedim. Hafif gülümser gibi oldu. Gözleri kızaran yanaklarımda dolandı. "Durum bildirimi mi yapıyorsun, Günışığı?" dedi. İşi her zamanki gibi yokuşa sürecekti. Hiç şaşırmamıştım.

"Burada dinlenebilirsin." dedim gözlerimi ondan kaçırarak. Bu sözlerim, adım atmak benim için çok zordu. Bunu anlaması gerekiyordu. Ezanların sesi odayı doldururken gözlerimi huzurla kapadım. Rabbimin çağrısı dünyaya geri döndüğümü kanıtlar gibi yüreğimin semalarında dolanıyordu.

"Ölümle çok haşır neşir olmuşsun." dedim sessizce. Gözlerimi açtım. Harekete geçmişti. Yanıma uzanacaktı. Yastığı düzelttiğini gördüğümde gülümsedim. Sonra yatak onun ağırlığıyla çöktü. Başını bana doğru döndürdü.

"Ölüm benden ayrılmaz." dedi her zaman sert olan ses tonuyla. Üzerinde siyah ince bir kazak vardı. "Sende beni yakmazsın..." diye devam etti cümlelerine. Ona bilincimi kaybetmeden önce söylediğim sözleri hatırlattı.

Tekrar kızardığımı hissettim. "İbrahim'in ateşi gül bahçelerine dönüşmüştü. Seninkisi de kör bir adamın güneşine." Tekrar gözlerim doldu. Keşke bu güneş onun da yakmasını engelleseydi, içini ısıtsaydı.

"Hadi uyu." dedim itaatkar bir sesle. "Bana bir adım attığını biliyorsun ,değil mi Günışığı?" dediğinde tekrar gözlerimi kapattım. Kurşun yarası değil de bu adamın utandırması sonum olacaktı. Ben sessiz kalınca devam etti. "Hem yakmadığını söylüyor, hem yanına çağırıyorsun. Bundan sonra durmam, bunu da biliyorsun değil mi?" dedi gözlerimi açtığımda yüzü burnumun dibindeydi. Ne ara bu kadar yakınıma gelmişti?

"Sen yakar mısın peki?" dedim sakin bir sesle. Adım atıyordum da ürkektim hala işte, o da taviz versin istiyordum içten içe.

"Artık seni değil." dedi ama gözleri yaramın olduğu sargılı bölgeye kaydı.

"Bir daha sakın yapma." dedi harlanmış öfkesiyle. "Sakın!" derken sözleri de kurşun gibiydi. Sanki beni korkutmaya çalışıyordu. "Benim seni korumam gerekiyor, senin beni değil." Sözleri hüküm gibiydi. Gözlerinde tekrar fırtına alevlendi.

Ben ise konuyu değiştirmeyi tercih ettim. "Madem beni yakmıyorsun artık..." dedim ölçülü olmaya dikkat eden bir sesle. "Başkalarına da merhamet et, olur mu? İnsanların canı yanınca, benim de canım yanıyor çünkü. Beni vuran keskin nişancı..." derken birden başını kaldı ve yatakta oturdu. Onu öfkelendirdiğimi fark ettiğimde çok geç kalmıştım.

Öfkesi çoktan alev almıştı. "Sadece merhamet, öyle değil mi Günışığı? " Ne dediğini anlamayarak ona baktım. O ise öfkeyle kaynıyordu resmen.

" Sen şu karşıdaki ağaçta uçan kuş yaralansa, onun için de üzülürsün. Seni yakan bir adama da. Hiç farkı yok, öyle değil mi? Hatta bu merhamet için bana da adım atarsın." Beni çok yanlış anlamıştı. Gözlerindeki öfke beni çok yanlış anlamıştı. Ayağı kalktığında ona uzanmak istedim ama geri çekildi.

"Hay.." dediğimde sözümü kesti.

"Eylül dedi, değil mi o şerefsize zarar vermemem için engel olmanı? Bu yüzden yanına yatmamı istedin. Merhamet için hep kendinden taviz verirsin, öyle değil mi?" Tekrar gözlerim dolduğunda, "Değil." dedim ama beni dinlemedi.

Gözlerindeki lacivert ateş, öldürüyordu beni. Merhamet görmemiş bir adamı, merhametin varlığına inandırmaya çalışıyordum. "Sadece ailesi var diye konuyu açtım bunun seninle, sana karşı verdiğim tavizlerle bir ilgisi yok." dedim ama yine de dinlemedi. Sanki onun için bir şey yapacağıma inanmıyor gibiydi. Sığındığı sebep canımı yaktı.

"Siraç beni dinle, lütfen. " dedim ama o, gitmek için hazırlandı. "Bende merhamet yok. Canını yaktılar, bedelini ödeyecekler." dedi ve gitti.

"Gitme..." dedim arkasından gittikçe yok olan bir sesle. Beni o kadar yanlış anlamıştı ki en çokta ona sırf onu kalbime aldığım için merhamet ettiğimi, canı yanmasın diye önüne geçtiğimi anlayamaması canımı yaktı.

Hıçkıra hıçkıra ağladım arkasından. Bu kadar mı değersiz görüyordu kendini, bu kadar mı merhamet görmemişti, anlayamıyordum. Onun için ağladım, kendim için ağladım. Eylül geldi, olanları anlatırken de ağladım. Dinlenememiş olmasına bile üzülmüştüm. Çenemi tutsaydım, en azından biraz uyurdu.

"Üzülme, güzelim." dedi Eylül. Uyuduğu için daha iyi görünüyordu. "Senin onu önemsediğini, onun iyiliğin için bir şey yapacağına, canını ortaya koyacağına inanmadı ,çünkü bilmiyor. Bu zamana kadar biz de onu sevdik ama merhamet göstermemize izin vermedi. O kadar katıydı ki biz sadece kapısında duruyoruz. Sen ise içeri girdin. O da içindeki harabeyi görmemen için seni dışarı itmeye çalışıyor. Bu yüzden başkalarının iyiliği için onu kullandığını düşündü."

İçim sıkıntıyla doldu. O bana inanmadığı için yine en çok benim canım yanıyordu. "Yapmadım. Sadece uyusun istemiştim, yapmadım. O merhamet ederse ilk kendisi iyileşecek. Önce kendisine merhamet etse..." dediğimde iç çekti Eylül.

"Demir söylüyor, ben bilmiyorum ama dört yaşından beri bu haldeymiş. Çok sessizdi, şiddet gördüğünü biliyorduk ama o kadar sessizdi ki onunla iletişim kurmak, oyun oynamak çok zordu. Çoğu zaman yanında sadece otururduk. Dokunmamıza izin vermezdi. Akıl oyunları oynardık bizde onunla. Hep bizi yenerdi. Yine de onun biraz huzurlu olduğu tek anlar bu anlardı. Keşke o zaman engel olabilseydik. Ailelerimiz de onların ailesine yaklaşmıyordu." dedi .Geçmiş gözünün önünde canlanıyordu sanki.

Benim de gözümün önünde hiç dövmesi canlandı. Normalde hiç dövmesinde dört nokta vardı ama onun üç taneydi. Dördüncüsünde yok olmuştu.

"Ne yaptı o adam, Eylül?" dedim. Yüzü acıyla gölgelendi. "Hiçbirimiz bilmiyoruz. Hiçbirimiz..." dedi.

O gece uyumadan önce sessizce dua ettim onun için. "Allah'ım!" dedim. "Merhamet et, öyle merhamet et ki ona dünyanın en çok sevilen, en çok merhamet gösteren adamı olsun."

Sabah uyandığımda, baş ucumdaydı .Sandalye yatağın kenarındaydı ama başı serum takan elimin yanındaydı. Uyuyakalmıştı. Uyuduğu içim kıpır kıpır oldu. Yağmur'dan sonra güneş açmıştı sanki.

Şükrettim Allah'a, sonunda dinleniyordu. Uyurken, öfkesi, ölümü onu terk etmişti. Yüzü o kadar güzeldi ki, kalbimin sıkıştığını hissettim. Gür kirpikleri göz altlarını gölgeliydi. Saçları sabahın ilk ışıklarıyla bal rengine dönmüştü. Güçlü yüz hatları yumuşamıştı uykusunda.

Elimi uzattım yavaşça. Bir an tereddüt ettim, dokunmaya korktum. Sonra dayanamadım, parmak uçlarım değdi saçlarına. Yumuşacıklardı. Saçlarını severken kalbim sımsıcak oldu. Yavaş yavaş tutamların arasında dolaştı parmaklarım.

Kalbim ağzımda atıyordu sanki. İçimdeki baş edemediğim hisle ağlamak istiyordum. Tutulduğumdan mıydı? Sevdiğimden miydi?

Başını severken Eylül girdi içeri. Benim bu halimi görünce ışık saçarak gülümsedi. Siraç'a bakarken yüzünü anne şefkati sardı.

Yanıma yaklaştı. "Sonunda insani bir şey yapıyor." dedi fısıldayarak. Gülümsedim ona bakarak.

"Şükür. "dedim sessizce. Ölmek bana kolaydı da ardımda onun korkuyla bakan gözlerini bırakmak zor gelmişti. Kendime itiraf edemiyordum ama onun korkusu benim de gözlerimi açmıştı. Aklımla canımın acımasını önlemeye çalışırken ,kalbimin isteklerini zorla susturmuştum. Şimdi istediğini almanın verdiği mutlulukla yetimleri sevindiriyordu sanki.

"Acıktın mı? Selçuk birazdan kontrole gelecek. Sana özel kahvaltı hazırlanıyor." dedi. Hastaneye gitmemiştim ama resmen hastane buradaydı.

Emel teyze buraya gelmiş beni anne şefkatiyle sarıp sarmalamıştı. O da ağlayınca üzülmüştüm. Çok alışmıştım ben herkese. Yemekleri de doktor kontrolünde o ayarlıyordu. Kızlar da bugün geleceklerdi.

Nergis'te gelsin istiyordum ama Siraç 'ın öfkesi yüzünden korumaların şefi Umut tarafından geri planda tutulduğunu öğrenince bir şey diyemedim. Umut bütün zararı karşılamış, Siraç 'ın öfkesine maruz kalmıştı.

Demir'i de görmek istiyordum, o da ziyaret edecekti bugün. Birde annem... Kızlar ona söylememişti. Bende iyileştikten sonra onu görmek istemiştim. Eğer beni bu halde görürse kahrolacağını biliyordum. İyileşince hasret gidermek için Siraç 'tan izin isteyecektim.

"Geciktir biraz." dedim fısıltıyla.

Eylül Siraç'a baktı. Elim hala onun başının üstündeydi. "Geç geldi." dedi o da beni onaylamak için. Gülümsedim. Beni en iyi Eylül anlıyordu.

Eylül sessizce odadan çıktığında ,başını yavaşça okşamaya devam ettim. O beni aylardır izliyordu. Bir kere de ben onu izledim saatlerce olmasa da. Eylül gittikten bir saat sonra ellerim saçındayken birden gözlerini açtı. Nerde olduğunu kavramak için başını yavaşça kaldırdı. Göz göze geldik. Gülümsemek geldi içimden.

"Hayırlı sabahlar." dedim utanmamak için kendimi zorlayarak. Elim hala saçlarındaydı. Gözlerimde takılı kaldı bir an, gülüşümü izledi. Sonra saçlarındaki ellerimi gördü. Geri çekmedim. Benim merhametim başkası yüzünden değildi. Verdiğim tavizim de öyle. Kaçtığımı görebilen adam, bunu da görebilmeliydi.

"İyi misin?" diye sordu boğuk bir sesle. Uyuduğu için sesi kalınlaşmıştı. Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim.

Gülümseyerek kafamı salladım. "Çok iyiyim, ağrım azaldı bugün. Sen ne zaman geldin? Uyandırdım mı seni?" dedim sakin bir sesle. Yeni uyandığı için dupduru olan lacivertleri tekrar saçlarındaki elime gitti. Sakince izledi.

"İyiyim." dedi düşünceli bir sesle. "Uyudum." Yine tek bir kelimeydi ama içinde çok anlam vardı. Şeytanları susmuştu. Ayağa kalktı sonra.

Gökyüzüne değil, gülüşüme baktı. "Gün aymış, Günışığı." dedi ve kalbim hızlanırken odayı terk etti. Sanki kalsa, ne yapacağını bilmiyor gibiydi hali. Onu inandırabilmiş miydim, bilmiyordum ama en azından sert tepki vermemiş ,öfkeli bir ses tonu kullanmamıştı. Hatta ses tonu yeni uyandığında o kadar etkileyiciydi ki o gittikten sonra diken diken olmuş ayva tüylerimi görünce yine fena halde kendimi kaptırdığımı fark ettim.

İçimdeki hala var olan direnme isteği, istemsiz savunma mekanizmasıydı ama babamdan beri ilk defa uzun zamandır yüreğimi dinliyordum. Pişman olmak istemiyordum sürekli mantığımı kullandığım için.

Sabah, Doktor Selçuk'la birlikte bizim kızlar da geldiler. İkisinin bir ağlama, bir gülme seremonisini görünce Doktor Selçuk'un bile feleği şaşırmıştı.

En son Yağmur'a kızdı. "Daha yeni gülmüyor muydun sen? 5 dakika oldu Elif'in de psikolojisini bozdun." Yağmur ağlarken birden Doktor Selçuk'a döndü.

"Onu kaybetme korkusundan." dedi kedi gibi bakışlarla. Gözyaşları boncuk boncuk yüzünden dökülüyordu. O kadar masum duruyordu ki Doktor Selçuk gülümsedi ona. "Bir dur artık." dedi.

Yağmur'un yanakları kızardığında Zeynep'le ikimiz sırıttık. Kızımız etkilenmişti. Elimize malzeme geçmesinin zevkiyle pusuda bekledik.

Doktor Selçuk çıktıktan sonra Eylül geldi ve kapıyı kapattı. Yeni kahvaltı yapıp ilaçlarımı da içtiğim için kimse bizi rahatsız etmeyecekti. "Eylül!" dedim sırıtarak. "Yağmur, Doktor Selçuk'tan etkilendi."

Yağmur'un gözleri büyürken "Çüşşş yavaş gel." dedi ama yanakları tekrar kızarmıştı.

Eylül de bu kadar sıkıntıdan sonra elimize geçen eğlenme fırsatına sıkı sıkı sarıldı. "Dalyan gibidir Selçuk. 27 yaşında birde. Ayarlayayım mı kız sana? Efendidir bak. Ailesi de kapalı hem. Bu konuda da uyum sağlarsınız. Cillop gibi çocuktur valla. Mizahta var. Hem yabancıya da gitmemiş olursun." dedi eline aldığı kahve kupasıyla kendisini yatağın etrafına konulan koltuklardan birisine bırakırken.

Bacak bacak üstüne atmadan önce yanında oturan Yağmur'u dirseğiyle dürtmekten de geri durmamıştı.

"Okuyacağım ben. Tıp okumak istediğim için öyle gelmiştir size." dese de kimse bunu yemedi. Bal gibi de etkilenmişti işte.

Zeynep sırıttı. "Külahım yok baş örtüme anlatmak ister misin?" dediğinde hepimiz gülmeye başladık.

Yağmur koltuğundaki minik yastığı Zeynep'in yüzüne geçirdiğinde Eylül kupasına zarar gelmesin diye geriye doğru yatırdı. "Kreş çocukları, dövüşmeyin bakayım. Yağmur üstlerine aşık olmuş." dediğinde gülmekten yaram acıyordu artık.

Yağmur ve Zeynep gidip gelse de sürekli bizleydiler. Demir de beni ziyaret etmişti. Cidden onun da yüzü dağılmıştı. Siraç ben uyurken kasırga etkisi oluşturmuştu resmen.

Gelince Eylül'le uğraşmayı ihmal etmemiş Doktor Selçuk'u görünce de çocuk gibi didişmişlerdi. Doktor Selçuk, Demir'i çileden çıkarmanın Eylül'den geçtiğini bilerek onun yanında Eylül'e yaklaşıyordu ve Demir onu dövmemek için zor tutuyordu kendini.

Beni kontrol ederken, "Nişanınıza da gelecektim biraz da ben cümbüş olayım istedim ama önemli bir ameliyatım vardı. Yoksa sizinkileri çileden çıkartmak işime gelirdi." Sonra bir an duraksadı. Hemşireler sargımı kontrol ederlerken o mahremiyet için geri çekilmişti.

"Gerçi seninkine bulaşacak kadar delirmedim daha." dedi. Gerçekten çok iyi bir adamdı Doktor Selçuk, bende çok sevmiştim.

Yavaş yavaş yürümeye başladığımda koluma destek olması için bir askılık kullanıyordum. Sağ tarafım olduğu için benim için biraz daha kolaydı çünkü solaktım. Yine de sızısı beni gece çok uyutmuyordu. Bu yüzden yarı bilinçsiz halde de olsam Siraç 'ın geldiğini biliyordum.

Hala baş ucumda kardelenler vardı. Her gün yenileniyordu. Bu yüzden onun gelip gelmediğini görmem gerekiyordu çünkü gündüzleri yine gölge olmayı tercih etmeye başlamıştı. İnandığı yanlışa tutunmak için mi bilmiyorum, uzaktı.

Bir gece neredeyse uykuya dalmak üzereyken yine yanıma gelmişti. Eli yüzümü bulduğunda, "Zor, çok zor." demişti. Neyin zor olduğunu bilmiyordum ama duygusuzluğuna sığınıyordu. Görevlendirdiği çalışanlar, korumalar, hastane çalışanları ise onun gazabından korktukları için peşimde dört dönüyordu. Yine de Doktor Selçuk ve ekibini çok sevmiştim.

Artık iyice kendime geldiğim bir günde mutfakta kahvaltı yaparken yine kızlarla birlikteydik. Eylül bir kez daha, "Yağmur." dedi.

Yağmur dilimize düştüğü için bıkkınlıkla elindeki krepi bıraktı ve Eylül'e baktı. "Son şans bak. Bir daha sen hastanesine gitmezsen, hayatta adamı göremezsin. Gel aranızı yapalım." dedi. Bir yandan da eğlencesinin zevkiyle yine bir poğaçayı gömüyordu. Bu kız bu kadar yemesine rağmen niye kilo almıyordu?

Bende ona katıldım. "Gel kanka everelim biz seni." dedim. Öfkesinden bana karşı hırladı resmen.

Zeynep keyiften tepeleme tabak yapıyordu. "Hırladı resmen. Kudurdu bu. " dedi .

Yağmur onun koluna yapıştırdı ve bana döndü. Zeynep kolunu ovuşturuyordu acıyla. Şaklamıştı resmen vurduğunda Yağmur.

"Kanka başı bağlandı diye arkadaşlarını da zorla tayfasına eklemeye çalışan yeni gelinlere döndün yeminle." dedi.

Parmağıma değen reçeli yaladım. "Beni postalarken dört köşeydin ,Zeynep. Mezdeke açsam pisti tozu dumana katacaktın." dedim.

O da sırıttı. "Kınanı bekliyorum bebeğim. İçimde tutuyorum bütün oynama isteklerimi. " Geriye doğru yaslandım. "Benden önce kendininkinde oynarsın belki, belli mi olur?"

Ayağa kalktı. "Maskotunuz bellediniz beni iyice." dedi bana yaklaşırken. "Sana vuramıyorum da."

Ne yapacak diye ona bakarken tam arkamda durdu. "Ama hassas noktanı biliyorum." dediğinde gözlerim büyüdü. "Sakın!" derken boynuma eğildi ve yerimden zıpladım. Boynum benim hassas noktamdı, kimseye dokundurtmazdım.

"Boyun olmaz, boyun olmaz!" dedim o boynuma eğilip öpmeye çalışırken o kadar huylanıyordum ki kıvrandım resmen, kaçtım kollarından. Yağmur kahkaha atıyor, beni kovalıyordu. En son mutfağın kapısından çıkarken, "Delirtme beni Yağmur. Boynum hassas noktam yeminle öyle huylanıyorum ki dişlerim kamaşıyor şuan. Çıldıracağım!" dedim.

Sağlam olan tarafımdaki elimle boynumu kapattım ve önümü döndüğümde sert bir şeye tosladım. Tosladığım geniş gövdenin kim olduğunu anlamamak imkansızdı çünkü yoğun kokusu çoktan burnuma dolmuştu. Odunumsu kokusunda bugün yangın yoktu.

Gözlerim onu bulduğunda o bana değil ,boynumdaki elime baktı. Tek kaşı kalktığında Yağmur Siraç'ı gördüğü çoktan toz olmuştu. Hain! Tek başıma kalmıştım.

Gözleri boynumdan gözlerime geri geldiğinde, "Bende huylanmamıştın, Günışığı." dedi. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki sanki yeni bir hedef, fethedilecek yeni bir sınır bulmuş gibiydi. Olay ben olunca adamın sınırlara tahammülü yoktu resmen.

O bu cümleyi kurduğu an yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim keşke. Boynuma başını gömdüğünde beyin fonksiyonlarımı yitirdiğimi daha iyi bir şekilde öğrenemezdi herhalde. "Şey..." dedim titrek bir şekilde. "O an kaçmaya odaklanmıştım."

Bu bahanemi söylerken kızaran yanaklarım bile spot ışıklarla yalan söylediğimi haykırıyordu. "Öğreniriz." dedi Siraç hafif kısık bir şekilde. "Anlarız. "Nefesim içime kaçtı ve öksürdüm. Gözleri tekrar boynuma gitti.

Sonra, mat ettiğini bilerek gitti. Bende arkasından bakakaldım. Bugün de diğer günler gibi yüz hatları, ses tonu hala sertti. Koyu kahverengi bir takım giymişti. Bordo kravat takmıştı. Her zaman ki kendini kapatmış halindeydi ama lacivert gözlerinde küçükte olsa bir parıltı görmüştüm. Uğraşacak bir şey bulduğu için neşelenmişti beyimiz.

Baştan aşağıya kıpkırmızı oldum. Kesin bu zafiyetimi kullanacaktı.

Mutfağa girdiğimde Yağmur'a döndüm. Benim bu halimi görünce Eylül'ün arkasına saklandı. "Seni öldüreceğim! Bende bugün gidip Doktor Selçuk'a senin ona aşık olduğunu söylemezsem..." Yağmur kafasını Eylül'ün arkasından çıkardı.

Gözleri büyüdü. "Bak, sakın!" derken beti benzi atmıştı. Saatlerce peşimde koştu. Böylece bende intikamımı almış oldum.

Namaz kılmak için kendim abdest almaya başladığımda, Eylül dahil hepsini evden gönderdim çünkü benim için o kadar çok yorulmuşlardı ki kendilerine zaman ayırmanın vakti gelmişti. Artık herkes yaşantısına geri dönmeliydi. El-kol egzersizlerine de başlamıştım.

Levent beyin ne yapmak istediğini de sakince kavramış, tedbirli bir şekilde evde dolanıp düşünmek, ibadet etmekten başka bir şey yapmamıştım evde. O da Siraç'a sevildiğini, bir ailesinin olabileceğini kanıtlamak istiyor olmalıydı ama yöntemi... çok acımasızdı.

Derste çalışmaya başlamıştım ama yaram sızladığında hayatta odaklanamıyordum. Nergis sonunda yanıma gelebildiğinde ona yuvaya gitmek istediğimi söyledim. Siraç itiraz etmediğinde şükrettim.

Kolumda askılığı da çıkartarak ilk kez dışarı çıktığımda, mutlu oldum. Yazın gelmesine çok az kalmıştı. Mis gibi bir hava vardı. Gerçi bu havaların sağı solu belli olmuyordu. Şimdi hava güzeldi ama akşam buz tutmamıza sebep olan yağmur da yağabilirdi. Konya'nın havası çok dengesizdi.

Arabada Nergis, "Sayende buradayım, yoksa Siraç bey çoktan yollamıştı beni. Beni, senin sevdiğin için bıraktığını ama bir daha affı olmadığını söyledi." Buruk bir gülümseme vardı yüzünde.

Elini tuttum. "Suçun yok senin, hep dikkatlisin. Bana nasıl siper olduğunu biliyorum. Arkadaşınızdı. Nasıl ihanet edeceğini bilebilirdin? Hem seni sevmem tek sebep değil. Sen işinde iyisin, Nergis."

Nergis içten içe çok üzülmüş olmalıydı. "Koruyamadım. Siraç beyin kollarına yığıldığında her şey çok geçti. Silahlarımızın azami menzili o mesafeye uzlaşamazdı. Zaten hiç beklemiyorduk. Erdem yazık etti kendine." dedi.

Çocuklarını hatırlayınca kalbim acıdı. "Siraç ona ne yaptı?" dedim korkarak. Nergis kafasını tekrar cama döndürdü.

"Öldürmedi. Şükretsin, öldürmedi ama Levent Beyin evinin önüne bir kemik torbası olarak bırakıldı. Uzun süre kendine gelemeyecek olsa da hak etmişti. Bu dünyada ihanetin affı yoktur. Siraç bey acımasızlığına rağmen yine iyi davrandı ona. Yatsın kalksın çocuğuna dua etsin. Onun yüzü suyu hürmetine. " dedi.

Kötü olsa da en azından yaşamış olmasına şükrettim. Canını almamıştı, merhametinin olmadığını iddia eden adam, sırf kanser hastası çocuğu için canını bağışlamıştı.

"Şükürler olsun." dedim içimden. Hafifçe gülümsedim. Ben ondan taviz bekliyordum ama onun bu adımları aslında en büyük adımdı. Acımasızlığı azaldıkça belki normalleşirdi. Bu intikamı onun en büyük düşmanıydı.

"Bundan sonra daha dikkatli oluruz." dedim sakin bir sesle. Tekrar elini tuttum. "Oluruz, iyi oluruz." dediğimde Nergis gülümsedi çabama. O da elimi sımsıkı tuttu.

"Senin merhametinin bizim dünyada yeri yok ama o kadar iyi geliyor ki. İyi insanların olduğuna inandırıyorsun sen." Gözleri parıldadı sevgisiyle.

Kapı bizim açıldığında elini bıraktı. "İyi insanlar var. Olmayanlar da düzeltilebilir Allah'ın izniyle." dedim ne olursa olsun umudumu yitirmeden. Allah kullarından umutlarını yitirmemelerini istiyordu. Umudunu yitiren insan tükenirdi çünkü. Yaradan yarattığını en iyi bilendi.

Yuvaya girdiğimde Ahmet, Sedef, Ela karşıladı beni. Sedef koşarak bana sarılırken arkasından Ela ve Ahmet'te geliyordu. "Ne oldu sana Elif abla? Senin rahatsızlanıp gelemeyeceğini öğrendiğimizde çok üzüldük." dedi Sedef.

Kafasını kaldırdı ve yüzüme baktı. "Koluna mı bir şey oldu Elif ?Hüsna anne öyle dedi." Bu soruyu soran Ahmet'ti. Kaşları çatılmıştı soruyu sorarken.

"Küçük bir kaza, küçük bey." dedim gülümseyerek.

"İyi misin?" diye sordu Ela bal gözleriyle bedenimi inceleyerek.

"Çok çok iyiyim. Hatta sizle saklambaç bile oynayabilecek kadar." dedim sırıtarak. Hepsi saklambaç lafını duyunca yerlerinde zıpladılar. Ahmet, "Yengeniz beni asla yakalayamaz." dediğinde kaşlarımı çatmaya çalışıp sahte bir kızgınlıkla "Ahmet!" diye uyardım.

Hafifçe gülümsedi ve minik burnunu havaya dikti. Bilmiş bilmiş, "Gelecekten haber veriyordum sadece." dedi. Gülümsememi saklamak için kafamı başka tarafa çevirdim.

Onları çok özlemiştim ama Hüsna ablayı da görmeliydim. Emine hoca ve Zeynep hocanın bugün dersi yoktu. Bu yüzden onun verdiği bir görevi yapmalı, birde geldiğimi haber vermeliydim. Yuvaya girdiğimde alt katlar çok sessizdi ama yukarı çıktığımda yükselen sesleri duydum. Bir sıkıntı mı var diye düşünüp Hüsna ablanın odasının olduğu kata geldiğimde, "Kaçıyor, yakalayın!" diyen güvenlik görevlisi Samet abinin sesini duydum sonra küçük kollar belime bile ulaşmayan kollarını bacaklarıma sımsıkı doladı.

Bacaklarıma sarılan kolların üstünde ki kararmaya başlayan morluklar ilk gözüme çarptı. Sonra kafasını kaldırdı çocuk. Koyu mavi gözleri, simsiyah saçları olan bir çocuktu bana sarılan. Erkekti, üstü başı kirliydi. Yüzü de aynı morluklarla kaplıydı. En fazla dört yaşında gözüküyordu. Gözleri dolu doluydu.

Elimi ona doğru uzattığımda ürkünce içim acıdı. Dövmüşlerdi onu. Hangi cani dört yaşında bir çocuğa el kaldırırdı?

Tekrar denedim. Yavaşça elimi uzattığımda başını okşamama izin verdi. "Neden kaçıyorsun yakışıklı?" dedim sakinleştirici olmasını umduğum bir sesle. Kollarını bedenime öyle bir kilitlemişti ki arkasından yaklaşan Hüsna abla ve Samet abiyle elimle durmalarını işaret ettim.

Başını yavaşça okşamaya devam ederken, "Korkuyorum." dedi titrek bir sesle. R harfini çıkartamıyordu. "Koykuyoyum." demişti aslında.

"Ama onlar sana zarar vermeyecek. Sadece sevecek. Seveceğiz." dedim başını okşamaya devam ederek.

Onun izin verdiği kadar yere çöktüm. Kollarımı onun gövdesine sardığımda irkildi ilk. O kadar zarar görmüştü ki her hareketi şiddet olarak görüyordu. Sonra o da bacaklarımı bırakıp gövdemi sardı ve başını boynuma gömdü. "Korkuyorum." dedi tekrar. Küçücük çocuğun bu halini görünce, canım o kadar yandı ki sargımı umursamadan sımsıkı sardım onu. Kolumun acısını umurumda değildi.

"Korkma, asla korkma. Bundan sonra yanındayız." dediğimde Hüsna abla da anlayışla bizi izliyordu. Kollarımdaki çocuk o kadar zayıftı ki, sağlam kolumla onu kucağıma aldım. Hüsna abla itiraz etse de ben taşıdım onu. Hüsna ablanın odasına geldiğimizde o kucağımdayken deri koltuklardan birine oturdum. "Adın ne senin?" dediğinde kafasını boynumdan kaldırmadan cevap verdi.

"Ali." Ali ismini çok severdim.

Bu yüzden, "Ali'm! Hadi yüzüme bak." dedim sakin bir sesle. Kafasını kaldırdı. Hüsna abla yanımda duruyordu. "Biz bundan sonra senin ailen olalım, ister misin? Bak, Hüsna anne. O bizim yuvamızın annesi." dedim onu yatıştırmak için sakin bir sesle.

Hüsna ablayı gösterdim, öyle güzel bir merhametle Ali'ye bakıyordu ki içim ısındı. Sesini çıkarmadı. Korkmadı bu sefer ama. "Bende Elif ablan." dedim içten bir şekilde tebessüm ederek. Eli çekinerek yüzüme uzandı.

Yanağımı sevdiğinde gözlerim doldu. İçime katasım gelmişti Ali'yi o kadar muhtaç görünüyordu ki. "Vuymak yok." dedi onaylamamı ister gibi. Ağlamamak için zor tuttum kendimi. Yine düzgün konuşamamıştı.

"Asla yok." Bende onun yüzüne elimi uzattım ve yanağındaki morluğa dikkat ederek yanağını sevdim. "Sevmek var." dedim.

Beni tekrarladı. "Sevmek vay."

Hüsna abla sessizce gözyaşı döküyordu. Başını çevirdi. Ali'yi revire götürdüğümüzde başında durdum. İnsanların ona dokunmasını istemiyordu ama onun elini asla bırakmadığımda sakinleşiyordu. İnsanlar ona sevgiyle yaklaştığında ise elimi yavaşça bırakıyordu. Nitekim bir ara Hüsna ablanın bile elini tutmuştu.

Bir köşeye çekilip onun tedavisi yapılırken Hüsna abla ile konuştum. "Babası alkolik, annesi yok. Çocuğa fiziksel şiddet uygulamış ve en sonunda bir çöp konteynırına atmış. Kamera kayıtları var. Buraya yakın bir çöp konteynıra bırakmış. Polisler ilgilenmiş tabi ama bize yakın bir bölge olduğu için Levent Beyin korumalarının da dikkatini çekmiş. Adamı bulamamışlar. Devlet izniyle ilk tedavisi yapıldıktan sonra buraya getirmişler."

İç çekti Hüsna abla. Sanki konuşmakta zorlanıyordu. Söyleyeceklerinin yükü gözlerine yığılmıştı. "İstismar bulguları da var, raporunda. Çocuk psikoloğumuz onunla özel olarak ilgilenecek. Çok, çok zor bir durum. Çok kötü. " dedi Hüsna abla ağlamamak için kendini zor tutarak. Ben ise yıkılmamak için sağlam kolumla duvara tutunmak zorunda kaldım.

Ali'ye baktığımda muhtaç gözlerle etrafındaki insanlara bakıyordu. Revirdeki herkes onu ürkütmeden her fırsatta onun başını okşuyordu.

"Allah!" dedim yutkunmakta bile zorlanıyordum. "İki dünyada da cayır cayır yaksın bu mahlukları. Ölüm asla kurtuluş olmasın. Nefes haram onlara, haram! Cayır cayır yansınlar inşAllah. " dedim.

Aşağıya namaz için inebildiğimde, hıçkıra hıçkıra ağladım. Namaz kılarken de öyle. Ali'nin yaşadıkları o kadar ağırdı ki ben onun yerine sığındım Rabbime. "Yalvarırım Rabbim!" dedim. "Onu iyileştir, onun gibi çocukları bu canilerin elinden kurtar."

Yukarı çıktığımda Ali uyutulmadan önce onu biraz hava aldırmak için kucağımda, dışarı çıkardım. Hala sızlayan kolumun acısı umurumda değildi. Öğleni geçiyordu ve çocuklar dışarıda top oynuyorlardı. Geçen sefer oturduğum banka oturdum. Ali korkarak çevresini izliyordu. Sanki o caninin bir yerden çıkmasını bekliyormuş gibi bir hali vardı. Sımsıkı sarıldım Ali'ye.

Beni görünce Ela ile Ahmet koşarak yanıma geldiler. "E hani saklambaç oynayacaktık? " dedi Ahmet kızgın bir sesle.

"İşlerim çıktı çocuklar, özür dilerim. Sözüm olsun, kesin oynayacağız ama." dedim.

Ela, meraklı gözlerle Ali'ye bakıyordu ben Ahmet'le konuşurken. "Ne güzel gözleri var. Geçen gün gördüğümüz kuşla aynı renkte, değil mi Ahmet? " dedi Ela çocuksu bir sesle.

Elini Ali'ye uzattığında, Ali ürküp bana sarıldı. Ela da yanlış yaptığını görerek geri çekildi. "Bir şey mi yaptım Elif abla? Güzel gözlü çocuk neden korktu? " dedi. Sanki onu korkuttuğu için kendi daha çok üzülmüştü.

Ahmet ise tedbirli bir şekilde Ali'yi izliyordu. "Biri vurmuş ona. Yüzünde bir kere Selim ile kavga ettiğimizde çenemde oluşan izin aynısından var. Kim vurmuş ona?" dedi.

Çok zekiydi Ahmet ama benim ona söyleyecek cümlem yoktu. Bir babanın evladına bunu yaptığını aile hasreti çeken bu çocuklara nasıl söylerdim? Bu yüzden bu sorusunu görmemezlikten geldim.

"Onunla arkadaş olun, olur mu çocuklar? Hatta koruyun da herkesten." dediğimde çocukların gözlerinde gördüğüm en saf merhametti. "Küçük bu daha. Abisi olurum onun ben." dedi Ahmet minik göğsünü kabartarak. Gülümsedim. Küçük adamımdı Ahmet.

"Bende oyun arkadaşı olurum. Çok güzel gözleri var, böyle üzgün bakmasın." dedi Ela, küçücük bedeni, kocaman yüreğiyle.

"Ali." dedim kucağımdaki iki çocuğu seyreden ürkek çocuğa. "Tanışmak ister misin? Bak Ela onun adı." dedim Ali'ye bir adım yaklaşan Ela'ya.

Ahmet'te ona yaklaştı. "Bende Ahmet abin, Ali. " dedi elini Ali'ye doğru uzatarak.

Ali ürkünce ben Ahmet'in elini tuttum. "Vurmak yok, Ali." Ahmet'in elini onun elinin üstüne koydum. "Sevmek var." dedim sakin bir sesle.

Ahmet Ali'nin elinin üstünü okşadığında, "Sevmek vay." dedi Ali kısık bir sesle.

Ela onu onayladı ve elini Ali'nin diğer elinin üstüne koydu. "Sevmek var." İkisi de Ali'nin elini severken gözlerim doldu.

"Çocuklar, siz şimdi gidin. Yarın daha çok kaynaşırsınız, olur mu?" dediğimde çocukların ikisi de beni onayladılar. "Sözün var." dedi Ahmet gitmeden önce baş parmağını bana doğru uzatarak. "Söz." dedim tekrar gülerek. Ben gülünce Ali'nin elini tekrar yüzümde hissettim. Dudağımın kenarını severken sanki ilk kez gülen birisini görüyor gibiydi.

"Sende gülsene ,Ali'm." dedim onun yarılmış dudaklarına bakarak. "Bak, böyle gülüyorsun." dediğimde önce ciddileştim. Sonra yavaşça gülümsedim. Beni izledi. Sonra tekrar küçük parmaklarıyla yüzümü sevdi.

O sadece izlemeyi tercih ediyor gibi görünüyordu. "Gülüşünle yine kendine pervane etmişsin, Günışığı." dedi asıl gülüşüme ışık muamelesi yapan adam. Onun sesini duyunca kalbim hızlandı. Başımı kaldırdım ve bu heyecanla ona baktım.

Simsiyah giyinmişti bugün. Bende siyah bir uzun trençkot ,içine de geniş pantolon, içim görünmediği için kısa kollu bir tişört giymiştim. Siyah, içinde beyaz işlemeleri olan bir başörtü takmıştım. Uyumluyduk.

Lacivert gözleri dikkatli bir şekilde yüzüme bakıyordu. Güneş yüzüne vurmuştu. Sert ama muntazam olan yüz hatlarını aydınlatıyor, koyu bal rengi saçlarına altın tozları serpiştiriyordu. "Hoş geldin." dedim aynı tebessümü koruyarak.

Başını hafifçe eğdi. "Hoş buldum." Sonra kucağımdaki çocuğa baktı. Ali ürkerek bana sarıldığında gözleri çocuğun bedeninde dolandı ve morluklara takıldı.

O an yüzünün değişimine şahit oldum. Yer yüzü sallandı, gökyüzü kana bulandı. O bizzat gazaba dönüştü sanki. Ölüm gözlerinde fokurdadığında, hiddet sesinde kükredi resmen. "Kim yapmış bunu ona?" dedi dişlerinin arasından. Kendini tuttuğu o kadar belliydi ki. Yine de çocuk onun ses tonunu duyunca kafasını boynuma gömdü.

"Koykuyoyum." dediğinde yalvaran gözlerle Siraç'a baktım.

"Siraç, lütfen."dedim ama beni dinlemedi.

"Kim?" derken sesindeki öfke ve hiddetten eskiden olsa korkardım. Şimdi arkasında yatan nedenleri görmeye başlamıştım. O, intikamının sesini dinliyordu.

"Babası." dedim içim acıyarak. Gözlerini sımsıkı kapattı. Öfke bedeninde bir nabız gibi atıyordu. "Buradaki çöp konteynırına bırakmış." dedim sessiz bir fısıltıyla.

"Oruspu çocuğu!" dedi hiddetle. Yükselen sesi yüzünden, Ali ağlamaya başladı.

"Ali'm!" deyip küçük çocuğa döndüğümde Siraç arkasını dönmüş, çoktan gidiyordu. Ona da seslendim ama duymadı beni. Ali'yi kucağıma yaslayıp sımsıkı sarıldım bende. Ne yapsam da durmayacaktı. Durmasını istiyor muydum, bilmiyordum. İlk defa bilmiyordum. Tek istediğim elini kana bulamamasıydı ama bundan da kaçmıyordu.

Ali'yi sakinleştirmek yarım saatimi aldı. Sonra tekrar revire götürmek zorunda kaldım. Onu uyutacaklarını söylediklerinde ikindiyi geçiyordu. Namazımı kılıp yuvadan çıktım bende. Tereddüt etsem de, yuvanın çıkışında Demir'i aradım. İlk çalışta açtı.

"Demir!" dedim mahcup bir sesle.

"Efendim yenge." dedi. İlk defa sesi sert geliyordu. Uzaktan gelen bağırma seslerini duyabiliyordum. Siraç, adamı bulmuş olmalıydı. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Mahvedecekti o mahluğu.

"Beni Siraç 'ın yanına gelmek istiyorum. Beni alır mısın?" Sesim titremişti bu teklifi sunarken.

"Yenge engel olma. Bu şerefsizlere yaşamak haram." dedi öfkeyle.

"Olmayacağım." dedim onu yatıştırmak için. "Onu görmem lazım. Yemin ediyorum, engel olmayacağım. Lütfen, görmek zorundayım."

Demir pes etti. "Uyarayım, çok kötü durumda. Seni vurdukları zamanki gibi. " dedi ama yine de beni almaya geldi. Gittiğimiz şehir dışından biraz uzakta boş bir arazideki kubbe şeklinde bir camla kaplanmış, çiçek serası olunca istemsizce şaşırdım.

"Aşağıda depolar var." diye açıkladı Demir seranın önünde durduğunda. Adım başı koruma vardı. İçerideki her türlü çiçek, kubbeyi kaplıyor, tepesinden itibaren sarkan sarmaşıklar uzaktan gözüküyordu.

"İçeride. Buradan sonrası sana ait." dedi seranın kapısını parmak iziyle açarken. İçeri girdim. Geniş sera bir çeşit laboratuvar gibiydi. Bölmelere ayrılmıştı. Kimi oda karartılmıştı. Kimi odada farklı ışıklar ve topraklar vardı. Her çeşit çiçeği gördüm. Bana getirilenleri, daha getirilmeyenleri...

Sonra onu gördüm. Elindeki bir gülle uğraşıyordu. Önünde uzun, demirden bir masa vardı. Aşılama yapıyordu.

Yerdeki kanı gözlerim değdiğinde sanki beni hissetmiş gibi "Aşağısı ölüm. Yukarısı yaşam." dedi ruhunu yitirmiş bir sesle. Bana baktı ölü gözlerle. Lacivertleri bir ruhu daha mezara atıyordu. Ateşle yakıyordu mezara.

"Senle ben gibi. "

Beyaz gömleğindeki yırtığı gördüm. Göğsünde boydan boya ince bir çizgi vardı. Sanki biri bıçağın sivri ucuyla onun göğsünü yarmak istemiş ama çizmekten öteye gidememiş gibiydi. Az da olsa kan akıyordu. İçim acıdı, onun canı yanmıyordu ama benim yanıyordu.

"Eve gidelim mi? " dedim kısık bir sesle. "Yarana pansuman yapalım."

Her öldürdüğünde, onun da ruhu ölüyordu sanki. Bana da bu yüzden ölmüş gibi bakıyordu. "Merhamet için mi geldin, Günışığı? " dedi.

Ona bir adım attım. "Senin için geldim. Gidelim mi? " dedim kararlı bir sesle.

Ona bir adım daha attığımda, "O adamı paramparça ettim. " dedi . Sözleri bir kırbaç gibi şakladı aramızda. Duraksadım. Sanki beni kendinden itmeye çalışıyordu.

Söylediklerini tahmin ediyordum ama onun ağzından duymak tenime buz değmiş gibi yaktı beni. Düşünmedim. Düşünürsem kafayı yerdim.Tekrar hareket ettim.

"Bana zarar vermesine izin verdim. Kurtulmak için yenmeye çalış beni, dedim."

Sesindeki ölüm o kadar barizdi ki alışmamış olsaydım korkmamak imkansız olurdu. Ama o ruhsuzluğunu bana uykunun koynundayken alıştırtmıştı.

Elini tuttum ve kapıya doğru hareket etmeye başladım.

"Gücü yetmez." dedi o konuştukça ben onu çekiştiriyordum. "Onun gücü sadece çocuklara yeter çünkü."

Göz yaşı dökmemek için kendimi o kadar kasıyordum ki Siraç 'ın eli parmaklarımın arasında sıkışmıştı.

Umut'u kapının önünde gördüğümde, "Eve gidiyoruz, Umut." dedim. Yüzü hala morluklara kaplıydı Umut'un.

Umut patronuna baktı. Siraç 'tan bir tepki gelmeyince, kapıyı bizim için açtı. Önce onun binmesini bekledim. Sonra yanına ben bindim. Soluk alışverişi haricinde bir daha sesi çıkmadı.

Yanımda sanki nefesini bile kaybetmiş gibi sert bir yüz ifadesiyle oturuyordu. Eve geldiğimizde yine elinden tutup çekiştirdim ve içeri girdiğimizde, "Burada bekle. Ben hemen ilk yardım malzemelerini alıp geliyorum." dedim.

Bana baktığı sessiz bakış, önüme koyduğu buzdan duvarlardı. Ona ulaşmamı istemiyordu. İzin vermeyecektim bunu yapmasına.

Koşarak çıktım yukarı. Baş örtümü çıkardım ve rahat bir şekilde pansuman yapamayacağımı bilerek trençkotumu çıkartıp pantolonumu hızla bir kenara attım ve eşofman altımı giyip ilk yardım çantasını alarak koşa koşa aşağıya indim.

Onu salonda bulamadığımda etrafıma bakındım. Birkaç kez seslendim. Sonra odasına çıkmış olabileceğini düşünerek onun katına çıktım.

Merhametimi isteyip onu görünce kaçıyordu resmen. Yaşamıyorken yaşamı da istemiyordu. Onun odasının olduğunu tahmin ettiğim odaya girerken kapıyı çalmadım bu yüzden bende. Yaşasaydı, daha iyi biri olurdu.

Onu, odasının ortasında buldum. Siyah ve griyle döşenmiş yatak odasının ortasında çıkardığı gömleğini göğsündeki yarasına bastırıyordu.

"Bırak onu, o gömlek temiz değil. Yaran mikrop kapabilir."dedim

Odaya girince kafasını kaldırıp bana baktı. "Git buradan, Günışığı." dedi. "Merhemine ihtiyacım yok. Ellerin kirlenir sadece."

Lacivert gözlerinde şimşekler çaktı. Sakallı yüzü öfkeyle gerilmişti. Onun bir kere daha beni reddetmesini dinlemedim. Elinin altındaki gömleği çekiştirirken diğer elimdeki boş parmaklarıma onu yatağa doğru götürdüm.

"Benim sana şifa olmaya ihtiyacım var ama ." dedim inatçı bir sesle. Onu yatağa doğru itip zorla oturttuğumda istese beni tamamen itebilirdi ama onun da içinde savaş verdiğini görebiliyordum.

Mezarın altında nefes almaya çalışan bir beden vardı.

Yarasını temizlemek için gerekli malzemeleri çıkartıp, önce yarayı temizlemeye başladım. Kan görmeye dayanamıyordum ama onun yarasını görmeye daha çok dayanamıyordum.

Canının yanmaması için elimi tenine değdirmemeye çalışıyordum. Ama beni yanlış anladı. "Değersen, yanarsın değil mi? Ondan bu kaçışın. "

Elim dondu. Onun gözleri ise yüzümdeydi. Yakmak için...

"Bana dokunsan, senin başkasını koruyan merhametine bahanen kalmaz. "

Şaşkınlıkla ona baktım. "Ne saçmalıyorsun sen?" dedim öfkeli bir sesle. Kaşlarım çatılmıştı.

"Dokunsana, Elif. Yapamazsın, değil mi? " dedi. Lacivert gözlerinde yanan ateş suyu bile yaktı. Bana doğru eğildi. " Kirlenmemek için değil. İz bırakmamak için. Isıtmamak için. Hasret bırakmak için. "

Sesi gittikçe yükselirken bileklerimi tuttu ve geniş gövdesine yasladı. "Dokunsana. Ölüm mü yoksa sarar seni? O ölüm çoktan peşinde kul olmadı mı Elif? Dokunsana Elif!" dedi bağırarak.

"Merhametinin sınırı ,kapıları kapalı kalbin. Ölüm değince bana, sende tiksinirsin değil mi bu bedenden!" dediğinde ağlamaya başladım.

O kendisini yakıyordu en çok beni yakan da buydu. Kendisinden nefret ettiğini görmemek için kör olmak lazımdı. Kör olmam lazımdı. Olamıyordum, o yanarken ben kör olamıyordum.

"Benim tenim sana zehir olur, değil mi? Yanarsın! Yanarsın! Dokunamazsın, değil mi? "

Lacivert gözleri kendini defalarca öldürdü. O acı çekiyordu, geçmişi yüzünden acı çekiyordu. Çok acı çekiyordu...

Bileklerimi ellerinden kurtarıp ona doğru atıldım. Bedenlerimiz çarpıştı. Yüreklerimiz sığındı. Ruhum o uyansın diye, onu sarmaladı. Sımsıkı sarıldım ona . Ellerim gövdesini sardı.

"Dokunurum, " dedim. "Yansam da bırakmam." diyerek feryat ettim. Ellerimi çıplak sırtına bastırdım. Başı boynuma yakındı.

Ben hıçkırarak ağlıyordum. "Ben senden kirlenmem. Seni kirletenler, sende de iz bırakmaz. Sen ateş, değil misin?"

Sesim titriyordu. "Sen bıraktın..." dedi boğuk bir sesle. Sonra kolları belimi sardı ve sımsıkı sarıldı. İçine hapsetti sanki.

"Sen bende öyle bir iz bıraktın ki..." Başını boynuma gömdü. "Nefes alır oldum ,Günışığı. " Kokumu içine çekti.

Boğazım düğüm düğüm oldu. "Yemin ederim senin içindi. Ben ,ben.." dedim kekeleyerek. "Senin için önüne geçtim. Hani uyuyamıyordun ya, dinlen istedim. Sussun istedim şeytanların. Kaçmak çünkü beni hiçbir yere götürmedi. Kaybolduğumla kaldım. Kahrolduğumla kaldım. "

Omzuma bir öpücük kondurdu. " Kahrolma sakın. Bütün yolların bana çıksın, Günışığı." dedi.

"Merhametin..." Bir eli saçımı okşadı. "Bana olsun. Kirletmem, ben seni kirletmem. İzin de vermem."

Alnımı omzuna yasladım. "Biliyorum," dedim.

"Biliyorum, senin kollarındaki karanlık hasret."

Saçlarımı öptüğünde gözümden dökülen yaşlar çoğaldı. "Benim karanlığım sana öyle hasret ki, dinmiyor..." Beni kendi bedenine doğru bastırdı. "Seni içime katsam, yine de dinmez Günışığı."

Geri çekildi. Göz yaşlarımla kaplı yüzümü tek eli sardı. "Sönmeyecek." dedi .

Ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Sönmesin..." dedim. Yanmaya da razıydım nasıl olsa.

"Yakmayacak."

"Varsın yaksın. Sen girme artık o mezara. Ölme artık." dedim.

Şakağımdan öptü. Başı boynuma eğildi ve kokumu içine çekti. "Yaşarım." dedi sessizce.

Gözlerimi sımsıkı kapattım ve gözyaşlarımı son göz döküldü yanaklarıma. Daha fazla yas tutamazdım. Daha fazla kaçamazdım da. Hapsolmamıştım. Tutuklu kalmıştım işte.

"Yaranı temizleyelim, izin ver. Olur mu?" dedim başını boynumdan çektiğinde.

Başını yavaşça onaylamak için salladı. Gözleri tekrar gözlerimi bulduğunda mezarlar kapatılmıştı, o ise mezarlarla konuşmayı bırakmıştı. Fırtına dinmiş, kara bulutlar sessizce kenara çekilmişti. Okyanusta felaket sözsüz bir anlaşma yapmıştı sanki.

"Olur." dedi sadece.

Sessizce yarasını temizlerken,bu sefer kaçmadı, gazabını üstüme salmadı. Sadece karanlıkta kalmış hasretiyle izledi.

Onun mahrum kaldıkları, benim yaklaşmak, dokunmak istediklerimdi. Şuan, onun yaralarını sararken, küçük kollarımın arasında duran büyük adam, Ali gibiydi aslında.

Canı yakılmıştı. Kabullenememişti kendisini. Öfkesi önce kendisini sonra başkalarını yakmıştı. Sığınacak kimsesi yoktu. Bana sığınsın istedi kalbim.

Engel olamadım. Taşır mıydım bilmiyordum ama şifası ben olayım istedim. Yaralanacağımı bile bile açtım kalbimin kapılarını. Ona çıkan yola girmiştim.

Bant şeklinde ki sargıyla göğsünü temizleyip kapattığımda uzaklaştım ondan, tam arkamı döndüğümde bileğimi tutup beni kendine doğru çekti ve kollarının arasına aldı. O oturduğu için şimdi ben ona tepeden bakıyordum. O ise başını hafif kaldırmış. Bir eli belimi sarmıştı.

"Gitme." dedi boğuk bir sesle. "Kal, beraber uyuyalım." dediğinde kızardığımı hissettim.

Eninde sonunda olacağını, onu uyutmak için bu adımı atmaya çalışacağımı biliyordum ama o benden hızlı davranmıştı.

"Peki." dedim uysal bir sesle." Akşam namazı için alarm kurmalıyım ama."

Telefonunu uzattı bir şey demeden. Aldım elinden. Kilitsizdi. Alarm bölümünü açarken o da yüzümü izliyordu. Muhtemelen kıpkırmızıydım.

" Gökyüzü turuncuya büründü. Günbatımı gibi." dedi aynı ses tonuyla. Tüylerim diken diken oldu yine. Alarmı kurup ona verdim.

Telefonu siyah ahşaptan komodinin üstüne bıraktı. Gözlerimi ondan kaçırıp sessiz kaldığımı görünce beni yatağa doğru çekti .

Dezenfekte etsek bile kan kokuyordu etraf ama bu, onun umurunda değildi. Sanki gitmemden, vazgeçmemden korkuyordu.

Bu yüzden sesimi çıkarmadım. Onun yanında yatacağımı düşünürken,yatağa yattığımda başını göğsüme yasladı. Burnu tam boynumun girintisindeydi. Şok olmuş bir şekilde kaldım. O ise kollarını bana sarmıştı.

"Böyle mi yatacağız?" dedim kalbim kademe kademe hızlanırken. Üstelik ona en yakın yerde, kulağının hemen altındaydı. En sonunda kaçacaktı.

"Koynunda uyuyacağım." dedi. Sesi göğsümde titredi. İç çektim.

"Kokunda uyanacağım." dedi burnu boynuma sürtünürken.

"Huylanıyordun, değil mi Günışığı?" Göğsüm hızlı hızlı inip kalkarken onunda başı aynı hızla kalkıp iniyordu.

"Yapma." dedim ama kaçamıyordum. Kıvrandım kollarının arasında. Kollarını sıkıştırdı. Eğleniyordu benimle resmen. Kaçamayacağımı biliyor ve uğraşıyordu.

"Sana söz veriyorum. Seni her gördüğümde önce kokunla selamlaşacağım. " Tekrar burnu boynumda dolandı. Ürperdiğimde ellerim gevşek bir biçimde gövdesine dokundu. Engel olmak istiyordum.

"Olmaz. Çok huylanıyorum valla rezillik çıkarırım." dedim her an çığlık atabilecek bir sesle.

Başımı aşağıya ona doğru indirdiğimde bana baktığını gördüm. Cidden koynumdaydı ve gülümsüyordu. Gamzesini gördüğümde beynim erime emri verdi kendisine. Fonksiyonlarımı kaybettiğimi hissettim. Bir insanın nasıl bu kadar güzel gülüşü olurdu ki? Onun gülüşüydü asıl zalim olan.

"Geçen gün boynunu öptüğümde tepki vermedin, Günışığı." Sonra hızla başını boynuma gömüp öptü ve geri çekildi. Ölü balık gibi ağzım açık şekilde baktım. Titreşim moduna girmiştim herhalde. "Yine vermedin."

Öptüğü yer cayır cayır yanıyordu. Bu gidişle kollarında kibrit gibi tükenecektim.

Nefesimi tuttuğumu fark ederek derin bir nefes aldım. "Olmaz." derken aklım da pek çalışmıyor olmalıydı. Tek kelimelik cevaplar verebiliyordum. Ağzı açık ayran budalası gibi ona baktığım için bu sefer hedefi dudaklarıma kaydı.

"Bir gün." dedi. Lacivert gözlerinde karanlık büyüdü. "Nefesinle de her gün selamlaşırız. "

Gözlerim ne demek istediğini anlayarak büyüdü. Dilim damağım kurumuştu. Gözlerimi hızla ondan kaçırırken, "Beni şuan öyle zorluyorsun ki valla kaçıp gideceğim." dedim başımı ondan ters tarafa çevirirken.

Koşmaktan değil utançtan nefes nefese kalmıştım . "Olay bensem, sende sınır mı kalacak Günışığı? "

Bu bir vaatti. "Yeter valla, ben utançtan öleceğim." dedim kıpkırmızı olmuştum. "Tamam. Şimdilik yeterli gelsin." dediğinde sesindeki eğlenen tonu, hiç duymamıştım. "Buldum yerimi." dediğinde kafasını daha göğsüme yerleştirmekle meşguldü.

"Şuan yastık görevi görüyormuşum gibi hissettim." dedim gözleri kapanırken. Gülümsedi. "Ne güzel kokusu var bu yastığın. Üstelik içinde bülbül var sanırım. Resmen şarkı söylüyor bana." dedi.

Kast ettiği artık çırpınma evresine geçen kalbimdi. Utançtan yer yarılsaydı da yatağın içinde kaybolup dibine girseydim keşke. " Uyu, Allah rızası için." dediğimde sesimdeki yakınmayı duymuştu.

"Uyurum." dedi. Bu onun nezdinde büyük bir adımdı. Bende ise açılmış kapılarımdan onun girişi demekti. O uyudu ben, koynumda onu uyuttum.

Bir ara benim de içim geçmiş olmalıydı, elime değen sıcak tenle irkilerek uyandım bu yüzden.

İlk önce nerde olduğumu idrak edemedim. Sonra belimi kalın kolları hissettim. Göğsümdeki kafasının ağırlığı gövdesinin ağırlığıyla birlikte beni resmen yatağa gömmüştü. Gözleri açık olmasa da tekrar utandım. Sonra elimin altındaki tenin yandığını fark ettim. O an kendime geldim.

Elim alnına uzandı ve cayır cayır yandığını fark ettim. Ateşi çıkmıştı. "Siraç." dedim kolundan dürterek onu uyandırmaya çalışarak. Önce hiç tepki vermedi. Birkaç kez daha uyandırmak için koluna dokundum. "Siraç, uyan. Ateşin çıkmış. "

Gözlerini birden açtı. Lacivert gözleri kanlanmıştı. Artık ne kadar uykusuzsa gözleri hala kısık bakıyordu. Bana doğru döndü. "Ne oldu?" dedi boğuk bir sesle. Bu ses tonu tüylerimi her seferinde diken diken ediyordu.

"Ateşin çıkmış. Yaran mikrop kapmış olabilir mi? Hastaneye gidelim ya da Doktor Selçuk'u arayalım, olmaz mı?" dedim endişeli bir sesle. Elimin tersi yine alnını buldu.

"Bende bir şey oldu zannettim." dedi uykudan yeni kalktığı için koyulaşmış lacivert gözleriyle yüzüme baktı. Sonra başını tekrar göğsüme koydu.

"Uyu, Günışığı." dedi. Umursamazlığı canımı sıktı.

"Siraç!" dedim uyarır bir sesle.

"Uyu, güzelim." dedi bu sefer. Utandığım için bir an sessiz kaldım. Kalp atışım zaten hızlıydı daha da hızlanmıştı . Bunu bilerek yaptığını hafif gülümseyişini gördüğümde anladım ve tekrar kolundan dürtükledim.

"Hadi Siraç, bari ılık bir duş al. Sonra uykuna devam edersin." dedim. Yine dinlemedi. Bu sefer mırıldanırken ses tonu bütün bedenimin elektrikle sardı sanki. "Kalkmak gibi bir niyetim yok. Uyu artık yavrum." dediğinde yutkunamadım ve öksürmeye başladım. Bile bile yapıyordu, şuan öyle bir uğraşıyordu ki benimle resmen göğüs kafesim gittikçe sıkışıyor gibi hissediyordum. Bu sefer hareket etmeye çalıştım. Sırtımı zorla yatağın başlığına yasladığımda gözlerini açmadı.

"Gel, cidden ben yardım edeceğim üstüne ılık su tutalım. Olmaz mı? Çok yüksek, havale geçirirsin bak. Kesin mikrop kaptı. Düzgün temizleyemedim yaranı."

Kendimi suçlarken tekrar başını kaldırdı. Onun derdi başkaydı ama. "Sen mi yapacaksın?" dediğinde dudağının bir kenarı yukarı kalkmıştı. Artık ne anladıysa, "Üstün giyinikken su tutacağım." dedim, kelimeleri yavaş yavaş söylersem yanlış anlayacakmış gibi hızla açıklama yaptım.

"Hmm.." dedi sadece. Sesi yine göğsümde titrediğinde, sesinin yeni uyandığında ne kadar etkileyici olduğunu umarım bilmiyordur, diye düşündüm. Adam elindeki silahları yüzde yüz kapasite kullanmaktan bir an bile vazgeçmiyordu.

"İyi." dedi ve birden ayağı kalktı. Elimden tutarak beni de kaldırdı kendisiyle birlikte.

"Ateşimi düşürelim." dediğinde söylediği sözün altında yatan çift anlamı bildiğini, bilerek yaptığına adım gibi emindim. Artık utançtan benim de onun kadar ateşim yükselmişti cidden.

"Biraz daha uğraşırsan benimle cidden domates tarlasına döneceğim. Yeter, valla yeter. " dedim benim onu çekiştirmem gerekirken o beni banyoya doğru çekiştirirken.

Gülümsediğini görebiliyordum. "Huyum oldu Günışığı. Nasıl kurtulacağım?" dediğinde yakınmamak için kendimi zor tuttum. Resmen oyun oynuyordu benimle. Sağa sola zıplayan yüreğimle.

"Huyun beni öldürür, haberin olsun."

Onun da benim odamda olduğu gibi odasında, yuvarlak iki kişinin sığabileceği genişlikte bir küveti vardı. Başını yaslayabileceğin su geçirmez bir mini yastığı vardı küvetin. "Kafanı oraya koy. Ayaktayken sen yetişemem ben başına. Sırtına geçtiğimizde ayağa kalkarsın." dedim.

Suratında her an benimle dalga geçecek bir yüz ifadesi vardı. Nitekim beni şaşırtmadı. "Boyunun kısa olduğunu sonunda kabul edebildin yani."

Omuz silkti ve burnumu havaya kaldırdım. "Seninki çok uzun." dedim.

Kafasını salladı inanmadığını belli ederek ama dediğimi yaptı. Bende duş başlığını alıp suyu ayarladım. Sargısına dikkat ederek onu ıslattığımda, "Kötü hissedersen bana söyle." dedim. Saçlarım ona doğru eğildiğim için hafif yüzümü kapatıyordu. Siyah saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp tekrar işimi yapıyordum. O ise sadece beni izliyordu. Sessizleşmişti.

Lacivert gözleri sürekli yüzümde dolanıyordu. Başına geldiğimde elimi ensesine uzatıp başını hafif kaldırdım. Bana itaat etti. Yüzü bana yaklaşırken duş başlığını dikkatli bir şekilde saçlarına tuttum.

Saçları suyla birlikte koyulaşırken, kirpiklerinin üstünde su damlaları takılı kalmıştı. Saçlarımla oynamaya başladı. Islak parmaklarını saçlarıma dolarken, "Rahat dur." dedim. "Siyahta sadece senin saçlarında güzel görünürdü zaten. Yumuşacıklar. " dedi ben onun saçlarını yıkarken o da benim saçlarımla oynama devam ediyordu. Utanacak kapasitem kalmamıştı artık.

Saçlarını bitirip yüzüne geldiğimde duş başlığını yavaşça yüzünde gezdirdim. "Umarım işe yarar yoksa doktora gidelim." dedim. Ona bu kadar yakın olduğum için benimde bir kalp doktoruna görünmem iyi olurdu.

Beni öyle dikkatli bir şekilde izliyordu ki elim ayağım bir birine karışmasın diye resmen kaskatı kesilmiştim.

"Bir şey olmaz." dedi umursamaz bir sesle.

Başlığı yüzünden çektiğimde ise başını boynuma yakın tişörtüme getirdi ve yüzüyle birlikte saçlarını tişörtüme sildi. Başını sağa sola oynatırken boynum o kadar huylanıyordu. "Yapma." dedim ama huylandığım için ağzımdan bir kıkırtı kaçtı.

Elleri belimi buldu. Tekrar aynı hareketi yaptı. Huylandığım için gülmeden duramıyordum. "Yapma, Siraç. " dedim kollarında kıvranarak. Başını kaldırdı. Suyla birlikte canlanan lacivert gözleri gülüşümü buldu.

"Gül sen." dedi. "Bende yapacaklarımdan sorumlu olmamaya bahane arıyorum zaten, Günışığı." dedi.

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve ciddileşmeye çalıştım. Bunun sonunu biliyordum, bu yüzden susmam en iyisiydi.

Kaşlarından biri havalandı ben ciddileşmeye çalışırken. "Rahat dur." dedim sadece bu yüzden. Bir şey söylemedi.

Şükürler olsun ki beni daha fazla zorlamadı. O kalktığında sırtını da yıkadım. Yanaklarımda hiç geçmeyen kızarıklık sanırım kalıcı bir iz bırakacaktı bugün. En son işimi bitirdiğimde, iki havlu aldım. Biriyle ellerimi, ıslanan bacaklarımı kuruladım. O da kurulanırken, ona doğru ilerledim. Parmak ucumda yükseldim ve elimin tersiyle alnına dokundum. Düşmüştü. O ise benim ona yakınlaşmamı izliyordu.

Göz bebekleri büyüdü. Ben ise her an yok olacakmış gibi bir sesle, "Şükür, düşmüş." dedim. Onunla ilgilendiğimi açık açık göstermek çok zordu. Onun da bu durumu fark ettiğini biliyordum. Gözlerinde ki karanlık ise , bu duruma karşın onun ne hissettirdiğini bana bildiriyordu.

Sesli bir şekilde yutkundum. "İyice anlamak için dudaklarını da değdirmen gerekmiyor mu?" dedi işi iyice pisliğe vurarak. Bir adım uzaklaştım ondan.

"Ben namaz kılmaya gideyim. Sen üstünü değiştir." dedim koşarak banyodan çıkarak.

Titreyen bacaklarımla kendimi asansöre atarken bir kat yukara çıkamayacak kadar bacaklarım titriyordu. "Hayır, kendin kaşındın. Ne gerek vardı adama o kadar yakın olmaya? Böyle erimiş beyinle kalırsın ortada işte." diye kendi kendimi azarlarken elim düğmelerin olduğu köşeye çarptı ve inledim.

"Cidden sakarlıkta master yapacağım." dedim.

Elimin acısı yüzünden ovuştururken birden asansör durdu ve asansörün normalde açılan kapısı yerine ayna kaplı kısmı sensörlü bir kapı gibi ikiye ayrıldı. Kapının açıldığı yere bakarken şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Karşımda kapıları açılan yer, gizli bir odaydı.

Vize ödevlerim artı Ferimah 'a bölüm geleceğini söylediğim için(Yasin okuyan bir okuyucum bana Yasin'le rüşvet verdi sizde böyle rüşvetler verebilirsiniz djdjddj) yeni bölüm gecikecek. Ama öyle uzun ki zaten iki bölüm sayılır.

Bu yüzden gecikmeden sorumlu değilim,haberiniz olsun.

Hadi Allah'a emanet olun,kalın sağlıcakla. Hayırlı Ramazanlar!😍😍🌸

Continue Reading

You'll Also Like

Haz By 🍀

Romance

295K 4K 18
Çocukluktan beri Karan Avcıoğlu'na karşı hisleri olan Efsun Alakurt'un hikayesidir. Sevdiği adamla birlikte olduklarından sonra her şeyin farklı ola...
312K 789 21
+18 içerir
298K 25.7K 25
"Kalmam için bir sebep olması lazım." dediğinde, Leyla'nın sesi titriyordu. O Leyla'ydı, başka kimse değil. Daha on sekizinde tazeyken, Kınalıtepe'ye...
416K 7.5K 20
༺༻ Bütün hakları saklıdır "Ben geldim" Gülümseyerek ve son harfi uzatarak kurduğum cümle ile o da gülümsedi. Sandalyesini biraz masadan geri çekti...