Ucunda Yaz Var

By Buyukhobby

18 0 0

Antalya'nın mütevazı futbol takımlarından Narenciyespor'a transfer olan ana karakterin çerçevesinden, takımın... More

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4.Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm

10. Bölüm

1 0 0
By Buyukhobby

Gazipaşaspor alt liglerden kademe kademe yükselmiş, geçen sene birinci lige yükselme fırsatını play-off finalinde kaybetmiş, bu sezon sonunda ise nihayet yükselmeyi başarmış bir takımdı.

Adam Alanya'daymış, sabaha Gazipaşa'ya dönmesi gerekiyormuş ve başkanı "beni almadan gelmemesini" söylemiş. Özgür'ün bu işten haberi olup olmadığın, bunun bir telefon şakası olup olmadığını düşünsem de umursanmıyor, görmezden geliniyor olduğumuz aklıma geldi. Benden sadece yarım saat istiyordu. Her şeyin yarım saatte biteceğini ima ediyordu, bu kadar özgüven biraz tuhaftı. Şaraplarını açmışlar, masada bir bardak da bana ayırmışlardı söylediğine göre. Böylesine kısa sürede bu işin nasıl olacağını sordum, en azından duş almak için müsaade istedim ama Gazipaşa'da denizin çok güzel olduğunu, orada yüzüp duşumu alabileceğimi söyledi. Artık anlamıştım, benimle dalga geçiliyordu. "Siktir lan" diyerek kapattım.

Özgür'ü aradım, böyle bir şeyi duyup duymadığını sordum. "Ben şu an sadece Beşiktaş'la görüşüyorum morik, Gazipaşaspor'dan bişey gelmedi." dedi. "Anladım. Peki Beşiktaş'la nasıl gidiyor görüşmeler?" diye sordum. Mırın kırın etti.

Onunla konuşurken diğer hattan birisi çaldırmaya başladı. Bu kez numara görünüyordu. Yine Şemsi'ydi. Söylediği şeylerde ciddi olduğunu, ne kadar erken gelirsem o kadar çabuk yol kat edeceğimizi söyledi. İyi de benim Gazipaşaspor'a gelmek isteyeceğimi nereden çıkarmıştı? Huzursuz olduğumu bildiğini, takımımdaki herkesin başka kulüplere resmen kaçıştığını söyledi. Üstelik Osman Hoca'nın da istifa edeceğine yönelik duyumlar almıştı. Hoca'nın varlığı beni oraya bağlayan yegane şeylerdendi. Yine de adam blöf yapıyor olabilirdi, çünkü Hoca'da adamın söylediklerine dair bir belirti görmemiştim. Gerçi Hoca ortalıkta yoktu, nereden bilecektim ki?

Alanya... Arabayla iki saat sayılırdı. Kartal'la belki biraz daha uzun...

Bir karar vermeden Hoca'ya danışmak istedim. Ulaşılamıyordu.

Elimi yüzümü yıkayıp çantamdan tişört ve şortumu çıkardım, altına da parmak arası terliğimi giydim. Kartal'a binip yola çıktım ama Alanya'ya mı gidiyordum yoksa başka bir yere mi, bilmiyordum. Eve gitmek istemediğim kesindi. Boşluğun içine tekrar çekiliyor gibi hissediyordum zaten, aynı şeyleri yaşamak istemiyordum. Gidip Mezenga'da kalayım desem, adam artık İstanbul'daydı. Levent ise İzmir'de. Göksel çoktan Kıbrıs'ı bulmuş olmalıydı. Nereye gideceğimin kararını vermeye çalışırken Aksu'yu geride bırakmış olduğumu fark ettim.

Bir daha böyle bir şansı yakalayıp yakalayamayacağımı bilemezdim. Beşiktaş işinin olmayacağını anlamıştım. Buralardan gitmek belki yeni bir sayfa açmamı sağlayamayacaktı, belki yarın o silah bulunacak ve karga tulumba içeri tıkılacaktım. Ne olacağını bilememek... Adım atamamak... Belirsizlik dünyanın en kötü, en yorucu şeyiydi. Fakat beklemek bunun çözümü değildi. Bir şeyler olana dek Antalya'da olmak ile Alanya'da olmak arasında bir fark yoktu.

Hiç değilse gidip görüşmeye karar verdim, yapacak daha iyi bir işim yoktu sonuçta. Hem adam öyle iddialı konuştu diye hemen imzayı atacak halim yoktu ya.

Mesut'un nerelere kaybolduğu sorusu geldi aklıma. Umut'un ölümünün ardından buhar olup uçmuştu. Mesut ve ben paylarımızı almış olmalıydık. Belki de Mesut benim payımı da alıp kaçmıştı.

Bu ihtimale sinirlenmiş olduğumu fark etmem kendime öfke duymama sebep oldu. Birisi kendisini öldürsün diye bir başkasına yüklüce para teklif ediyor ve o kişiden bize, o ölümün payları düşüyor. Bu durumda cinayetten Mesut da sorumlu sayılabilir miydi? Sanki işe Mesut'u da ortak ederek beraberimde onu da darağacına götürmek istiyormuşum gibi bir soruydu bu. Üstelik suçu işlemiş olduğumu kabul etmiş oluyordum fakat alakam yoktu. Yetmezmiş gibi cinayetin işlenmesi için verilen para asıl katilin eline hiç geçmeden katil bu dünyadan göçüp gitmişti. Mesut da ortalarda yoktu şimdi. Aksini nasıl kanıtlardım? Allahın belası silah yüzünden işini tamamlamış, parasını almış bir kiralık katil olarak gözükecektim. Annem, babam ve sevdiklerim kahrolacaktı. Takım arkadaşlarım suçsuzluğuma şahitlik eder miydi? Yoksa kendilerini hiç riske atmamayı mı tercih ederlerdi? Sonuçta biri diğerini sattığı anda arkası çorap söküğü gibi gelirdi. Şahitlik etseler bile neyi değiştirirdi zaten? Deliller ortadaydı, elim kolum bağlıydı. Çoktan kelepçeyi yemiştim.

İyi birisi değil miydim ben?

Düşüncelerimde mahkeme salonuna düşmüştüm bile. Tam olarak nasıl bir şey olduğunu bilmemenin soyutluğuydu muhtemelen kendimi hapiste hayal etmememin sebebi. Galatasaray taraftarlarının maç bitimindeki hissiydi ya da: "Bir yanlışlık olmalı, yapılabilecek bir şeyler olmalı."

Ani bir ihtiyaçla, sinyal falan vermeden sağa çekiverdim. Arkamdaki araç kornaya basarak gitti. Az kalsın kazaya sebebiyet verecektim, ama ne farkındaydım ne de düşünecek durumda. Beynimi istila eden ihtimaller, senaryolar, düşünceler, sorular ve varılan sonuçlardan kurtulmaktı tek derdim. Hasan Deniz'in gölge boksu ve duvar yumruklaması gibi, zehrimi direksiyona akıttım. Nefretle yumrukladım. Ardından yorgun düşüp bunun bir yere varmayacağını hissettiğimde kafamı direksiyona dayayıp gözlerimi kapattım.

Gece geç vakitti, sokaklar tenhaydı. Sokak ışıkları sönüktü. Sağda dalgalar kıyıya vuruyordu. Dalga sesiyle eşzamanlı nefes alıp verdim. Kafamı camdan çıkarıp gökyüzüne baktım. Yıldızları görmek mümkündü. Radyoda Louis Armstrong çalıyor, dünyanın ne şahane olduğundan bahsediyordu.

İncekum'a gelmiştim.

Saat gece ikiydi.

Şemsi'ye mesaj atarak konumunu yollamasını istedim. Türkler'i, ardından da Konaklı'yı geçtim ve Oba'ya ulaştım. Konum, şehrin biraz dışında bir noktayı gösteriyordu. Ağaçlıklı bir yoldan geçerken "Dim Çayı" tabelasını gördüm. Adamın yazlığının buralarda olması şaşırtmıştı. Etrafta hiç hareket yoktu, çıt çıkmıyordu. Bu sessiz yolda bir süre daha devam ettikten sonra aşağıya giden bir yola saptım. Az sonra karşımda taş duvarlı, bahçeli, ışıklandırılmış bir ev gördüm. Kapısında birisi el sallıyordu. Bu Şemsi olmalıydı. Yön gösterdi. İşaret ettiği yönü takip ettim ve arabayı uygun bir yere park ettim.

Beyaz polo yakalı, düz ama göğüs kısmına iliştirilmiş ufak logodan ve düzgün ütüsünden dolayı pahalı olduğunu düşündüğüm bir tişört giyiyordu. Altında sebze-meyve halcilerinin giydiği, insanın kıçına tam oturan cinsten toprak rengi bir pantolon ve kahverengi bir süet ayakkabı vardı. Ayak bileklerini görünüyordü. "Hoş geldin bilader" diyerek elini uzattı ve içeriye buyur etti. Bahçeye geçtiğimde hasır sandalyesinde oturan yaşı geçkin, tepesi açılmış bir adam beni gülümseyerek karşıladı. Koca göbeğini öne atmış, bacaklarını açmıştı. Hareket edebilecek gibi değildi. Gözlüğünü düzeltip hafif doğruldu, "Ben Mevlana" dedi ve oturmamı rica etti. Masanın cam yüzeyinde buzlu kirazlar, tulum peyniri ve üç kırmızı şarap kadehi vardı. Güçlükle doğrularak kadehlerden birini önüme sürdü. O sırada Şemsi de yerini alırken "Ne var ne yok bilader?" dedi. Teşekkür ettim, soruyu iade ettim. Onlar da iyilerdi. Telefonumu masaya koydum. Bahçeye kurulmuş ses sisteminden hafif bir müzik duyuluyordu.

Gazipaşaspor'un son dönemlerde çıkışta olduğunu ve hedeflere sahip olduklarını, bunun için nokta transferler yapmak istediklerini söyledi. Benim de yaşımın henüz yirmi oluşunu hatırlatarak, yıllarca takım savunmasını bana emanet etmek istediklerini, hatta kendisine sorarsam kaptanlığı bile verebileceklerini söyledi. Söylediklerinde bir eğretilik seziyordum. Neden beni istediklerini ve nasıl bu kadar güvendiklerini sordum. Tam olarak cevap olmayan bir cevap verdi. "Cımbız"ı hatırlatıp takdir eden bir bakışla güldü ve sonunda "Osman Hoca'nın beğenisine güveniriz" dedi. İletişime geçip geçmediklerini sordum. Kendisiyle yıllardır tanıştıklarını, iletişime geçmeye gerek olmadığını söyledi.

Mevlana ve Şemsi şaraplarından bir yudum almadan ben de içmedim. Sanki zehirlemek isteyen kişi diğer iki bardaktan farklı olarak sadece benim bardağıma zehir koyarak bu işi yapamazmış gibi.

"Sizin takım bildiğin sağa sola dağıldı bilader." dedi Şemsi. Ses tonunda hoşa gitmeyen bir şey vardı, baştan kendine çok güvenerek konuşmuş olmasından dolayı bende antipati oluşturmuş olmalıydı. "Ne güzel gittiniz sonlara kadar. Ama sonlarda bir şeyler oldu. Hani sanki birileri bombanın fünyesini çekmiş de sonra hepiniz uzaklara kaçışmaya başlamış gibiydiniz." dedi. Benzetmenin doğruluğundan emin olmadığımı söyledim. "O halde şöyle benzeteyim: Yayından çıkan bir ok vardı ve birileri –görmediğimiz- onu yolundan çevirmek isterken diğerleri ters yöne gitti. Ya da kovanından çıkan bir mermi." dedi.

Sırtımdan aşağı inen buz gibi bir his beni oturduğum yere sabitledi ve gözlerim içeriden bahçeye doğru yönelen siluete takıldı. Elinde bir şey taşıyarak geliyordu. İyice yaklaştığında şoku atlatıp ayağa kalkmak istedim. Koluma yapışarak, "Otur otur" dedi sakince. "Ne demek oluyor bu?" dedim telaşla. "Avni Komiser ile tanışıyormuşsunuz" dedi. "Ne işi var onun burada?" dedim öfkeyle yükselmiş ama şaşkınlıkla kırılmış bir sesle. Avni elindekini masaya bıraktı. Bir kilitli buzdolabı poşetiydi. İçinde ise o silah...

Ayağa fırlayıp kaçmaya yeltendiğimde kendimi geniş kolların arasında buldum. Dev gibi, güneş gözlüklü bir adamdı bu, koruma olmalıydı. Birkaçı daha çıktı ortaya daha sonra. "Otur bilader" dedi Şemsi, "konuşalım hele".

Ne denebilirdi? Ne yapılabilirdi? Nereye kadar kaçılabilirdi ki? Dilim damağım kurumuş, ayağım deli gibi sallanır, ellerim titrer halde arkama yaslandım."Bak, canını sıkma. Olayın nasıl olduğunu biz biliyoruz. Senin suçunun olmadığını falan..." dedi. Kafam darmadağındı. Ne demeye buradaydım o zaman? Şantaj ihtimali de korkutucuydu. Bir ömür boyu köleleri olabilirdim, istedikleri işe koştururlardı. Yoksa da paşa gönlüm bilirdi, içerde düşünürdüm gerisini.

"Biliyoruz da..." dedi, bir puro yaktı. "Bu bir şeyi değiştirmiyor." dedi. Kendimi tutamayacağımdan, adamın üstüne atlayacağımdan korktum. Öfkeyle dişlerimi sıktım. Hiç tanımadığım bu adamın her şeyi biliyor oluşuna şaşırmak aklıma bile gelmemişken, şimdi "Beni niye korumuyor?" diye sinirleniyordum ona. Sakin olmamı söyledi, "Konuşacağız" dedi.

"İyi de, konuşulacak ne var ki? Hiçbir şey yapmadım ben be! Herkes gibi ben de o sırada sahadaydım, sonra topluca gittik oraya zaten" dedikten sonra kendimden iğrendim. Ne gerek vardı diğerlerini de işin içine katmama? "Biliyoruz, hep beraberdiniz." dedi Şemsi. Daha da utandım. "Sen de diğerleri gibi sonradan geldin ve yetişemedin. Olan olmuştu siz oraya vardığınızda." dedi, "Biliyorum." dercesine avuçlarını açtı ve "Yapacak bir şey yok." der gibi baktı.

"Senin bildiğinden fazlasını biliyorum. Bir de sen benden dinle" dedi. "Mehmet'in zor dönemlerden geçtiği kesin. Ölüm tehditleri aldı durdu. Zaten ölecekti, farkına varmıştı. Olayın Mehmet'in duygularıyla alakası yok yani. Yani... var ama tamamı onunla alakalı değil. Bu herif pislikleri çok iyi örtüyordu, adamda yılların tecrübesi vardı. Uzman gibi bir şey olmuştu bu konuda. Ama bir gün bir işadamına dememesi gereken bir şey söyledi. Bıkmıştı bu işlerden, doğru. Her şeyi arkada bırakıp kaçıp gitmek istiyordu. Adama, neleri bildiğini ve şimdiye kadar bunların hepsini örttüğünü hatırlatmak gafletinde bulundu. Adam Mehmet'e söylemediğini bırakmadı. İşini elinden alacağını, kendisiyle böyle konuşmanın ne demek olduğunu ona göstereceğini vesaire... Mehmet'in canına minnetti işinden olmak. Cevap vermeyip öylece bekleyince, adam bunu "Elinden geleni ardına koyma." gibi bir karşı çıkış olarak aldı. Peşine tetikçilerini taktı, gözdağı verdi.

Bu iş bununla sınırlı kaldı. Fakat Mehmet'in iş ağı sadece futbol ve iş dünyasıyla sınırlı değildi. Bir üst düzey bürokratın pisliğini örtmeyi reddetmek gibi bir hata yaptı. Bu adam daha sert bir çıkış yaparak, sırlarını bilen Mehmet'i ortadan kaldırmak istedi. Kiralık katil tuttu. Kafasında "futbolcunun parasını almaktan başka bir şeyi düşünmeyeceği" fikriyle, işi futbol dünyası içinden birine yaptırmanın daha mantıklı olacağını düşündü. Parasını aldıktan sonra cinayet işlemeyi umursamaz mıydı hakikaten futbolcu? O kadar da değildi, ama böyle bir oyuncuyu çoktan kafasında belirlemişti. Bu iş için Mesut'tan daha kokuşmuşunu bulamazdı."

Sandalyenin kolçaklarını sıkıca kavradım. Ellerimin titremesini durdurmak istiyordum ama mümkün değildi. Çenem bile titremeye başlamış, gözlerim dolmuştu hırstan, şaşkınlıktan ve duyduğum dehşetten.

Şemsi, "Yavrum şu şarkıyı bi değiştiriver be, sana zahmet." dedi adamlarından birine. "Bi Pink Floyd falan aç" dedi. Öyle yaptı adam, "Another Brick in The Wall" çalmaya başladı.

"Neyse... Mesut bu işin karşılığında yüklü bir ücret alacaktı elbette. Futbolu bırakmasına, yeni bir hayat kurmasına yetecek bir ücret... Mesut nasıl bir yol izleyeceğini düşünürken aslında sen de oradaydın. Antalya'daki daveti hatırla. Çıkışta neler yaptığınızı hatırla. Umut ile Mehmet o akşam birbirlerini tartmış durmuşlardı. Umut Mehmet'i zorlamaya çalışmış, denemişti onu. "Bu adam ciddi mi?" diye düşünmüştü. Ciddiydi. Mehmet, "Bu adam yapar mı bu işi?" diye düşünmüştü. Yapacaktı. Üstelik senin için yapacaktı bilader! Anlaşmışlardı, suç senin başına kalacaktı. Ne de olsa temizlenirdi bu pislik, öyle düşünmüşlerdi. Mesut'un çok umurunda olduğundan değil tabii. Öncesinden konuşmuşlardı. Mehmet teklifini yapmıştı Umut'a. Öleceğini biliyordu zaten Mehmet, dediğim gibi. Mesut o sırada bu ikisi arasında bir şeyler döndüğünü anladı. Umut'u takip etti. Ortalık yerde görüşmek Umut ve Mehmet'in kabahatiydi. Ya da kabahat miydi? Onlar çekinmediğine göre...

Buluşup etraflıca konuştukları bir vakit, ikilinin konuşmasına kulak misafiri oldu ve teklif edilen ücretin kendisine edilenin iki katına yakın olduğunu öğrendi böylece Mesut. Hiç karışmadan, zahmete girmeden parasını fazlasıyla alabileceğini anladı. Umut'la bir sonraki karşılaşmasında, öncelikle geçmiş olsun dileğinde bulundu ve ardından olayı bildiğini söyleyerek sus payı istedi. Umut zaten hastaydı, tehdit kendisiyle sınırlı kalsaydı büyük ihtimalle umursamayacaktı ama Mesut'un tehdidi sanaydı. Umut'un alacağı paranın yarısına gözünü dikmişti, aksi takdirde bu kez seni kurbanı yapacaktı. Gerçi pek bir şey değişmedi ama..." dedi. Gözümün önüne dışarıda karşılaşmaları, Umut ve Mesut'un kadeh kaldırışları geldi. Baş selamı vermeleri, "Anlaşıyoruz" demeleri, göz kırpmaları...

"Neyse. Mesut böylelikle paranın yarısına el koydu. Umut'un tek şartı, paranın sana düşen kısmının sorunsuz bir şekilde senin hesabına ulaştırılması ve Mesut'un ise kendine düşen kısmı Umut öldükten sonra almasıydı. Olayın gerçekleştiğinden emin olmak için Mesut, Umut'un başından hiç ayrılmadı. Olay gerçekleşirken Mehmet ile Umut'un yanındaydı. Umut toprağa karıştı. Mesut o adamdan cinayeti kendisi işlemiş gibi parasını aldı, Umut'tan da payını alarak, adamın sağladığı olanakla yurtdışına kaçtı. Banka hesabına hiç baktın mı bilmiyorum?" dedi. Hiç aklıma gelmemişti. "Hiç zahmet etme, senin payını da alıp gitti herif." dedi. Şimdi "Comfortably Numb" çalıyordu.

"Umut hastalığın pençesinde, "Bari birine hayrım dokunsun" diye düşünürken aklına sen gelmişsin. Tuhaf işte hayat. Bir saniye sonra ne olacağını bilemiyorsun. Ne alaka ulan yani? Nasıl bir iyilik yapmak bu, anlamış değilim. Belki de hayatında ilk kez iyilik yapıyordu çocuk. Bilmiyordu belki de nasıl yapılacağını. Umut yaptı, Mesut yapmış gibi oldu, ama ihale sana kaldı. Farkında değildin ama sırıtıyordun ortada. Bir kelle gitmeliydi, o da seninki oldu."

Öne eğildim, yüzümü avuçlarımın içine aldım ve kuru kuru hıçkırdım, gözümden yaş gelmedi. Neydi o adamın bu kadar saklanası sırları, merak etmiştim. Sanki karşılıklı oturup konuşabilecekmişiz gibi geldi bir an için. "Hakikaten değer mi?" diyecektim ona. Böyle bir şeyin olamayacağını biliyordum ama "Yapılabilecek bir şeyler olmalı" hissi kendini göstermişti yine. Bu hissin, insanın kendini şoktan koruması, aklını kaybetmemesi için geliştiğini düşündüm. Belki de sadece gururuna yedirememekle alakalıydı.

"Düşünüp kendini yorma." dedi Şemsi. Şarap kadehini gösterdi, "İç" dedi. Yapılabilecek şeyler arasında geriye kalan en iyi seçenek buydu. Yavaşça yudumlamaya başlayıp arkama yaslandım, gözlerimi kapadım. Kendimi denizin altında hayal ettim, güneşe bakarken. Elimi uzattım ışığa doğru. Sanki ışığın içinden bir el uzanacak ve beni çekip alacak, bu kabustan çıkaracakmış gibiydi. Sonra güneşin önünden küçük, beyaz bir balık geçti. Ardından da birkaçı... İlk balık, arkasında diğerleri duracak şekilde yüzüme yaklaştı. Yüzümdeki ufacık bir yarayı didikledi biraz. Hareket edemiyordum, her tarafım karıncalanıyordu ama bir yandan da tatlı bir histi bu. "Beni duyabiliyor musun?" dedi. Gülümsedim. "Duyabiliyorsan kafanı salla" dedi. Salladım. Gözlerini kırpıştırdı. Bir şeyler söylediğimi ama beni duyamadığını söyledi. Kendimi bıraktım. Balıklar küçülüyordu, güneş uzaktaydı, ışıklar sönmeye başlıyordu artık. Gözlerim hiçbir şeyi görmez olduğu bir anda, önümden bir ışık geçti. Sonra bir kez daha... Bir fener balığıydı bu. Kafasını birkaç kez salladı, fenerinden avuçlarıma sarı sarı parıldayan tozlar döküldü. Etrafa saçtım onları. Kör karanlık, bir süre de olsa aydınlandı. Sonra her şey sustu. Söylenecekler söylenmişti. Yapılabilecek bir şey yoktu. "Hiç olmazsa güneşi bir kez daha görseydim", diye düşündüm.

Şemsi'nin, "Büyük ihtimalle ev hapsi kararı aldırırız senin için, canını sıkma." deyişiyle açtım gözlerimi. Hakikaten durumuma üzülüyormuş gibiydi bakışları. Ne fark ederdi ki?

Masanın üzerine koyduğum telefonum titremeye başladı. Gecenin bir vakti, annemden babamdan başka arayıp sorabilecek kimse yokken... O muydu? Bu düşüncenin aklıma gelişine, bunu düşünebiliyor oluşuma şaşırdım. Mezenga'ydı. "Abicim seni Fener istiyor. Ararlarsa şaşırma." diyordu. Tutamadım kendimi, gülmeye başladım. Galatasaray'ı heyecanla beklediğimi hatırladım. Sonra da Beşiktaş'tan gelecek haberi beklerken gece yarısı gelen Gazipaşaspor teklifi... Bu düşünceyle kahkahaya dönüştü gülmelerim.

"Gazipaşaspor" demek, ha? Hepsi polisti, öyle değil mi? Öyleydiler. "Kendi ayağınla gelip teslim oldun." dediler, bunun mahkeme için iyi olduğunu söylediler. Kahkahalarımı adeta krize dönüştürdü bu sözler.

O sabah güneşin doğduğunu göremedim.

Alanya'da göz altında tutuldum. Annemin, babamın, sevdiklerimin şaşkın bakışları, ağlayışları, hakime yalvarışlarıyla tek bir duruşmaya çıktım. Suçsuzluğuma inanıyordu hepsi, fakat ağzımı açıp tek kelime edemezdim, açıklayamazdım. O zaman inanmayabilirlerdi, hikaye düzdüğüme kanaat getirebilirlerdi. Zaten konuşasım da yoktu. Enerji harcamaya değmezdi.

Oradaki cezaevine nakledildim. Ranzam rahattı. Yemek konusunda sıkıntı çekmedim. İnsanlarla herhangi bir sorun yaşamadım. Onlar bile görmezden geliyordu beni. Madem bu kadar önemsizim, ceza çekmişim ya da çekmemişim, neden umursuyorlardı ki?

Annemler Alanya'da bir ev tuttular. Oraya ev hapsine geçtim. Hani şu insanın ayağına izleme cihazı taktıklarından. Mektuplar aldım. Osman Hoca, Sami Hoca, Başkan, Taşo, Levent, Göksel, Berkay ve diğerlerinden gelen mektuplardı bunlar. Osman Hoca'nın gönderdiği mektupta fotoğraflar vardı. Çocuğunu kucağına almış, Mürüvvet Hanım'la beraber gülümsüyorlardı objektife.

Ziyarete gelemiyorlardı. Sonuçta yeni sayfalar açmıştı hepsi. Ben de onları anlamalıydım, öyle diyorlardı. Cezayı da ben çekmeliydim, susup oturmalıydım, anlamalıydım işte onları.

İçeride olduğum süreçte neler olup bittiğine bakmak için televizyonu açtım. Yıldız, İstanbul'da bir tiyatrodaydı. Üstelik bir sinema filminde yan roldeydi. Haber kanallarına geçtim. Tahsin, bir gece yarısı operasyonuyla, bağlantılı olduğu diğer mafya üyeleriyle birlikte, alım-satım sırasında yapılan bir baskında yakalanmıştı. Spor kanallarına geçtim. Kulüp, Timur tarafından satın alınmıştı. Takımın başında yeniden Vasili vardı. Yeni bir takım, kökten bir değişim istiyordu. Kulübün eski oyuncularının tamamıyla yollar ayrılmıştı. Taşo, Berkay, Erhan ve Obi Kardeşler Anadolu kulüplerine dağılmıştı. Başkan işadamlığıyla hayatına devam ediyordu. Osman Hoca kariyerini sonlandırıp Çeşme'deki evine yerleşmişti. Sami Hoca emekli olmuştu. Mezenga Fenerbahçe'de fırtına gibiydi, Hasan Deniz ise Klopp'un kilit oyuncusu olmuştu Liverpool'da. Hazırlık maçında karşı karşıya gelmişler, yine aynı baş selamıyla selamlaşmışlardı, "yoldaş"mış gibi, gizli bir operasyondalarmış gibi.

Televizyonu kapattım. Hayat yaşamaya değerdi, kısaydı ve çok şey kaçırıyorduk. Ama hepsi dışarıdaydı. Pencereden Alanya Kalesini ve dibindeki denizi izlemeye başladım. "Ne şahane bir dünya" diye düşündüm tekrar.

Aslına bakılırsa, rahatım yerinde. Bilgisayarım var, oyun oynuyorum. Film izliyorum. Ara sıra sipariş verip yeni kitaplar getirtiyorum. Kendimce bir şeyler de karalıyorum. Spor yapıyorum. Dinleniyorum, uyuyorum.

Ara sıra bir minik serçe, gagasında bir solucanla geliyor. Bakışıyoruz, sonra gagasındakini penceremin önüne bırakıp gidiyor.

Ranzam, yani yatağım çok güzel. Pencerenin dibinde...

Şafak vakti portakal çiçeği kokulu bir esinti uyandırıyor beni. Artık her sabah güneşin doğuşunu izleyebiliyorum. Ne şahane bir dünya, diye düşünüyorum. Işıklar sönüyor. Perde kapanıyor.

Sahnenin bu köşesinde biten hikaye, belki de diğer köşelerde devam ediyor.

Bilmiyorum.

Ama kim, ne zaman söylemişse o şey beynimde dönüp duruyor.

Ucunda yaz var, biliyorum.

-SON-

Continue Reading

You'll Also Like

19.4K 369 40
ೋ❀❀ೋ═══ ❀ ═══ೋ❀❀ೋ In taisho-era Japan, Kindhearted Y/n Amai makes a living with her family when she was 6 she had to suffer with no father's love, bu...
183K 5.4K 108
After the death of Gwen Stacy, Peter hadn't had the courage to become a hero again. Meanwhile, the Justice League were looking for a more experience...
11.8K 255 20
It's my first time writing an Story so please bear with me. Anyways...... Story: Future Caelus, lost everyone. His friends, family and Comrades...
565K 13.9K 43
Psycho brothers and a little angel sister sounds not so good together right? so what happens when an sweet angel comes live with her lovesick pyscho...