Babalar ve Oğullar

By ClassicsTR

9.4K 422 68

Babalar ve Oğullar, klasik Rus edebiyatının unutulmaz yazarı İvan Sergeyeviç Turgenyev'in en önemli eseridir... More

1. Bölüm
2. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm

3. Bölüm

528 24 14
By ClassicsTR

Bazarov geri geldi, masaya oturdu ve acele acele çay içmeye başladı. İki kardeş sessizce ona bakıyorlardı, Arkadiy ise gizlice bir babasına, bir amcasına bakıyordu.

"Uzağa mı gittiniz?" diye sordu nihayet Nikolay Petroviç.

"Telli kavak korusunun yanında bataklığınız varmış. Beş tane bataklık çulluğu kaldırdım havaya; onları vurabilirsin Arkadiy."

"Siz avcı değil misiniz?"

"Hayır."

"Fizikle mi uğraşıyorsunuz?" diye sordu Pavel Petroviç sıra kendisine gelince.

"Evet fizikle; genel olarak doğa bilimleriyle."

"Diyorlar ki, son zamanlarda Germenler bu alanda çok başarılı olmuşlar."

"Evet, Almanlar bu konuda bizim öğretmenlerimizdir," diye yanıt verdi Bazarov umursamadan.

Pavel Petroviç, Alman yerine Germen sözcüğünü alay etmek için kullanmıştı ama hiç kimse bunu fark etmedi.

"Almanlar hakkında ne kadar yüksek düşüncelere sahipsiniz," dedi Pavel Petroviç aşırı saygılı bir şekilde. Gizli bir öfke duymaya başlamıştı. Bazarov'un aşırı serbestliği onun aristokrat yapısını rahatsız ediyordu. Bu hekim oğlu sadece hiçbir çekingenlik göstermemekle kalmıyor, üstelik bir de kesik kesik ve gönülsüz yanıtlar veriyordu ve sesinde kaba, hemen hemen haddini bilmez bir hava vardı.

"Oranın bilginleri işini ciddiye alan adamlar."

"Öyle öyle. Rus bilginleri hakkında o kadar övücü düşüncelere sahip değilsiniz galiba?"

"Belki de öyle."

"Bu çok övülecek bir özveri," dedi Pavel Petroviç, doğrularak ve başını geriye atarak. "Fakat o zaman Arkadiy Nikolayeviç demin bize sizin hiçbir otoriteyi tanımadığınızı neden söyledi? Onlara inanmıyor musunuz?"

"Onları neden tanıyacakmışım ki? Ve neden onlara inanacağım? Bana bir iş söylesinler kabul edeyim, hepsi bu."

"Peki Almanlar hep işten mi söz ederler?" dedi Pavel Petroviç ve yüzü ilgisiz, uzak bir ifade aldı, sanki tamamen bulutların ötesine gitmişti.

Açıkçası tartışmayı sürdürmek istemeyen Bazarov, "Hepsi değil," diye hafifçe esneyerek cevap verdi.

Pavel Petroviç, sanki "Arkadaşın da nazik insanmış, doğrusu" demek ister gibi Arkadiy'e baktı.

"Bana gelince," diye tekrar söze başladı Pavel Petroviç biraz zorlanarak, "günah işliyor olabilirim ama Almanları sevmem. Rusya'daki Almanların adını ise hiç anmıyorum: Onların ne mal oldukları belli. Ama Almanya'daki Almanlar da hoşuma gitmiyor. Daha eskiler neyse: O zamanlar onların bir Schiller'i, bir Goethe'si falan vardı... Kardeşim onlara özellikle yatkındır... Şimdi ise birtakım kimyacılar ve materyalistler ortaya çıktı..."

"Doğru düzgün bir kimyacı, herhangi bir şairden yirmi kat daha yararlıdır," diyerek onun sözünü kesti Bazarov.

"Demek öyle," dedi Pavel Petroviç ve sanki uykuya dalmak üzereymiş gibi kaşlarını kaldırdı. "Demek, sanatı kabul etmiyorsunuz, öyle mi?"

"Asıl sanat para kazanmaktır, yoksa basurdan başka bir şey değildir!" diyerek Bazarov alaycı bir şekilde güldü.

"Ya! Demek öyle, efendim. Siz alay edin bakalım. Yani her şeyi inkâr ediyorsunuz, öyle mi? Diyelim ki, öyle olsun. Şu halde siz bir tek bilime inanıyorsunuz, öyle değil mi?"

"Hiçbir şeye inanmadığımı size daha önce söylemiştim; hem bilim nedir ki, genel anlamda bilim nasıl bir şey ki? Birtakım zanaatlar, sıfatlar gibi bilim dalları var ama genel anlamda bilim asla yoktur."

"Çok iyi, efendim. Peki, insanların günlük yaşamında kabul edilmiş olan başka kuralları da aynı şekilde olumsuz mu karşılıyorsunuz?"

"Nedir bu, sorgu mu?"

Pavel Petroviç hafifçe sarardı... Nikolay Petroviç, konuşmaya karışmak zorunda kaldı.

"Sevgili Yevgeniy Vasilyiç, bu konuda sizinle başka bir zaman daha ayrıntılı olarak sohbet ederiz; sizin düşüncelerinizi öğrenir, bizimkileri anlatırız. Ben kendi adıma sizin doğa bilimleriyle uğraşmanıza çok sevindim. Duyduğuma göre, Liebig, tarlaların gübrelenmesi konusunda şaşırtıcı buluşlar yapmış. Tarım işlerimde bana yardım edebilirsiniz; bana faydalı nasihatler verebilirsiniz."

"Emrinize amadeyim Nikolay Petroviç ama biz nerede, Liebig nerede! Önce alfabeyi öğrenmek, sonra kitabı eline almak gerekir ama biz daha elifi görsek mertek sanıyoruz."

"Görüyorum ki, tam bir nihilistsin sen," diye düşündü Nikolay Petroviç. "Yine de gerekirse size başvurmama izin veriniz," diye yüksek sesle ekledi. "Ağabey, sanıyorum hemen gidip kâhyayla konuşmamız gerekiyor."

Pavel Petroviç sandalyeden kalktı.

"Evet," dedi hiç kimseye bakmadan, "köyde, üstün zekâlı insanlardan uzakta böyle beş yıl geçirmek bir felaket! Tam bir aptal olursun. Sana öğretilenleri unutmamaya çalışırsın ama heyhat! Bütün bunların saçma şeyler olduğu anlaşılır ve aklı başında insanlar artık bu boş şeylerle uğraşmadıklarını, senin de geri kafalı biri olduğunu söyleyiverirler. Ne yaparsın! Anlaşılan, gençler sahiden bizden akıllı."

Pavel Petroviç topuklarının üzerinde yavaşça döndü ve ağır ağır çıktı; Nikolay Petroviç de onun arkasından yollandı.

Kapı iki kardeşin arkasından kapanır kapanmaz Bazarov, soğukkanlı bir şekilde sordu:

"Hep böyle midir bu?"

"Dinle Yevgeniy, ona çok sert davrandın," dedi Arkadiy. "Onu aşağıladın."

"İltifat mı edecektim bu taşra aristokratlarına! Hep gurur, aslanvari alışkanlıklar, gösteriş. Madem yapısı böyle, Petersburg'da kendi çöplüğünde ötmeye devam etseydi... Neyse, Tanrı onunla olsun! Oldukça ender görülen bir suböceği örneği buldum, Dytiscus marginatus, biliyor musun? Sana göstereyim."

"Sana onun hikâyesini anlatacağıma söz vermiştim."

"Böceğin hikâyesini mi?"

"E, yeter Yevgeniy. Amcamın hikâyesini. Senin tasavvur ettiğin gibi bir insan olmadığını göreceksin. Alay edilmekten ziyade acınacak biridir o."

"Tamam tartışmıyorum ama seni neden bu kadar ilgilendirdi bu mesele?"

"Adil olmak gerek Yevgeniy."

"Neden gerekiyor ki bu?"

"Dinle..."

Ve Arkadiy, ona amcasının hikâyesini anlattı. Okuyucu bu hikâyeyi bir sonraki bölümde bulabilir.

☆☆☆

Pavel Petroviç Kirsanov, aynen küçük kardeşi Nikolay gibi önce evde, sonra da saray muhafız alayında eğitim görmüştü. Çocukluğundan itibaren olağanüstü yakışıklılığıyla dikkatleri üzerine çekmişti; üstelik kendine çok güvenli, birazcık alaycı ve eğlendirici nükteler yapan biriydi. Hoşa gitmemesi mümkün değildi. Subay olur olmaz her yerde görülmeye başlamıştı. Onu el üstünde tutuyorlar, o da şımardıkça şımarıyor, saçma sapan davranışlarda bulunuyor, nazlanıp duruyordu ama bu bile ona yakışıyordu. Kadınların aklını başından alıyordu, erkekler onu boş biri olarak adlandırıyor ve için için onu kıskanıyorlardı. Daha önce belirtildiği gibi, kendisine zerre kadar benzemediği halde içtenlikle sevdiği kardeşiyle aynı dairede oturuyordu. Nikolay Petroviç'in ayağı hafifçe aksıyordu, ince, hoş çizgilere sahipti ama biraz mahzun, pek iri olmayan kara gözleri ve seyrek, yumuşak saçları vardı; tembellik etmeyi çok severdi ama istekle okurdu, topluluk içine girmekten korkardı. Pavel Petroviç bir gece olsun evde durmazdı, cesareti ve becerikliliğiyle ünlüydü (sosyete gençliği arasında jimnastiği moda haline getirmişti) ve topu topu beş altı Fransızca kitap okumuştu. Yirmi sekiz yaşında artık yüzbaşı olmuştu; parlak bir gelecek onu bekliyordu. Bir anda her şey değişiverdi.

O sıralarda Petersburg sosyetesinde adı hâlâ unutulmayan bir kadın vardı; Prenses R. Arada sırada ortaya çıkardı. Prenses'in, iyi eğitim görmüş, terbiyeli, fakat biraz aptal bir kocası vardı ve hiç çocukları olmamıştı. Bu kadın birden aklına eser yurtdışına gider, aniden Rusya'ya geri dönerdi, yani tuhaf bir yaşam sürerdi. Adı hafifmeşrep kadına çıkmıştı, her çeşit zevke kendini kaptırırdı, yığılana kadar dans eder, kahkahalar atar ve yemekten önce yarı karanlık oturma odasında kabul ettiği delikanlılarla şakalaşırdı ama geceleri ağlar ve dua ederdi, hiçbir yerde huzur bulamamıştı ve kederli kederli ellerini ovuşturarak sabahlara kadar odada dolaşıp durur ya da solgun ve soğuk bir halde dua kitabının başında otururdu. Sabah olur ve tekrar bir sosyete kadını haline dönüşürdü, yine sokağa çıkar, güler, şımarıklık eder ve kendisini eğlendirebilecek en ufak şeye bile balıklama dalardı. Şaşırtıcı biçimde güzel bir vücudu vardı; altın rengi gür saçları dizlerinden aşağı kadar uzanırdı, ancak hiç kimse ona kusursuz bir güzel diyemezdi; yüzünde güzel olan yalnızca gözleriydi, hatta gözleri de değil, çünkü gözleri griydi ve iri değildi ama bu gözlerin bakışı, hızlı ve derin, kabadayılık derecesinde kayıtsız ve derin bir hüzne kapılmış kadar hülyalı bakışı, esrarengiz bir bakıştı. Ağzından en boş konuşmalar döküldüğü sırada bile onda olağanüstü bir şey ışıl ışıl ışıldardı. Şık giyinirdi. Pavel Petroviç ona bir baloda rastlamış, onunla mazurka yapmış ve kadın dans süresince ağzını açıp doğru dürüst bir laf bile etmemişti. Pavel Petroviç, bu kadına deli gibi âşık olmuştu. Zafer kazanmaya alışkın olan Pavel Petroviç, burada da hemen amacına ulaşmıştı; fakat zaferin kolay kazanılmış olması onun içini serinletmedi. Tam tersine, kendini tam olarak teslim ettiği zamanlarda bile içinde hâlâ hiç kimsenin giremediği gizli ve erişilmez bir şey varmış gibi olan bu kadına daha da acı verecek ve daha da kuvvetli bir şekilde bağlandı. Bu ruhta yuvalanmış olan neydi, Tanrı bilir! Bu kadın kendisinin de bilmediği birtakım güçlerin elindeydi; bu güçler onunla istedikleri gibi oynuyorlardı; pek fazla olmayan aklı onların kaprislerinin üstesinden gelemezdi. Davranışları sağduyudan yoksundu; kocasında haklı olarak kuşku uyandırabilecek tek mektubu hemen hemen hiç tanımadığı bir adama yazmıştı, aşkı ise hüzün doluydu; artık gülmüyordu ve seçtiği adamla şakalaşmıyordu, onu dinliyordu ve ona şaşkınlıkla bakıyordu. Bazen bu şaşkınlık yerini birdenbire soğuk bir korkuya bırakıyordu; yüzü ölü ve vahşi bir ifade alıyordu; kendisini yatak odasına kilitliyor, oda hizmetçisi kapıya kulağını dayadığında onun boğuk hıçkırıklarını duyabiliyordu. Kirsanov, hoş bir buluşmadan çıkıp evine dönerken kesin bir başarısızlıktan sonra insanın yüreğinde yükselen o acı iç sıkıntısını kaç defa hissetmişti. "Daha ne istiyorum ki?" diye sormuştu kendi kendine ama yüreği sızlıyordu hep. Bir gün kadına taşının üzerine sfenks işlenmiş bir yüzük armağan etti.

"Nedir bu," diye sordu kadın, "sfenks mi?"

"Evet," diye yanıtladı Pavel Petroviç, "bu sfenks sizsiniz."

"Ben miyim?" diye sordu kadın ve esrarengiz bakışlarını Pavel Petroviç'e çevirdi. "Bunun çok gurur okşayıcı bir şey olduğunu biliyor musunuz?" diye ekledi kadın belli belirsiz bir gülümsemeyle, gözleri ise hep öyle tuhaf bakıyordu.

Birbirlerine âşık oldukları günler de P.P. için zorluydu; fakat kadın kendisinden soğuduğu zaman, ki bu oldukça kısa bir süre sonra olmuştu, Pavel Petroviç neredeyse aklını kaçırıyordu. Azap çekiyor ve kıskanıyordu ama kadına rahat vermiyordu, her yerde peşindeydi; kadın onun bu sırnaşık takibinden bıktı ve yurtdışına gitti. Pavel Petroviç dostlarının ricalarına, amirlerinin nasihatlerine rağmen istifa etti ve Prenses'in peşinden gitti; dört yıl kadar kâh kadının peşinde dolaşarak, kâh kasten onu gözden kaybederek yabancı ülkelerde dolaştı; kendisinden utanıyordu, gösterdiği irade zayıflığına öfkeleniyordu... ama bütün bunlar hiçbir işe yaramıyordu. Kadının yüzü, bu anlaşılmaz, hemen hemen anlamsız ama büyüleyici yüz ruhunda çok derin kökler salmıştı. Baden'de bir şekilde onunla tekrar eskisi gibi bir araya geldi; kadın onu daha önce hiç bu kadar büyük tutkuyla sevmemiş gibi geldi... ama bir ay sonra artık her şey bitmişti: Ateş son kez parlamış ve ebediyen sönmüştü. Kaçınılmaz ayrılığın geldiğini sezerek kadınla hiç olmazsa dost kalmak istedi, sanki böyle bir kadınla dostluk mümkünmüş gibi... Kadın sessizce Baden'den ayrıldı ve o günden sonra da Kirsanov'dan sürekli olarak kaçtı. Kirsanov Rusya'ya geri döndü, eski yaşamına dönmeye çalıştı ama artık eski tekerlek izinden yürüyemedi. Zehirlenmiş gibi oradan oraya dolaşıp durdu; geziyor, eski sosyetik alışkanlıklarını devam ettiriyordu; iki üç yeni zaferiyle övünebilirdi ama artık ne kendisinden ne de başkalarından hiçbir şey beklemiyordu ve hiçbir girişimde bulunmadı. İhtiyarladı, saçları ağardı; akşamları kulüpte oturmak, surat asıp sıkılmak, bekâr adamlar topluluğunda kayıtsız bir şekilde tartışmak onun için bir ihtiyaç olmuştu. Bilindiği gibi bu, kötü bir işarettir. Evlenmeyi pek tabii ki hiç düşünmüyordu. On yıl böylece renksiz, kısır bir şekilde çabucak, hem de çok çabuk geçip gitti. Hiçbir yerde zaman Rusya'daki kadar çabuk geçmez; hapishanede daha da çabuk geçtiğini söylerler. Pavel Petroviç, bir gün kulüpte yemekteyken Prenses R.nin öldüğünü öğrendi. Paris'te, delirmek üzereyken ölmüştü kadın. Masadan kalktı ve iskambil oynayanların yanında mıhlanmış gibi durarak uzun süre kulübün odalarında dolaştı ama eve her zamankinden erken dönmedi. Bir zaman sonra adına gönderilmiş bir paket aldı; paketin içinde Prenses'e verdiği yüzük vardı. Prenses sfenksin üstüne bir haç çizmişti ve ona bilmecenin çözümünün işte bu haç olduğunu söylemelerini emretmişti.

Bu olay, 1848 yılının başlarında, Nikolay Petroviç karısını kaybettikten sonra Petersburg'a geldiği sırada olmuştu. Pavel Petroviç, Nikolay Petroviç köye yerleştiğinden beri kardeşiyle hemen hemen hiç görüşmemişti: Nikolay Petroviç'in düğünü, Pavel Petroviç'in Prenses'le tanıştığı ilk günlere denk düşmüştü. Yurtdışından döndükten sonra iki ay kadar Nikolay Petroviç'in konuğu olmak, onun saadetini görmek niyetiyle yanına gitmişti ama orada topu topu bir hafta kalabildi. İki kardeşin durumları birbirinden çok farklıydı. 1848 yılında bu fark azalmıştı: Nikolay Petroviç karısını, Pavel Petroviç ise anılarını yitirmişti; Prenses'in ölümünden sonra onu düşünmemeye gayret ediyordu. Fakat Nikolay'da doğru geçirilmiş bir yaşam duygusu kalmıştı, oğlu gözlerinin önünde büyüyordu; tek başına bekâr bir adam olan Pavel ise tersine gençliğin geçtiği, yaşlılığın ise henüz başlamadığı, umuda benzer üzüntülerin, üzüntüye benzer umutların söz konusu olduğu belirsiz, bulanık bir döneme girmişti.

Bu, Pavel Petroviç için başka herhangi bir dönemden daha zor olmuştu: Geçmişini kaybederek her şeyini kaybetmişti.

"Artık seni Maryino'ya (karısının şerefine çiftliğine böyle derdi) çağırmıyorum," dedi bir defasında Nikolay Petroviç, "rahmetlinin zamanında bile orada canın sıkılmıştı, şimdi sanırım sıkıntıdan patlarsın."

"O zamanlar henüz budala ve huzursuz biriydim," diye cevap verdi Pavel Petroviç, "o zamandan beri akıllanmasam da sakinleştim. Şimdi aksine, izin verirsen ebediyen yanında kalmaya hazırım."

Nikolay Petroviç cevap vermek yerine onu kucakladı; ancak Pavel Petroviç bu niyetini gerçekleştirmeye karar verene kadar bu konuşmanın üzerinden bir buçuk yıl geçmişti. Ama bir kere köye yerleştikten sonra da Nikolay Petroviç'in oğluyla birlikte Petersburg'da kaldığı o üç kış bile köyden ayrılmadı. Okumaya, daha ziyade İngilizce kitaplar okumaya başladı; genel olarak tüm yaşamını İngiliz zevkine göre düzenlemişti, komşularla pek ender görüşüyordu ve sadece arada sırada eski tarz toprak sahiplerini liberal düşüncelerle kızdırıp korkutarak ve yeni kuşak temsilcilerine yaklaşmayarak çoğunlukla susup oturduğu seçimler için köyden çıkıyordu. Eskiler de, yeniler de onu kendini beğenmiş biri olarak görüyordu; eskiler de, yeniler de mükemmel aristokratça davranışları yüzünden, zaferleriyle ilgili söylentiler yüzünden, çok güzel giyindiği ve her zaman en iyi otelin en iyi odasında kaldığı için, her zaman zevkli yemek yediği, hatta bir defasında Louis-Philippe'in sofrasında Wellington'la yemek yediği için, hakiki gümüşten tuvalet çantasını ve seyyar küvetini her yere yanında götürdüğü için, birtakım alışılmamış, şaşırtıcı "soylu" kokular süründüğü için ve nihayet aynı zamanda kusursuz dürüstlüğü için ona saygı gösteriyorlardı. Kadınlar onu büyüleyici bir melankolik olarak görüyorlardı ama o, kadınlarla görüşmüyordu...

"Gördün mü Yevgeniy," dedi Arkadiy öyküsünü bitirerek, "amcama ne kadar büyük haksızlık ettin! Daha onun kaç kere babamın yardımına koşup felaketten kurtardığını, bütün parasını ona verdiğini anlatmıyorum. Belki bilmiyorsundur, çiftliği aralarında paylaşmadılar ama o herkese yardım etmekten mutluluk duyar, bu arada her zaman köylülerden yana çıkar; aslında onlarla konuşurken yüzünü buruşturur ve kolonya koklar ama..."

"Malum mesele: sinirler," diye onun sözünü kesti Bazarov.

"Belki de, yalnızca çok iyi yüreklidir. Budala da değildir. Bana ne kadar yararlı öğütler vermiştir... özellikle kadınlarla ilişkiler konusunda."

"Ya! Kendisinin sütten ağzı yanınca başkasının yoğurdunu üflüyor demek. Biliriz bunları!"

"Neyse, kısacası," diye devam etti Arkadiy, "çok mutsuz bir insan, inan bana; onu hor görmek günahtır."

"Kim onu hor görüyor ki?" diye itiraz etti Bazarov. "Ben yine de derim ki, bütün yaşamını bir kadının aşkı uğruna bir karta dayandıran ve bu kart elinden alındığı zaman da gevşeyip hiçbir şey yapamayacak hale gelen bir erkek, erkek değildir. Onun mutsuz olduğunu söylüyorsun; sen daha iyi bilirsin ama saçmalıklar aklından tamamen çıkmamış bence. Eminim, Galignani okuduğu ve ayda bir defa da köylüleri kırbaçlanmaktan kurtardığı için kendisini ciddi ciddi işadamı olarak görüyordur."

"Ama onun yetişme tarzını, yaşadığı dönemi unutma," dedi Arkadiy.

"Yetişme tarzını mı?" dedi Bazarov. "Her insan kendini yetiştirmelidir. Beni al örnek olarak... Döneme gelince, neden ben döneme bağlı kalacakmışım? O bana bağlı olsun daha iyi. Hayır, birader, bunların hepsi kendini bırakmışlık, saçmalık! Hem neymiş o kadınla erkek arasındaki esrarengiz ilişkiler? Biz fizyologlar bunların nasıl ilişkiler olduğunu biliyoruz. Gözün anatomisini incele bakalım: O söylediğin esrarengiz bakış nereden geliyormuş bak. Bunların hepsi romantizm, saçmalık, küf, sanat. İyisi mi, böceğe bakalım."

Ve iki arkadaş, Bazarov'un ucuz tütün kokusuyla karışık bir tür tıbbi cerrahi kokunun artık iyice yerleşmiş olduğu odasına gittiler.

Continue Reading

You'll Also Like

1.1K 72 24
y/n ve victory kickoff kısa senaryolar
20K 906 25
Roman, Martin'in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kahramanı hedefine ulaştığında is...
7K 247 10
Yayına hazırlayan: Egemen Berköz Dizgi: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti. Çeviren: Necmi...
745 62 7
Bakır Atlı, Aleksandr Puşkin'in üç uzun şiirinden; Bahçesaray Çeşmesi, Çingeneler, Bakır Atlı, üç acıklı hikayeden oluşmaktadır. Yayınevi: Cumhuriye...