ZAMANSIZ SEVGİ

By Derunimeyus

781K 29K 7.9K

"Tüm gökyüzünü gözlerine taşımışsın. O maviliği bazen kara bulutlar örtmüş, bazen sağanak almış; hiç utanmada... More

Tanıtım
GİRİŞ
1.KÂBUS
2.İLLÜZYON
3.KARA DELİK
4.UMUTSUZLUĞUN ÇATLAKLARINDAN FİLİZLENEN UMUT
5.ZAMANIN ÇATLAYAN BEL KEMİĞİ
6.ÖZGÜRLÜĞÜN ESİRİ
7. DÜŞEN MASKELER
8.MAĞLUBİYETTEN DOĞAN GALİBİYET
9.YALAN TEMELLERE İNŞA EDİLMİŞ ÇÜRÜK BİR HAYAT
10.KARANLIĞA ESİR EDEN YILDIZLAR
11. SARSICI İDDİA
12.AYRILAN YOLLAR
13. AYNI KAN
14.GEÇMİŞİN YANGINI GELECEĞİ TUTUŞTURUR
15.YARALAYAN OLMAK
16.GEÇMİŞE YOLCULUK
17.NEFRETLE SAVAŞAN SEVGİNİN GETİRDİĞİ YIKIM
19.ACIYI KUCAKLAYAN GÖĞE İTİRAF
20.SEÇİLMİŞ
21. BİLİNMEDEN YAPILAN TERCİH
22.ZAMANIN KALBİ
23.KURŞUN
24. İMKANSIZLIKTAN İMKANA
25.AŞKIN ÖNÜNDEKİ GURUR
26. KATİL
27.GÜÇ
28.BİLİNMEZLER ALEMİ
29. ASRAL
30.İHANETİN SIZISI
31.GEÇMİŞİN İZİ;BUGÜN
32.İKİ YÜZLÜLÜĞÜN ACISI
33.GELECEĞİN GÖBEK BAĞI GEÇMİŞ
34.AZRAİLİN KESKİN SOLUĞU
35.YILLARIN GÜNAHI
36.ANNE SÖZÜ
37.SON ŞANS,GÖK'ÜN AFFI
38.GÜÇ BİRLİĞİ, SON SAVAŞ
39. GERÇEKLEŞEN HAYALLER
40. NEFRETİN KIRILMA NOKTASI
41.İLK UYANIŞ-SORGULAMA

18.ALTANAVLA, BAŞLANGIÇ VE SON

13.1K 623 176
By Derunimeyus

Soluk soluğa kalmış bedenim, titreyen ellerim ve can çekişen ruhuma rağmen; pes etmeyerek kalbimdeki sızıyı yok saymaya çalıştım. Alnımdaki terleri elimin tersiyle hızla silerken, yanan ciğerlerime biraz olsun soluk girebilmesi adına hızla odanın penceresini sonuna kadar araladım. Anında içeri dolan soğuğu aldırmadan, temiz havayla biraz olsun yoğun tozun azaldığı odanın ortasına döndüm yeniden.

Genzime kaçan toz zerrecikleri, gözlerimin yaşarmasına neden olurken birkaç defa öksürerek bu hissi yok etmeye çalıştım. Hala düzene girmeyen nefeslerimle, yeniden hareketlenmeden hemen önce etrafıma değdi gözlerim. Her yer, tam anlamıyla her yerdeydi.

Evdeki en ağır eşyaları bile bambaşka yerlere, fütursuzca taşımış, ağır giyinme dolabını neredeyse yatak odasının ortasına kadar taşımıştım ve parkelerin çizik içinde kalmasını da gram umursamamıştım. Ev tam anlamıyla dağılmış haldeydi.

Soluklarım biraz olsun toparladığında, titremesi geçmeyen ellerimdeki kağıtları buldu bakışlarım. Yorgunluğumdan gevşeyen kaslarım, bedenimin titremesine neden olduğundan benimle beraber titreyen kağıtlardan çektim gözlerimi.

Eve adımımı atar atmaz, yaptığım ilk şey, yıllar boyu asla aklıma düşmemiş bir şeydi. Evin her yerini, en ufacık deliğini dahi didik didik aramak... Elime geçen bu kağıtların her birini, evin birbirinden farklı köşelerinde, en derinlere gizlenmiş olarak bulmuştum. Başka kağıtlar da var mıydı, olabilirdi... Ancak şimdilik, kazmaktan neredeyse sökülecek olan ve sızlayan tırnaklarım bu kadarına ulaşabilmişti.

Bundandı evin bu dağınıklığı şimdi. Kan ter içinde kalmış halimi, hatta her biri tek tek ağrıyan kemiklerimi, umursamadan hızlı adımlarla mutfak masasına bıraktım eskimiş, oldukça tozlu olan kağıtları. Bir sandalye çekerek oturduğumda, zorlukla masanın üzerindeki sürahiden cam bardağa su doldurarak içtim. Biraz olsun rahatlayan boğazımla, bardağı elimden bırakarak önümdeki kağıtlara döndüm. Titrek bir soluk karıştı havaya dudaklarım arasından.

Yorgun olan bedenim her an isyan bayrağını çekecek gibi olsa da, buna aldırmayan tarafım beni ayakta tutmaya zorluyordu. Parmaklarım arasına dikkatle aldım oldukça eski görünen, hatta yılların aşındırdığından sebep en ufak hareketimde bin bir parçaya bölünecekmiş duran sarımtırak, kağıdı. Dokusu oldukça kalın olan kağıda hafifçe üfleyerek tozlarından arındırmaya çalıştım. Bunun böyle olmayacağını anladığımda, yerimden kalkarak odama gittim ve allık fırçamı alarak yeniden eski yerime döndüm.

Tıpkı tarihi bir eseri, kazıdan çıkarıyormuş gibi büyük bir dikkat ve incelikle, allık fırçasıyla yavaş yavaş tozları süpürmeye başladım. Dakikalar sonra yüzeye çıkan şekillerle, hızla fırçayı bırakarak gözlerimi anlamsız yazıların üzerinde gezdirdim bir umut. Oldukça düzgün ve anlaşılır yazılan bu yazıların ne yazık ki hepsi anlamadığım terimsel ifadelerle doluydu. Giderek azalan ümitlerime rağmen pes etmeyerek canımı sıkmadım ve diğer bir kağıda geçerek yine aynı şekilde tozdan arındırmaya başladım.

Ne olursa olsun, bir yol bulacaktım ve bu yol için çoktan bir yerden çalışmalara başlamıştım. Saat neredeyse gece üçe gelmişti. Bense pür dikkat, kalbimdeki yeşeren ancak şimdi solmaya yakın umut filizleriyle, birbirine girmiş haldeki evimin mutfağında, neredeyse müzelik olan kağıtları inceliyordum.

Temizlediğim kağıdı tarayan gözlerim, bu defa elle tutulur bir sonuca ulaşmış gibiydi çünkü benim için daha anlaşılır bir görse çıkmıştı bu defa ortaya. Bir haritaydı bu.

Kaşlarım ağırca çatılırken, bakışlarım haritayı inceledi dikkatle. İşaretli yere daha bir dikkatle odaklandığımda, buranın neresi olduğunu çıkaramamıştım. Bir yazı aradı gözlerim, bir yer adı, bir isim ancak yoktu. Kağıdın arkasını çevirdiğimde, gördüğüm eğik el yazısıyla hızla aralanan dudaklarım sanki bu rahatsız edici sessizliği bölmek ister gibi seslice okudu kelimeleri.

"Tinesi oglı yatıgma tag" Kısılan gözlerim kelimelerde oyalanırken, bunun Göktürk yazıtlarında geçen kelimeler olduğunu anında anlayarak, hızla çevirisini sesli söyledim bu defa kendime hatırlatmak ister gibi.

"Tinesi Oğlu'nun yattığı dağ."

Kaşlarım hafifçe havalandı düşündüğümü belli eder gibi. Zihnimde dönen düşünceler, hızlı bir harita çizerken tüm arkeoloji bilgimi gözden geçiriyordum.

Yazılanların devamını okudum yeniden sesli bir şekilde.

"Gök kubbesinin altında, som altından yapılmış, orada durmakta. Tabanı ve etekleri, yeryüzüne kadar inemiyor. O, gökler âlemi ile ilgili ve göklerin bir parçası. Ay ile güneşin ışıkları daima parlar ve gece denen şey, görülmez. Dağ çöktü, dünyada gölge görüldü."

Derin bir soluk çektim içime. Gözlerim, bir bulmacayı andıran kelimelerin üzerinde defalarca oyalandı. Ancak benim elde ettiğim, yalnızca tek bir şey vardı; o da söz konusu yerin bir dağı anlattığı yönündeydi. Tüm bunların, bir dağla ne gibi bir alakası olabileceğini düşünürken parmaklarım baskılı bir şekilde zonklaya şakaklarımın üzerinde durdu.

Kağıdın diğer yüzünü çevirdim yeniden. Haritada oyalanan bakışlarım, yazının nereyi anlattığını çözmek adına uğraş veriyordu ancak öyle bir karışık çizilmişti ki, sanki bulunduğunda anlaşılmaması için uğraş verilmişti.

Tüm bu çizimlerin ve yazıların, babama ait olduğu ortadaydı. Uzay mühendisiydi babam. Tıpkı Algan gibi...

Zihnime düşen görüntüsüyle, gözlerim usulca kapanırken kalbimde ufak bir sızlama hissettim. Yanan gözlerim ve sızlayan burnum, beni bir duygusal boşluğun dibine çekeceğinden buna müsaade etmeden yeniden araladım gözlerimi. Şimdi o dibe batmanın sırası hiç değildi. Asıl şimdi dik durmalıydım. Çünkü savaşım, esas şimdi başlıyordu.

Sevdiğim iki adamı da kaybetmenin eşiğindeydim.

Biri abim, diğeriyse kalbimi hiç düşünmeden avuçları arasına bıraktığım sevgilim...

Sertçe yutkunarak boğazımdaki o yumruyu geçirdiğimde, diğer kağıdı buldu bir kez daha gözlerim. Orada geçen onca terimsel kelime yığınlarının arasından, çizilen şemalardan anladığım kadarıyla bunlar gezegenlerdi. Ancak altlarındaki oldukça minik isimleri internetten aratmama rağmen, bir sonuca ulaşamamıştım.

Çünkü henüz, o gezegenler keşfedilmemişti.

Bu garip ve mantık dışı görünen durumun verdiği hissi aşalı çok uzun zaman oluyordu. bu nedenle bu gariplikte saplı kalmadan, yeniden mantığımı devreye soktum.

Haritanın çizildiği kağıdın arkasında yer alan cümlelerin ilk satırları geçti yeniden gözlerim önünde.

Göktürk yazıtlarında bahsedilen o cümle. Tinesi Oğlu'nun yattığı dağ.

Zihnime düşenlerle hızla oturduğum yerden ayaklanarak odama gittim yeniden. Raftaki kalın ders kitaplarım arasından, Göktürk dönemini anlatanı bulduğumda, beklemeden sayfalarını karıştırmaya başladım. Türkler için dağ, oldukça önemli bir kavramdı her zaman. Birçok dağ ve bu dağları yaratan hatta orada tahtları bulunan tanrılar da vardı.

Bu nedenle, oldukça geniş bir dönem olan Göktürk dönemindeki dağları tek tek araştırarak incelemem gerekiyordu. Kapanan gözlerime inat karınca kadar yazıları okumaya çalışırken, bulanıklaşan ve batan gözlerimi ovuşturdum.

En sonunda birkaç sayfa daha okurken, başımı masaya dayadığım kolumun üzerine koyarak okumaya devam ettim. Kapanmaması adına büyük bir mücadele verdiğim gözlerim, giderek uykuya yenilmeye başladığındaysa, sonunda pes ederek kapanan gözlerime karşı gelemedim ve parmaklarım satırların üzerinde, öylece oturduğum yerde uykuya daldım.

Kulağıma inceden dolan tiz bir ses, bilincimin açılmasını sağlarken, kapalı gözlerimi kısık bir şekilde aralayarak etrafıma bakındım. Kitabın üzerinde duran başımı kaldırdığımda, şakaklarımı zorlayan ağrıdan kaynaklı yüzümü buruşturarak damağımdaki kuruluğu yok etmek adına yutkundum. Sesin kaynağını arayan gözlerim telefonumu bulurken, hızla alarmı kapatarak vakit kaybetmeden oturduğum yerden kalktım. İki büklüm uyuyakaldığım son derece konforsuz ahşap sandalye, tüm bedenimin ağrımasına neden olmuştu. Bir güne ne kadar kötü başlanılabilirse, o kadar başlamıştım.

Hızlı olmaya çalışarak adımlarımı banyoya yönelttiğimde elimi yüzümü yıkayarak diğer işlerimi olabildiğince hızlı tamamlamanın ardından, mutfakta birkaç bir şey atıştırıp üzerimi değiştirdim. Çantama kitaplarımı tıkıştırarak doldurduğumda, hazır bir şekilde evden çıktım.

Yüzüme vuran soğuktan dolayı üzerimdeki monta iyice sarılırken, ağır kitaplarımı barındıran çantam her an omzumu yerinden çıkaracak gibiydi. Derin soluklarım buhar olarak havaya karışırken, neredeyse koşar adımlarımla yetiştiğim otobüse bindim. Yaklaşık on beş dakikanın sonunda fakülteye varmamla koşar adımlarım bu defa fakülteyi buldu.

Sonunda derse dakikalar kala yetiştiğimde, hızlı bir şekilde amfide ön sıralardan birine oturarak kitaplarımı çıkardım. Bugün derse girmem gerekliydi. Çünkü bu gireceğim dersin hocasına sormam gereken önemli konular vardı.

Dün bulduğum haritadaki bilmecenin hangi dağı anlattığı gibi...

Ancak bunu yaparken, fazlasıyla ince eleyip sık dokumam gerekiyordu. Sebebiyse, henüz bu zamanda ortaya çıkmamış bir şeyi gösterir veya ağzımdan kaçırırsam, bu zamanda sapmaya neden olabilir, akışı bozabilirdi. Bu nedenle, derse giren hocayı dinlerken bile aklımda dönüp duran tek şey, kelimelerimi nasıl daha dikkatli seçerek durumu anlatabileceğimdi.

Projektörle tahtaya yansıtılmış olan slaytı okuyan hocanın sözleri, bir kulağımdan girip diğerinden çıkarken düşüncelerimle verdiğim savaştan kaynaklı sabırsızca bekledim. Sonunda yaklaşık iki saati devirmemizle, slaytın sonuna gelebilmemiz üzerine gözleri uykulu bakan öğrencilerin çoğu ayağa fırlayarak kendilerini dışarı atarken, temkinli adımlarla kürsüde toparlanan hocanın yanına gittim.

Gözleri, burnun üzerine düşmüş olan yakın gözlüğünün üzerinden beni bulduğunda, kısa bir an duraksayarak yeniden önüne döndü.

"Gel bakalım. Hera'ydı değil mi?"

Adımın sınıfın diğer isimlerine göre, hele ki bu bölüme göre biraz daha akılda kalıcı olmasından dolayı, insanlar çoğu zaman adımı hatırlamakta bir sıkıntı yaşamazdı. Bu nedenle koskoca amfide, yüzlerce öğrenci arasından adımı anımsayan hocama hiç şaşırmadan iyice yanına gittiğimde, durarak sakin bir sesle konuştum.

"Evet hocam. Eğer müsaitseniz, fazla vaktinizi almadan birkaç sorum olacaktı."

Dizüstü bilgisayarını çantasına yerleştirdikten sonra fermuarını çekerek eline aldı ve bedenini tamamen bana döndürdü. "Bir saat sonra dersim var. O yüzden yirmi dakikamı sana ayırabilirim."

İçten içe buna da şükür diyerek başımı salladığımda, soruyu bekleyen hocayı daha fazla bekletmeden hızla devam ettim. "Tez konum için bir araştırma yapıyordum. Size danışmak istediğim konu da bununla alakalı. Konu olarak Göktürk döneminde, kutsal sayılan dağları inceliyorum. Hatta bununla ilgili birkaç önemli çizim ve yazı da buldum ancak tam olarak nereyi anlattığını kavrayamadım."

Hocanın kaşları ağırca çatıldığında, hızla çantamdaki dosyanın içinden haritanın üzerindeki resmin aynısını çizdiğim başka bir kağıdı çıkardım. Elbette orijinalini getirecek değildim, aksi halde fazlasıyla başarılı kazılarda görev alan hoca, daha bir bakışından tarihi eser olduğunu anlardı. Ve bu benim için asla iyi olmazdı.

Gözleri hızla resmi bulduğunda, kağıdı elimden alarak gözlüklerini düzeltti ve dikkatle incelemeye koyuldu. Altına küçük bir şekilde yazdığım bilmece tarzı yazıyı da okuduğunda, ağır ağır başını aşağı yukarı doğru salladı.

Kalp atışlarımın hızı, kontrolünden çıkan soluklarım bir ipucu yakalamanın verdiği heyecanın etkisindendi. Merakla hocamın mimiklerini izlerken, en sonunda gözlerini bana çevirmeden konuştu.

"Göktürk yazıtlarında geçer bu cümlenin bahsi, doğru." Ardından bana kısa bir bakış atarak kağıdı diğer yönüne doğru çevirdi.

"Bu çok eskiden bu yana bilinen harita. Böyle tutmak lazım. Altanavla burası. Henüz yeri bulunamadığından haritası da, hikayesi de efsane olarak bilinir. Yani bir kesinliği yok, yüzyıllardan bu yana halk ağzında bin bir hikaye dolanıp durmuş burası hakkında. Bir sürü masallarda yer edinmiş kendine bu dağ. Bazı meslektaşlarım bu dağın gerçekliği bakımından oldukça umutlu olsa da, çoğu umudunu yitirmiş durumda. Dediğim gibi, bir kesinliği yok anlayacağın."

Ağır ağır başımı onayladığımı belli edercesine salladığımda, zihnimde dönüp duran bu tanıdık ismin nereye ait olduğunu çıkaramadım bir türlü. Gözlerim yeniden hocamı bulduğunda, bana uzattığı kağıdı alarak düşünceli şekilde baktım yüzüne.

"Peki siz hocam?" Kısa bir an nefeslendiğimde, devam ettim. "Siz inananlardan mısınız yoksa inanamayanlardan mı? Sizce, Altanavla sahiden var mı?"

Benim için oldukça önemliydi buranın varlığı. Bu haritayı babamın çizdiğinden emindim. Eğer bu dağ, Alganların zamanında keşfedilmişse şayet, işte o zaman işin rengi değişirdi. Babam, bir şeyler anlatmaya çalışmıştı. Belki bana, belki abime... Kime olduğunun bir önemi yoktu, bir iz bir ipucu bırakmıştı bulanın peşinden gitmesi adına.

Ve içimden kuvvetli bir his, bu anlatılanların Alganların şimdiki durumuyla bir bağlantısı olduğunu söylüyordu defalarca.

Nedeniyse basitti. Zada, bizimle beraber büyümüştü ancak ne ben ne de o hatırlamıyordu bunu. Annem ve babam, ona dair hiçbir fotoğraf bırakmadıklarına göre, onlarında da zihinlerinden bir şekilde silinmişti oğulları. Ve yıllar boyu, kendi ailesine düşman olarak yetiştirilmiş, kendi kanına zehir olması için eğitilmişti.

O halde bu kağıtların, babamın anlatmak istediği bir şeylerin sonucunda ortaya çıkması gerekiyordu. Tüm bunlara sebep olan bu durumu, babam biliyor olmalıydı. Hatta çok büyük ihtimalle, peşine düştüğü bu iş getirmişti sonlarını.

Hocanın sesini duymamla hızla düşüncelerimden sıyrılarak ona odaklandım. "Kesin bir şey söylemem imkansız. Ne de olsa, tarihte kesinlik yoktur." Derin bir soluk bıraktığında, ceketini de eline alarak koluna astı ve son defa baktı yüzüme amfiden çıkmadan hemen önce.

"Ne de olsa, dokuz rüzgarın kesiştiği yerde başlar Altanavla. Onu yok saymak, benim ne haddime..."

Çıkan hocanın ardından, boş sınıfta bir başıma kalırken, düşüncelerim eşlik etti bana yeniden. Altanavla... Çıkaracaktım bir yerden. Çok tanıdıktı. Çok yakındı bu isim bana.

İyice karışan zihnimle kağıdı çantama koyarak fakülteden dışarı çıktım ve otobüs yerine yürüyerek gitmeyi tercih ettim restorana. Evet, gitmem gereken bir iş yerim vardı, tabii kovulmadıysam...

Hayatımı bozmadan, kendimi yıpratıp tamamen kaybetmemek adına günlük işlerime aynı şekilde devam etmem gerekliydi. Aynı zamanda da, hâlâ beni izleyen Algan ve askerleri söz konusuyken.

Algan...

Sesli bir iç çektiğimde, onun şuan beni izliyor olabileceği düşüncesi kalbimin sıkışmasına neden oldu. Durup, onu görebilmek adına etrafıma bakınma isteğimi zorlukla savuşturduğumda, başımı eğerek ilerlemeye devam ettim. Bu kısır döngüyü kırmaktan başka çarem yoktu. Bunu şu durumda yapabilme imkanı olansa, yalnızca bendim. Bunu bilmek, bunun bilincinde yaşamak omuzlarıma ağır yükler yüklemesine rağmen bundan vazgeçmedim. Yıllar sonra, yaşamak için daha anlamlı sebepleri hayat yoluma çıkarmışken, sırt çevirip kendi yoluma bakamazdım.

Restorana ulaştığımda, derin bir soluk alarak duyduğum yoğun mahcubiyetle cam kapıyı ittirerek içeri girdim. Gün henüz sabahın erken bir saati olduğundan, içerisi fazla dolu değildi. Ufak ve çekingen adımlarla arka tarafa doğru ilerlemeye başladığımda, mutfaktan çıkan Hakan'ı buldu bakışlarım.

En son evinden çıkmıştım ve yetmezmiş gibi haber bile vermemiştim. Ancak durumlar o kadar saçma bir şekilde gelişmişti ki, bu henüz aklıma yeni yeni gelebiliyordu. Ona ve Resul Amca'ya yapabileceğim hiçbir mantıklı açıklamam yoktu.

Karşılarına çıkıp zamanda yolculuk yaptığımı ve üç bin yılında bir abimin olduğunu söylediğim an, beni götürecekleri tek yer Bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesiydi.

Kaşları çatık olan Hakan, başını elindeki telefona eğmiş dikkatle bir şeyler okurken diğer eli de hızlı bir biçimde saçlarını karıştırıyordu. Ne yapacağımı bilemeyerek olduğum yerde öylece dikilirken, aniden başını ekrandan kaldırması üzerine gözlerimiz kesişti. Çatık kaşları ağırca yukarı doğru havalanırken, burada olmamın verdiği şaşkınlığını izlemek daha da arttırdı mahcubiyet ve utancımı.

Onların gözünde, sorumsuz biri olarak görünecek olmak rahatsız hissettirmişti haliyle.

Parmaklarım başımdaki hardal rengi bereyi bulduğunda yavaşça çıkararak parmaklarım arasında sıktım, sanki bir şeyleri tutma ihtiyacı hisseder gibi.

"Vay vay vay... Bizim kaçak gelmiş sonunda." Şuan alay edip etmediğini anlayamazken, bu eğlenir halinin altında bir sinir olup olmadığını kavramaya çalışıyordum bir yandan da.

"Kürkçü dükkanına geri mi döndünüz yoksa Hera Hanım?"

Birbirine bastırdığım dudaklarımla gözlerimi ondan kaçırarak etrafta gezdirdiğim esnada, parmaklarım elimdeki bereyi daha da sıktı. Kızmışsa, haklıydı... Bunun için bir savunma yapabilecek konumda değildim. Benim tek üzüldüğüm nokta, gözünde düştüğüm konumdu.

Dalgın bir şekilde ona bakıyor olmamla, gözünü kırparak başını iki yana salladı. Kaşları ağırca çatıldığında, sıktığım dişlerimi serbest bıraktım konuşabilmek adına.

"Ben..." Kısık sesim güçlükle duyulurken, şu zamana kadar edindiğin tek gerçekçi arkadaşlık bağlarını da kaybetmenin eşiğine gelmiş olmanın verdiği hüzün oturdu boğazıma. Özellikle böyle bir zamanda, böyle bir yalnızlığa düşmüşken. Tek başıma bir savaş verirken... "Özür dilerim."

Kaşları ortasındaki çukur bu defa daha da derinleştiğinde, başını yana doğru eğdi ve kısılan gözleri daha da bir dikkatle inceledi yüzümü bu defa. "Neden?"

Sorusunda bir ima veya bir iğneleme var mı yok mu anlayamadım o an. Şuan kızgın mıydı yoksa düşünceli mi, onu da bilmiyordum.

"Haber vermedim, işe gelmedim. Üstelik evden çıktım ama sana da bir şey demedim, haber vermem gerekiyordu. Kızmakta o kadar haklısın ki, hatta kovsanız da... Tamamen sorumsuzca davrandım. Benim hatamd-"

"Hera." Şaşkınlığa bürünen mimikleriyle yüzüme bakan Hakan, hızla sözümü kestiğinde ağır adımları yanıma ulaşarak mesafeyi kapattı.

"Sakin ol. Bir şey olduğu falan yok. Ne kızdım ne de kovuldun, bir sakin ol önce." Elleri omuzlarımı bulduğunda, anlamsızca baktım yüzüne.

"Biliyorum neler olduğunu."

Bu defa kaşları çatılan ben olurken, bildiği şeyin ne olduğunun merakı düştü içime. Tüm bu olanları bilmediğinden emindim çünkü bilseydi, şuan bu kadar sakin kalması imkansızdı. Ancak konudan tamamen alakasız kaldığımdan sebep, sözlerinin devamını bekledim.

Elleri desteklemek ister gibi hafifçe omzumu sıktığında, hafifçe yüzünü buruşturdu. "O amcan olacak şerefsizin davası için delil peşinde koşturuyormuşsun. Ama ben eminim Hera, elbet o pislik içeriye girecek bir gün. Çok uğraşıyorsun, kendini çok hırpalıyorsun ama ben eminim, bunun karşılığını en güzel şekilde alacaksın. ."

Aralanan dudaklarım geri kapandığında, bir süre durumu idrak edebilmek adına sessiz kaldım. Zihnim zaten yeteri kadar karışmışken, bu şekilde konuşması iyice afallamama neden olmuştu. En sonunda, kendime gelebildiğimde yeniden ona döndüm.

"Senin nereden haberin oldu?" Sorumla beraber düşünür gibi gözleri hafifçe kısıldığında, beklemeden yanıtladı.

"Hani bende kalırken, bir adam gelmişti ya seni görmek için. Neydi adı, çokta bilindik bir şey değildi..."

Sertçe yutkunduğumda, araya girdim hızla. "Algan mı?"

Anında kısık gözleri eski haline dönerken, olumlu şekilde salladı başını. "Aynen, o söyledi. Senin apar topar şehir dışına gittiğini, hatta bize haber vereceğini ancak vaktin olmadığı için kendisinden rica ettiğini anlattı. O da buraya uğradığında, durumdan üstün körü bahsetti işte. Neyse, bunların bir önemi yok şimdi. Sen nasılsın, daha iyi misin?"

Hâlâ şokunu atlatamadığım olaydan sebep, başımı sallamakla yetindiğimde zorlukla konuştum. "İyiyim...Teşekkür ederim, anlayışın için." Kısa bir an duraksadığımda, minnet dolu bir bakış yerleşti gözbebeklerimin en içine. Bundan emindim. Ve bunun sebebiyse, onu hala kaybetmemiş olmamdandı.

"İyi ki varsın Hakan. İyi ki yanımdasın, her şeye rağmen..." Son kelimelerim mırıldanarak çıktı dudaklarımdan. Kendi başıma bela olan amcam, onun da başına ağrı olmuştu son zamanlarda. Ve işin tuhaf yanı, amcam normal şartlarda tehditle korkup köşesine sinecek biri değildi.

Bu da iki sonuç sunuyordu önüme. Ya çok büyük, derinden sarsacak kadar güçlü bir planı vardı; ya da sahiden de Hakan'dan korkmuştu.

"Ben her zaman buradayım." Sözleri üzerine gözlerimi kapatıp açtım.

Birinin, yanımda olduğunu bilmek, iyi hissettirmişti.

Daha fazla burada durmamın bir anlamı olmadığını fark ettiğimde, artık oyalanmamam gerektiğine karar vererek hızla konuştum. "Ben bir an önce işe girişeyim. Birazdan dolar burası."

Hakan bir şey demeden gülerek başını salladığında, aynı içten tebessümle karşılık verdim ve yanından geçerek hızlı adımlarla alt kata indim. Üzerimizi değiştirmemiz için ayarlanan odaya girerek hızla kapıyı kapattığımda, kimsenin olmaması daha da yaradı işime soluklanabilmek adına.

Algan, bunca karmaşanın içinde beni düşünerek benim yerime fazlasıyla makul bir açıklama yapmıştı.

Derin bir soluk vererek atışları hızlanan kalbimin üzerine koydum elimi yavaşça. Bir özlem, içime sinsice yayılarak ağlarını sarmıştı her bir yana. Şimdi ona, hiç olmadığı kadar çok ihtiyacı vardı can çekişen ruhumun. Yanımda olmasına, çok fazla ihtiyacım vardı...

Bu işin içinden nasıl çıkacağımı, bu düğümleri nasıl çözeceğimi ve onlara kendimi yeniden nasıl hatırlatacağımı bilmiyordum. Bunu bilmemekse, her geçen saniye daha da yaralıyordu yüreğimi çünkü her geçen sürede kalplerinde besledikleri en ufak sevgi kırıntısı dahi, nefretten alıyordu nasibini.

Sevginin, nefrete dönüşünü izliyordum her defasında, çaresizce.

Sevdiğim adam, elindeki silahın namlusunu ilk önce benim, sonraysa kendisinin şakağına dayamıştı.

O an, hissettiğim çaresizlik yeniden geldi buldu yüreğimi. Yeniden zelzeleye uğrattı her bir hücremi. Yeniden yaktı, yıktı ve geçti umursamazca. Ölümüne şahit olacaktım. Abim gelmeseydi, kendi gözlerimle onun canını teslim edişini izleyecektim.

Nemlenen gözlerimi hızla silerek kendimi bu girmek üzere olduğum girdaptan kurtardığımda, dolabın kapağını açarak montumu çıkardım ve hızla önlüğümü belime bağladım. İsmimin yazılı olduğu küçük yaka isimliğimi de üzerime iğneleyerek dışarı çıktım. Kendimi bir melankoliye kaptırmamalıydım aksi halde dibi görmem kaçınılmazdı. En azından, tüm bunları atlatana kadar, ağlamaya biraz ara vermeliydim. Sadece, yeniden onlara kavuşana kadar... Çünkü bu, kendimi yormaktan başka bir şeye yaramıyordu.

Merdivenlerin dönerek yükselen kıvrımlı basamaklarını çıkarak yeniden üst kata ulaşmamla, beklemeden yeni gelen müşterilerin siparişlerini almaya koyuldum. Geride bıraktığım saatlerin ardından, azalmak yerine devamlı artan insanlara yetişmek adına benimle beraber üç garson daha ve artık olarak Hakan'da çalışıyordu.

Gün boyu, bu yoğun koşuşturmacaya uyum sağlayansa aynı yoğunluktaki düşüncelerimdi. Devamlı bir yol aramaktan geri durmuyor, eksik kalan yerleri zihnimde birleştirmek için üstün bir düşünce gücü sarf ediyordum.

Yorgundum, uykusuzdum, her yerim ağrıyordu ancak en çokta kalbim. Kalbim de öyle bir sızı, öyle bir ağrı vardı ki; geçmeyecek diye korkuyordum. O sızı hep orada duracak, ince ince yüreğime işlenerek giderek şiddetini daha da arttıracak diye, çok korkuyordum.

Siparişleri mutfağa bildirdikten hemen sonra, yeniden masaların olduğu tarafa yöneldim. Hava neredeyse kararmaya yüz tutmuş, güneş kızıllığıyla ufukta kaybolmak üzere can atıyordu. Dudaklarım arasından yorgunluk dolu bir soluk çıktığında, artık hissetmediğim ayaklarımı elini sallayarak bana işaret veren masadaki adamın, daha doğrusu adamların yanına yönlendirdim.

İkisinin sırtı bana dönük, diğer ikisiyse yan yana olacak şekilde oturuyorlardı. Elimdeki adisyon fişiyle yanlarına vardığımda, kulağımın arkasına sıkıştırdığım tükenmez kalemimi çıkardım. Yüzlerine bakmadan, gözlerimi kağıda odakladığımda önlerindeki menüden dolayı bir karara vardıklarını düşünmüştüm. "Hoş geldiniz, siparişlerinizi alayım."

Topuzumdan düşen saç tutamı gözümün önüne gelirken, onu hızla geriye doğru iteleyerek soruma rağmen neredeyse bir dakikadır ses soluk çıkarmayan masadakilere çevirdim başımı ne olduğunu anlayabilmek adına. Gözlerim bana işaret veren adamı buldu ilk önce. Başını önüne eğmiş, masanın örtüsündeki desenleri dikkatle, önemli bir şeymiş gibi incelerken, onun yanında oturan diğer adamın bakışları da camdan dışarıda geziniyordu.

Başımı hafifçe sağa doğru eğdiğimde, bu defa gözlerimi sağımda kalan diğer iki adama çevirdim. Çatılı duran kaşlarım, ağırca havalandığında gördüğüm yüze baktım. Baktım. Baktım. Baktım.

Yetmedi, biraz daha baktım. Aralanan dudaklarım geri kapandığında, gözlerimi kapatıp açtım emin olmak adına.

Algan. Ve hemen yanında da Romos. Öylece oturmuş, bana bakıyorlardı.

Bunun, dün geceden bu yana düşünmekten sonunda akıl sağlığını yitirmiş olan zihnimin bir oyunu olup olmadığını çözmeye çalışırken, sonunda genzini temizleyerek gözlerimin içine bakan Romos'la kendime gelerek silkelendim.

Kalbim kendini dışarı atmaya niyetlenmiş gibi çırpınırken, hızlanan soluklarımı kontrol etmeye çalıştım bir işe yaramayacağını adım gibi bilmeme rağmen. Algan'a değmek için benimle savaşa girişen gözlerimi zorlukla Romos'a odaklamaya çalıştım sesini duymam üzerine. "Merhaba, biz dört tane sade kahve alabilir miyiz?"

Kasılan çenem, dişlerimi sıkmaktan kilitlenmiş gibi çözülmezken, dilimi kıpırdatıp tek kelime edecek gücü bulamadım bir anda kendimde. Gözlerim, benden bağımsız yeniden Algan'ı bulduğunda, bir dirseğini masaya yaslayarak elini de çenesinin altına dayadığını gördüm. Donuk, oldukça donuk bakışları üzerimde gezinirken, şuan burada tam olarak ne döndüğüne anlam veremiyordum.

Yeniden boğazını temizleyen Romos'la, bakışlarım bir kez daha zorlukla Algan'ın soğuk ve ifadesiz gözlerinden ayrılarak onu buldu. Kaşlarını indirip kaldırdığında, bunun bir uyarı olduğunu o an anlayabilmiştim.

Madem Algan bir şey hatırlamıyordu, neden buraya gelmişlerdi ki? Her şey en başına dönmemiş miydi?

Titreyen ellerimle adisyon fişine işaret attıktan sonra hızla başımı sallayarak oradan uzaklaştım, henüz birkaç adım uzaklaşmıştım ki, arkamdaki masadan onun kısık sesini duydum. "Neden bu kadar soğuk davrandı ki şimdi?"

Algan'ın oldukça dalgın ve sorgulayıcı sesiyle kaşlarım hafifçe çatıldı. Tam olarak ne oluyordu burada?

Onun sorusu üzerine, Romos oldukça azarlayıcı sesiyle kısıkça tüm öfkesini yansıtır şekilde hızla araya girdim. "Diyene bak! Kendi sanki gül bahçesi... Abiciğim aptal mısın sen? Bir sus lan artık. Yeter. Topladın tesisin tüm askerlerini getirdin buraya. Bir sus, bir memnun kal bir şeyden de... Ne yapsın kız? Tutup elini nikah masasına mı götürsün buradan?"

Duyduklarım üzerine gözlerim hızla içeride gezinmeye başladığında, neredeyse dört masa ötede gördüğüm görüntü, şaşkınlıktan dudaklarımın aralanmasına neden oldu. Atena, Kain, Ares bir masada yanlarında birkaç tanıdık yüzlü olan askerle daha oturmuş, bana bakıyorlardı.

Kain elini kaldırarak, yüzündeki zoraki bir gülümsemeyle elini sallayarak geri indirdi. Diğerleri de böylelikle onları fark ettiğimi anlamaları üzerine, gözlerini anında benden kaçırarak başka yönlere çevirdiklerinde, sert bir soluk bırakarak onlara doğru yürümeye başladım. Masanın başında durmuş, hepsine üstten bakışlar atarken yüzümdeki zoraki tebessümle elimdeki fişe bir şeyle karalamaya başladım.

"Hemen burada ne haltlar döndüğünü anlatın, on saniyeniz var." Sahte gülüşüm, dişlerimin arasından çıkan kelimelerimdeki siniri maskelerken, ilk konuşan Kain oldu.

"Hera Hanım valla bizim bir suçumuz yok. Algan Bey, tutturdu buraya geleceğiz diye. Dedik yok, olmaz, gidemeyiz. Sonra da komutanımız olarak emredince de, bir şey diyemedik açıkçası..."

Sonlara doğru kısılan sesiyle, gözlerim onları buldu hızla. "Algan hatırlıyor mu?"

Atena ağırca başını iki yana salladı. "Hayır. Sizi, yani birlikteliğinizi unutmuş durumda. Ama..."

Sözünü yarıda keserek, bakışlarını Ares'e çevirdi kararsız bir şekilde. Bu tereddüttü, kaşlarımın çatılmasına neden olacaktı ki dışarıdan bir sorun varmış gibi görünmemesi adına kendimi tutarak ifadesiz durmaya çabaladım.

Onun yarım kalan sözünü devam ettiren Ares'i buldu bu defa bakışlarım. "Seni unutamamış durumda. Takmış kafayı sana. Tutturdu çocuk gibi gelelim de gelelim... Tabii biz karşı çıktık ortalık bir sakinleşsin en azından diye, ama en sonunda emrediyorum dedi, ciddi ciddi vurdu yumruğunu masaya hadi sıkıyorsa şimdi gelmeyin diye bir yükseldi... Sonuç buradayız işte."

Ares'in parmakları kirli sakallarında gezindiği sırada bir anda aklına bir şey gelmiş gibi, gözlerine yansıyan sıkıntıyı anında paramparça ederken, havalanan kaşlarıyla eğlenir bir ifade yerleşti mimiklerine. "Nasıl tutulduysa adam artık sana..." İmalı sesiyle yutkunduğumda, kaçamak bakışlarım ilerideki masayı buldu.

Bize sırtı dönük olmasına rağmen, omzunun üzerinden bu tarafa doğru dönmüş, çatık kaşlarının altından, kısık bakışlarını tüm keskinliğiyle bu tarafa çevirmişti. Algan'ın bu bakışlarını görür görmez bu defa, hepsi aynı anda önünde döndüğünde, Kain'in mırıldanmasını duydum gözlerini bir an bile bana çevirmeden.

"Hera Hanım çok rica ediyorum, lütfen can güvenliğimiz için uzaklaşır mısınız? Durumun sizinle bir alakası yok ama biraz daha burada durursanız Algan Bey'in gazabına uğrayacağız." İnanamıyormuş gibi bir şaşkınlıkla ona döndüğümde, hepsi de Kain'in sözlerini onaylar bir şekilde bana bakarak yeniden başka yönlere döndüler.

"İyi. Gidiyorum." Kafam karışmış halde mırıldanmam üzerine, gitmeden hemen önce Atena'nın kısık sesli fısıltısını duydum.

"Akşam, saat tam onda evinin banyosunu geçit olarak kullanarak yanına geleceğiz. Ona göre, haberin olsun." Başımı sallayarak onu onayladığımda, bu sırada da adisyona fişinde rastgele bir şeyleri işaretledim dikkat çekmemek için.

"Tamamdır." Hemen ardından adımlarım onların yanından ayrılırken, arkamı döner dönmez yüz yüze geldiğim Hakan'la, ona çarpmamak adına son anda durabildim.

Çatılan kaşlarıyla, gözleri bir bana birde biraz arkamdaki Kainlerin masası arasında gidip gelirken en sonunda bakışları benim üzerimde sabitlendi. "Bir sorun yok değil mi?"

Oldukça kuşkucu çıkan sesine serpilen şüpheyi görmemek imkansız olduğundan, onu daha fazla işkillendirmemek adına kendimden oldukça emin bir şekilde başımı iki yana salladım. Muhtemelen biraz fazla oyalanmamdı onu bu şüpheye iten sebep. "Yok. Bir problem yok. Sadece karar vermekte zorlandılar, bende yardımcı oluyordum." Fazlasıyla rahat çıkan sesime rağmen çatılı kaşları düzelmese de, başını salladı.

"İyi. Bir sorun olursa, ben buralardayım."

Gülerek gözlerimi kapatıp açtığımda, hızla mutfak kısmına gittim ve siparişleri bildirdim. Elimi kalbimin üzerine götürmemek adına büyük bir çaba sarf ederken, mücadele ettiğim tek şey bu değildi şimdi. Ona bakmak, onu görmek, onu izlemek, bir kez daha elalarına denk gelebilmek adına; gözlerimle de bir mücadele içindeydim.

Özlediğim adam, bizim için bir çıkar yol bulmaya çalıştığım adam, hemen içeride oturmuştu. Her şeye rağmen, zihninden acımasızca söküp alınan anılarına rağmen, beni unutmamış olması dudaklarımda kırılgan bir tebessüm meydana getirdi.

Unutmuyordu. Çünkü beni aklına değil, yüreğine kazımıştı. Bundandı silinen anılarına rağmen, yine de varlığımı unutmuyor oluşu.

Emindim. Emindim çünkü hissediyordum tüm kalbimle. Ayrı kalplerde, aynı duyguları paylaşıyorduk onunla şimdi. Bundandı bu kadar derinden bağlı olduğum adamın adı bile geçtiğinde, o bağların sarsılışları. Titrek bir soluk bırakarak, elime aldığım tepsiyle yanlarına doğru gidecekken karşıma Hakan çıktı.

"Ver ben götüreyim. Çok yoruldun sen bugün, mola ver biraz artık." Anlayışlı çıkan sesi, kırılgan tebessümümü biraz daha büyütürken başımı iki yana salladım yavaşça.

"Yok. Ben götürürüm. Sorun değil." Kelimeler dudaklarım arasından oldukça sakin ve normal bir tınıda dökülmüştü.

Fakat içimde bir karmaşa başladı. Öyle bir savaş meydanının ortasında kaldı ki zihnim, nereye gideceğimi şaşırdı düşüncelerim bir an.

Hakan, Algan'ı tanıyordu.

Onun evine geldiğinden dolayı, Algan'ı tanıyordu ve arkadaşım sanıyordu. Şimdi onları görmemişken, bu siparişleri götürdüğü an tanıyacaktı. Bu durumu vahim kulan noktaysa, onu tanıyarak başlatacağı muhabbeti. Ve söyleyeceği ilk cümle, beynimde defalarca yankılandı.

'Siz Hera'nın arkadaşı, Algan'sınız değil mi?'

Bunu yaptığı an, o kelimeler dudaklarından dökülerek can bulduğu an, zamanda yine bir sapmaya neden olacak hatta yeni bir dalganın yayılmasını tetikleyerek, bu defa bana dair ne var ne yoksa ondan alıp götürecekti. Böyle bir ihtimalin olasılığı bile, zihnimde bir yaygara kopmasına neden oldu. Duyduğum endişeyi gizlemeye çabalarken, bunca kalabalığın arasında kulaklarımı tırmalayan, sandalyenin zemine sürtünen sesi doldu kulaklarıma.

Bakışlarım anında Hakan'ın gerisinde kalan masayı bulurken, oturduğu yerden kalkan Algan'ı görmek, dudaklarımın aralanmasına neden oldu. O buraya mı bakıyordu?

Buraya baktığına göre, buraya mı gelecekti?

Bunun yerine kör olmayı dileyecek kadar bir çaresizliğe büründüğümü fark ettiğimde, hızla kendimi toparlayarak elimdeki tepsiye uzanmaya çalışan Hakan'dan uzaklaştım ve elimle sağ tarafı işaret ettim aceleyle. "Bak şuradan çağırıyorlar, sen oraya bak ben de şu siparişleri götüreyim soğumadan."

Gerisine doğru baktığında, kimseyi çağırmayan müşterilerde gezinen bakışlarından fırsat bularak hızlı adımlarla sola doğru yürüdüm ve Alganların masasına ilerledim. Elim ayağım birbirine girmişti resmen. Ellerimden sebep titreyen tepsiyi daha da sıkı tutarken, fincanlardan taşırmamayı başardığım kahveleri masalarına götürdüm sonunda. Algan'ın adımlamasına bile izin vermeyen Romos kolundan çekiştire çekiştire geri yerine oturmasını sağladığında, rahatlamış şekilde derin ancak kısık sesli bir soluk döküldü dudaklarımdan. Kaçamak bakışlarla uzağımızdaki Hakan'ı kontrol ettiğimde, başka bir masadaki kadın müşterilerle fazlasıyla çapkın bir ifadeyle konuştuğunu görmek, şu durumda rahatlamama neden oldu.

Onun bu çapkınlığının günün birinde bu kadar işime yarayacağını asla düşünmezdim.

Fincanları bir bir önlerine bırakmaya başladığımda, içten içe Algan'ın devamlı üzerimde gezinen bakışlarına gülmemek için hafifçe yanağımı ısırdım. Beni sevdiğini bilmesem, şu halini ilk kez gördüğüm anda benden nefret ettiğini düşünürdüm halbuki. Öyle bir dondurmuştu ki gözlerindeki canlılığı, değil hoşlantı, öfkelenmiş gibiydi duruşu.

Sahiden gülmemek için çok zorlanıyordum.

Kendimi durdurmayı başararak ifadesizliğimi koruduğumda, elimdeki fincanı en son onun önüne bıraktım. Parmakları hızla sıcak fincanı tuttuğu sırada anında gözleri beni bulurken, daha fazla düz tutmayı başaramadığım ifadesizliğim parçalarına ayrıldı ve dudaklarımda ufak bir tebessüme neden oldu.

Gözleri anında bu gülümsemeyi bulduğunda, bakışlarındaki buzlar eridi ve oradaki şaşkınlığı gizleyemediğine şahit oldum. Afallamıştı. Bunu beklemedi oldukça açık olacak ki, şaşkınlığından olsa gerek, bir anda elindeki fincanı unutmuş gibi eli ayağına dolandığında sıcak kahvenin birazı elinin üzerine döküldü.

Buna rağmen elindeki fincanı bırakmayan Algan'ın, şuan yanan elinin bile farkına varmadığını benden ayrılmayan gözlerinden anlamak mümkündü.

Her şey saniyeler içinde bu kadar hızlı geliştiğinden masadakiler olayı anlayamazken, gözlerim kızaran elini buldu. Sertçe yutkunduğumda hızla aralandı dudaklarım. "Elin..." Hızla silkelenerek kendime geldim. "Eliniz beyefendi...Yandınız mı?"

Algan'ın gözleri benden ağırca çekilerek elini buldu. "Fena hem de..."

Dalgınca mırıldandı, ancak pekte umurunda değil gibiydi kızarmaya yüz tutmuş eli. Bunun üzerine Romos hızla yanındaki Algan'a döndü ve hâlâ elinden bırakmadığı fincanı çekerek aldığında, sabır diler gibi bir ifadeyle baktı yüzüne.

"Geri zekalı, aklı uçtu iyice." Dişlerinin arasından kısık sesli homurdanmasıyla, dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Buz getirmemi ister misiniz?" Böyle sizli bizli konuşmak, dilime hem zor hem de gülünesi geliyordu. İçinde bulunduğumuz şu duruma, gülmekle ağlamak arasında kalmıştım artık. Sahiden aklımı yitirecektim bu gidişle.

"Yok. Gerek yok, teşekkürler." Algan'ın cevabıyla başımı sallayarak gözlerimi zorlukla üzerinden çektiğimde afiyet olsun diye mırıldandım ve adımlarımı geriye doğru çevirerek onlara sırtımı döndüm.

Elimdeki boş tepsiyi sıkıca tutarken, dişlerim dudaklarımı buldu. Endişe, hüzün, mutluluk bünyemde bir arada bulunurken, aynı zamanda da ağlarken deli gibi gülmek geliyordu içimden.

Sevgilim olan adamla, yeniden flörtleşir gibi bir durumun içinde düşmek, ne hissetmem gerektiğini iyice bulandırmıştı kafamda.

Yakasına yapışıp, sen zaten benim sevgilimsin ne anlatıyorsun hala dememek için kendimi zor tutuyordum. Derin bir soluk bırakarak saate baktığımda, mola saatimin gelmesi üzerine üzerimdeki önlüğü çıkararak bir kenara koydum yaka kartlığımla beraber. Topuz yaptığım saçımı açarak sıkı lastikten kurtulduğumda, başımın ağrısı biraz olsun geçmişti. Biraz olsun rahatlamış şekilde arka tarafa geçtiğimde merdivenleri inerek aşağı kata ulaştım ve buradan da arka bahçeye açılan kapıya ulaştım. Ağır, demir kapıyı ittirerek bahçeye çıktığımda, ağır adımlarım oturabileceğim yükseklikte olan beton yeri buldu.

Soğuk havayı umursamadan, biraz olsun kendime gelebilmek adına oturduğumda yerden kesilen ayaklarımı ileri geri salladım yavaşça. Gözlerim çoktan kararan göğü bulduğunda, bir süre yıldızları izledim sessizlik içinde. Dönüşümlü olarak mola verdiğimizden ve yalnızca çalışanların bu tarafı az da olsa kullanmasından kaynaklı, kimse yoktu.

Zihnime düşen anılarla dudaklarım ağırca iki yana doğru kıvrıldı. Onları ilk gördüğüm, aslında hafızamdaki anılar silindikten sonra yeniden ilk gördüğüm, yerdi burası. Aniden karanlıkta parlayan bir ışıkla, ilk önce siluetlerini görmüş sonrasındaysa seslerini duymuştum. Bana seslenişleri, benim korku dolu bir şekilde ağır kapıyı açmaya çalışmam...

Dudaklarımdaki içten kıvrılma, yerini burukluğa bıraktı. Sesli bir iç çektiğimde, gözlerimi kapatarak zihnime dolan anıları anımsamaya çalıştım.

Algan, karşıma ilk defa henüz on sekiz yaşımdayken çıkmıştı. O bunu hatırlamasa da, hatta bende yeni hatırlıyor olsam da, gerçek buydu. Odasında bulduğum resim, ikimize aitti. O bunu kabul etmese de...

O beni unutsa bile, tamamen silemediğinden, sürekli dönüp dolaşıp geldiği yer bendim. Ağırca aralandı gözlerim. Sert bir yutkunuş geçti düğümlenen boğazımdan. Evini bulamasa da, yolunu kaybetmemişti en azından.

O yoldan, hiçbir zaman sapmıyordu. Evinin yolundaydı. Ancak evini bulamıyordu.

Beni bulamıyordu bir türlü.

Ellerimi beton yüzeye biraz daha bastırdığımda, üzerini örtmeye çalıştığım acılar yeniden baş gösterdi. Derin bir kesikle sızlayan kalbim, acıyı yeniden sızlattı inceden inceden. Ya bu kısır döngüyü kıramazsam ve Algan bir gün benden tamamen vazgeçerse düşüncesi, yaramı biraz daha kanattı. Bana gelen yoldan da çıkarsa ve bir daha o yola asla geri dönmezse, o yolu tamamen bir enkaza çevirip en sonunda da yok ederse, ne yapacağımı bilmiyordum.

Ancak bilmemem, bunun olabilme ihtimalini değiştirmiyordu.

Beni silebilirdi, başka birini kendine yol olarak seçebilirdi.

Bunların hepsi olabilirdi. Ve ben, işte asıl o zaman hiçbir şey yapamazdım. Ancak yine de pes edecek değildim. Elimden gelenin fazlasını yapmam gerektiğinin farkındaydım. Çaba gösterilmeyen bir şeyin elde edilemeyeceğini, biliyordum. Sevgi, mutluluk ve güçlü bağlar, çaba istiyordu. Emek gerekiyordu sahiden de. Çünkü emek, o bağları daha da güçlendiriyordu.

Emek verilerek elde edilen mutluluklar veya bağlar, sonrasında en ufak bir sarsıntıyla sallandığında birbirinden koparak avuçlarımız arasından kayıp gitmezlerdi. İşte bunu yapan, karşılıklı çabayla pekiştirilmiş, ilmek ilmek karşılıklı sevgiyle işlenmiş emekten geliyordu.

Mutluluğu elde etmek, zordu. Benim düşündüğüm şeyse, neden mutluluk için bu kadar çaba harcadığımızdı. Neden mutlu olmak için, ilk önce onu arayıp bulmamız gerekiyordu?

Bunun cevabını şimdi bulmuştum işte. Algan'a baktığımda, abimi bulduğumda, ailemin olduğu zamana gittiğimde...

Kolay elde edilen her şeyden bir süre sonra bıkardı insan. Bu yüzden de; mutluluğu değerli kılan, onu elde ederken verdiğimiz çabaydı aslında. Bizim için mutluluk buydu. Verdiğimiz çaba ve değerin olumlu sonucu. Bir şeyi ulaşılamaz ve imkansız kılanda bu değil miydi zaten aslında gözümüzde?

Geri dönüp baktığımızda, ne kadar yorulduğumuzu, ne kadar yol geldiğimizi, nelere katlandığımızı, nelere dayandığımızı, nasıl engelleri aştığımızı, bazen yorulduğumuzdan durduğumuzu, bazense düşüp yaralandığımızı ancak buna rağmen, her şeye rağmen o yolu bir şekilde bitirdiğimizi görmek değil miydi asıl mutluluk?

İşte bu yüzden mutluluğu aramak bu kadar yıpratıcı, ancak bulunduğunda kolay kolay bırakılmayacak ve hemen sırt çevrilemeyecek kadar değerliydi.

Bunun farkına şimdi varmıştım. Benim yıllar boyu yürüdüğüm bu yol, acılarla doluydu ancak şimdi o yolun sonundakileri görebiliyordum. Bu yüzdendi durmadan yürümeye devam etmem ve pes etmek istemem. Bu kadar kolay vazgeçemezdim. Bana yakışmazdı. Çektiğim acılara yakışmazdı. Yıllar boyu dört duvara bakan yalnızlığıma da, durmadan akan gözyaşlarıma da yakışmazdı.

Kimseye yakışmazdı. Bu kadar yaralanmışken, şimdi o yolu yarılamışken durmak, ve geri dönerek her şeye sırt çevirmek, kimseye yakışmazdı.

Ellerimi beton yüzeyden çekerek nemlenen gözlerimi sildim hızla. Bir dahaki gözyaşları, mutluluktan akacaktı gözlerimden. Bunun sözünü verdim kendime. Şimdi, çabalamanın vaktiydi.

Beni her şeye rağmen unutmayan Algan'ın, ne kadar nefret ederse etsin zarar vermeye gönlü bir türlü ikna olmayan abimin farkında olmasalar da benim için, bana duydukları sevgi için gösterdikleri çabayı; aynı şekilde göstermenin vaktiydi.

Oturduğum yüksek beton duvardan atlayarak yere sağlam şekilde bastığımda, ellerimi birbirine vurarak tozdan arındırırken, duyduğum kapı sesiyle bakışlarımı hızla arkama doğru çevirdim. Benim tüm gücümü kullanarak, bedenimi yaslayıp ittirdiğim kapıyı tek eliyle açan kişinin yüzünü görebilmek adına tamamen o tarafa doğru döndüm. Aralanan kapıdan içeri girerek bahçeye adımlayanın, Algan olduğunu görür görmez bedenimden hafif bir sarsıntı geçip gitti.

Az önce sakinleşen kalbim şimdi yeniden şiddetle göğsüme vurmaya başlarken, gözlerimiz kesişti karanlığın altında. Ne yapacağımı bilemediğimden öylece ona bakakaldığımda, şaşkınlığımı anlamış olacak ki bir elini ensesine atarak tamamen dışarı çıktı ve kapıyı kapatarak yanıma gelmeden durdu.

"Merhaba."

Hafifçe başımı eğip kaldırdığımda, titrememesi için uğraştığım sesimle kısık bir tonda çıktı kelimeler dudaklarım arasından. "Merhaba. Bir şey mi oldu?"

"Evet." Kaşları çatıldığında gözlerini kapatıp açtı. "Hayır. Yani bir sorun yok. Aslında şimdilik yok."

Derin bir soluk vererek sessizleştiğinde, kafasının karışık olduğunu anlayabilmiştim. Dudaklarımı yoklayan tebessüm sonunda kendine ufak bir yer bulduğunda, daha dün dudakları dudaklarıma değen adamın, şimdi karşımda benimle konuşabilmek için bu kadar kıvranması, bir sıcaklık yaydı kalbime.

Gözlerimle elini işaret ederek, onu bu tereddütlü ve karmaşık halinden kurtarabilmek adına konuyu dağıtan ben oldum. "Eliniz... Daha iyi mi? Kahve fazla sıcaktı."

Onunda gözleri, sanki yeni hatırlamış gibi, eline düştüğünde başını iki yana salladı ağırca. "Önemli bir şey yok. Hissetmedim bile." Mırıldanarak söyledikleri üzerine yeniden sessiz kaldığımızda, kaşlarımı kaldırarak yüzüne beklentiyle baktım. Buraya gelme amacını biliyor olmama rağmen, bilmiyormuş gibi davranmam gerektiğinin bilincindeydim.

Ona onunla ilgili bildiğim hiçbir şeyi, ağzımdan kaçırarak söylememem gerekiyordu. Bunun farkındaydım en azından.

"Ben..." Konuşurken, yeniden durdu. Bu defa, nasıl bir tanışma şeklimiz olacağını merakla bekliyordum açıkçası.

İkinci tanışmamız hiç hoş olmamıştı çünkü karşıma çıkma şekli, akıl sağlığımı yitirmeme neden olacaktı neredeyse. Ona beslediğim duygu, nefretten başka bir şey değildi o zaman.

Ancak şimdi, her şey bambaşkaydı. Bizim için sanki farklı evrenler vardı, ve biz devamlı farklı bir zamanda, farklı bir şekilde de olsa bir araya gelmeyi başarıyorduk. Tuhaftı. Yorucuydu. Ancak her şeye rağmen, yine de eninde sonunda onu bulacak olmam, bunca kötülüğün içinde ki tek güzel şeydi.

"Ben aslında buraya-" Konuşmasını bölen, aniden açılan kapı oldu.

Kapıyı açan Hakan'ı gördüğümde, kalp atışlarım heyecandan değil endişemden dolayı hızlandı bu defa. Benden aldığı bakışları Algan'ı görür görmez değiştiğinde, kaşları ağırca çatıldı. Soluğumu tutmuş şekilde, ona bakarken konuşmasına müsaade etmeden hızlı bir şekilde konuşarak anlamsız sessizliği dağıtan ben oldum.

"Ben de tam şimdi geliyordum, molam bitti." Aceleyle kapıya adımlarken, gerimde kalan Algan'a kısa bir bakış atarak hafifçe gülümsedim.

"İyi akşamlar." Bir cevap beklemeden koluna girdiğim Hakan'ı kendimle beraber çekiştirerek merdivenlere yönlendirdiğimde, Hakan'ın anlamsız bakışları bir benim yüzüme birde gerisinde ki açık kapıya, Algan'ı bıraktığımız yere değdi.

"Geçen gün benim evime gelen arkadaşın değil miydi o? Hani benimle de konuşan, Algan?" Hakan'ın soruları üzerine hızla başımı salladım.

"Evet, oydu. Geçerken bir uğramak istemiş buraya da." Merdivenlerden yukarı çıktığımızda, restoranın kalabalık uğultusu anında kulaklarıma doldu.

"E ne diye adamı arkanda bıraktın aceleyle? Ayıp olmadı mı?" Haklı sözlerini, reddetmekten başka çarem yoktu.

"Yok, zaten konuşmuştuk biz. O bir hava almak isteyince, bende yalnız bırakayım dedim." Açıklamamla, omzunu kaldırıp indirdi yalnızca. Daha fazla sorgulamamış olması işime gelmişti.

Ucuz atlattığım durumu, bu şekilde devamlı olarak nasıl idare edeceğimi bende bilmiyordum. Daha fazla dikkatli olmam gerektiğini de bu şekilde öğrenmiştim artık. Resul Amca'nın Hakan'a seslenmesi üzerine, homurdanarak uzaklaşan Hakan'dan sonra bende önlüğümü geri giydim. Yaka kartlığımı da takarak yeniden işime döndüğümde, aynı koşturmacanın içine girmiştim.

Bugün mesaiye kalacağımdan dolayı neredeyse saat dokuzda çıkmam gerekiyordu. Buradan da neredeyse yarım saatte eve gittiğimi varsayarsam eğer, evimdeki tuvaleti geçit olarak kullanacak olan Atenalara yetişebilirdim. Yanaklarımı havayla şişirerek doldurduğumda, biriken havayı sertçe geri üfledim. Bugün bulduklarımı onlara anlatarak yardımlarını isteyecektim. Beraber çalışırsak eğer daha çabuk bir sonuca ulaşabilirdik ancak hepsinin dikkat çekmeden nasıl ortadan kaybolup da evime gelecekleri, ayrı bir konuydu.

Geçen saatlerin ardından sonunda biten işimle, üzerimdeki önlüğü ve kartlığı bırakarak montumu giydim. Saçlarıma geçirdiğim hardal rengi beremle ve boynuma astığım postacı çantamla hazır olduğumda odadan çıkarak, merdivenleri tırmandım. Neyse ki Alganlar, birbirlerinden birkaç dakika arayla masadan kalkarak gitmişlerdi çalıştığım süre zarfında. Ancak fark ettiğim bir detay vardı ki, o da Algan'ın asılan yüzüydü. Her zamanki soğukluğundan öte, bir somurtma ifadesi yerleşmişti sanki yüzüne. O an, bunu umursamamış gibi davranmaya çalışsam da, içime dert olmuştu. Masaya hesabı götürdüğümde, bir defa bile yüzüme bakmamış olması canımı sıkmıştı.

Üst kata ulaştığımda, çıkışımı bildirerek benden sonra çıkacak olan Hakan'a da gideceğimi haber verdiğimde, bütün ısrarlarına rağmen evime kadar bırakmasını reddettim. Bir kez daha zor durumda kalmayı göze alamazdım. Aynı zamanda evime kadar yürürken de, düşünmem gereken konular vardı. Zihnimde eksik kalan yerleri doldurmalıydım bir an önce.

Restorandan çıkarak kalabalık sokağa adımladığımda, ellerimi montumun ceplerine yerleştirerek ağır adımlarla ilerlemeye başladım. Yarın hafta sonu olduğundan olsa gerek, ortalık fazla canlıydı. kırmızı ışığın yanmasıyla caddeden karşıya geçtim diğer insanlarla beraber. Bu sırada da, hâlâ fazlasıyla dalgındım. Bir çıkış yolu bulmam gerekiyordu fakat vakit de önemliydi. Zaman devamlı akıp gidiyorken, edindiğim ipuçlarını en hızlı şekilde birleştirerek bir mantık haritası oluşturmalıydım.

Çünkü yakın zamanda Zada, düşmanım olarak yeniden karşıma çıkacaktı ve Algan'la bir kez daha benim yüzümden karşı karşıya düşeceklerdi. Bu durumda da iş bir kez daha meclise varacaktı. Sıkıntılı bir şekilde insanların arasından ilerlemeye devam ederken, aniden omzuma çarpılmasıyla geriye doğru sendeleyerek zorlukla durdum. Yaşadığım bu ani sarsıntıyla ne olduğunu anlamak adına yere eğdiğim başımı hızla kaldırdığımda, göz göze geldiğim kişi yutkunmama neden oldu.

Bari her şey bu kadar hızlı olmasaydı...

Hepsi anlaşmış gibi bugün çıkıyordu karşıma.

Tanıdık mavi gözlerle kesişen gözlerim, endişeyle kuşandığında sert bakışlarındaki nefret aktı gözlerimden kalbime doğru. Ve yeniden sızlattı oradaki derin yarayı. Zada... Aynı nefretle, bir kez daha dikilmişti karşıma.

"Kusura bakmayın." Normal şartlarda, neden bu kadar sinirli ve kaba biri olduğunu düşünecek, içimden eve gidene kadar saydıracaktım. Ancak şimdi, tüm gerçeklerin ağırlığını omuzlarımda taşıyarak onunla yüz yüze gelmek, zordu.

"Önemli değil." Mırıldanarak, umursamadan yanından geçip gideceğim sırada önüme doğru bir adım atarak yolumu kesti.

"En azından hatamı telafi etseydim." Başıyla gerisini işaret ederek bir kafeyi gösterdi. "Bir kahve ısmarlayarak mesela..."

Yok daha neler!

Burnumdan sert bir nefes bıraktığımda, baygın bakışlarla bakmamak için zor tuttum kendimi. "Sağ olun beyefendi. Erkek arkadaşım az önce ısmarladı zaten, gerek yok. İyi akşamlar."

Daha fazla konuşma gereği duymadan ve buna tahammül edemeyerek hızlı ancak sert adımlarla uzaklaştım yanında. Karşıma askerleriyle dikilse, bu kadar sinirlenmezdim. Ne saçma sapan bir yaklaşma şekliydi bu?! Onu sarsarak, kardeşine kuracak başka tuzak mı bulamadın geri zekalı?! diye yüzüne bağırmak istesem de, geriye dönüp bunu yapmamak adına kendimi tuttum.

Bu işi çözene kadar, rahat yoktu anlaşılan. Bir Algan bir Zada, devamlı bir yerlerden karşıma çıkacak hatta Zada zarar vermek için beni koruyan Algan'ın en ufak açığını arayacaktı.

Bu zaman boyuncaysa, tek gereken şey sabırdı. Bir çaresini bulana kadar, sabretmekten ve denemekten başka şansım yoktu. İkisini de dengede tutmalı, olabildiğinde bir savaş çıkmasını engellemeye çalışmalıydım. Bunun içinse işe ilk önce, Rigel ve Vega şehrinin askerleri arasında Zada ve Algan'dan habersiz, bir anlaşma sağlayarak başlamalıydım. İki tarafın askerleri, kendi aralarında bir denge sağlayabilirse eğer, durumu en az hasarlı şekilde atlatabilirdik.

Ancak bir problem daha vardı ki, o da şüphesiz bu soruna sebep olabilecekler listesinin en başında yer ediniyordu kendine. Algan'ın annesi, Atalante ve Algan'ın arkadaşı olarak gördüğü ancak anlamsız bir şekilde bana nefret besleyen, uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen Adrogos...

Bunca problemin başını çekenler arasında olmaları kaçınılmazdı elbette. Vega şehrinin, yani Algan tarafından aklıma gelen bu iki isimdi. Onun dışındaysa birde Rigel şehri vardı. Yani Zada'nın tarafı. O kısım biraz daha tereddütlü ve soru işaretleriyle yaklaştığım kısımdı.

Bir sorun teşkil edip etmediklerini henüz bilmesem de, şüpheliler listem de Zada'nın nişanlısı Lila ve onun ailesi de yer alıyordu. Bana duydukları nefret göz ardı edilemeyecek bir gerçekti. Ve ben, en ufak bir ihtimali bile bu defa atlamayacak, en ince detayına kadar elimdeki her durumu inceleyecektim.

Bunu da, Atalante ve Lila'dan başlayarak yapacaktım. 

-----------------------

Yeni bölümde görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın. 💜

Sosyal medya hesapları;

Instagram/Twitter; rrebiyy

Continue Reading

You'll Also Like

39.3K 2.8K 29
TEXTİNG ASKER KURGUSU
18.1K 1.5K 13
Felix zorbalarından kaçarken yolunu kaybetmiş ve bilmediği bir mahalleye gelmişti.Lâkin bütün evler o kadar eskiydi ki, bir ev dışında.Tek şansı o e...
9.2K 373 17
Orta boylu, elâ gözlü saçlarına ak düşmüş, oldukça yakışıklı ve güzel ince ruhlu bir Peygamber...Şanlıurfa onun adıyla anılır oldu. Kurân onunla ilgi...
14.4K 777 19
Son senesinde bir koleje burs kazanan İzem ile okulun sıkıntılı öğrencisi Deniz' in sorunlu ilişkisi