ZAMANSIZ SEVGİ

By Derunimeyus

779K 29K 7.9K

"Tüm gökyüzünü gözlerine taşımışsın. O maviliği bazen kara bulutlar örtmüş, bazen sağanak almış; hiç utanmada... More

Tanıtım
GİRİŞ
1.KÂBUS
2.İLLÜZYON
3.KARA DELİK
4.UMUTSUZLUĞUN ÇATLAKLARINDAN FİLİZLENEN UMUT
5.ZAMANIN ÇATLAYAN BEL KEMİĞİ
6.ÖZGÜRLÜĞÜN ESİRİ
7. DÜŞEN MASKELER
8.MAĞLUBİYETTEN DOĞAN GALİBİYET
9.YALAN TEMELLERE İNŞA EDİLMİŞ ÇÜRÜK BİR HAYAT
10.KARANLIĞA ESİR EDEN YILDIZLAR
11. SARSICI İDDİA
12.AYRILAN YOLLAR
13. AYNI KAN
14.GEÇMİŞİN YANGINI GELECEĞİ TUTUŞTURUR
15.YARALAYAN OLMAK
17.NEFRETLE SAVAŞAN SEVGİNİN GETİRDİĞİ YIKIM
18.ALTANAVLA, BAŞLANGIÇ VE SON
19.ACIYI KUCAKLAYAN GÖĞE İTİRAF
20.SEÇİLMİŞ
21. BİLİNMEDEN YAPILAN TERCİH
22.ZAMANIN KALBİ
23.KURŞUN
24. İMKANSIZLIKTAN İMKANA
25.AŞKIN ÖNÜNDEKİ GURUR
26. KATİL
27.GÜÇ
28.BİLİNMEZLER ALEMİ
29. ASRAL
30.İHANETİN SIZISI
31.GEÇMİŞİN İZİ;BUGÜN
32.İKİ YÜZLÜLÜĞÜN ACISI
33.GELECEĞİN GÖBEK BAĞI GEÇMİŞ
34.AZRAİLİN KESKİN SOLUĞU
35.YILLARIN GÜNAHI
36.ANNE SÖZÜ
37.SON ŞANS,GÖK'ÜN AFFI
38.GÜÇ BİRLİĞİ, SON SAVAŞ
39. GERÇEKLEŞEN HAYALLER
40. NEFRETİN KIRILMA NOKTASI
41.İLK UYANIŞ-SORGULAMA

16.GEÇMİŞE YOLCULUK

12.3K 646 113
By Derunimeyus

            OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUM, KEYİFLİ OKUMALAR!

Zamanın ötesinde bir yer vardı. Saatlerin uğramadığı, dakikaların geçmediği, saniyelerin uğramaktan korktuğu bir yer... Tam oradaydım şimdi. Arafta. Cehennem ve cennet arasındaki, o boşlukta.

Gerimde duran bedenlerin bakışlarındaki anlamlar, her birinde farklı duyguyu simgelerken, gözlerim en son birinde takılı kaldı.

Algan.

Geçmişte tanıdığım ama onun inkar ettiği adam. Geçmişimi geleceğe taşıyan adam.

Bakışlarındaki sertliğin içinde açıkça kendini belli eden öfke, direkt beni hedefine koyuyordu. Neden burada olduğumu tüm siniriyle sorgulayan gözlerinden dalga dalga geçen tek duygu, öfkeydi. Ondan aldığım bakışlarımı yeniden önüme çevirdiğimde, başka bir öfkeli gözün hedefinde kaldım.

Zada.

Kardeş olduğumuzu dile getiren adam. Geçmişimi yakıp kül ettiği yetmemiş gibi, şimdi de geleceğime ellerini uzatmaya çalışan adam. Abim.

Boğazıma dizilen gerçekler, bir yumru gibi orada oturmaya devam ederken, derin bir soluk verdim.

"Kanıtla." Tek bir kelime çıktı dudaklarımdan. Ancak tek bir sözün taşıdığı önem benim için çok fazlaydı şimdi.

Başını yana doğru eğen Zada'nın gözlerinden geçen hafif alayı gördüm. Anladım. Fakat takılmadım buna. Çünkü şimdi duygulardan daha önemli şeyler vardı. İhtiyacım olan gerçeklerdi...

"Bana tüm bu anlattıklarını şimdi, burada kanıtla." Kelimelerime çöken sakinlik, onun da sinirini azaltırken derin bir soluk verdi ve gözlerini benden ağırca uzaklaştırdı.

"Ayperi!" Seslenişi üzerine birkaç saniyenin ardından hemen arkasında bir ışık belirdi ilk önce. Hemen sonrasında o ışığın meydana getirdiği, askeri üniformaları içinde, bir kadın anında ellerini arkasında birleştirerek Zada'nın karşısında dik duruşuyla emrini bekler gibi dikkat kesildi.

"Tesisin arşivlerinden, Ülgen Ertekin'e ait 2006 yılında kayda geçen sesli bildirgeyi bul ve hemen getir."

Emri üzerine ortadan anında kaybolan kadının ardından derin bir sessizlik olurken, gerimde duyduğum adım seslerinin sahibini, önüme geçerek Zada'nın karşısına dikildiğinde görebildim.

"Öyle bir saçmalık yapmayacaksın." Algan'ın net çıkan sesi, Zada'nın bir duvara bakar gibi boş bakışlarında herhangi bir yankı uyandırmadı.

Tıpkı bende de uyandırmadığı gibi... Babamın ismi onun dudaklarından can düşmanı gibi çıkarken, onun aksine bu isim kalbimin atışlarını şiddetlendirmiş, üzerime kürek kürek atılan ölü toprağında bir filizlenmeye neden olmuştu. Umuttu bu. Umut...

Neyden bahsettiğini tam olarak anlamasam da, zihnime kancasını geçiren tek bir gerçek vardı idrak edebildiğim. O da babamın yıllar önce kaydetmiş olma ihtimalinin olduğu sesiydi. 2006 demişti. O zamanlar henüz beş yaşlarında olmalıydım. Terleyen avuç içlerimle ellerimi sıkıca yumruk yaptım güçlü durabilmek adına. Babamın sesini duyabilme düşüncesi tüm bedenimi karıncalandırırken, sertçe yutkundum. Tüm duygularımı şimdi en üst seviyede yaşamak, zihnime bir sis çökmesine neden olmuştu. Buna hazır olup olmadığımı idrak edemezken, Algan'ın bana doğru dönerek konuşmasıyla odağımı ona vermem ancak bir kaç saniyemi aldı. Toparlayamıyordum kendimi.

"Gidiyoruz buradan hemen. Bu kadar saçmalık yeter." Keskin sesi, henüz yeni bilenmiş bir bıçak gibi ilk çiziklerini gözlerime atarken, aralanan dudaklarım araya giren Zada'yla geri kapandı suskunluk içinde.

"Madem buraya elinizi kolunuzu sallayarak geldiniz, bunun elbette bir bedeli olacak. O bildirgeyi dinlemeden hiçbir yere gidemezsiniz, ben müsaade etmediğim sürece zaman yolculuğu için cihazlarınızın ayarı sapacak." Masanın baş köşesinde yer alan sandalyesine rahatlıkla oturduğunda Algan'dan aldığı gözleri kısa bir an beni buldu barındırdığı nefret ve kinle. Ancak hemen ardından tahammül edemiyormuş gibi bu kısa bakışlarını da benden çekti.

"Hera her şeyden emin olacak ve en ufak şüphesi bile kalmayacak. Ancak o zaman buradan çıkabilirsiniz. Ancak o zaman gitmenize izin veririm. Çünkü bu sikik muhabbet artık canımı sıkmaya başladı benim anladınız mı?"

Gözleri gerimde duran diğerlerini bulurken, hepsinin üzerinde gezindi ağırca. Ve kelimeler bulandıklari zehirle, gizledikleri iğneleri batırmak istercesine döküldü dudaklarından. "3000 yılına gelmesine sebep olduysanız, sahip çıkmayı da becerin, bu kadar adamsınız. Bir dahakine benim ve ailemin huzurunu kaçıracak en ufak hareketinde bu kadar misafirperver olmam haberiniz olsun."

Sözleri biter bitmez, adımları ona yönelen Algan'ın parmakları hızla yakasını kavradı olduğu yerde sakinlikle oturan Zada'yı ani bir kuvvetle ayağa kaldırdığı gibi sırtını masaya sertçe yapıştırdığında, gözlerinden çıkan alevlerde yakmak ister gibi bakması içime bir korku saldı tam o an. Ancak Zada için değildi bu endişe ve korkum. Şimdi başka bir tesiste benim yüzümden, yasal olmayan bir şekilde bulunan Algan içindi.

Onlara doğru adımlayacağım an, kolumdan tutarak geri çeken Ares'e değdi çaresizliğime ayna tutan bakışlarım.

"Bırak ne yaparsa yapsın, bunu çoktan hak etti."

"Senin de, tüm ailenin de amına koyayım ben! Hepiniz belasınız lan benim başıma! Hera'nın senin gibi lanetli bir soyla işi olmaz, olsa da ben izin vermem zaten duydun mu?!" Sinirden gözü dönen Algan'ın çileden çıkmış sesiyle bakışlarım onları bulduğunda, az önce kafesinde duramadan heyecanla kanat çırpan kalbim şimdi yoğun bir kaygıyla atıyordu.

Sözleri yine bir bilinmezi beraberinde getirirken, yutkunarak sessizce izledim ikisini de. Sırtı masaya yaslı duran Zada'nın yüzünde alaylı bir tebessüm oluştu bu defa.

"İster kabul et, ister etme... Az önce ettiğin küfre, aynı kanı taşıdığım sevgili kardeşim de dahil oluyor. Sahiden kınıyorum seni şuan."

Sözleri midemi bulandırmaktan öteye gitmezken, benim umursamazlığımın aksine Algan'ın öfkesi bu imayla daha da harlandı. Şimdi alevlenen siniri, her yeri küle çevirecek bir yangın başlatmıştı. O ilk ateşlerinde yakmaya hazır olduğu kişiyse Zada'dan başkası değildi.

"Seni öldürürüm Zada. Beni sakın sınama. Sakın yapma bunu... Yemin ederim, sınırdayım duydun mu? O çizgiyi geçersen, daha önce hiçbir yılda eşi benzeri görülmemiş bir savaş başlatır, tüm ülkeyi seninle beraber o sikik soyunun kanına boyarım. Sakın beni zorlama."

Tehditkar sesi yapacaklarının garantisini verir gibi temin edercesine çıktığında, daha fazla olduğum yerde duramadan yanına adımladım sakin ancak çekingen şekilde. Onu bu sinirinden alıkoymam lazımdı, aksi halde daha da kontrolden çıkacaktı damarına basmaktan geri durmayan Zada yüzünden.

"Algan, yeter bu kadar tamam. Tamam hadi gidelim, lütfen." Kısık çıkan sesimdeki istek, onun dikkatini çekmek için yeterli olacak ki, elleri Zada'nın yakasını sertçe bıraktı.

Ondan aldığı bakışları bu defa beni bulduğunda, anlamıştım ki o öfkeden payıma düşeni çok ağır şekilde alacaktım. Soluğum bunun düşüncesiyle bile kısa bir an boğazıma dizilirken, kendimi sakin tutmak adına zorladım. Bunu yapmak benim için en zor anlardan biriydi tam şimdi. Zada hiçbir şey olmamış gibi doğrularak üzerini düzeltirken, yanıma doğru bastığı yere öfkesini yayarak gelen Algan'la eş zamanlı olarak az önceki asker yeniden belirdi.

Bu defa elindeki göz alıcı parlaklığındaki ufak, mor cam taşla dönmüştü. Gözleri anında sıradaki emri bekler vaziyette yine Zada'ya döndüğünde, Zada başını onaylar şekilde kaldırıp indirdi.

Yüzümün her bir kıvrımına yerleşen acı, hüzün ve çokça pişmanlık kendini belli ediyordu en hat safhada şimdi. Kendimle verdiğim savaşın son darbeleri yine bana yıkımı getirmişti. Hızlanan adımları yanıma ulaşan Algan'ın parmakları bileğime dolanarak bedenimi hiç yüzüme bile bakmadan kendi ardından ilerleteceği sırada, sessiz odada yankılanan kalın, gür ancak bir o kadar da naif çıkan bir ses çalındı kulağıma.

Adımlarım durdu.

Soluklarım yavaşladı.

Kalbimin atışları şiddetlendi, vurdu göğsüme bir an bile acımadan.

Benim için hayat durdu. Zaman önemini yitirdi. Etrafımda ne var, ne yoksa her şey bir bir silindi gözümün önünden. Şimdi hayat bulan bu sesin, babamın sesi olduğunu idrak etmek zorladı zihnimin tüm sınırlarını ve önündeki tüm engelleri paramparça edip bambaşka yerlere savurdu kalan harabeleri.

Sert bir yutkunuş geçti acıyan boğazımdan. Eğdiğim başımla gözlerim bu sesi beynimin her bir kıvrımına unutmamak üzere kazırken, ruhumun bağırışları kulaklarımı tırmaladı.

"Ben Ülgen Ertekin. Tarih Ocak'ın on dördü, yıl 2006. Yeryüzüne yılın ilk karı düştü." Hafif bir gülüş can buldu sesinde.

Gözlerimin önüne çocukluğumdan kalan silik görüntüsü geldiğinde, cam gibi parlayan koyu mavi gözlerinin gülüşüyle kısıldığını hayal eder gibi oldum bir an. Belki de benim yanılsamamdı sadece. Bilmiyordum.

"Hera çok fazla heyecanlı." İsmimi, on dört yıl sonra ilk defa duyuşumdu babamdan.

Bunun farkındalığıyla, aramıza giren yılları bu kadar somut ilk defa net hissetmiştim. Bir kez daha kanadı tüm yaralarım. Yine yandı canım ama buna değerdi.

Dişlerimi sıkıca birbirine bastırdığımda, gözlerim aralandı ağır ağır bir uykudan uyanmanın vaktinin geldiğini anımsatmak ister gibi.

Kendini kandırma der gibi.

Kanlı parmaklarını kulaklarıma kapamak isteyen elimi yakaladı ruhum sertçe, bir bir kırdı kemiklerini gözlerindeki acımasız ve haz alır bir zevkle. Kendini bir yalana kaptırmış giden zihnimin her bir kıvrımı sancıyla daha da kıvrandı.

Kimi, neye inandırmaya çalışıyordum oysaki ben?

Düşüncelerime büyük bir balta hızla bıçağını indirerek, yalanlarını kökünden söküp attığında gerçeklerle baş başa kaldım.

Bu, bir kış vakti, ayazın ortasında evsiz yurtsuz kalmak gibiydi.

Hissettiğim şimdi tam olarak buydu.

Ben evimi kaybedeli çok oluyordu.

O yüzden açtım gözlerimi daha fazla uyutamadığım kendimle, kandıramadığım benliğimle. Eğdiğim başımı kaldırarak arkamda bana gözlerini haklılıkla dikmiş, şimdi ne yapacağımı üstün bir zevkle, tatminkar bir duyguyla bekleyen Zada'ya baktım. Baktım sadece.

Arkada konuşmaya devam etti babamın sesi.

Hayır, bu kendimi kandırmaktı. İnandırmaya çalışmaktı.

Yalandı.

Çünkü ben babamın sesini hatırlamıyorum.

Unutmuştum.

Yıllar onun sesini bile çok görmüştü bana. Ne bir fotoğraf ne bir video ne bir ses kaydı... Bu aileden geriye kalan koca bir enkaz vardı yalnızca, o da bendim.

"Fazla vaktim yok o yüzden kısa keseceğim." Sesi şimdi daha sıkıntılı daha karamsardı. Az önce güneşi başına toplarken, şimdi kara bulutlar vardı her yerde.

"Ailem tehlikede. Özellikle Hera. O daha çok küçük... Sanırım yolunda gitmeyen bir şeyler var. Ve bu Ertekinlerin yok oluşuyla alakalı. Bu bizim sonumuz..."

Bir suskunluk peydah oldu. Gözyaşlarım bile geri kaçıyorlardı benden, bu andan. 

"Tek bir isteğim var sizden. En azından yıllardır ülkeme fayda sağlamış bir adam olarak, bunu bana çok görmeyin. Eğer bize bir şey olursa, geride kalanların korunmasını istiyorum. Bu bildiri bana bir şey olduğu zaman ortaya çıkacak. Vega tesisinin acil durum odasında beklemede, gerektiği an arşivlerden çıkarak yetkililere ulaşacak."

Yeniden bir sessizlik olduğunda dinlemeye, bu sesi duymaya daha fazla gücü kalmayan bedenimden derin bir sarsıntı geçip gitti. Olduğum yerde duruyordum sağlam adımlarımla oysaki.

"Hera... Eğer bu ses kaydını dinliyorsan, muhtemelen..." Kelimeler dudaklarından zorlukla dökülüyor gibiydi. Her birinde ayrı bir acı, ayrı bir çaresizlik vardı.

"Muhtemelen biz hayatta değiliz güzel kızım." Bir kez daha yutkundum sertçe. Ne boğazımdaki düğüm gitti olduğu yerden ne de ruhum adak sundu kendini bu anın yüceliği karşısında.

Güzel kızım...

On dört yıl geçmişti aradan, onların üzerinden... Her şeyin bende bitişinden.... Tam koca on dört yıl.

"Sen çok güçlü bir kızsın Hera. Biliyorum ben. Babalar bilir. Benim kızım, kendi ayakları üzerinde durur. Biliyorum... Bunu çok iyi biliyorum ama seninle ne kadar vakit geçirdik, ne kadar anıyı birlikte paylaşabildik bilmiyorum. Bilmiyorum kızım... Sana iyi bir anne baba olabildik mi? Bize kızıyor musun mesela niye yanında değiliz diye? Eğer kızıyorsan haklısın... Aile dediğin gerisinde kimseyi bırakmamalı."

Gözlerimiz Zaday'la kesişti tam o an. Bakışlarındaki uçurum, insanı yaka paça oradan atacak cinstendi. Sarsılmaz duruşuyla oturduğu sandalyeden öylece bana bakıyordu.

Bakışlarında, inceden bir alay hakim geldi babamın söz sözleriyle.

"Bizi unutmayacağını çok iyi biliyorum."

Ama unuttum baba.

Şimdi konuşan bu adamın sesi, yabancıydı kulaklarıma. Tanınmayan birinden farksızdı. Kimdi bu yabancı? Benim babam mı? Bilmiyordum...

"Olurda kendini kaybetmiş hissedersen, nereye bakacağını biliyorsun."

Gökyüzüne. Evet... Ama artık bakmayacağım. Çünkü bu kayboluşum bu defa bulunacak gibi değildi. Çünkü bu sesin sözlerinin arkasına baktığımda, gördüğüm tek şey peşi sıra söylenmiş yalanlardı.

Duygulanmadım. Üzülmedim. Kalbe dokunan hiçbir şey hissedemedim. Çünkü içimde hepsinden daha baskın gelen yakıcı bir öfke vardı.

Neden kimseyi geride bırakmamaktan söz ederken, şimdi gözleri bana suçlayıcı bir nefretle bakan bu adamı gerilerinde bırakmışlardı?

Şimdi tüm bunların nasılını, niyesini bir kenara bıraktığımda, benimle beraber kalanlar yalnızca saf gerçeklerdi. Saf acıydı. Aynı kanı taşıdığım bir adam vardı ailemin geride bıraktığı. Bana kin besleyen, tüm bunlardan beni sorumlu tutan haklı bir öfkeyle yanıp tutuşan, içindeki kini ölümle dindirebilecek bir adam... Sessizlik boynumun borcuymuş gibi başımı önüme eğdi.

Şimdi bana üstün bir haklılıkla bakan Zada, bilseydi babamın sesini bile tanımadığımı, içindeki hırsın alevi biraz olsun diner miydi?

Bana güzel kızım deyişi bile yabancıydı. Uzaktı. Nasıldı ki benim babamın sesi? Hatırlamıyordum.

Sessizlik şimdi her yerdeydi. Sonuna gelinen kayıtla, herkesin bakışlarının hedefinde hissettim kendimi ancak buna rağmen dönüp de kimseye bakmadım. Bunu yapmaya gücüm yoktu.

"Umarım sorularının cevabını almışsındır artık." Zada'nın boğuk sesi, onun da altında kaldığı yükleri açığa vuruyordu şimdi.

Dişlerimi birbirine bastırarak eğdiğim başımı kaldırdığımda, bir benzerim olan gözlerle kesişti bakışlarım.

"Bir şey söylemeyecek misin?" Tek kaşı havalandığında, belirgin bir alayla gizledi acısını.

"Canın mı yandı yoksa?" Sözlerinin ardından dudakları iki yana kıvrıldı.

"Merak etme alışırsın. Biraz da senin canın yansın." Son cümlesindeki nefreti çekinmeden batırdı her bir yanıma.

"Gözünü öyle bir nefret bürümüş ki, asıl olayın farkında bile değilsin. Cezalandırman gerekenleri yanında tutup, yıllardır hiçbir şeyden haberi olmayan kardeşini suçluyorsun. Sıyrıl artık şu öfkenden, kininden Zada! Kendine gel artık! Anlamıyor musun hâlâ bazı şeyleri?"

Aniden salonda yankılanan gür ses, onun yüzüne söylenirken herkesin bakışları sesin sahibine döndü. Bu sözler belki de burada en beklemediğim kişinin ağzından büyük bir öfke ve sitemle döküldü. Romos gözlerini kuşatan bin bir çözülmez duyguyla, sandalyesinde oturmaya devam eden Zada'ya bakıyordu.

Zada'nın kaşları ağırca çatıldığında, kısılan bakışları ona çevrildi sorgularcasına. Romos'tan böyle bir atak beklemediğini belli eden ifadesi, alabora olmuştu.

"Ben anlamam gereken şeyleri çok iyi anladım. Ayrıca üstünle konuşuyorsun, sözlerini daha dikkatli kullan."

Tehditvari sesi uyarıcı şekilde çıkarken, Romos onaylamaz şekilde başını iki yana salladı. Gözlerim Algan'ı bulduğunda, onunda anlamsız bakışlarının, hem emri altındaki askeri hem de dostu olan Romos'ta tutarak ne yapmaya çalıştığını çözmek için uğraştığını gördüm.

"Buna sebep olanlardan sorman gereken hesabı, yedi yaşında evi başına yıkılan birinden soramazsın. Seni ailenden eden o değil. Sizi ayıran, bunca karmaşaya neden olan Hera değil anlamıyor musun? İkinizin de yılları gitti Zada... Yıllarınız gitti lan sizin, dile kolay kaç yıl... Sen her gün onun öfkesiyle büyürken, o da tamamen senden habersiz büyüdü. Ailesini kaybeden sadece sen değilsin, o da kaybetti. Acı çekende sadece sen değilsin... Amacın acı yarıştırmaksa eğer, yapma bunu. Acını yut Zada anladın mı?"

Duraksadığında, bakışlarımı yere çevirdim yavaşça.

"Yut çünkü bu ikinizi de daha çok yaralamaktan başka hiçbir şey yapmayacak."

Aniden elini masaya vurup ayaklanan Zada, kontrolden çıkan sesi ve hareketleriyle tahammülsüze yükseltti sesini. "Benim derdim bu saatten sonra sadece yaralamak! Ben istenmememin sebebini her zaman kendime bağladım! Suçu aylarca, yıllarca kendimde aradım. Neden geride bırakılan olduğumu düşündüm, kendimi yedim bitirdim lan ben! Buraya gelene kadar, bu konuma gelene kadar ömrüm çürüdü benim. Onlar kaçıp giderken geride bıraktıkları izler de benim üzerime yapışıp kaldı. Ben, o lekeleri kendimden temizlemek için tüm yaşlarımı bir bir verdim."

Başını iki yana salladı ağır ağır, kabullenmediğini gösterir gibi. "Ben geride bırakıldığımı daha atlatamazken, birde hiçbir şey olmamış gibi bir çocuk daha dünyaya getirdiklerini öğrendim. Dünyam başıma yıkıldı lan benim! Ben bu saatten sonra tüm bunları ne kabullenirim ne de yutup susarım. Artık sıra bende duydunuz mu? Ben sustum. Ama artık konuşma sırası bende."

"Hatırlamadı." Romos fazlasıyla sakin bir şekilde ona bakarak konuştuğunda, yere diktiğim bakışlarım herkesle beraber ona çevrildi. Romos'un bunu anlayıp anlamadığından emin olamazken, bu sözün tam olarak neye istinaden söylendiğini çözmeye çalıştım cebelleştiğim saniyeler boyunca.

"Ne?" Zada kaşlarını çatmış, onu sorgularken Algan ve diğerlerinde de aynı ifade vardı. 

Kimsenin bir şey anladığı yoktu. Benim dışımda.

"Ben...Hayır-" İtiraz dudaklarıma hapsedildi anında.

"Yalan söylemene gerek yok Hera, ya da inanmış gibi yapmana." Bana dönerek üzerine çöken sakinlikle konuştuğunda, ifadesini bozmadan yine Zada'yı aldı hedefine.

"Şimdi yüzüne bakıyorsun ya hani, kanıtladığını zannederek, ona çektirdiğin bu acıdan zevk duyuyorsun ya... O iş öyle olmuyor Zada. Senin düşündüğünün aksine, hatta buradaki herkesin düşündüğünün aksine, hiçbiriniz bu sesin ona babasının sesi olduğuna inandıramazsınız."

"Romos?" Aramızda az bir mesafe olan Algan büyük bir savaş yaşadığı, muharebe yerine dönen karmaşık bakışlarıyla onu sorgularken, ona dönen dostu başını iki yan salladı ağırca.

"Sen bile Algan... Sen bile inandıramazsın." Geçmişin sayfalarından arta kalan toz, sesine pürüz katmıştı sanki. Yutkundu orada takılı kalan toz zerreciklerini temizlemek ister gibi.

"O kadar zavallısın ki, hırsın o kadar gözünü bürümüş ki, aradan geçen on dört yıla rağmen babasının sesini hâlâ hatırlayabileceğini düşünecek kadar kafayı yemişsin. Ne sanıyorsun sen ailesiz olmayı?" Zada'dan aldığı alevlenen bakışları diğerlerine dönerken, o alevler ilk kıvılcımlarını sıçratmıştı sesine de.

"Sahiden hepiniz ne sanıyorsunuz? Bu kadar basit, bu kadar dile dolanabilecek bir konu mu bu?"

Koca salonu saran sessizlikte, sesi tüm sertliği ve can bulan öfkesiyle yankılanırken, tüm gözler ondaydı. "Sen tam olarak ne bekliyordun Zada söylesene. Sence ailenizi katleden koca bir ordu varken, geriye bir ses kaydı, video hatta fotoğraf parçası bırakacaklarını düşündün mü cidden? Sen söyle, bu tesisi, şehri, o orduyu şimdi yöneten sensin, hepsinin başında olan sen, bunu hiç düşündün mü?"

Zihinleri zelzeleyle şiddetli şekilde sarsan sözleri, bende bir bilinmezin daha cevabını doğurdu. Bu yüzden yıllardır talan ettiğim o evde, bir fotoğraf karesi bile bulamamıştım. Bu yüzdendi bunca yıllık arayışlarımın sonucu hep büyük bir hayal kırıklığıyla kalakalmamın...Yalnızca zihnimde, yedi yaşımdan geriye kalan silik resimleri gözlerimin önündeydi. Babamın mavi gözleri, annemin kocaman, iç ısıtan kahkahalarının sesi...

Geriye kalan bunlardı. Sadece, yırtık eskiyen bir kumaş gibi, paçavra olmuş anılar...

"Hatırlamıyor... Ne yüzlerini ne de seslerini, senin aksine hem de." Cümlesinin bitimiyle, bakışlarım hızla Zada'ya döndüğünde, uzun bir zaman sonra gözleri bana değdi. Ne hissettiğini anlamam mümkün değildi ancak emin olduğum tek şey, tüm bunlar için bana olan nefretinden bir şey eksilmediğiydi.

Zihnimde tek bir soru yankı buldu defalarca ona bakarken.

O, hatırlıyor muydu sahiden?

Karşımda duran Algan, Romos'un sözleriyle bir gerçeğin farkına henüz yeni varıyormuş gibi  mimiklerini yavaş yavaş terk eden siniriyle, allak bullak bir şekilde bana bakarken düştüğü boşluk açıkça okunuyordu yüzünden. Onunda kelimeleri tükenmişti bir yerden sonra.

"O aile üyelerine yapılan katliamın planına Hera'da dahildi o gün Zada. Bugün, buradaysa hâlâ eğer bu çok büyük bir mucize. O zaten ölümle bir defa yüzleşti, en acı şekilde hem de. Şimdi ikinci defa ona bunu hissettiren sensin, ensesinde soluyan azraili bu defa sensin."

En ufak bir duygu kırıntısı barındırmayan soğuk bakışları bende kilitli kalırken, sıktığı çenesi daha da kasıldı. Kendi içinde yaşadığı ikilemin sonucuna saniyeler içinde vardığında, başıyla kapıyı işaret etti. Fazlasıyla umursamazdı. Hissizdi.

"Git. Bir daha da buraya gelme." Sert sesi, nefretin soluğuyla yıkanmıştı. Ancak bunu duymadı kulaklarım.

"Hatırlıyor musun onları?" Git demesini bu defa umursamayan ben olurken, içimde yeşeren umut kırıntısı, tüm gururumu ayaklarım altına alıp paramparça edecek kadar büyüktü. Sesime yansıyan çaresizliğin elimi kolumu bağlayan ipleri daha da yaktı canımı. Sessizlik, tam bir dakikanın sonunda Zada tarafından sona erdi.

"Git Hera." Tekrarladığı cümlesine rağmen, başımı iki yana salladım. Direnen tarafım daha güçlüydü, ucunda ailemden bir iz bulabilecek olmanın umuduyla.

Onları son bir defa, resimde bile olsa görmek için ömrümün geri kalanını verebilirdim kendi ellerimle, bizzat.

"Onlardan kalan bir şey var mı sende? En ufak bir şey..." Boğuk çıkan sesim, boğazıma çöken gri bulutlardandı. Fırtına yakındı.

Sustu. Gözlerimdeki sessiz yakarışları, donuk bakışlarla öylece izlediğinde, içimdeki alevler onun buzlarıyla mücadele edemeyecek gibiydi. Pes etmedim yine de, yılların ateşiyle kavrulmaktan küle dönmüşken şimdi elime geçmek üzere olan böyle bir ihtimali kaybedemezdim.

"Zada lütfen... Bunun hırsla, intikamla alakası yok. Bu kadarını yapma. Bu çok fazla. Böyle bir şeye hislerini karıştırma. Eğer bıraktıkları en ufak bir şey varsa, bana göstermen lazım. Lütfen..." yalvarışlarım fısıltıyla ona ulaştığında, dolan gözlerimde durdu bakışları uzun bir süre daha.

"Evet, var. Eski bir resim..." Sözlerinin devamında, kelimelerinin acımasızlıkla bezeneceğini daha o an anladım. Başını ağırca omzuna doğru eğdiğinde, üstten bakışlarının eziciliği, merhametsizliği karşısında boynunu büktü ruhum bir bir parmaklarıyla kırdığı umut dallarıyla.

"Ama onu sana göstereceğimi düşünüyorsan, bunu aklından geçirme bile. O ihtimali sil Hera. Bil ki o resim eğer senin eline geçtiyse, büyük bir yıkım da beraberinde gelir."

Tehditvari sesi, gözlerinde harabeye dönmüş binaların yıkıntıları... Tüm bu yok oluşunun yanında, yok etme isteği, kuvvetle kana susamış ruhu ve intikam hırsını acımasızca pençeleyen ızdıraplı acımasızlığı...

Başımı iki yana salladım çaresizliğin vücut bulmuş haliyle karşısında durduğum Zada'ya bakarken. "Yapma. Bana bunu yapma. Bu kadarı çok fazla..."

Kaldıramayacağım kadar ağır, beni daha başka bir yola yaka paça sürükleyecek kadar kuvvetliydi bu içimde aralanan yeni bir hissin doğuşu.

"Lütfen..." Son kelimem yalvarırcasına döküldü dudaklarım arasından.

Umurunda bile olmadı. Acımasızlığı tüm gaddarlığıyla hükmünü sürdürmeye devam etti gözlerinde. Orada bana karşı en ufak bir merhametin parıltısını göremeyeceğimi biliyordum, ancak kabullenemiyordum. Kabul etmek çok zordu. Ailemden geriye kalan biri, aynı kanın ikimizde hayat bulduğu, babamın simasını yüzünde taşıyan bu adamın nefreti en ağır yüktü omuzlarıma.

"İstediğin kadar yalvar, istersen öldür kendini. Değil eski bir resmi göstermekten, az önce kulaklarından içeri giren o sesi dahi beyninden silebilmek için her şeyi yapardım. O sesi senden sökerek almak için her şeyi yapardım Hera."

Soğuk bakışlarını benden uzaklaştırdı katlanamadığı bir şeye bakarmış gibi. Görmeye dayanmıyormuş gibi. Tahammülsüzce, nefretle doluydu her bir hareketi bana karşı.

"Kendini daha fazla küçük düşürme karşımda, git. Bir daha da gelme."

"Gelmem." Boğazıma dizilen onca kelimeyi yuttum. Sözlerimin onda bir etkisi yoktu. Bunu anlamıştım.

"Güzel. Şimdi hepiniz gidin."

Sert çıkan sesiyle, ona olumsuz bakışlarıyla bakan Romos olduğu yerden kıpırdamayan Algan'ın hareket etmemesi üzerine yanıma yaklaşarak koluma girdi. Kendi bedenimi hareket ettiremeyecek bir ağırlıktı hâlâ kulaklarımda yankılanan o sözleri.

Yavaş adımlarla yönlendirmesine uyarak kapıya doğru yürümeye başladık. Gözlerim boş bakışlarla zemini izlerken, yanından geçtiğimiz Atena, Ares ve Kain'in bakışlarının bana döndüğünü anladım ancak kimseyle göz göze gelmeye, başka duyguların yazılarını okumaya gücüm kalmamıştı.

Kendi çaresizliğimin yansımasını, onların gözlerinden izleme, gücüm yoktu.

Az önce kendi ayaklarım üzerinde, tek başıma girdiğim bu kapıdan şimdi koluma giren Romos'un desteğiyle çıkıyordum. Kendimden eminliğim, toparladığım ne var ne yoksa hepsi dört bir yana dağılmış, paramparça olmuştu.

Zamandı her şey.

Zamanın bir oyunuydu bu.

Bedenlerin bir yerden yok olarak ileri veya geri, herhangi bir zaman gitmesiyle sınırlı bir durum değildi. Geride kalanların vermeye devam ettiği bir savaş vardı. Düşünceler vardı, ölüm vardı, yaşam vardı... Yok olanlardan kalanları, geride bıraktıkları sırtlanıyordu. Acılar, hüzünler, yarım kalan onlarca şey vardı...

Yüzyıllar önce anne ve babamın yaktığı savaşın ilk kıvılcımları, şimdi alevlerini her bir yana sıçratmıştı.

Küle dönenler vardı.

Ömürlere çalınmış, geçmeyecek kara is lekeleri vardı. Simsiyah, tüm beyazlığı yok eden kötücül bir leke.

İki aynı kanı, şehirleri, ülkeleri, hatta yüzyılları karşı karşıya getirecek bir mirastı kalan ailemizden geriye. Dökülecek kanın kırmızılığına boyanacak bedenlerdi. Savaştı bu. Ölümüne verilecek bir savaş...

Bana ait olanlara el koyma cüretine erişmiş Zada'nın karşısından son çekilişimdi, kelimelerimin son yalvarışlarıydı, bedenimin büründüğü son çaresizlikti.

Sondu. Ancak bazı sonlar yeni başlangıçları da beraberinde getirir, değişimi zorunlu kılardı. Bu bir değişimin habercisiydi.

Çocukluğuma, içimdeki merhamete de, yılların hatırına, güzel kalan her şeye veda edişimin yakınlığını fısıldadı şeytanın kılığına giren kötücül ruhum. Biten bir sabrın getirdiği, eninde sonunda mutlak öfke olurdu. Susanların bozulan suskunluğunun ardından aralanan dudaklarından çıkan kelimelerin gücü, bu zaman kadar tüm süregelen tüm o sessizliği en derinden sarsarak alışılagelmiş devri değiştirebilecek kadar kuvvetlidir.

Susmuştum. Ancak elbet sıram geldiğinde konuşacaktım.

Sessizliğin de bir cevap olduğunu, öğreneceklerdi.

Romos kolyenin zaman ayarlamasıyla uğraştığı sırada, eğdiğim başımı kaldırarak dudaklarımı araladım. "Gitmek istediğim bir yer var, beni oraya götürebilir misin?"

Gözlerini kolyesinden çekerek bana çevirdiğinde kaşları merakın aşındırdığı bir sorgulamayla hafifçe çatıldı. "Şuan senin zamanına gidemeyiz. Başka bir tesiste olduğumuz için zaman kısıtlayıcı var bu yüzden uzun yıllara yolculuk yapmamız mümkün değil şimdi."

Anlayışlı bir ifadeyle yüzüme bakarken, ılık bir tınıda çıkan kelimeleriyle başımı salladım anladığımı belirtmek adına. "Anladım ama zaten gitmek istediğim yer çok uzakta değil. Bu yıldaki bir yere gitmek istiyorum. Bu çok önemli benim için."

Romos'un mimiklerine yansıyan gizleyemediği şaşkınlık bir süre duraksamasına neden olduğunda en sonunda silkelenerek başını salladı o da. "Peki, tamam... Elbette gidebiliriz. Neresi olduğunu söylemen yeterli."

"Dokuz rüzgarın kesiştiği yere. Gökyüzüne..."

Sözlerimle çatılı kaşları daha da çatıldığında başını hafifçe yana doğru eğerek yüzüme baktı dikkatle, doğru anladığından amin olmak ister gibi. "Altındağ."

Başımı salladığımda, sözlerimle de tasdikledim onu. "Altındağ... Her şeyin başladığı yere, en başa."

Fısıltılarım ona ulaştığında, sözlerimden herhangi bir anlam çıkaramadığını belli eden sorgu dolu bakışları gözlerimde durmaya devam etti. Birkaç saniyenin ardından, gerimizde oluşan hareketlilikle az önce çıktığımız kapıya kısa bir bakış attıktan hemen sonra gözler yeniden kolyesinin ucundaki küçük mekanizmaya çevrildi. Parmakları hızlı bir şekilde zaman ayarlamasını yaparken, en sonunda kolyesini hızla boynundan çıkararak benim boynuma geçirdiğinde bakışları devamlı adım seslerinin yaklaştığı kapıya kayıyordu.

"En fazla on beş dakika oyalayabilirim. O sırada güvende olacaksın, Vega şehrinin sınırları içinde olduğun sürece kimse sana zarar veremez."

Sözlerinin bitimiyle, adım sesleri artık daha da yaklaştıklarını belli edercesine yükseldiğinde, çevremde beliren ışık etrafımı ince bir halka şeklinde sarar çember çizdi. Birkaç saniyenin ardından, o çember bedenimi tamamen yuttuğunda, Rigel şehrinin tesisinde uzaklaşmıştım. Kapadığım gözlerimi, tenime vuran sert rüzgarın soğuk esintisiyle araladığımda olmayı umduğum yer karşıladı beni.

Altındağ uçurumu.

Gözlerim bu yıla rağmen teknolojinin el değmedi yerde gezindi bir süre boyunca. Denizin hırçınlaşan dalgalarının, kayalıklara vuruş sesleri yukarıdan net şekilde duyuluyordu. Rüzgar açık saçlarımı kontrolsüzce farklı yönlere uçuştururken, gözlerime düşen saç telimi parmağımla geriye doğru iteledim. Boş bakışlarım, etrafta gezindikçe eksik yerleri doldurmak ister gibi hislerle doluyordu bir bir. Kuvvetli hislerdi bunlar. Deniz, gri gökyüzünün rengine ayna tutmuş, maviliğinden çok uzaklaşmıştı. Fırtınanın habercisi olan kara bulutlar, günün kasvetini anlatmak ister gibi bir araya toplanmış, azrailim gibi gözlerini ruhuma dikmişlerdi onlarda. Bakışlarımı gökyüzünden çekerek, üzerinde bulunduğum oldukça yüksek kayalıkta ileri doğru ilerledim. Bulutlara daha yakınmış gibi hissettiren bu yükseklikte, dönen başımdan dolayı adımlarım oldukça temkinliydi.

En uca doğru gelmeyi başardığımda, aşağı düştü bin bir çeşit duygunun soluk rengini taşıyan gözlerim. Suyun köpüklü beyaz rengi, hırçınca tüm kayaları yutmak ister gibi yükseliyor, saldırgan öfkesiyle aşındırıyordu kayalıkları. İçime derin bir soluk çekerek gözlerimi bir şey bulabilme isteğiyle etrafıma çevirdim.

Neden buradaydım? Bu soru zihnimde yankılandı binlerce defa.

Burayı nereden biliyordum?

Bu yıla ait en ufak bir şeyi bilmem imkansızken, zihnimin tozlu sayfaları sanki artık hatırlamam gereken şeyleri önüme sermiş, yakama yapıştığı görünmez ellerinin gücüyle eğdirdiği başımla zorla o sayfadaki yazıları satır satır okutturuyordu. Kelimelerin arasından parlayan, zihnimde önü arkası olmadan yankılanan tek sözcük vardı. Altındağ.

Kısık bakışlarım, denizin ve göğün birbirilerini kucakladığı veya birbirlerinin yerine geçmek adına savaş verdiği yerde, ufuk çizgisinde dolanırken zihnimde geçmişin silik anıları can buldu.

"Seni buraya çeken başka bir şey var. Her geldiğimizde dalgınlaşıyor gözlerin. Bir şeyler düşünüyorsun, seni üzen, geçmişe götüren bir şeyler... Ama bana hiç anlatmıyorsun."

Soğuk parmakların tenime değişini anımsadığımda ürperen bedenim, sanki o dokunuşu yeniden hissetmiş gibi irkildi. Parmaklarım yanağımı bulduğunda, karıncalanan tenimin üzerinde hafifçe gezdirdim. Geçmişin silik izlerinin çizdiği yolu takip ettim sessizce.

"Neden üzgün bakıyor gözlerin. Mavilerin hep dolu, sanki bir sağanağı gizliyorsun içinde. Ama bir başlasa yağmurların, fırtına kopacak yeryüzünde. Baş edemediğini düşünüyorum artık Hera. Sahiden, başa çıkabiliyor musun içindekilerle?"

Etrafta gezinen gözlerimi kapadım yavaşça. Şimdi zihnimde dönen o anın tam ortasındaydım.

Parmakları tenimin üzerinde, sanki beni bir tuvalin üzerine resmedermiş gibi gibi ağır ağır dolanıyordu.

"Bırak yüklerini, biraz da ben taşıyayım. Bırak acıların bana da değsin, yaralarına da bulaşsın sevgim, iyileşsin... Kırıklarından onarayım, düştüğün yerden kaldırayım. Kalbine dokunayım Hera, yeter ki bırak."

Sözleri, hüzünlü bir şarkının melodisiyle kulaklarımda yankılanırken, o hırçın dalgaların sesini duydum yeniden arkada bu müziğe eşlik eden. Bir rüzgar esti yine, önüme düştü saçlarım. Ancak bu defa gözümün önüne gelen o tutamları çeken, benim parmaklarım değildi...

Karşımda duran adamındı.

Algan'ındı...

İçime işleyen tanıdık gözlerindeki bakışlar, ne soğuktu ne ifadesizdi ne de boş... Tek bir duygu vardı içime tüm sıcaklığıyla yayılan, ona oldukça uzak, bana fazla tanıdık bir bakıştı bu. Bir duyguydu. Kuvvetliydi.

"Bunca acıyı o yüreğin nasıl taşıyor? Hiç mi canın yanmıyor? Bazen, seni yaşama bağlayan hiçbir şeyin kalmadığından korkuyorum. Bu beni öldürür Hera, anlıyorsun değil mi beni?"

Endişeli bakışlarına düşen gölgeler, sevgisini belli eden gözlerinde kara bulutlar gibi geziniyordu. Bu bir bakış değildi yalnızca, kelimelere dökülemeyecek büyüklükteki hislerinin ifadesiydi. Sözlerin katledemeyeceği kadar yüceydi.

"Kıyamıyorum sana. Sanki dokunsam, kaybolup gideceksin ellerimin arasından. Benden çok uzaklara savrulacaksın... Korkuyorum Hera. Hayatımda hiç korkmadığım kadar hem de."

Gözlerim, korkusunun yansıdığı gözlerinden ayrılmazken dudaklarım arasından çıkan kelimeler, seven Hera'ya aitti. Ve onu seven adamaydı.

"Beni hayata bağlayan bir şey var zaten." Dudaklarım iki yana kıvrıldığında, yanağımı saran avuç içine biraz daha yaslandım desteğini ister gibi, onun korkusunu ondan çekip almak ister gibi. "Sen varsın Algan. Sen varsın ve bu benim hayatımdaki, en büyük şansım. Sen varsın, buradasın. Benimlesin. Benim senden başka gidecek bir kapım yok."

Derin, sıkıntılı bir soluk bıraktığında, yüzünde taşıdığı hüznün izlerini benden gizlemek ister gibi başımı kendine doğru çekerek, göğsüne yasladı. Kolları arasına sıkıca aldığı bedenimi, sıkıca sardı. Onun bu korkusuna anlam veremeyen ben, gelecek fırtınadan habersiz sarılışına karşılık vererek kollarımı sarabildiğim kadar sardım ona.

"İnan elimde olsa, seni buradan hiç çıkarmam. Her şeyden korumak istiyorum seni. Tüm kötülüklerden, kalbine, zihnine değip seni üzen düşüncelerinden, sana zarar veren her şeyden korumak istiyorum..."

"Koruyorsun zaten..." Alnımı göğsüne daha da bastırdığımda, içimi sarana o güven şimdi yeniden işledi yüreğime.

Birine güvenebilmenin verdiği o rahatlık, huzur vardı üzerimde.

"Evimsin dedim... İnsanın evi her zaman aynı yerdedir Hera."

Sözleri dudaklarımdaki tebessümü daha da derinleştirdiğinde, içimi saran sevginin iyileştirici merhemi sürüldü yaralarıma, dindirdi acılarımı.

Ancak devamında gelen kelimeleri, sanki korkusunu değil de yaşanılacak olanların habercisiydi.

"Eğer birimiz giden olursa, döndüğünde diğerini aynı bulacak. Belki daha yıkık, dökük, değişmiş... Nasıl olursa olsun, bunun hiçbir bir önemi yok. Ev değişse bile, yeri aynı kalır. O kapıdan başkası geçemez."

"Neden böyle konuşuyorsun?" Sorumla duraksadığında, geriye doğru çektim yüzümü bedenlerimizi birbirinden ayırmadan.

Eğdiği başıyla gözlerini bana dikmiş, bakıyordu. Gözleri gözlerimden ayrılmazken, sert bir yutkunuşla hareketlendi ademelması.

Sonunda, asıl düşüncesini dile getirdiğinde bakışlarına çöken sisler kaşlarımı çatmama neden oldu.

"Böyle şeyler söyleme."

Ancak sözlerim onun korkularını durdurmaya yetmedi.

"Bir gün sana yabancılaşmaktan korkuyorum." 

"Algan..." Kısık sesimle ismi dudaklarımdan döküldü.

Geçmişin aralanan kapısının eşiğinde duran bedenimi bir el oradan sertçe ittirdiğinde, duyduğum sesle gözlerim hızla aralandı.

"Bunu yapmandaki tek mantıklı sebebi söyle bana!"

Arkama doğru döndüğümde, tek başına tam karşımda tüm öfkesiyle dikilen Algan'dan başkası değildi.

Tam şimdi gözlerin bakarken, bir şeyi çok iyi anladım.

Endişeleri doğru çıkmıştı.

"Evimin yolunu kaybetmekten korkuyorum."

"Bir gün sana yabancılaşmaktan korkuyorum."

Korktuğu ne varsa, yaşıyorduk şimdi.

Burası, Altındağ uçurumu bizim başlangıcımız değil; sonumuzdu.

Bittiğimiz yerdi.

Şimdiyse bittiğimiz yerde, iki yabancı olarak karşı karşıyaydık. Çünkü dile getirdiği korkusu tıpkı bir dilek gibi kabul olmuştu. Bakışlarındaki soğukluğun başka anlamı olamazdı. Bana öfkeyle bakan bu gözlerin bir zamanlar içinde sevgi barındırdığını, dilinden dökülen zehirli ve yaralayıcı kelimelerin yerine sevgisini, kıyamayışlarını söyleyen adamdı karşımda duran.

Bir zamanlar beni seven, benimde onu sevdiğim adam, şimdi tamamen yabancıydı. Hissizdi.

Bir şeyler olmuştu ikimizi de buraya sürükleyen bir şeyler... Acımasız kader, burada sonumuzu sevgimizle getirmişken, şimdi onun bana nefretini gösteriyordu.

Sahi ne değişmişti bu kadar?

İşaret parmağıyla beni gösterdiğinde, kahverenginin en açık rengini taşıyan gözleri şimdi koyu bir sinire boyanmıştı. "Sen hayatımda gördüğüm, tanıdığım en düşüncesiz insansın."

Bir zamanlar sevgisini yüreğime değdirerek iyileştirmek istediğini söyleyen adam, şimdi nefretiyle yeni yaralar açıyordu. Yeri titreten sert adımları bana doğru yaklaştığında, ağır ağır kapattı aramızdaki mesafeyi. Esen rüzgardan daha da üşüttü bakışlarındaki soğukluk. Buz kesti içimde onun verdiği güvenin huzurun sıcaklığını taşıyan her yanım.

"Tüm ömrümü seni korumaya adamışken, senin bu yaptığın vurdumduymazlık. Çocuk gibi davranma, biraz düşün, biraz mantıklı ol! Seni öldürmek isteyen adamın yanına elini kolunu sallayarak gidemezsin Hera!"

Başını bunu kabullenemiyormuş gibi iki yana salladığında, suskunluğumu bozmadan onun bu yabancılaşan halini izledim sessiz bir yas tutarak. Ruhum büründüğü siyahlarla, ağıtlarını yakarken; dinmek bilmeyen alevlerini sıçrattı ruhuma, alev alev yaktı sözleriyle ona dair ne varsa.

"Seni korumak için hayatını tehlikeye atan yüzlerce kişi varken, bunu yapamazsın. Bu kadar bencil olma!"

Son cümlesi, dudaklarımda acı bir tebessüme dönüştü. Sen, evini yakıp yıkıyorsun kendi ellerinle Algan. Darmadağın ediyorsun.

Yetmedi. Bir darbe daha indirdi geriye kalan enkaz parçalarına da.

"Büyü artık! Yaptığın şeylerin neden olabileceklerini düşün. Hareketlerinin sonucunu düşün."

"Altındağ... Türkler için önemi çok büyük olan Altay Dağları'nın simgesi... Türk yurdunun ve devletinin enginliğini göz alıcılığını temsil eder. Dokuz Tanrı yaşar bu dağlarda. Zirvesinde Altan Han var. Aynı zamanda Tanrı Ülgen'in tahtı da burada. Gökyüzünde. Dokuz rüzgarın kesiştiği yerde başlar. Dokuz Tanrı'nın eviymiş burası."

Bir zamanlar bizimde evimizdi.

Bozduğum sessizliğimle gözleri kısıldığında, başını hafifçe yana doğru eğdi artan öfkesiyle, kendini zapt etmek ister gibi duruyordu. "Kafa mı buluyorsun benimle?"

Soğuktan üşüyen burnumu hafifçe çektiğimde, aslında bunu yapma sebebim gözlerime üşüşen yaşları geriye itelemekti. Burnumun direği, sızlıyordu.

Onu kaybettiğim gerçeğiyle bu kadar acı şekilde yüzleşmek, ağır gelmişti.

Geriye bir ev kalmamıştı. Koca bir moloz yığınıydı her yer. Evim, paramparçaydı şimdi gözlerim önünde. Ondan geriye kalan, yalnızca yolumdu ancak onu da kaybetmek üzere olduğumu, şimdi ona bakarken daha iyi anlıyordum.

Ben Algan'ı çoktan kaybetmiştim.

Kitabının arasında bulduğum resim geldi gözümün önüne bir anda. Bakışlarımı ondan çekerek sağımda kalan yere çevirdiğimde, gözlerim kayalıklarda gezindi. Tam orada, o yerde çekilmiştik.

Hatırlamıyordu. Hatırlamıyordum.

Anılarımızı silen, bizden bizi söküp alan bir şey olmuştu. Ancak zamana galip gelen, ona duyduğum hislerin gücü olmuştu ki; anılar zihnime geri dönmeye başlamışlardı yavaşta olsa. Bunu ona anlattığım an, öfkesini daha da harlayacaktım biliyordum. Delirdiğimi düşünecekti. O fotoğraf, onu sınırıydı. O kadın, onun geçilmeyecek sınırıydı.

O kadındım bir zamanlar.

Ama artık değildim.

Eski bir resimde yaşayan, onun hafızasında unutulmaya yüz tutmuş, eskimiş bir evden ibarettim.

Sıktığım dişlerimle, yüzleştiğim gerçeklerin ağırlığı altında ezilmemek adına çabalarken karşımda duran Algan'ın bağırışı yankılandı, çarptı kayalıklara ve şiddetle geri döndü kulaklarıma.

"Yüzüme bak Hera! Saçma sapan konuşma, kaçma. Mantıklı bir şey söyle bana!" Giderek daha da yaklaşan adımları en sonunda aramızdaki mesafeyi en aza indirdiğinde, olduğu yerden bir adım dahi kıpırdamayan, taş kesmiş bedenimle onu izliyordum.

"Böyle olsun istemedim." Güler gibi bir soluk verdi sanki komik bir şey söylemişim gibi.

"Sen ne istediğini biliyor musun ki?" İnce bir alay sızladı kelimelerinde.

Çok kırgındım. Görmüyordu.

Ona tam şimdi burada, ne kadar sarılmak istediğimi bilseydi yine böyle konuşur muydu? O huzuru yeniden hissetmek için can çekişen ruhum, özlemin sancısıyla kıvranıyordu hapsolduğu bedenin içinde. Parmaklarım teninin sıcaklığını, burnum kokusunu yeniden hissetmek için kazıyordu derimi.

"Neden buraya geldim biliyor musun?" Sakin sesimle, elleri rüzgarın dağıttı saçlarını buldu. Bir de o dağıttı, sinirini kumral rengin parlattığı saçlarından çıkardı.

İçimdeki özlemin, haddi hesabı yoktu.

Oysaki hatırladığım bir anının getirdiği hislerdi bunlar yalnızca. Yapbozun eksik kalan parçaları tamamlansa, ona duyacağım hasretin büyüklüğünü kaldırabilir miydim emin değildim. Başa çıkamayacak gibiydim, ama bunu da taşıyacaktım gocunmadan omuzlarımda. Biliyordum.

Sustu. Sesime bile tahammülü yokmuş gibi yüzünü benden çevirdi, gözlerini kapatıp açtı sakinleşmek ister gibi.

"Biliyor musun Algan?" Yinelediğim sorumla, ısrarım üzerine alev alev yanan bakışlarını bana çevirdi.

"Neden yapıyorsun bunu?! Canımı böyle mi yakmak istiyorsun Hera? Aklımı kaçırmak üzereyim, anlamıyorum... Sen..." Ne diyeceğini bilemiyormuş gibi duraksadığında, ellerini iki yana açtı isyan eden bir tavırla. "Sen bilerek mi yapıyorsun tüm bunları? Beni mi sınıyorsun? Sabrımı mı test ediyorsun? Ne senin derdin açıkça söylesen."

İşaret parmağı suçlayıcı bir şekilde beni buldu. "Sana güvendim, odamın içine kadar götürdüm. Resmi buldun, odamı karıştırmadığını söyledin inandım. Sordun, cevap verdim. Özelimdi, ona rağmen cevap verdim. Görmedin mi konuşurken bile canımın ne kadar yandığını, sen oradaydın, gözlerimin içine bakan sendin Hera. Söyle bana, görmedin mi ne kadar canımın yandığını? Neden yapıyorsun bunu? Neden beni sürüklüyorsun buraya? Daha ne kadar parçalanabilirim sen söyle?"

Doğruydu. Parçalanmıştı. Onu parçalayansa, bendim.

"Her şeyi düzelteceğim..." Mırıldanmamla gözleri kısıldı. Bu kelimelerin anlamı onun için kısıtlıydı. Ancak benim için fazlasıyla geniş kapsamlıydı.

Kaybettiğim ne varsa, geri alacaktım. Bunun için savaşmaya hazırdım. Çünkü bana böyle bakmasına daha ne kadar dayanabilirdim bilmiyordum.

"Neyi düzelteceksin? Ne yapabilirsin bu saatten sonra artık? Kendi sikik dertlerimi, acılarımı bir kenara bıraktım ben Hera." Başını iki yana salladı gözlerini benden çekmeden. "Tek düşündüğüm hâlâ sensin. Lanet olsun ki şuan o şerefsiz herif bir savaş başlatacak olsa bile, tüm ülke birbirine düşse bile yine düşündüğüm sensin."

İçimdeki umudun yeşermesine izin bile vermeden söküp attı toprağımdan. "Çünkü senin korumak için verdiğim bir yemin var. Bütün hayatımı feda ettiğim bir yeminim var. Senin tüm hareketlerinin sonucu, beni bağlıyor, ucu hep bana dokunuyor anlıyor musun? Adamın yöneticiliğini yaptığı askeri üsse izinsiz giriş yaptın, üstelik başka zaman boyutunda yaşayan biri olarak...

İnanamıyormuş gibi yüzüme baktı. Oradaki öfke yeterince canımı yakmıyormuş gibi kelimelerinin her biri, bir kurşun gibi saplandı, kaldı öylece. "Bırak ülkeyi, zamanlar arası bir savaş demek bu. Sebep olduğun şeyin altından bu defa nasıl kalkacağımı bende bilmiyorum. Beni ne kadar çaresiz bıraktığından, elimi kolumu bağladığından haberin yok."

"Düzelteceğim."

Sözümü dikkate bile almadı. "Kendi zamanına dönüyorsun hemen. Orada askerler tarafından korunmaya devam edeceksin, güvenliğin iki katına çıkarılacak. Zada bu durumu meclise götürecek, bu da olası bir savaş demek. Üç bin yılıyla irtibatın tamamen kesilecek."

Sert bir soluk bıraktığında, ilk karşılaştığımız zamanlara göre giderek daha da tanıdıklıktan kopan gözlerine baktım. Oraya daha önce benimle göz göze geldiğinde hiç rastlamadığım ve rastlayacağımı da asla düşünmediğim bir his geldi, yerleşti. Nefret. Tüm zehrini ince ince yaydığında, açık kahve gözlerindeki koyuluk yutkunmama neden oldu. Bu hayalimde oluşan bir şey değildi. Göz rengi sahiden de dikkat çekecek şekilde değişmişti. Berraklığı dağılmış, acı bir kahve rengini almıştı.

Kaşlarım çatıldığında, gözlerine diktiğim gözlerimden rahatsız oldu. Arkasını dönerek bakışlarımızı acımasızca birbirinden kopardı. Ne ara bu kadar tahammülü tükenmişti bana karşı. Zada'nın yanına gitmemin getirdiği bir öfke değildi bu. Daha farklıydı. Bana karşı, tamamen değişmişti. Aramızda ki mesafeler bir anda uçuruma dönmüştü sanki.

Elindeki iki metal topu tüm sinirini çıkarmak ister gibi sertçe yere fırlattığında, toplar birbirine vurarak tiz bir ses çıkardı. Hemen ardından havada ince bir çember çizerek yeni bir boyutun kapısını hemen yanımda açtığında, içinden mor ışıkların çıktığı daireden aldığım gözlerim onu buldu.

"Eski hayatına aynı şekilde devam et, dikkat çekmeden, herhangi bir sorun çıkarmadan. Başarabilirsen tabii..." Kinayeli sözlerinin ardından, derin bir soluk bıraktı kendini toparlamak ister gibi.

"Bir daha yüz yüze gelmeyeceğiz. Seni eskiden olduğu gibi, yine uzaktan korumaya devam edeceğim. En doğru olan yol bu. En başından beri buydu. Senin değil, tüm bu karmaşa benim suçum birazda aslında." Az öncekinden göre daha sakin çıkan sesi, mekanik bir soğukluğa büründü.

Bir daha yüz yüze gelmeyeceğimizi, ondan duymak ve bunu sahiden istediğini görmek daha ne kadar yaralanabileceğimi sorgulattı sözleriyle.

Parmaklarını içine sığmayan hırsıyla saçları arasından geçirerek yeniden ışık hızında harlanan öfkesi sirayet etti gözlerine. Ruh hali çok hızlı değişiyordu. Bu benim onda garip karşılayacağım bir durumdu. Duygularına son derece hakim olan adamın, şimdi öfkesini içine sığdıramaması endişemin açığa çıkmasına neden oldu. Şayet bir savaş başlayacak olsa, ilk kurşunu sıkmaya meyilli duran bir hale bürünmüştü. Ölümün can almaya istekli arzusu kol geziniyordu gözlerinde fütursuzca.

Sertçe yutkunduğumda, çatılan kaşlarıyla, dinmek bilmeyen ve içinde giderek boğulduğu onu yutan siniri kelimelerini baltaladı. "Eğer karşına çıkmasaydım, senin yoluna çıkmasaydım şimdi ne ben, ne de sen bu halde olurdun. Her şey olduğu eski düzeni içinde devam edebilirdi. Neden yaptım bunu bilmiyorum Hera. Neden o gece karşına çıkma isteğiyle dolup taştım bu kadar bilmiyorum. Neden yaptım bunu hem sana hem de kendime bilmiyorum."

Beni sana çeken, kuvvetli bir geçmiş vardı. Unutmamak için direndiğin, evinin yolunu bulmak için içindeki bastıran isteğe daha fazla karşı koyamadığın, bir özlemin vardı.

Bana duyduğun, sevgiden daha güçlü bir his vardı. Tüm yıllara, kurallara, meclise, yönettiğin tesise, konumuna meydan okuyacağın kadar güçlü bir bağ...

"Gitmemi mi istiyorsun?" Sorumla, bakışlarını benden çekmeden tekte cevapladı.

"Evet."

"Beni bir daha görmeyi sahiden istemiyor musun?"

Bu defa boşluğa düşer gibi kısa bir an fakat anında kendini toparladı. "İstemiyorum."

Değişen bakışları, sesi, duruşu, tavırları... Tüm bunların kaynağının yalnızca yaşadığı öfke harbinden dolayı olduğunu düşünmüyordum. Bir tuhaflık vardı. Aniden aramıza örülen duvarlara sertçe çarpmıştım ona ulaşmak isterken.

Başımı salladım onaylarcasına. Sükunetle, grileşmiş havayı tüm parlaklığıyla yaran mor ışığa doğru yaklaştım. Gözlerimi beni pür dikkat izleyen, biraz uzağımda duran Algan'a çevirdim yeniden.

Gözleri, acı kahvenin daha da koyu rengine boyanmıştı. Yutkunarak adımlarımı durdurduğumda, yalnızca santimler kala, açılan boyutun tam önünde bekledim. Gözlerime sıçrayan endişeyle onu izlerken, onu esiri altına alarak boyunduruğuna sokan bu duygunun yalnızca öfkesi olmadığına kesinlikle emindim. Ancak bunu bile bile, yine de araladım dudaklarımı.

"Benden nefret ediyor musun?" Çatılan kaşlarımla onu içime işleyen bir merakla sorgularken, benim gibi kaşları çatıldı ağırca.

"Git artık Hera. Tesise dönmem gerekiyor."

Sorumdan kaçışını umursamadan yineledim. "Benden nefret ediyor musun Algan?"

Israrım onda yalnızca tek bir şey yaptı. Tahammül seviyesini, değil sıfırlamak, yok etti, parçaladı.

Hızlı adımlarla yanıma yaklaştığında, kolumu sıkıca saran sert parmaklarıyla bir saniye bile beklemeden kendiyle beraber zaman boyutunun içine adeta sürükledi. Yoğun ışık, uğradığım şaşkınlıktan kapatmayı unuttuğum gözlerime yoğun bir huzmeyle hücum ederek yaktığında birkaç saniye sonra ışık hızla kayboldu.

Sulanan gözlerimi avuç içimle ovuşturarak bulanık görüşümü netleştirmeye çalıştım. Yanan gözlerimin acısından bir şeye odaklanamazken, kolumu saran elin tenimden uzaklaşmasıyla canımın acısının yeni yeni farkına vardım. Kısa bir sürenin ardından görüşüm biraz daha netleşmişken yanmaya devam eden gözlerimi kısarak karşımda, tamamen nefretin ete kemiğe bürünmüş somut haliyle karşı karşıya geldim.

Algan... Mantığımın almadığı şekilde, değişiyordu. Düşünceleri kendini kapatmış gibi onu giderek daha da olmadığı birine evirirken, üzerime doğru eğildi beklemediğim bir anda.

"Sabrımın sınırlarını zorlama. Zararlı çıkarsın Hera." Yaklaşan yüzlerimizle, kelimelerinden çok bakışlarına odaklanmaya çalıştım.

Hâlâ acısı geçmek bilmeyen gözlerim sulandığında hızla kapatıp açarak, gördüğüm şeyden emin olmaya çalıştım.

Sahiden göz rengi değişiyordu.

"Algan-" Konuşmama müsaade bile etmeden hızla kesti sözümü.

"Sadece kendi zamanında, başına bir iş açmadan yaşamına devam et. Sadece bunu yap!" Yükselen sesi kontrolsüz çıkarken, ıssız sokağın ortasında yankılandı kelimeleri.

"Sen iyi değilsin." Kısık mırıldanmam, alayla gülmesine neden oldu.

"Sayende..." Dudakları arasından çıkan kelime kaşlarım arasındaki çukuru derinleştirirken, parmakları aceleci şekilde boynunda takılı olan kolyesinin ucundaki zaman ayarlayıcısını buldu.

Son defa yüzüme bir kez bile bakmadan ortadan kaybolduğunda, geride yalnızca ardından kalan mavi ışığın belli belirsiz izleriydi.

Gözlerim kaybolmasına rağmen onun ardından boşluğa bakmaya devam ediyordu. Bir düşünce akışına kapılmış, giderken zihnime düşen kolyeyle parmaklarım hızla boynuma uzandı. Tişörtümün altında kalan Romos'un kolyesi, olduğu yerde varlığını korumaya devam ediyordu.

Kolyeyi dışarı çıkarmadan etrafımı kontrol ettiğimde, görünürde kimsenin olmadığından bir kez daha emindim ancak Algan'ın başıma diktiği askerlerin yedi yirmi dört nefes alışverişimi dahi bildirdiklerinden de emindim...

Hızlı adımlarla bulunduğum ara sokaktan uzaklaşarak, evime giden tanıdık yollarda ilerledim. Dikkat çekmemeye özen göstererek normal bir halde evime vardığımda, kapıyı açarak beklemeden içeri girdim ve sakin hareketlerle gözlerimle içeriyi kontrol ettim ilk önce. Bıraktığım gibi bulduğum evimin perdeleri kapalıydı ancak çıkacak olan ışık, net şekilde dışarıya yansıyarak dikkat çekerdi. Bu nedenle adımlarımı, dışarıdan görünmeyen tek yere, banyoya yönelterek kapıyı kilitledim.

Aceleci ve telaşa kapılmış şekilde boynumdaki kolyeyi çıkardığımda, bulanıklığı biraz daha geçen gözlerime doğru yaklaştırdım küçük ucunu. Küre şeklindeki yuvarlak cismin üzerinde, neredeyse büyüteçle okunacak derecede minik sayılar yazıyordu. Kürenin etrafını saran ince halkayı, gidilecek zamanın sayısına göre çevirmem gerekiyordu yalnızca. Satürn'e benzeyen bu küçük zaman yolculuğu cihazının kullanımı her ne kadar basit görünse de, üzerindeki sayılar yalnızca dokuza kadardı.

Dokuz sayıyla, nasıl yüzyıllarca zamanda ileri ve geri gidebildiklerini düşündükçe, iyice çıkmaza girdiğimi hissetmem kaçınılmaz olmuştu en sonunda. Bu kadar önemli bir cihazın, çocuk oyuncağı gibi bir kullanımı olmasını beklemem benim aptallığımdı. Halkayı rastgele bir sayıya getiremeyecek kadar ciddi bir durumun içinde olduğumun bilincindeydim ancak oraya gitmem de aciliyet arz eden bir durumdu.

Algan'a bir şeyler oluyordu. Kendi gibi davranmıyordu...

Romoslara ulaşmam gereken tek yolsa, parmaklarım arasındaki bu küçük cihazdı şimdi.

Sinirli bir soluk bırakarak çaresizliğimle kalakaldığım dar banyoda, boğulmak üzere olduğum düşüncelerimle dişlerimi alt dudağıma geçirdim. Stresim tavan yapmış durumdaydı. Kalbim hızla göğsüme vururken, adrenalin salgılayan vücudum vereceğim kararın büyüklüğünden terlemeye başlamıştı bile. Bir kez daha yanlış bir şeylere sebebiyet verdiğim takdirde, işler daha da büyüyecek ve çıkmaza girecekti.

Ancak daha ne kadar büyüyebilirdi durum? Çıkmak üzere olan bir savaş varken, dökülecek kanın rengine boyanacak bir ülke varken, daha ne kadar rayından çıkabilirdi işler?

Algan, mantıklı düşünebilmekten çok uzaktı. Öfkesine yenik düşmüş bir durumdayken, sahip olduğu gücü sonuna kadar kullanmaktan geri durmayacaktı ve bu yalnızca büyük bir yıkım getirecekti. O kendini daha fazla kaybetmeden, ona ulaşmak için elimden gelen her yolu denemeliydim. Bu riski şimdi almak, bazı şeylere engel olabilmem için en büyük fırsatımdı.

Daha fazla düşünerek hem vakit kaybetmemek hem de fikrimden caymamak adına kürenin ince halkasını yavaşça bire doğru çevirdim. En başından başlamak en iyisi olacaktı. Böylelikle gittiğim yere göre, cihazın hangi mantıkla çalıştığını çözebilirdim. Bu düşüncenin her ne kadar fazla mantıklı olmadığını bilsem de, artık geri alamayacağımı gözüme belli etmek istercesine yayılan mavi ışıkla gözlerimi sıkıca kapadım.

Birkaç saniyenin hemen ardından araladığım gözlerimi, korkuyla yavaşça aralarken kulaklarımda heyecanımdan bir basınç oluşmuştu. Kalbimin yüksek sesli vuruşları sessiz banyoda yankılanırken, kırmak ister gibi sıktığım yumruk olan ellerimi yavaşça serbest bıraktım. Kasılan bedenimle soluklarım giderek daha da hızlanırken, kısıkça araladığım gözlerimi, bulunduğum yerle tamamen açtım.

Kaşlarım ağırca çatıldığında, şaşkın bir şekilde etrafıma bakınmaktan kendimi alamadım. Bir yere gittiğim yoktu. Hâlâ aynı yerde, evimin banyosunda duruyordum. Başarısızlığın getirdiği umutsuzlukla derin bir soluk bıraktığımda, sinirle alnımı ovuşturdum. Sıktığım dişlerimle, nasıl bir çaresizliğin içine düştüğümü sorguladım bir süre boyunca. Elimdeki cihaza rağmen, ışınlanmayı bile beceremeyecek kadar aptal oluşum, giderek daha da alevlendirdi sinirimi.

Bir halta yaradığım yoktu. Algan haklıydı. İleri zorlaştırmaktan başka bir şey yaptığım yoktu. Yarardan çok zararım dokunuyordu ona. Düşüncelerimin verdiği sinirle kapının kilidini hızla açarak kulpu sertçe indirdim. Kapıyı çarparak dışarı çıktığımda, çatılan kaşlarımdan dolayı başım ağrımaya başlamıştı artık.

Sesli bir soluk bırakarak elimi enseme götürdüm ve ağrıyan yeri ovuşturarak kasılan kaslarımı biraz olsun gevşetmek adına çabaladım. Sinirlerim hat safhadaydı. Olduğum yerde durmaya devam ederken, derinden duyduğum tiz bir sesle ensemdeki elimin hareketi kesildi. Çatılan kaşlarımla, nereden geldiğini anlayamadığım sese odaklanırken, kulağıma çalınan müziğin sözsüz melodisi yankılanmaya devam etti sessiz evin içinde.

Başımı hafifçe yana doğru eğerek, kısılan gözlerimle olduğum yerde durmaya devam ederken çalmaya devam eden tanıdık melodinin sesine gülüşme sesleri karıştı aniden. İrkilerek kendime geldiğimde, korkuyla adımlarımı sessiz olmaya çalışarak önümdeki duvarın dibine doğru yaklaştırdım. Banyonun bulunduğu ara holün karanlığı bedenimi gizlerken, evin içine giren güneş ışığı yutkunmama neden oldu.

Perdelerin kapalı olması gerekiyordu. Sert bir yutkunuşla sakinleşmek adına duvarın dibine iyice sindiğimde, elimdeki kolyeye sıkı sıkı tutundum. Burnuma dolan tanıdık bir koku, geri planda çalan tanıdık bir melodi, açık perdeler, gülme sesleri...

Karışan kafam ve artan korkumla çenemi sıkarken bulunduğum holün duvarına sırtımı dayayarak yavaşça girişe doğru adımlamaya başladım. Alnımda yer edinen ter damlaları, nasıl bir stres ve endişenin eşiğinde olduğumu açıkça belli ediyordu. Avuç içlerimi de duvarın soğuk yüzeyine yaslayarak ilerlemeye devam ettim sessizce. Yaklaştığım kapıyla, kısık sesli bir soluk bıraktım. Kafamı uzattığım an, içeriyi görebilirdim. Hemen salonu görüş açısına alıyordu bulunduğum yer. Yalnızca başımı çıkarıp, bakmam yeterliydi. Evime ne ara geldiklerini anlamadığım bu insanların kim olduklarına bakmak için, kendimi cesaretlendirmeye çalıştım. Yapabilirdim.

Sıkıca kapadığım gözlerimi açarak, bir kez daha yutkundum. Arttırılan müziğin sesine küçük bir çocuğun kahkahası eşlik etti. İyice perçinlenen merakımla ağırca başımı soluma doğru uzatarak, hedefime giren salonu görüş açıma aldım.

Kaşlarım ağırca çatıldı. Bulunduğum karanlık alandan dolayı fark edemediğim bir şey vardı ki, şimdi baktığım bu evin dekorasyonu, benim evimden oldukça farklıydı. Sütlü kahve renginde koltuk takımı, tüylü halılar, sehpalar... Oldukça değişik renkte ve modelde dizayn edilmiş evime irileşen gözlerimle bakarak incelerken, bu görselin zihnime çokta uzak gelmemesi korkuyla tekletti kalbimi.

Tahmin ettiğim şeyin olmasından deli gibi korkan kalbim, atışlarını hızlandırdığı sırada etrafta gezinen gözlerim bu defa mutfaktan elinde tabaklarla dışarı çıkan kadını buldu. Sarı, kabarık kıvırcık saçları boğazıma bir yumru oturmasına neden olurken, salona doğru ilerleyen adımları içeri girdiğinde durdu.

Elindeki tabağı, yanına adımlayan küçük kıza vermek adına eğildiğinde, bakışlarım kadının yandan görebildiğim yüzünde gezindi. Titremeye başlayan çenemi sıkarak ancak diz hizasına gelebilen küçük kıza kayan bakışlarımla, dudaklarım arasından kısık sesli acı dolu bir inilti çıktı yarama basılmış gibi.

Duyduğum anahtar sesiyle telaşa kapılarak bakışlarımı çektiğimde, hızla başımı gerimdeki duvara yasladım ve korkudan çok daha başka duygulara esir olan kalbimin vuruş sesleriyle baş başa kaldım. Terleyen avuç içlerimi yasladığım duvardan kaldırmaya bile korkarken, kesik bir soluk bıraktım. Nefeslerim tekliyordu. Boğazıma oturan yumru giderek büyüyor, soluklarımı tıkıyordu. Dış kapının kapanma sesi evin içinde yankılandığında, acı bir telaş sardı göğsümü.

Başımı gerimdeki soğuk duvara daha da sert bastırdığımda, kahkaha sesleri artan küçük kızın dudaklarından o kelimeler, benimle aynı anda döküldü.

Tek bir farkla; onun ki fazlasıyla canlı bir neşeyle, benimkisi ise ölüme adımlayan bir bedenin verdiği son soluğa karışmak istercesine.

"Babam geldi anne." 

-----------------------------------------

MERHABA!💜

Öncelikle bu kadar beklettiğim için özür diliyorum, çok yoğun bir sınav sürecinden geçiyorum ancak yine de içim rahat etmedi ve o gömüldüğüm çalışma masamdan sonunda kalkarak bu bölümü yazmak adına uğraş verdim:,)

Size kocaman sarılıyorum, kocaman da öpüyorum. Kendinize çok iyi bakın. Bu haftadan sonra daha sık aralıklarla yazmak adına uğraşacağım😥

Yeni bölümde, bol kaosta görüşmek üzere sevgiyle kalın zamansızlar!🦋

İNSTAGRAM/TWİTTER; rrebiyy

Continue Reading

You'll Also Like

7.5M 216K 33
Alina, artık yanında yaşadığı halasına bir söz verir. Yatılı okula geri dönmemesi için lisede sakin ve başarılı bir öğrenci olacaktır. Sessizlik rolü...
11.8K 1.2K 16
Gözlerini açtığında yazdığı kötü karakterin bedeninde uyanan Esra büyük bir şok içerisindedir ve ne yapacağını bilemez. Bildiği tek şey hayatta kalma...
134K 6.4K 16
Felaketlerle başlayan bir gece kaç Bedel ödettirdi? 🕯️
YASAK DENEY By 👑

Science Fiction

168K 16K 34
Tarih boyunca sadece birkaç kez cesaret edilen ve eşine az rastlanan, insanlık dışı bir yöntemle yapılan dil yoksunluğu deneylerine bundan yirmi iki...