Genevieve'in Hikayesi

By ssipahiogluu

103 8 5

Bu hikaye Yazma Günleri Mart yarışması için yazılmıştır. "Bütün çiçekler Pazartesi günü öldüler." "Salı günü... More

GENEVİEVE'İN HİKAYESİ

103 8 5
By ssipahiogluu

"Bütün çiçekler Pazartesi günü öldüler."

"Salı günü rüzgar toprağı çokça kuruttu,"

"Çarşamba adam kadının kalbine düştü,"

"Perşembe olduğunda geçit açıldı,"

"Yılların çok çabuk geçtiğini Cuma anladı,"

"Cumartesi fırtına koparacak bir günah doğdu,"

"Pazar seheri yaşlı kadının gitme vaktiydi."

Telefon çalmadan hemen önce, annem çocuğu Frank amcamın dediği gibi  -boyun kıvrımlarını ve her iki yanak kümesini nazikçe ılık bir nemli bez kullanıp silerek- yıkarken Orlando'nun ayaklarını gıdıklıyordum. Sonra eyaletin sonundaki tımarhaneden aradılar. Hem de benim cep telefonumu. Büyükbabam orada eski hastaların hayaletlerinin yaşadığına dair yemin edip dururdu. Arayan kişinin oradaki resepsiyon görevlisi olduğunu öğrendiğimde tüylerim diken diken olmuştu. "Bir kadın var, ismi Katherine Sharwood. Kaydı dün yapıldı. Kimsesi yokmuş ve sizi görmek istediğini söylüyor."

Ben mi? Katherine isimli kadın? Hiçbir anlam verememiştim. Katherine diye tanıdığım kimse yoktu. Birincisi bu kadın kimdi? İkincisi numaramı kimden almıştı? Beni nereden tanıyordu?

Merak tüm vücudumu sarmalamış, sonunda kendimi Rucker'le birlikte -erkek kardeşim- kadının karşısında bulmuştum. Seksenli yaşlarındaydı, mavi ve yorgun gözleri vardı. Yüzündeki buruşukluk aklımda ütülerin gezinmesine neden oluyordu. Beyaz tımarhane elbisesi üzerine bol gelmişti. Karşısında oturduktan ve yüzüme uzunca baktıktan sonra bir mani gibi bana bu anlamsız sözleri söylemişti.

İlk önce ne diyeceğimi bilemedim, daha sonra kaşlarımı ve omzumu yukarı kaldırdım. "Bayan Sharwood, ne demek istediğinizi anlamadım. Beni nereden tanıyorsunuz? Beni buraya neden çağırdınız?"

Hiçbir şey demedi, gözlerime bakmaya devam etti. Hiçbir şey anlamıyordum. "Bayan Sharwood?"

Hemen yanında, ayakta duran ve bizi izleyen hemşireye döndüm. Yaka kartında isminin Welma olduğu yazıyordu. Saçları çok uzundu. Dikdörtgen, çerçevesiz gözlükleri vardı. "Beni size nasıl tanıttı?" diye sordum.

"Tanıtmadı," dedi Welma kollarını bağlayarak. "Sadece aramak istediğini söyledi."

"Buraya nasıl geldi?"

"Onu biri bıraktı, bir adam. Delirdiğini ve gerçek dışı şeylerden bahsettiğini söyledi. Biz de bu durum üzerine Bayan Sharwood'u psikoloğumuzla görüştürdük. Bize bazı şeyler anlattı. Onda şizofreni belirtileri tespit ettik ve kaydını yaptık. Fakat adama bir daha ulaşamadık. Katherine Sharwood adına da hiçbir sigorta işlemi yapılmamış. Şu anlık burada kalıyor fakat ilerisi için net bir şey söyleyemeyeceğim. Ve sanırım... onu siz de tanımıyorsunuz?"

Kafamı iki yana salladım. "Tanımıyoruz."

Rucker kafasını kaşıdı. Romen rakamlı Fransız duvar saatine ve pencerenin yanda duran solmuş çiçeğe bakıyordu.

Bayan Sharwood ayağa kalktı. Gözlerimin içine odaklandı. Bir süre baktı, gülümsedi. Sonra birden iki elini başımın iki yanına koydu. Ellerimle ellerini ittirmek için kollarını tuttum ve ayağa fırladım. Gözlerini sonuna kadar açtı ve "Genevieve!" dedi. Kalbim hızla atmaya başlamıştı. "Birazdan annen ölecek! Git kurtar onu! Bunu bildiğim için bana güvenmelisin."

Korku kalbimden taşarak ağzıma kadar geldi. Gözlerim seyirdi. Onun ellerini sertçe tutarak başımdan ayırdım. Bana korkuyla bakmaya devam etti. "Sakın ona güvenme! Nick'e! O kötü biri! Hayatını mahvedecek."

Birkaç metre geri adım attım. Güvenlik ve hemşireler onun etrafını sardılar. Herkes bize bakıyordu. Rucker önüme geçmişti. "Kimsin sen?" diye bağırdı. "Ne söylediğini bilmeyen siktiğimin delisi!"

Bayan Sharwood histerik bir şekilde bağırmaya başladı. "Ona güvenme, ona güvenme, ona güvenme..."

Bir hemşire hızlıca görüşme odasına girdi. Ona sakinleştirici iğne yaptılar. Korkudan nefes nefese kalmıştım. Güvenlik bizi dışarı alması gerektiğini söyledi. Bayan Sharwood iğnenin etkisiyle yavaş yavaş bayılmaya başladı. Fakat bir şeyler sayıklıyordu.

"Bütün çiçekler pazartesi günü öldüler,
Salı günü rüzgar toprağı çokça kuruttu,
Çarşamba adam kadının kalbine düşt..."

Dışarı çıktık.

Korkuyordum. Annemi aramak istiyordum. "Bu neydi böyle?"

"Yaşlı bunak kafayı sıyırmış," dedi Rucker. "Ne dediğini bilmiyor."

"İsmimi biliyordu," dedim alnımda stresten birikmiş teri silerek. "Bizi tanıyordu."

"Annemin ya da babamın uzaktan deli bir akrabasıdır. Çoğunu hiç görmedik ve tanımıyoruz bile. Büyükbabamın burası hakkında epey şey bilmesine şaşmamalı. Eve gidince anneme sorarız."

Annem...

Çıkışa doğru yürürken hızlıca onu aradım. Telefon birkaç kez çaldı. Kalbim birkaç kez davul tokmağı gibi çarptı. Sonra annemin güzel ve huzur veren sesini duyunca oldukça rahatladım. "Genevieve?"

"Tanrıya şükür -Rucker arabanın kapısına açarken bana aptalmışım gibi baktı- anne iyisin değil mi?"

"Evet... iyiyim neden sordun ki?"

"Sadece... yok bir şey eve gelince anlatırım. Ama biz eve gelene kadar evden çıkma olur mu? Bayan Fanning seni Walmart'a çağırırsa da gitme."

Hızlıca yan koltuğa bindim. Minivan'ın içi bayatlamış patates kızartması kokuyordu.

"Ben, tamam gitmem fakat bu endişeli ses tonunun umarım iyi ve korkutucu olmayan bir açıklaması vardır."

"Merak etme, dikkatli ol."

Telefonu kapadım. Rucker arabayı tımarhanenin otoparkından çıkarırken bana da Bayan Sharwood'a baktığı gibi bakmaya başlamıştı. "Onu korkutuyorsun Genevieve."

"İyi olduğundan emin olmak istedim sadece." Camı sonuna kadar açtım ve rüzgarın içeri girmesine izin verdim.

"O iyi, merak etme."

"Kim bu Katherine? Neden durduk yere bizi çağırdı?"

"Sana şöyle söyleyeyim," dedi Rucker sağa sinyal vererek merkez kavşağına girerken. "Sen ne gördüysen ben de onu gördüm. Yani bunun anlamı sen ne biliyorsan ben de onu biliyorum ve cevaplarını boşa soru sorarak bulamayacaksın. Bu yüzden eve kadar dayan."

Eve gidene kadar Temmuz'un bunaltıcı sıcağından korunmak için camların hepsini açıp klima açmamaktan tasarruf ederek geçirdik. Çünkü Minivan'ın mazotu bitti bitecekti ve klima epey mazot yakıyordu. Ve Memphis'de caddeler oldukça uzundu.

"Hatırlıyor musun?" dedi Rucker sol dirseği açık camın dışında, eli direksiyonda arabaya rahat bir tavırla sürerken. "Üçüncü sınıfta garip bir mide gazı hastalığına yakalanmıştın... Adı neydi?"

Bu salakça anıyı hatırlamak gülümsememe ve ellerimle yüzümü kapatmama neden olmuştu. "Ah, bunu unutmadığına inanamıyorum."

Rucker kahkaha attı. "Derste sürekli durduk yere geğiriyor ve herkes sana gülünce de ağlıyordun. Bazen suratıma geğiriyordun. Annem güldüğüm için bana kızardı."

"O zamanlar bir çocuğa aşıktım," dedim sırıtarak. "Beslenme saatimizde birlikte elma yiyorduk. Bana neden sürekli geğirdiğimi sormuştu. Ben de hasta olduğumu söylemiştim."

"Dylan değil miydi?"

"Evet, yaramaz Dylan. Sonra birden... ağzımın içine geğirdi. O kadar iğrençti ki! Ve sonra ben iki kat geğirdim resmen bir gaz bombası patlatmıştım. Dylan gülmekten yerlere yatmıştı. O günü unutamıyorum."

"Lakabın gaz bombasıydı, Tanrı'm ne günlerdi ama!" Rucker kahkaha atarak direksiyona vurdu.

Ona ciddi bir şekilde baktım. Sonra kafasını bana çevirdi. Anlamayan gözlerle baktı.

Ona geğirdim. Eliyle yüzümü kapadı ve "Yapma ama!" diye bağırdı.

"Aman Tanrı'm hala yapabildiğimi bilmiyordum."
Sonra değişik bir ses çıkardım. "Öğğğ."

Rucker hayıflanıp gülerek "Hadi ama," dedi. "Kusturucaksın beni şimdi. Bu koku ne? En son ne yediğini anlayacak duruma gelirsem yemin ederim üstüne kusarım!"

İkimizde kahkaha attık. Eve vardığımızda birbirimizle dövüşüyorduk. Rucker yaşlı kadının taklidini yapıyordu. Ben de ellerini ittirip korkuyla geri çekiliyordum. "Pazartesi sıçtım, salı onu yıkadım, çarşamba kokusu geçmedi..."

Kapıyı açtık.

Ve hayatım bu noktadan sonra geri dönülemez bir şekilde değişecekti. Bir daha güneş eskisi gibi doğmayacaktı. Bir daha asla içten bir şekilde kahkaha atamayacaktım. Çimenlerin üstüne yatarak Bohemian Rhapsody dinleyemeyecek, küçük bir kız gibi şımaramayacak, tırnaklarıma oje süremeyecek ve anneme sarılamayacaktım.

Yüzünde maske vardı, Desa Bill deri ceketiyle cinsiyetini ayırt edemiyordum. Hemen duvarın köşesinde, elinde tuttuğu tabancanın namlusunu anneme doğrultmuştu. Annem üzerindeki çiçekli elbiseyle dizlerinin üzerine çökmüştü. Kelimenin tam anlamıyla şoktaydım, buz kesilmiştim. "Aman Tanrı'm!"

Tabanca ateşlendi. Kurşun annemin göğsüne isabet etti. Annem yere yığıldı. Keskin bir çığlık attım. Her şey rüya gibiydi. Hareket edemiyordum. Orlando ağlamaya başlamıştı. Rucker şoktaydı. Annemin kanı, üzerindeki çiçekli elbiseye ve oradan da laminat parkelere akmaya başlamıştı. İlk önce daha demin annemi vuran, yüzünde maske olan kişiye baktım. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Sonra anneme doğru koşmaya başladım. Biri beni arkamdan sertçe kavradı. Ağzım bir peçeteyle kapatıldı. Son güçle çırpınmaya başladım.

Tabanca bir kez daha ateşlendi. Her nefes alışımda göğsüme daha fazla ağrı giriyor ve gözlerim kararıyordu. Damarlarım, tüm organlarım, soluduğum hava ve verdiğim nefes korkuyla dolup taşıyordu. En son gördüğüm şey maskelinin tabanca namlusunu Rucker'e doğrultmuş olduğuydu. Annemin sarı saçları yere dağılmıştı, kan saçlarını kırmızıya boyuyordu. Ona ulaşamamıştım. Onu kurtaramamıştım. Neler olmuştu birden? Dünyam tepetaklak olmuştu. Bunlar gerçek olamazdı, gerçek olsaydı bile bunları yaşayan ben olamazdım. Gözlerim karardı. Nefesim daraldı.

Önümde bir kadın yatıyordu. Hayali bir gün Hilo'ya taşınmak olan. Bilmeyenler için derdi; "Hawaii'de bir şehir." Şefkati parmaklarından dolup taşardı, siz istemeseniz de. Öyle hayat doluydu ki gülmeden edemezdi. Şimdi üzerinde kan lekeleriyle dolu çiçekli bir elbise vardı. Bugün günlerden pazartesiydi, bütün çiçekler öldüler.


ÜÇ YIL SONRA


Diomede; kaçırıldığım yerin ismi buydu. Dünya haritasında ya da iPhone'da haritalara bakarken belki de dikkatinizi çekmiştir. Alaska'nın batısı ve Asya'nın doğusu arasındaki o boğaza benzer yerde, yani Dünya'nın bittiği yerde küçük bir adanın küçük bir kasabasındaydım. Buranın yerli halkına İnyupikler deniyordu. Sanki günümüzden yüz yıl geriden geliyorlardı. Bazıları İngilizce biliyordu, bazıları bilmiyordu. Eskimo gibi giyinip, Grönland Balinası avlıyorlardı.

Yaşlı kadın bir kahin miydi, medyum muydu bilmiyorum. Annemin öleceğini bilmişti. Ve bana söylediği diğer şey Nick'e güvenmemem gerektiğiydi. Nick, yani beni kaçıran adamın ismi.

Otuzlu yaşlarındaydı. Kirli sakalları oldukça açık renkteydi. Gözleri hafifçe çekikti. Orta kilolu, geniş omuzlu ve oldukça zeki biriydi. Annemi öldüren o değildi, arkamdan yaklaşıp beni bayıltan oydu. Bunu, elindeki dövmeden biliyordum. Diksiyonu aşırı düzgündü, konuştuğunda gelen rahatlama hissi sizi rahatsız ederdi. Çünkü ne de olsa arkadaşı annemi öldürmüştü. Ve belki de erkek kardeşimi. Orlando'ya ne olduğundan haberim bile yoktu.

Diomede oldukça küçük bir yerdir, evler de oldukça küçüktür. Nick'in malikanesi ise devasaydı. İçinde koskoca bir laboratuvar vardı. Anladığım kadarıyla bir astrofizikçiydi gibi bir şeydi. Laboratuvara sadece bir kez girmiştim. Büyüklüğünün beni hayrete düşürmesi ve Nick'i zehirleyecek kimyasal bir tüp araklama hayali dışında hiçbir şey anlamamıştım.

Nick beni ilk zamanlarda zapt etmeye çalışırken zor kullanmak zorunda kalmıştı. Ben kaçamayacağımı anlayıp vazgeçmeye başladığımdan beri bana hiç fiziksel şiddet uygulamamıştı. Bana bazen ezici, çoğunlukla nazik davranıyordu fakat onun işkencesi daha çok psikolojikti. Yıllar geçtikçe beni dünyadan daha da izole edip sadece ona muhtaç kalmamı istiyordu. Beni ailemden koparmıştı ve intikam isteğiyle dolup taştığımı biliyordu. Ona diz çöküp itaat ettikçe intikamımı alacağıma olan inancımı daha da azaltmak istiyordu. Fakat içimdeki ateş öyle büyüktü ki her an patlamaya hazır bir volkan gibiydim. Bu volkan tek başıma kaldığımda hararetleniyor, Nick'i gördüğümde diniyordu. Dinmesinin bir sebebi vardı, bunu asla kendime yediremiyordum.

Ne giyeceğime, nasıl makyaj yapacağıma karar veriyordu. Ne zaman dışarı çıkacağıma ve ne zaman eve gireceğime, nerelere gidebileceğime ve kiminle konuşabileceğime de o karar veriyordu. Aradan yıllar geçmişti fakat beni neden kaçırdığını hâlâ açıklamamıştı.

"Neden ben?" diye sorduğumda ortada iki romantik mum ışığı olan uzun ve donatılmış masada jambonlu bir yemek vardı.

Ağzına bir lokma aldı. Sonra ağzını peçeteyle sildi. "Bunun nedenini sana söylesem de anlamazsın."

"Dene o zaman."

Lokmasını çiğnedi. Gözlerimin içine baktı. Eskiden olsa gözlerimi ondan kaçırma isteğiyle dolardım. Artık umrumda değildi. Ona karşı büyük bir nefret besliyordum. Elimden her şeyi almıştı. Kaybedeceğim hiçbir şey yoktu. Fakat bu nefretin tamamı belki de sadece ona değil biraz da kendimeydi. Ona bazen değişik anlamda bakıyordum. Sanki beni hiç kaçırmamış gibi, annemin ölümüne sebebiyet vermemiş gibi. Çoğu zaman kalbimin hızlı hızlı atmasına neden olurdu. Fakat bu düşünceleri sürekli olarak aklımdan savurup dururdum.

"Annen hakkında ne biliyorsun?" diye sordu. Şaşırtıcı bir soruydu. Annemi düşünmek nefesimin daralmasına neden olmuştu.

"Dünyadaki en tatlı, nazik ve iyi kalpli insan. Ve onu öldürdünüz." Çatalı öyle sıkı tutuyordum ki neredeyse eğilecekti.

"Onu ben öldürmedim, Genevieve," dedi rahat bir sesle. Ona inanma isteğiyle doldum.

"Kim öldürdü öyleyse?" Yemek bıçağını uzaktan fırlatıp Nick'in kafasına isabet ettirebilir miydim? Bunu o kadar çok düşünmüştüm ki artık her yemeğe oturduğumda bunu yapmamak için ekstra çaba sarf etmem gerekiyordu.

"Öğreneceksin," dedi ve bir lokma daha aldı. "Yemek ye, kilo veriyorsun."

"Yemek yemek istemiyorum." Kaşlarımı yukarı kaldırdım. Derin bir nefes aldı.

"Annen Orlando'yu öldürmek istiyordu," dedi. Sesi tek bir tınıyla çıkmıştı. Gülümsedim. Sinirlenmemi istiyordu. Saçmalamaya başlamıştı, benimle oyun mu oynamak istiyordu?

"Bravo," dedim gülerek. "Cinayete bir günah daha eklendi; iftira."

"Senin için inanması zor, biliyorum fakat gerçekler bazen sandığından daha acımasız olabilir Genevieve. Annen sandığın kadar masum değildi. Babanla boşandıktan sonra sizi ihmal etmeye ve başka adamlarla görüşmeye başlamıştı. Hatırlıyorsan bazen iki-üç gün eve gelmediği ve Rucker'e senin bakman gerekebiliyordu. Annen bir gün tanıştığı adamlardan birinden hamile kaldı."

"Kes şunu!" çatalı masaya vurdum. Yüzümün sinirden kızardığını hissediyordum.

"Orlando'yu doğurduğu ilk andan itibaren ondan nefret etmişti. Orlando'nun tohumlarının sevmediği bir adamdan olması onu delirtiyordu. Bu yüzden onu öldürme fikri her geçen gün aklında yer edinmeye başlamıştı. Baban onun size göstermediği bu psikopat yanını biliyordu. Onu o yüzden terk etmişti. Amcan Frank bile Orlando'nun güzel yıkanmadığını fark ettiğinden annene sürekli tavsiye veriyordu.

"Kes sesini! Annem hakkında da babam hakkında da bir bok bilmiyorsun! Sen psikopat, aşağılık ve kompleksli bir adamsın. Bir katilsin, dünyadaki en iğrenç insanlardan birisin -ağlamaya başlamıştım- senden o kadar çok nefret ediyorum ki her gün Tanrı'ya ölmen ve senden kurtulmam için dua ediyorum. Ne istiyorsun bilmiyorum ama hiçbir zaman o istediğin şeye ulaşamayacaksın!"

Keşke nefretim bu kadar saf olsaydı.

Nick ağzını peçeteyle tekrar sildi. Gayet sakindi, ceketinin cebini açtı, karton bir dosya çıkardı. Sonra sert bir şekilde dosyayı bana fırlattı. Ayağa kalktı ve sert adımlarla masadan uzaklaşıp merdivenlerden yukarı çıktı.

Buradan kaçamamamın ilk sebebi tüm evin otokontrol bir kilit sistemine sahip olmasıydı. Her şeyi -tüm kapıları, tüm pencereleri ve dış duvar kapısını- kontrol eden bir kumanda vardı ve bu kumanda yalnızca Nick'in parmak iziyle aktive oluyordu.

Evin dış duvarı oldukça yüksekti, tek bir ana kapı ve kapıda iki koruma vardı. Dış duvarın dışındaki ormanda ağaçlara gizli kameralar yerleştirilmişti. Eğer kameralardan kaçabilseydiniz bile önünüze daha büyük bir engel çıkıyordu; deniz. Lanet olasıca küçük bir adanın içerisine hapsolmuş durumdaydım. Alaska'ya geçmek için yerli halktan birilerinin bot ya da teknesini kaçırmam gerekiyordu.

Planı bir yıl önceden kurmaya başlamıştım. Nick uyurken -benimle aynı yatakta yatıyordu- parmağını kumandaya okutacak ve güvenlik sistemini kaldıracaktım. Eşyalarımı toplayıp evden çıkacak ve arka duvardan bir halat yardımıyla atlayacaktım. Ağaçlardaki kameralar harekete duyarlı olduğu için bir insan hareketliliğinde Nick'in telefonuna uyarı gidiyordu. Bunu engellemek için evden çıkmadan önce laboratuvara girecek ve kamera sistemlerini devre dışı bırakacaktım. Sonra koşarak plaja çıkacaktım, orada beni bir İnyupik teknesiyle bekleyecekti. Sonra hızla Alaska'ya geçecek ve en yakın polis karakoluna gidecektim.

Bu karton dosyanın içinde ne vardı bilmiyorum ama ona şimdi bakmayacaktım. İçindeki şeyden korkuyordum çünkü Nick'e bağırırken beni asıl sinir eden şey onun haklı olma ihtimaliydi. Bu dosyanın içinde kaldıramayacağım şeyler olabileceğini biliyordum, beni zayıflatacak şeyler olduğunu biliyordum ve bu yüzden onu açmayı burdan kurtulduktan sonraya ertelemiştim.

Gece rüzgar çok sert esiyordu. Bunu boy pencerelerinin gerilmesinden anlıyordum. O kadar sertti ki dün yağan yağmurdan sırılsıklam olan toprak artık kupkuruydu. Çok ama çok yavaş hareketlerle yataktan kalktım. Nick kendine refleks edinmişti, yataktan her kalktığımda otomatik olarak uyanıyordu. Bunun için kalkışımın ekstra hafif ve ekstra sessiz olması gerekiyordu. Yoksa bütün plan en baştan suya düşerdi.

Otokontrol kumandasını yatağın karşısındaki komidinden aldım ve parmak uçlarımda yatağa yürüdüm. Arka cebimden ince bir jelatin çıkardım, kumandanın parmak izi okuyucu kısmına yapıştırdım. Sonra Nick'in baş parmağına doğru tüy kadar hafif bir dokunuşla bastırdım. Kumandanın ekranında yeşil bir ekran yandı. Adrenalinim yavaş yavaş yükselirken hiçbir hata yapmamaya çok dikkat ediyordum. Odadan dışarı çıktım, soyunma odasına yürürken güvenlik sistemini devre dışı bıraktım. Giyinme odasından sessizce çantamı aldım ve üzerime bir sweatshirt ile pantolon geçirerek laboratuvara fırladım. Bu evden bir an önce kurtulmak istiyordum.

Laboratuvara hızlıca indim, cam kapıyı geçtim ve arka odaya doğru yürümeye başladım. Yürürken laboratuvarda bir şey dikkatimi çekmişti; üzerinde aynalar olan, kapıya benzeyen fakat üzeri kablolar ve çok değişik kabartmalarla dolu bir geçite benziyordu. Kapının hemen üst kısmında büyük harflerle SALI, 23:12 ve bugünün tarihi yazıyordu. Sonra işime odaklandım, arka odaya hızlıca girdim. Kumandanın üzerindeki jelatini dikkatlice çıkardım ve kamera erişimi için parmak okuyucu kısmına bastırdım. Kamera erişimi aktive oldu, tüm kameraları kapadım. Sonra yavaş fakat hızlı adımlarla kapıya doğru koştum, laboratuvardan çıktım, koridoru geçtim, dış kapıya ulaştım. Ve evin ağır çelik kapısını açtım. Dışarı çıktığımda ve rüzgar yüzüme çarptığında ağlamaya başlamıştım. Otokontrol kumandasını aldım ve güvenlik sistemini tekrar aktive ettim. Evin tüm pencereleri, dış kapı ve pencereler sert bir şekilde kilitlendi. Kumandayı ve karton dosyayı halatla birlikte çantama atmıştım. Her şey hazırdı, birazdan bu lanet yerden kurtulacaktım.

Koşmaya başladım. O kadar hızlıydım ki bir yerlerden birileri fırlayacak, bana engel olacak diye ödüm kopuyordu. Duvara ulaştım, halatı duvarın üstüne salladım, birkaç denemeden sonra kanca takılmıştı, adrenalin bacaklarıma öyle bir kuvvet vermişti ki on beş saniyede duvarın üstündeydim, sonra yere atladım. Bacaklarıma keskin bir ağrı girdi fakat aldırmadım. Hızlıca ayağa kalktım ve ağlayarak plaja doğru koşmaya başladım. Plaja ulaşmam yaklaşık yedi dakika sürmüştü. İnyupik beni çift motorlu teknesiyle bekliyordu. Ona binlerce kez teşekkür ettim, çantamı tekneye fırlattım. Çok iyi biriydi, daha önce de buradan kaçıp gitmek isteyen ailelere yardım ettiğini söylemişti.

Tekne motorunu çalıştırdığında özgürlüğe olan yakınlığım beni başımı döndürecek kadar heyecanlandırıyordu. Alaska artık parmaklarımın ucundaydı, evimi o kadar özlemiştim ki...

Helikopter sesini ilk duyduğumda bunun bir polis helikopteri olduğunu düşünmüştüm. Yine de İnyupik'e daha da hızlı olması için bağırmaya başlamıştım. Bu gerçek olamazdı, düşündüğüm şey olamazdı. Bu gerçek değildi, siktiğimin adasından kurtulacaktım, kurtulmak zorundaydım.

Helikopter hemen başımızın üstünde uçmaya başladığında, megafondan esaretin sesi gelmişti. Nick, tepeme bir şeytan gibi çökmüştü. Çaresizce ağlıyordum. Sinir krizi geçiriyordum. Her yere vurmaya başlamıştım. İnyupik'e daha hızlı olması için bağırıyordum.

"Genevieve!"

Hıçkırıyordum.

"Dosyaya bak Genevieve! Aç onu! Eğer gitmek istersen seni bırakacağım söz veriyorum. Sadece bak ona."

İnyupik tekneyi durdurdu. Helikopterin sesi kulaklarımı sağır edecek kadar fazlaydı. Hızlıca karton dosyayı parçaladım. İçinden birkaç evrak ve değişik bir ses kaydı cihazı çıkmıştı. Evrakları okuyabilmek için helikopterin güçlü ışığını kullandım. Arama motorundan onaylı ve evimizin IP adresini içeren bir kağıtta arama geçmişi listesi vardı.

•Bir bebeği nasıl öldürürsünüz?
•Fare zehri ve etkileri
•Ölümcül zehirler
•Bir ceset en iyi nasıl saklanır?

Bering Denizi çok soğuktu. Rüzgar çok sertti, yaşadıklarım çok sertti; beni öldüren hayatımın ta kendisi olacaktı.

Ses kaydı cihazını açtım. Kalbimin atış hızına artık alışmıştım. Midem bulanıyordu. Cihazdan annemin sesi geldi. Hıçkırdım, kemiklerim acımıştı. Ses kaydında Annem Bayan Fenning'le konuşuyordu çünkü onun adını sayıklamıştı. Ne dediğini tam anlamıyordum fakat bir zamandan sonra netleşmişti. "Artık dayanamıyorum... onu öldürmem gerek yoksa yaşayamayacağım. Onu zehirleyeceğim, sonra gömeceğim ve buradan çekip gideceğim Caroline. Başka çarem kalmadı..."

Kusmaya başladım, birkaç dakika kustum. Titriyordum. Nick helikopter ipiyle yanıma indi, bana sarıldı, nefes nefeseydi; o da titriyordu. "Seni çok seviyorum Genevieve, o kadar çok seviyorum ki seni kaybetmek ölmek ve cehenneme gidip binlerce yıl yanmaktan daha beter. Senden tek istediğim bana güvenmen; bunun çok çabuk olmayacağını bildiğim için sana zaman vereceğim. Her şeye hazır olman için sana sürekli zaman veriyorum. Sen her şeyden çok daha fazla değerlisin."

Ona sarıldım, sımsıkı. İşte kabul etmek istemediğim fakat gerçekleşmesini engelleyemediğim ve öfkemin beni deli etmesine neden olan şey; ona aşık olmuştum. Ondan ne kadar nefret etsem de ona vurulmuştum, bunu ne yapsam da değiştirememiştim. Eğer hemen kaçmazsam bu aşkın beni iyice esaret altına alacağını biliyordum. Bu yüzden daha fazla durmak istememiştim. Fakat kader size hiç beklemediğiniz anda beklemediğiniz oyunlar oynayabiliyordu.


******


"Gerçekleşmesini durduramadığım bir döngü oluşturdum," dedi laboratuvarda, garip geçide benzeyen şeyin önünde dururken. "İlk önceleri ne kadar büyük bir felakete yol açacağını bilmiyordum. Seni seçmiştim. Bu... şu an içinde olduğumuz durum sürekli olarak olmaya devam ediyor belki binlerce defa gerçekleşti ve gerçekleşecek. Döngü senin hayatına bağlı. Anlayacağın şekilde anlatırsam..."

Her şeyi öğrendiğimde bu kadar karmaşık bir şeyin parçası olmak başımın dönmesine neden olmuştu. Nick makineyi çalıştırdığında her şey için hazırdım. Geçit garip ve yoğun bir gece mavisi ışığı saçıyordu. Nick'le birlikte içine girmeden önce tarih 2023'ün bir perşembe günüydü, ve biz geçitten geçerek üç yıl önce kaçırıldığım güne gitmiştik. Güneşli bir gündü, üzerimdeki her şey ceketim de dahil olmak üzere siyahtı. Yüzümde siyah bir kar maskesi vardı.

Doğduğum, büyüdüğüm ve on dokuz yaşına kadar tüm hayatımın geçtiği eve arka kapıdan gizlice girdiğimde anneme olan nefretim bu eve karşı beklediğimden daha az duygulu olmama neden olmuştu. Koridora yürüyüp elimdeki tabancanın namlusunu anneme doğrulttuğumda kucağında Orlando vardı. Eğer annemi şimdi vurmazsam bugün akşam Orlando'yu öldürecekti. Nick evin karşısındaki kaldırımda bekliyordu. Annem bana bakarken yüzünde unuttuğum ayrıntıları hatırlıyordum. Garip bir şekilde Orlando'yu korumak istercesine odasındaki beşiğe bırakıp odasının kapısını sakince kapamıştı. Sonra dizlerinin üzerine çökmüştü. Suratıma korkuyla bakıyordu. Evin önüne bir araba yanaştı. Gülüşen sesler duydum.

"Çarşamba kokusu geçmedi..."

Ön kapı açıldığında kendime bakıyordum. Üç yıl önce, her şeyden habersiz ve hayatı mükemmel ilerleyen on dokuz yaşındaki Genevieve. Donup kalmıştı. İçimden ağlamak geliyordu. Bir an bunu yapamayacağımı hissettim.

"Aman Tanrı'm!"

Tetiğe bastım, annemi göğsünden vurdum. Tabanca sesi irkilmeme neden oldu. Annem yere yığıldı ve kan, çiçekli elbisesine bulaştı. Psikolojim yerle bir oldu. Doğru şeyi yapmıştım öyle değil mi? Doğru şeyi yapmıştım? Annemden nefret ediyordum, Orlando'ya zarar veremezdi; buna asla izin vermezdim.

Nick'in arkadan gelip gazlı bezle beni bayıltışını ve çırpınışımı izlerken ne kadar çaresiz kaldığımı bir de bu açıdan izliyordum. Rucker bana doğru atıldı ve tabancayı ona doğrultarak ona gelmeyecek şekilde bir el ateş ettim. Rucker korkuyla geri sıçradı. Onu o kadar özlemiştim ki... Fakat döngüyü bozamazdım; arka cebimden bir şırınga çıkardım ve sert adımlarla ona yürüyerek koluna sapladım. Rucker birkaç saniyede bayıldı. O yerdeyken onu yanaklarından öptüm, sıkı sıkı sarıldım. Sonra Orlando'nun odasına girdim; onu sevgiyle kucakladım ve yüzlerce kez öptüm. O kadar güzel kokuyordu ki onu bırakmak istemiyordum. Fakat bir girdabın içine düşmüştüm ve artık bunu bozmam imkansızdı.

Nick'le birlikte evden çıktık ve baygın Genevieve'yi arabanın arka koltuğuna yerleştirdik. Sonra onu üç yıl önceki Nick'in Memphis'deki evine götürdük. Eğer üç yıl önce arabanın içinde kazara uyanıp kendimden bir tane daha ve bir adamdan iki tane görseydim tekrar geri bayılırdım. Nick'le Nick birbirlerine baktılar ve gülümseyerek şakalaştılar. Daha sonra portala girdik ve geleceğe döndük. Her şey olması gerektiği gibiydi. Döngü devam ediyordu, Orlando yaşayacaktı.

Aradan üç gün geçti. Nick'le hayatımız o kadar güzeldi ki hayatımın bu derece değişeceğini hiç tahmin etmezdim. Tekrar Diomede'deydik ve artık her şey çok daha güzeldi.

Döngü, Nick'in deney yapmak amacıyla beni kaçırmasıyla başlamış. Ondan önce tüm hayatımı öğrenmiş. Annemi araştırmış, babamı araştırmış. 'Zamanın Bükülebilirliği' adlı bir projesi varmış. Zaman makinesini asıl icat eden babasıymış fakat çalıştıramamış. Daha sonra Nick bu proje üzerine tüm hayatını adamış. İlk kaçırılışım annemin Orlando'yu zehirleyip öldürüşünden sonraymış. Nick bana bunu düzeltebileceğimi söylemiş ve ben geçmişe, annemin Orlando'yu öldüreceği güne gönderip annemi öldürebilmem için bir şans vermiş. Bunun geri dönülemez bir döngü oluşturacağının farkındaymış fakat beni deli gibi seviyormuş. Bunun için annemi öldürmem ve o zamandaki Genevieve'yi de tekrar Nick'in kaçırması gerekiyormuş. Ve bu her seferinde devam etmeye başlamış. Döngü sona eriyor ve sonra yine başlıyormuş, hiç durmadan.

Nick hayatımızın bu andan sonraki kısmının mükemmel geçeceğini bana dün söylemişti. Bugün eve geldiğinde sarhoştu. Beni özlediğini sanmıştım.

Kemerini çıkardı ve hiç durmadan bana vurmaya başladı.

Her şeyin bir yalan olduğunu, ona güvenmemem gerektiğini anladığımda artık çok geçti. Koskoca kırk sekiz sene onun esareti altında her gün eziyet ve işkencelerle dolu bir şekilde geçecekti. Evde beni kelepçeleyecek ve durmadan dövecekti. Evde daha önce hiç görmediğim zindanlarda yıllarımı geçirecektim. Orada akıl sağlığımı yitirirken hayatımın özetini anlatan bir şiiri sayıklayıp duracaktım. Nick bana eski sevgililerinden birinin ismini takacak ve ben yıllarımı ismimi o zannederek geçirecektim;

Katherine Sharwood.

48 YIL SONRA

Kaç yaşına gelmiştim bilmiyorum. Zihnim artık eskisi gibi düzgün çalışmıyordu. Vücudumda işkence izinin kalmadığı hiçbir noktam yoktu. Saçlarım karlı bir günde Diomede'nin dağ manzarasında olduğu gibi bembeyazdı. Yıllar size her şeyi unutturuyordu; acıyı, öfkeyi, kardeşlerinizi ve birlikte taş oyunu oynadığınız akşamları unutturuyordu. İntikam ve ihanet ise unutulmazdı.

Nick eve her zamanki gibi gece yarısı gelmişti. İhtiyar suratında yine her zaman olduğu gibi memnuniyetsizlik vardı. Bana yaptığı işkenceler yüzünden konuşma yetimi büyük oranda yitirmiştim. Fakat ona karşı gelme duygusu hala ilk günkü gibi içimde alevlenip duruyordu.

Tabancasını komidinin üstünde unutmuştu. Yaşlılık geldiğinde hata yapmak kaçınılmaz oluyor. Ellerim titriyordu fakat tabanca kullanmayı unutmamıştım. Nick kapıdan girip kafasını kaldırdığında hemen karşısında duruyordum. Tabancanın namlusu ona dönüktü, emniyet açıktı.

"Katherin-"

"Oros*u çocuğu!" Tabancayı ateşledim ve kurşun ben öyle istemesem de Nick'in kafasına denk geldi ve sarsılarak geriye doğru fırladı. Aslında onu göğsünden vurmak istemiştim.

Hiçbir şey hissetmiyordum. Nick'in suratına öylece baktım ve tamamen ölmesini bekledim. Sonra ihtiyar adımlarla laboratuvara indim. Geçit'i çalıştırdım. 2020'ye gitmem gerekiyordu. Orada bir kızın kaderini değiştirecektim. Bugün günlerden cumartesiydi. Birazdan pazar olacaktı.

Sokakları unutmuştum. Memphis'i hafızam silmiş gibiydi. Sanki Diomede'de doğmuş ve orada büyümüş gibiydim. Neden bilmiyorum ama en net babamın evini hatırlıyordum ve ona gidesim gelmişti. Onun evi portalın bulunduğu harabenin hemen birkaç sokak ötesindeydi. Bu güneşli günde insanlar mutluydu. Sokakta yürürken gülüşen insanların yanımdan geçişini izliyordum; hayatını dolu dolu geçirecek onlarca insanı. On üçüncü sokağa girdim, sonra sağdaki iki katlı evin zilini çaldım.

Babamın gözleri tıpkı benimkiler gibi maviydi. Şimdi yaşı benden çok daha küçüktü. Onu böyle görmek gülümsememe neden olmuştu. "Baba?" demiştim. Bir bebeğin konuşmaya ilk başladığı anlardaki gibi çıkmıştı sesim.

"Sen kimsin?"

"Ben senin kızınım baba."

Bu söylenmemesi gereken bir cümleydi. Onlardan hiçbiri sizin bildiklerinizi bilmiyordu. Onunla konuşmaya çalıştım fakat göz aşinalığından -beni akrabası zannetmişti- beni alıp bir tımarhaneye götürmüştü. Psikologla konuştuktan ve hastane heyetine de deli olduğumu kanıtlayacak şeyler söyledikten sonra kaydım yapılmıştı. Tımarhanedeki ilk günümde ilk işim Genevieve Forester'i buraya çağırmak olmuştu.

Genevieve ve Rucker meraklı gözlerle gelip karşıma oturduklarında Genevieve'nin yüzümün ne kadar buruşuk olduğunu düşündüğünü ve aklından ütüler geçtiğini biliyordum. Ne kadar da güzeldi. Gencecik bir cildi vardı, gözlerinde hayatın parlak ışığını görebiliyordum. Sapsarı saçları dalgalanıp omzundan aşağı dökülüyordu. İlk başta ne söyleyeceğimi bilmiyordum; ona hayatımızı özetleyen o acı şiiri söylemek istedim. Umarım bu şiir onun dudaklarından dökülmek zorunda kalmazdı.

"Bütün çiçekler Pazartesi günü öldüler."

"Salı günü rüzgar toprağı çokça kuruttu,"

"Çarşamba adam kadının kalbine düştü,"

"Perşembe olduğunda geçit açıldı,"

"Yılların çok çabuk geçtiğini Cuma anladı,"

"Cumartesi fırtına koparacak bir günah doğdu,"

"Pazar seheri yaşlı kadının gitme vaktiydi."

Bir süre suratıma baktı. Anlamamıştı. Tabii anlamazdı. Anlaması için ben olması gerekiyordu. Rucker hemen pencerenin yanındaki solmuş çiçeğe bakıyordu. Beni dinlememişti bile.

"Bayan Sharwood, ne demek istediğinizi anlamadım. Beni nereden tanıyorsunuz? Beni buraya neden çağırdınız?"

Sorunun tanıdıklığıyla gülümsedim. Döngüyü kırabilecek gücüm gerçekten var mıydı? Annemin ölümünü engelleyebilecek miydim? Tek istediğim bana inanmasıydı, fakat bir deliye kim inanır?

Bir süre uzunca düşündüm, ne diyebileceğimi, hayatımızı nasıl değiştirebileceğimi düşündüm. İhtiyar beynimi doğru düzgün çalıştırmak oldukça güçtü.

Ayağa kalktım. Solmuş çiçek saksısına doğru yürüdüm. Tabancamı 2071 yılından getirip bir şekilde buraya saklamayı başarmıştım. Tabancayı oradan alınca Rucker ve Genevieve korkuyla ayağa kalktılar. İkisinden birini kurban olarak seçmek zorundaydım. Oldukça yaşlıydım ve bir yara izi yıllarca eziyet görmüş bedenime fazla gelmezdi. Genevieve'in bacağına ateş ettim. Çığlık atarak yere düştü. Hemşire Welma üstüme atladı.

Rucker 911'den sonra annemi arayacak, acilen hastaneye gelmesini söyleyecekti. Böylece kar maskeli halim onu evde bulamayacaktı. Döngü kırılacak ve Genevieve'in hayatındaki tek problem bir süre ayağındaki tabanca yarası olacaktı. Benden önceki Genevieve de beni kurtarmayı denemişti fakat öyle görünüyor ki ondan biraz da zekiydim.

Bugün günlerden pazartesiydi, güneşli bir pazartesi. Ve bugün çiçekler solmayacaktı...

SON

Continue Reading

You'll Also Like

835K 52.8K 48
Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike getiren icatları, dünyaya sunulması konu...
459K 14K 51
işten eve dönerken ıssız bir ormanda duyduğu sesin peşine gitti ve bu bulunduğu yer onun hayatının değişim noktasıydı. * * * * * İLK KİTABIM OLDUĞU İ...
110K 6.6K 41
TEXTİNG ASKER KURGUSU
3.3K 416 33
Yiğit efe aşık olursa Not: Hikaye YiğZey olarak yazılmıştır