Obsesif//Sekai

By burcukrklk

8.4K 738 279

Otuz iki yaşında bir yazar olan Oh Sehun'un kaçırıldığı gün, yapmayı planladığı üç şey vardı: Uzun zamandır ü... More

Tanıtım
BİRİNCİ SEANS
İKİNCİ SEANS
ÜÇÜNCÜ SEANS
DÖRDÜNCÜ SEANS
BEŞİNCİ SEANS
ALTINCI SEANS
YEDİNCİ SEANS
SEKİZİNCİ SEANS
DOKUZUNCU SEANS
ONUNCU SEANS
ON BİRİNCİ SEANS
ON İKİNCİ SEANS
ON ÜÇÜNCÜ SEANS
ON DÖRDÜNCÜ SEANS
ON ALTINCI SEANS
ON YEDİNCİ SEANS
ON SEKİZİNCİ SEANS
ON DOKUZUNCU SEANS
YİRMİNCİ SEANS
YİRMİ BİRİNCİ SEANS
YİRMİ İKİNCİ SEANS
YİRMİ ÜÇÜNCÜ SEANS
YİRMİ DÖRDÜNCÜ SEANS
Soru.
YİRMİ BEŞİNCİ SEANS
YİRMİ ALTINCI SEANS-Final.

ON BEŞİNCİ SEANS

251 25 5
By burcukrklk

Geçen seansta, dağda geçirdiğim zamandan söz etmek istemeyişimi anlayışla karşıladığınız için teşekkürler. Çok zor bir hafta oldu. O yüzden, bugün de bunu yapıp yapamayacağımdan emin değilim... Gidişata göre karar veririz.



Hissettiğim acı, bir rüzgâr fırtınası gibi. Bazen, devrilmeden tam ortasında durabiliyorum. Öfkelendiğimde, içine daha da girip, beni yıkması için ona meydan okuyorum. Ama diğer zamanlarda, yere çömelip kollarımı etrafıma doluyorum ve sırtımı dövmesine izin veriyorum. Son zamanlarda, bu yere çömelme halindeyim. Tanrım, muhtemelen sizin de dinlenmeye ihtiyacınız var... Çok depresif konular, değil mi? Keşke size mutlu hikayeler anlatabilsem, zekice bir laf edip gülümsemenizi sağlayabilsem, Doktor Kyungsoo.






Buradan çıktığımda, anlattığım boktan şeyleri dinlemek zorunda kaldığınız için üzülüyorum. Kendimi bencil hissediyorum. Ama değişmek isteyeceğim kadar değil. Bu berbat olaylar beni bencil yaptı. Haklı yere bir hüzün hissediyorum. Size ilk geldiğimde, terapiye bir şans daha vermek için birkaç nedenim olduğunu söylemiştim ama size hiç kendi-başıma-gayet-iyi-idare-ediyorum baloncuğunu patlatan olayın ne olduğunu anlatmadım.





Bir markette oldu... Akşam geç saatlerde ve yalnızca kafama bir bere takarak alışverişe çıkıyorum. İnternetten alışveriş etmeyi de düşündüm ama Tanrı bilir siparişimi getirmesi için kimi yollarlar.





Evime girebilmek için kılık değiştiren gazetecilerden usandım. Her neyse, kadının biri alt raflardan birinden bir şey almak için eğilmişti. Bunun tuhaf bir yanı yok tabii, ama birkaç adım arkasında duran alışveriş arabasının içinde minik bir çocuk oturuyordu. Yanlarından geçip gitmeye, kız bebeğin minik beyaz dişlerine ve pembe yanaklarına bakmamaya çalıştım ama yanlarından geçerken, minik kollarından birini bana uzatıp salladı. Durdum. Mıknatısa çekilen bir metal gibi, ayaklarım beni ona doğru götürürken veya elimi uzatırken hiçbir şey yapamadım. Sadece bir saniyeliğine o minik ele dokunmak istedim. Kendime ihtiyaç duyduğum tek şeyin bu olduğunu, bir saniye elini tutacağımı söyledim. Ama bebek öne uzattığım parmağımı sıktı ve sıkarken kıkırdadı. Annesi bunu duyunca "Aferin sana, Samantha'cığım. Anneciğin hemen yanına gelecek," dedi.




İsmi Samantha'ydı. Bu isim zihnimde yankılandı; bebek maması olduğunu gördüğüm kavanozları almaya çalışan bu kadına benim de bir bebeğim olduğunu, hayatında görebileceği en güzel bebek olduğunu söylemek istedim. Ama bunu söylersem, bana bebeğimin kaç yaşında olduğunu sorardı ve ona bebeğimin öldüğünü söylemek istemiyordum. Kadının huzurla ve minnet hissiyle kendi kızına dönüp bakması, kendi çocuğunun ölmediğini bilerek mutlu olmasını, bir annenin sahip olduğu güven hissiyle bakışlarında kendi kızının başına asla kötü bir şey gelmeyeceğini görmek istemedim.





Parmağımı geri çekmeye çalıştığımda, Samantha parmağımı daha da sıktı ve dudaklarında minnacık bir tükürük baloncuğu belirdi. Burun deliklerime kokusu geldi: Bebek pudrası, bebek bezi ve belli belirsiz tatlı süt kokusu. Onu istiyordum. Ellerim onu oturduğu yerden kollarıma, hayatıma almak için kaşınıyordu. Boş koridorun iki tarafına kaçamak bakışlar fırlatıp, oradan kaç adımda kaçabileceğimi hesaplamaya koyuldum. Geç saatte, sadece bir kasiyerin çalıştığını biliyordum. Çok kolay.





Alışveriş arabasına biraz daha yaklaştım. Kalp atışlarımın kulaklarımda gümbürdediğini hissederken, bebeğin incecik sarı saç tellerinin marketin flüoresan ışıklarının altında parıldadığını gördüm ve serbest elimle ipeğimsi saçlarını okşamak için uzandım. Benim bebeğimin saçları koyu renkti. Bu, benim bebeğim değildi. Bebeğim ölmüştü.





Bebeğin annesi birkaç adım ötemde doğrulurken ve arabaya doğru gelirken geriye çekildim.
"Merhaba," dedi tereddütlü bir gülümsemeyle.
Ne yapıyorsun? demek istedim. Sırtını neden çocuğuna döndün? Neler olabileceğini bilmiyor musun? Dışarıda ne kadar çatlak insan var farkında değil misin? Benim ne kadar çatlak olduğumu göremiyor musun?
"Ne kadar mutlu bir bebek," dedim.
"Çok da güzel."
"Şu anda mutlu görünüyor ama onu bir saat önce görmeliydiniz! Onu sakinleştirene dek öldüm."






Kadın annelik streslerinden, benim sahip olabilmek için ruhumu satabileceğim sıkıntılardan söz ederken, içimden ona nankör bir kaltak olduğunu, bebeğinin ağzından çıkan her sese minnettar olması gerektiğini söylemek geçti. Ama paralize olmuş gibi orada dikildim ve arada sırada gülümseyip başımı salladım. Kadın en sonunda içini döktü ve "Sizin çocuğunuz var mı? diye sordu. Başımı salladım, gülümsememin silinip dudaklarımı birbirine bastırdığımı, boğazımın "Hayır, çocuğum yok," derken düğümlendiğini hissettim.
Bakışlarım bir şeyleri ele vermiş olacaktı ki, kadın tatlı tatlı gülümsedi ve "Olacak," dedi.




Suratına tokat atmak, öfkeyle ve hiddetle bağırmak istedim. Ağlamak istiyordum. Ama bunları yapmadım. Gülümseyip başımı sallamakla yetindim ve onları orada bırakıp iyi geceler diledim.
İşte, o anda tek başıma pek de iyi idare edemediğimi anladım. O anı, tüm diğer çıldırmama ramak kalan anların ardına atmayı başardım. Ta ki eskiden birlikte çalıştığım kızlardan birinin önceki günün gazetesinde bir oğlu olduğunu okuyana dek.




Ona bir tebrik kartı yolladım ama o bebeğe yaklaşacak kadar kendime güvenmeyeceğimi biliyordum. Kartı seçmek bile işkenceydi. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Emin olduğum tek şey, hiç beceremediğim halde bu olayla başa çıkabileceğimi kendime ispat etmek için acınası bir girişimde daha bulunduğum.
"Kris'le ben akşam yemeğe gelmeni istiyoruz," dedi annem Salı öğleden sonra aradığında.
"Rosto yapıyorum."
"Az önce yemek yedim. Keşke önceden haberim olsaydı."
Yemek yememiştim ama oraya gidip o sıralarda neleri berbat ettiğimi duymaktansa, kendimi kızgın korların üstüne atmayı, hatta kızgın korları yemeyi tercih ederdim. Bir tek annem beni boktan şeyler konusunda bok gibi hissettirmeyi başarabilir. Zaten sürekli olarak kapıma kadar gelip tekliflerde bulunan gerzek bir film yapımcısına asabım bozulmuştu...






Adam kapıma kadar geliyor, dışarıdan benimle anlaşmaya çalışıyordu. Birkaç dakikada bir, kahrolası bir açık arttırmaya gitmiş gibi teklif miktarını da yükseltiyordu. Nefesini boşa tüketiyordu.



Seneler önce, Titanik filmini izlediğimi hatırlıyorum. İnsanlar tıka basa patlamış mısırlarını yemiş bir halde filmden çıkarlarken, özel efektlerin ne kadar muhteşem ve gerçekçi olduğundan, özellikle de cesetlerin suda yüzdüğü sahneden bahsediyorlardı. Ya ben? Kusmak için tuvalete gittim çünkü insanlar gerçekten de öylece ölmüşlerdi. Hem de yüzlercesi.
Orada oturup, şekerleme yemek, parmaklarınızdan tuzlu tereyağı yalayıp, bu insanların buz gibi suda gerçekleşen otantik ölümlerini hayranlıkla izlemek bana yanlış gelmişti.






İnsanlar hayatımın onları ne kadar eğlendirdiğini konuşurken tıkınmalarını da kesinlikle istemiyordum.
"Seni daha önce aramayı denedim ama yanıt vermedin."
Annem asla 'evde değildin' demezdi, her zaman 'yanıt vermedin' derdi. Bunu adeta onu sinir etmek için telefona bakmamışım gibi suçlayıcı bir ses tonuyla söylerdi.




"Vivi'yle yürüyüşe çıkmıştım."
"Kontrol etmeyeceksen, sesli mesaj bırakılmasına neden izin veriyorsun?" "Haklısın... Özür dilerim. Ama tekrar aradığına sevindim. Sana bir şey sormak istiyordum. Dün gece, eşyalarımı karıştırıp Xiumin hyung ile babamın fotoğraflarını bulmaya çalıştım ama hiçbirini bulamadım."




Gerçi bende fazla fotoğrafları yoktu. Birçoğunu bana akrabalar vermişti, geri kalanıysa annem tarafından rehin alınmış ve "bir gün' bana geri vereceği vaadiyle anı defterlerine ve albümlere yerleştirilmişti. Özellikle de babamın, Xiumin hyungun ve benim bir arada olduğumuz bir fotoğrafı almasına sinirlenmiştim.





Annemin bulunmadığı bir fotoğraf bulmak zordu "Evine geri döndükten sonra onları sana geri verdiğime eminim."
"Hatırlamıyorum. Geçen gece, her yeri aradım ama..."
Birkaç saniye bekledim, ama annem kayıp fotoğraflarla ilgili hiçbir açıklama yapmadı. Israrla soru sormazsam, bir şey demeyeceğini biliyordum. Fakat ona sormak istediğim bir şey daha vardı. Annemle ne uğruna savaş vermem gerektiğini öğrenmiştim. Rus ruleti bile daha az risk taşıyor olabilirdi.






"Anne, hiç babamla Xiumin hyungu düşünüyor musun?" Telefonun diğer ucundan bıkkın bir ses geldi.
"Tabii ki düşünüyorum Ne biçim bir soru bu? Ne kadar yemek yedin? O içtiğin konserve çorbalar gerçek yemek sayılmaz. Çok zayıfladın."
"Anne, seninle bir şey konuşmaya çalışıyorum."
"Ama bu konuyu..."
"Hayır, aslında konuşmadık. Hep konuşmak istedim, çünkü sürekli olarak onları düşünüyorum. Özellikle de orada olduğumda düşündüm. Ama ne vakit bu konuyu açsam, ya başka bir şeyden ya Xiumin hyungun buz pateni yapışından ya da... "



"Bunu neden yapıyorsun? Beni üzmeye mi çalışıyorsun?"
"Hayır! Ben sadece... Düşündüm de... Ben de evladımı kaybettim, sen de kaybettin. Konuşabileceğimizi, belki bununla nasıl başa çıkabileceğimin yollarını söyleyebilirsin diye düşündüm."
Başa çıkmanın yollarını mı? Ne yaptığımı sanıyordum? Bu adam bir yudum votkadan daha derin bir başa çıkma yöntemi sergilemiş miydi?





"Yardımcı olabileceğimi sanmıyorum, Sehun. Senin çocuğun... İkisi aynı şey değil." Sesim buz gibi kesilirken, nabzımın hızlandığını hissettim. "Nedenmiş?"
"Anlayamazsın."
"Öyle mi? Peki, o zaman kızımın ölümünün neden senin oğlunun ölümüyle karşılaştırılamayacağını açıklamaya ne dersin? Belki o zaman anlarım."





Öfkeden sesim titriyordu. Telefonu o kadar sıkı sıkı tutuyordum ki elim acıyordu.
"Sözlerimi çarpıtıyorsun. Tabii ki çocuğunun başına gelen bir trajediydi, Sehun. Ama bunu benim başıma gelenlerle kıyaslayamazsın."
" Xiumin hyungun başına gelenler demek istedin herhalde."
"Hep böyle yapıyorsun, Sehun... Seni akşam yemeğine çağırmak için arıyorum, karşılığında bunu saldırılarından birine dönüştürüyorsun. Açıkçası, bazen kendini mutsuz etmek için çabaladığını düşünüyorum."
"Öyle olsaydı, seninle daha çok vakit geçirirdim, anne."




Annem şok içinde nefesini içine çekti ve telefonu suratıma kapattı. Öfkeyle Vivi'yle dışarı çıktım ama yarım saat hiç durmadan koştuktan sonra, egzersizin ve anneme hayır demiş olmanın yarattğı kısa süreli mutluluk silindi, çünkü bir sonraki telefonun nasıl olacağını düşündüm.
Kris bana annemi ne kadar üzdüğümü, nasıl perişan olduğunu, özür dilemem gerektiğini ve onu daha iyi anlamaya çalışmam gerektiğini söyleyecekti. Hayattaki tek varlığımın o olduğunu, zavallı kadının o güne dek çok şey çektiğini söyleyecekti. Bu arada, bir yere oturdum ve "Neden beni anlamaya çalışmıyor? Ya benim çektiklerim ne olacak?" diye düşünmeye başladım.







***

Dağdayken bebeğim öldükten sonra, yanımda katlı duran battaniyesine bakarak uyanmıştım. Onun için dökülen gözyaşlarım elbisemin ön tarafını ıslatmıştı. Bedenim bile öldüğünü kabullenemiyordu. Kai uyandığımı fark edip yanıma geldi ve oturup sırtımı ovmaya başladı.
"Suratın için biraz buz getirdim."
Başımın yanına bir buz torbası bıraktı. Bunu görmezden gelip, ona bakmak için yan döndüm ve oturdum.



"Bebeğim nerede?"
Yere baktı.
"Sana bağırdığım için özür dilerim ama onun battaniyesini değil, onu istiyordum."
Yataktan aşağı kayıp, önünde diz çöktüm.
"Lütfen, sana yalvarıyorum. İstediğin her şeyi yaparım."
Hâlâ bana bakmadığından, suratımı yavaşça beni görebilece bir yere çevirdim.




"İstediğin her şeyi yaparım. Bana sadece onu nereye götürdüğünü söyle yeter..." Cansız bedenini demeye dilim varmamıştı.
"Her zaman istediğini elde edemezsin..." Durdu ve Rolling Stones şarkısının son birkaç dizesini mırıldandı.
"İçinde bir damla şefkat hissi varsa, onu nereye götürdüğünü söylersin."
"İçimde bir damla şefkat hissi varsa mı?" Ayağa fırladı ve ellerini beline dayayıp volta atmaya başladı.







"Sana defalarca ne kadar şefkatli olduğumu kanıtlamadım mı? Her zaman yanında olmadım mı? Bana o korkunç şeyleri söyledikten sonra bile hâlâ yanında değil miyim? Seni biraz olsun teselli etmek için battaniyesini getirdim, ama tek istediğin o mu? O, seni terk etti, Sehun. Anlamıyor musun? Seni terk etti, fakat sen buradasın."





O korkunç sözleri duymamak için, ellerimle kulaklarımı sıkı sıkı kapattım ama ellerimi çekti.
"O gitti, gitti, gitti," dedi.
"Nerede olduğunu bilmenin sana hiçbir faydası yok."
"Ama onu benden bir anda aldın. Ben sadece... Benim... Ona veda etmem gerek."
"Nerede olduğunu ne şimdi, ne de başka bir zaman bilmen gerekiyor."
Bana biraz yaklaştı.
"Hala bana sahipsin ve önemli olan tek şey bu. Şimdi, bana akşam yemeğimi hazırlasan iyi edersin."






Bunu nasıl yapacaktım? Sonraki günleri nasıl...
"Vakit geldi, Sehun."
Aptal aptal suratına baktım. Parmaklarını şaklatıp mutfağı işaret etti. Tam birkaç adım atmıştım ki "Bu gece, fazladan bir parça çikolata yiyebilirsin," dedi.



***

Kai bana bebeğimin cesedinin nerede olduğunu asla söylemedi, doktor. Hâlâ bilmiyorum... Polisler cesetlerin yerini bulabilmek için köpekler getirdiler, ama onu bulamadılar. Kızımın cesedini nehre attığını ve onun huzur içinde nehirden aşağı süzüldüğünü düşünmek istiyorum.





Geceleri dolabın içinde gözüme uyku girmediğinde, dağda yalnız olduğunu düşündüğümde, ya da dişleriyle onu parçalayan vahşi hayvanlarla ilgili bir kâbus daha gördükten sonra çığlıklar atarak, kan ter içinde uyandığımda, bunu düşünüyorum.





Bebeğime hiçbir şekilde saygı gösterme şansım yok. Ne mezarı var, ne de onu hatırlatan bir anıt. Mahallemdeki kilise onun için bir mezar taşı yaptırmak istedi ama hayır dedim. Çünkü ölümü takıntı haline getirmiş gazetecilerin ve insanların oraya gidip fotoğraf çekeceklerini biliyordum. Kendim ona mezar yaptım. Annem mutsuz olmak istediğimi söylediğinde, bu yüzden içim yandı. Bunun ardında büyük bir gerçek yatıyor.





Luhan geçen gece tekrar aradığında, birkaç saniye kadar güldüğümü fark ettim. Yürüyüş yaparken, Vivi'nin nasıl suya düştüğünü anlatıyordum. Kendimi derhal durdurdum ama olmuştu bir kere. Gülmüştüm. Utandım, adeta kayıtsız bir an geçirdim diye bebeğime yanlış yaptığımı hissettim. Hayatı ve bununla birlikte gülümseme, gülme veya hissetme şansı elinden alınmıştı. Dolayısıyla, kendim gülümsediğimde veya güldüğümde, ona ihanet ettiğimi düşünüyorum.





Geçen hafta bir kere bile dolapta uyumadığım için kendimi tebrik etmem gerek... Paranoyak davrandığımı kabullenemem ama buna karşı tepki vermememle ilgili olarak konuştuklarımızın buna bir katkısı olmuş olabilir.




Dün gece ön ve arka kapıların kilitli olup olmadığını kontrol etmeden yapamadığım halde, pencereleri kontrol etmedim. Kendime bunları gündüz kontrol ettikten sonra bir daha açmadığımı hatırlattım. Yatmadan önce yaptığım ayinin bir kısmını evime döndüğümden beri ilk kez dün gece atladım. Çişe kalkma durumu da daha iyiye gidiyor... Bana verdiğin yoga videolarının çok faydası oldu. Çoğu zaman, çiş yapmam gerektiğinde yapıyorum. Üstelik bunu nefes alma egzersizlerinin hiçbirini yapmadan veya mantralarımı tekrarlamadan yapıyorum.





Dediğim gibi, ilerleme kaydettiğim için kendimle gurur duymalıyım; duyuyorum da, ama bu hissettiğim suçluluğa bir katman daha ekliyor. İyileşmek, kızımı geride bırakıyormuşum gibi geliyor. Bunu bir kere yapmıştım zaten.


BÖLÜM SONU...

Continue Reading

You'll Also Like

2.9K 358 8
《 Öğretmen olan SeokJin'e bir veli tarafından yanlış (?) bir mesaj gelir. Daha sonra SeokJin, oğlunun konuştuğu velinin oğlu ile sevgili olduğunu öğr...
210K 3.5K 42
Bolca +18 sahne ve biraz şiddet olacak arkadaşlar ona göre okursanız sevinirim "Bana attığın o tokat'ın karşılığı olmayacak mı sandın hemde tüm sını...
1.2K 119 10
Bu Dünya Hoseok için kirliydi. -Minific'tır- #16minific //
2.6K 299 7
Ben sizin ne ilk ne de son mektubunuzum. [Stories From Wavy Horizons, 3rd book]