Eylül

By WattpadClassicsTR

42.3K 1K 230

İlk defa 1900-1901 yılları arasında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen Eylül'ün kitap halinde ilk baskı... More

Birinci Bölüm
İkinci Bölüm
Üçüncü Bölüm
Dördüncü Bölüm
Beşinci Bölüm
Altıncı Bölüm
Yedinci Bölüm
Sekizinci Bölüm
Dokuzuncu Bölüm
Onuncu Bölüm
On Birinci Bölüm
On İkinci Bölüm
On Üçüncü Bölüm
On Dördüncü Bölüm
On Beşinci Bölüm
On Altıncı Bölüm
On Yedinci Bölüm
On Sekizinci Bölüm
On Dokuzuncu Bölüm
Yirmi Birinci Bölüm
Yirmi İkinci Bölüm

Yirminci Bölüm

522 26 3
By WattpadClassicsTR

Bu sefer Necib, konakta bir hafta görünmedi. Suad, önce bundan memnun olurken gittikçe endişelenmeye, sıkılmaya başlıyordu; onun yüzünden de, arkasından da üzüntülü olduğunu görüp: "Ah, bu aşk ne acı bir yara imiş! Ne kötü şeymiş!" diyordu. Onu o kadar çok sevmişti ve severken mutluluğa o kadar da dokunmuştu ki, hayatının bu sarsıntıdan kırılmaması mümkün değildi. Ve her şeyden çok onun şu kadar küçük mutluluk ihtimalini bile bir yara yapmak isteyen kaderin elinde feryat ve ölüme hazırlık arzusu hissediyordu. Kim bilir belki Boğaziçi'nde kalsalardı bu aşk böyle bitmez, belki bir mutluluk olurdu. Zaten bir mutluluk değil miydi, böyle birbirlerini son dereceye kadar, ölümlere kadar sevmeleri, birbirlerine dünyayı feda edeceklerini her bakışta, her nefeste tekrar anlatışları ve giderek sağlamlaştırmalar; sevildiğini, sevdiğini, bununla mutlu ettiğini bilerek yaşamaları zaten bir mutluluk değil miydi? Bu artık yok olmuştu. Acı, kötü sonlu bir rüya olmuştu değil mi? Ve hayatında bir şey olabilecekken uğursuz bir rastlantıyla kırılıvermiş olan bu aşkının hayali cesedi arkasında sevdiğini gömenlerin yakıcı yürek yanmalarına benzer bir özlemi vardı. Hayatın boşluğundan doğan bıkkınlık ve sonsuz iç sıkıntısına şimdi bir büyük mutluluk fırsatını kaçırıp hayatını yok etmiş olmaya, ayrılık acısı da ekleniyordu.

Bu uzun düşünceler, kederler onu büsbütün sarartmıştı. Yüzü birden incelmiş, sarı, uzun bir hâl almış, gözlerinde derin bir bıkkınlık vardı, bütün yüz çizgilerine sürekli bir elem ifadesi yerleşmişti. Artık ömrü hemen hemen hep sessizlik ve düşünceye mahkûm olmuş denilebilirdi. Süreyya ile dargınlıkları hâlen sürüyor, ikisi de pişman görünmeyerek zorunlu birkaç kelimeden başka bir söz konuşmuyorlardı. Hacer'in sözlerine artık cevap verip vermemeye de pek önem vermiyordu. Yalnızca hanımefendinin ender birkaç sözüne katıldığı oluyordu.

Necib'in böyle sıra ile dört beş gün gelmediğini görünce, şimdi kendisi merak etmeye başlamıştı. Onun darılmış olması ihtimali bu merakı endişeye dönüştürüyor, ona gereğinden fazla bir sertlik göstermiş olmaktan korkuyordu. Öyle bir hafta gelmeyince "Demek Hacer için değilmiş" düşüncesi de değerlendirmelerine ekleniyor, o hâlde Necib'e niçin böyle kaba davrandığını anlamadığı dakikalar oluyordu. O kadar kırgınlığa esir kalmıştı ki, katlanamayarak, bir ateş içindeymiş gibi, elinde olmayan hareketlerde bulunmuştu. Fakat şimdi? Şimdi işte mademki artık gelmiyordu, demek o darılmış, haksızlık etmişti. Özellikle onun böyle günlerce uzaklarda ne yaptığını düşünmek bu endişesini artırıyordu. Acaba nerede ve nasıl yaşıyordu? O kadar müddet hayatına o kadar karışmış, o kadar girmişti ki, şimdi kendinde bir boşluk, bir rahatsızlık oluşuyordu. Bu değerlendirmeler arasında nadir dakikalarda hiçbir şey düşünmeyip dalıp herkes gibi gitmek, her şey bittiği için boş yere rahatsız olmak istediği de oluyordu. Fakat gizlice araştırmak isteği ve merak düşüncesi üstün geliyor, zihnini bunlara harcıyordu.

Bir akşam sofrada onun konusunun umulmadık şekilde açılması bu düşüncelerine kuvvet ve şiddet verdi. Fatin, Süreyya'ya Necib'i sordu. Cevap alamayınca kendisi bir kalem arkadaşından duyduğunu anlatmaya başladı. Fakat sözü ağzında o kadar ezip cümleleri, lokmaları çiğnemekle o kadar parçalıyor o kadar uzatıyordu ki, bir sinir ateşi içinde Suad ona haykırmak istiyordu. Fatin, o arkadaşından Necib hakkında öğrendiklerini anlatırken, bazen sade bir gözle, sonra bir kapalı kelimeyle cümlelerini büsbütün belirsizliğe boğarak konuşuyordu.

"Bizim Fehim Bey geçen gece berabermiş... Şaştım diyordu... 'Ne tahammül, ne tahammül, ben kimsede bu derece aşırılık görmedim' diyordu..." diye aşırılığın ne de olduğunu söylenmemiş bırakarak açıklamalara giriyordu. Hanımefendi de kendi gibi bir şey anlamak için olmalı ki, sonunda anlatmaya mecbur oldu. O zaman Fatin, manalı bir gülümsemeyle bakarak sadece: "Beyoğlu malûm a, her türlüsü... Şimdi bir de tiyatro kumpanyası gelmiş..." diye gözleriyle bir şey anlatmak istedi. Sonra Süreyya gülerek: "Kumpanyalar zaten buraya oyun vermeye değil oyun etmeye gelirler ve aktrisler sanatlarından çok mevkileriyle nam bırakırlar..." dedi.

Sonra söz başka bir şeye döndü. Suad sadece Necib'in çok eğlendiğini anlamış olarak belirsizlik içinde daha da acılı oldu. Fakat bu kadarı da kendisine soğuk bir ihanet hissi bırakmak için yeterli değil miydi? Hâlbuki öbür gün Hacer'den öyle bilgiler aldı ki, artık hiç şüphesi kalmadı. Hacer, yanına gelip birdenbire sadece onunla meşgul olduğunu gösteren bir ciddiyetle dedi ki:

"Dün gece bizimkinden duydun a, Necib maşallah almış yürümüş..."

Suad merak ediyor görünmemek için kendini zorladı. Fakat Hacer anlatmak için teşvike muhtaç değildi. O zaman Necib'in bir aktrisin arkasında gezdiğini, onun için birçok fedakârlıklar, delilikler ettiği hâlde sonunda yanında alıkoymayı başardığı bir gece yemekte sızdığı için onu lokantada bırakıp karının başka biriyle kaçtığını, her gece de onu hep öyle yerlerde ve sarhoş gördüklerini anlatıyordu. Ve o anlatırken Suad inanmamak, savunmakla beraber kendinden uzakta, başka bir kadın için bu kadar hakarete uğradığı için Necib adına acı çekiyor ve bir aşağılanma hissederek eziliyordu.

Sonra birden isyan etti. Bu üzüntüsüne kızdı. "Neden? Niçin? Bana ne?" dedi. Artık bu işten sonra aralarında hiçbir bağ görmediği hâlde bu adamı hâlâ niçin düşündüğünü anlamak istiyordu. O, ilk zorluklarda direnemeyerek sadece yine eski zevk âlemine dalmıştı. Şu kadar ki: Şimdiye kadar kibar bir şekilde yaşarken bu sefer usluca geçen bir yazın telaş ve intikamıyla bunda aşırılık gösteriyor, yahut her vakit böyle davrandığı hâlde yalnız bu sefer haberleri oluyordu. "Zaten onlar o hayata, o kadınlara alışmışlar... Şimdi artık memnun olmalıdır." diyordu. Hâlbuki o hayattan nasıl gönlü tok görünür, o kadınları ne kadar aşağılardı. Demek onlar yalandı. Demek o da yalandı. O kadar bugün böyle, yarın böyle hissediyor, o da herkes gibi sahte yaşıyordu? Hâlbuki Suad, onu ne kadar içten ve ciddi bellemişti. Ve onun da aldattığını görünce "Zaten hep öyle, hep... Hiç kimse yok..." diye suçluyordu. Hayatın o kadar ıstıraplı olduğu fenalıkları arasında bir aşk var diye ruhunun bütün arzusu ile ona sarılmışken ondan da böyle aşağılama, uzaklaştırma görmesi o kadar acı geliyordu ki, bu emellerinin sönmesi içinde tekrar: "Ah eylül!.. Eylül!.. Hayatın mutluluğunu bilmemekte, anlamamakta... Hâlbuki onu yaşayıp bilmemek mümkün değil... Bir kere eylül geldi mi? Boş... Hiçbir ümit..." diye inliyor ve önündeki hayatını uzun, renksiz, yorgun günlerle dopdolu görerek sabır ve tahammüle gücünün yetmeyeceğini sanıyordu.

Elinde aşkının kırık oyuncak gibi perişan oluşu onu pek kahrediyordu. Şimdi artık her şeyi unutmak, onu kovmak istiyordu. Mademki o da yalandı. Artık değil unutmak nefret bile ediyordu. Ah, hâlbuki ne kadar sevmişti, değil mi? Özellikle ne kadar aldanarak nasıl seviliyorum sanmıştı ve ilk fırsatta bunun nasıl gülünç olduğunu, ne yakıcı bir şekilde anlamış, ne acı, ne aşağılık şekilde, ne alçakça anlamıştı... Sadece bir mevsimlik, işte onun tesiri, güzelliği ve cazibesi... Ve bu an mutluluktan yararlanamayarak bütün kalbiyle köle olup ve hilelerle, kıskançlıklarla onu elinde tutmayı ve korumayı düşünemeyerek içten, doğru bir aşkla sevmiş ve bunu göstermişti. Ne kadar ateşle sever ve ne kadar gösterirsem o kadar mutlu ederim diye düşünmüş onu mutlu etmekten, mutlu görmekten başka hiçbir şeye önem vermemişti. "Fakat işte pişmanlık... İşte ders!" diyordu.

"Pişmanlık mı, niçin? Ders mi, artık ne fayda!" diye omuzlarını kaldırıyordu. Mademki Necib o kadar hafif ve vefasızdı. Hiç pişman olmuyor, tam tersine memnun oluyordu. Hem böyle küçük bir tecrübeyle bu felâketten böyle sağlam kurtuluşuna şükrediyor. "Ya inansaydım, ya büsbütün inansaydım..." diye titriyordu. Hâlbuki neler ummuş, onun ateşli sesinden ne teklifler beklemiş ve buna ne kadar candan razı olmaya hazırlanmıştı!

Bunu düşündükçe, hor ve alçalmış bir şekilde, boynunu bükerek: "Of aman!" diye feryat edecek kadar acı çekiyordu. Bu düşüncelerden, bu derin alçaklık duygusundan, bu ruh acılığından kurtulmak için ölüyordu. Artık düşünmemek, artık unutmak, o zamanları yaşamamış olmak istiyor, bunun uzun müddet mümkün olmayacağını, böyle birden sönüveren aşkının üzüntülerinin, hatta böyle bir kelime af istenilmeksizin, özür dilemeksizin bırakılıp terk edilmenin, bu ayrılığın, ne olsa mutlak bir müddet süreceğini bilmek acısıyla sürükleniyordu.

Bari hayatında bunun için bir kolaylık, sevilecek bir şey, yaşamaya, mücadeleye teşvik edecek bir güzellik olsaydı... Süreyya ile aralarında hâlâ soğuk bir nezaket hüküm soruyordu. Evde hanımdan başka herkesten iğreniyordu. Ve bu, kalbe ait duygularıyla birleşince hayatını katlanılmaz bir işkence hâline getiriyor, akşamlara kadar yalnız, yorgun, güçsüz kalıyordu. Bir gece, âdet üzere yatmak için odalarına girdikleri zaman, Süreyya gülerek kendine yaklaştı. Ellerini uzatarak, "Hâlâ affetmeyecek misin, Suad? Ne kadar kindar imişsin!" diye yalvararak ellerini almak istedi. Suad, mutsuzluğu ve çaresizliği altında o kadar ezilmiş bulunuyordu ki, birden eski seneleri hatırlatan bir içtenlik sedası ile kendine acındığını görünce gözlerinin dolduğunu hissetti. Ve ona bunları göstermekten utanarak, kaçacak yer de bulamayarak, derin bir ümitsizliğe karşılık bir sığınma ve imdat isteme duygusuyla onun boynuna saklandı. "Ah neler çektim, neler!" diye hıçkırmak isteyerek, onun ricalarla, öpücüklerle, küçük hitaplarla yalvarışı arasında büyük bir teselli ve şifa duyarak ıstıraplarının acılığıyla karışık bir teşekkür ağlamasıyla hayatından ve mutluluğunun böyle hakaretli son bulmasından bir şikâyet ihtiyacıyla uzun uzun ağladı.

Onu sadece bir koca sinesi olarak değil, her türlü kederlerin ağlanılıp rahatlayacağı bir şefkat sinesi zannediyordu. Bu yaşların arasında onun Süreyya olduğunu o kadar unutmuştu ki, yatıştırmak için kendine söylediği sözlerden olduğunu hatırlayınca irkilerek: "Ah senin bana ettiğini bilsen..." diye onu itmek istedi. Fakat tam Süreyya da o meseleden bahsediyor ve af dileyerek: "Ne yapayım Suad'cığım, öfkeme yenildim... Kendimi tutamadım... Fakat sen de itiraf et, sen de o gece biraz gereğinden fazla sinirliydin... Eğer öyle yapsaydın kim bilir..." diye söyleniyordu. Kim bilir belki orada kalacaklardı, değil mi? Fakat orada kalmamakla bilmeden birçok şeyi korumuştu. Süreyya, hem kendi hukukunu, hem karısının namusunu, yani mutluluklarını korumuştu. Ve kendisini uçurumlardan korurken kendisi onu aşağılamış, onu suçlamıştı, değil mi? Şimdi ona teşekkür etmek, ağlayarak teşekkür etmek ihtiyacı ile daha göğsüne girmek, "Yok, yok, asıl suçlu benim... Sen iyisin, iyisin Süreyya... Sen beni affet! Ah, sana ne kadar hakaret ettiğimi, haksızlık ettiğimi bilmiş olsaydın..." diye inlemek, daha sokularak: "Oh, beni sakla, beni koru!.. Beni savun!" diye sığınmak istiyordu ve bu sığınmada rahatlık, teselli ve kuvvet buluyordu. Gözlerinden akan yaşlar onu biraz yatıştırmış, onun sözleri kendine güç vermişti. Ve demek, hâlâ Süreyya'da şefkat ve sevgi, her şeyi unutup onu sevecek kadar içtenlik ve güven bulabiliyor, demek onu sevebiliyordu? Onu sevmek değil, ona ettiği hakaretlerin affını elde etmek için yalvarmak gerektiğini görüyordu. Çünkü şüphesiz ona karşı haksızlığı vardı. O kadar aşağılamalardan başka onu haksız saydığı için de haksızlık etmişti. O, hep bilmeyerek korurken kendisi günahlarının maksatlarına âlet olmadığı için kızmış, özellikle hiddette bile haksızlık ederek hemen ümitsizliğe kapılıp suçlama ile bundan bile bir faydalanma dersi araştırmakta kusur etmemiş, eğilimlerini özgür bırakıp büsbütün teslim olmak için her şeyi yapmıştı. Oh, bunu şimdi ne kadar küçük, ne kadar güçsüz, ne kadar hain buluyor, bu alçalma ile ne kadar eziliyordu.

Şimdi derin bir sakinlik ve memnuniyet içinde, ona yakın, şükreder bulunmaktan büyük bir rahatlık hissederek ara sıra gelen hıçkırıklarla, tek tük konuşuyorlardı. Ve Süreyya'nın birden gereksizce Necib'in adını bir kere söylemesiyle bütün vücudu ateş gibi yandı. Bu henüz kapanamayacak kadar derin ve yakıcı bir yara olduğu için tekrar o sakinlik ve rahatlığın birden yok olup yerine daha yakıcı ve cana dokunan bir acının var olduğunu, hatta bu hâlin hiç yok olmamış gibi bulunduğunu gördü. Süreyya bunlardan habersiz, gülerek Necib'e dair bilgiler veriyor, ona rastladığını ve kendisini göremiyorlarsa da haberlerini aldıklarını söyleyerek alay edince onun "Azizim, ben de şaşıyorum. Fakat hiçbir kadına bu kadar ateşle bağlanmamıştım. Fakat görsen ne kadın! Kadın değil başka bir şey!" diye anlata anlata bitiremediğini, hatta kendini bir gece yemeğe çağırdığını söylüyordu. Ve Suad, tekrar aşkına dair kurduğu bütün kıymetli hayallerin, o mutluluk yuvasının, bir yakıcı çöküntünün acı, gönül yakan matemiyle yandığını hissederek hiç, asla bu yaradan şifa bulamayacağını, ölünceye kadar bu ateşle yanacağını, özellikle uzaklaşıp hatırada sade mutluluklarıyla sıtmalı ve sarhoşça, can yakan bir baygınlık gibi kalan, o birbiri için yaşanılan, ölmeye tam bir minnetle hazır bulunulan ve bu kadar sevip sevildikçe dünyalar ele geçirmiş gibi ruh ve hayatın arttığı hissedilen aşk ve mutluluk anlarını bir saniye derin bir esefle tekrar görür gibi oldu. Bir kere aşkın bu sarhoş edici öpücükleriyle dehşete düştükten sonra hayatın hiçbir iltifâta değer olmadığını itiraf etti. Ve tekrar bu kadar hayaller, ümitlerle ele geçiren ve büyüleyen böyle bir aşkın böyle bir alçalma ve aşağılamayla bitip gitmiş olmasına içi yandı. Fakat onu pişman olup dönecek diye beklerken, hatta iki günlük bir tecrübeye direnmeyerek böyle Fransız kadınları peşinde her şeyi unutup dillere düşecek kadar sarhoş ve hafif bulmak, o kadar derin bir kırgınlık yarasıyla onu harap etmişti ki, tekrar kendini zorlayarak o hayalleri zihninden kovdu. Ve bu sefer zoraki bir istekle atılmayla Süreyya'nın boynuna uzandı.

Artık kesinlikle o aşkı gömmek gerektiğini, asla düşünmeksizin bu hayalleri feda etmek gerekli bulunduğunu anlıyor, mutluluğu sade hayalde olan bu mutsuz aşk, şimdi baştan ayağa bir zahmetten, belâdan başka bir şey görünmüyordu. Bininci defa olarak bu aşkın katlanılmaz bir yıkım, sade bir dehşete düşüren ceza olduğunu tekrar ediyordu. Bizzat ondan işkence ve acıdan başka bir şey görmemişti. En mutlu zamanında bile bin türlü ateşleriyle kendini yakmış, rahatını yerle bir etmiş, öldürmüştü. Önce sebep yokken pişmanlık ve vicdan azapları ile yanmışlar, sonra ayrılmak, kıskanmak çıkmış, sonra aşağılama ve ihanet gelmişti. Ve böyle düşünürken bile: "Fakat o anlar, işkence saatleri arasında o bayıltan ve bir tanesi asırlarca işkencelere bedel olan o dehşet verici mutluluk ve zevk anları!" Fakat ne olursa olsun bundan sonra onun için Süreyya'dan başka kimse olmayacaktı. Onunla âşıkane mutlu olamayacaksa da hiç olmazsa hürmet ve sakinlik bulabileceğini zannediyor ve bu bir hayat için yeter, belki teşekkürü gerektirecek şekilde bir yardımı da olur gibi geliyordu.

Hayatı o kadar ateş ve işkence içinde geçirdikten sonra bu sakinlik ona büyük bir nimet gibi görünüyor ve "Mademki aşk ile saadet ne kadar mümkün değilse, aşk ile namus da o kadar imkânsızdır. O hâlde namus ile sakinlik elbette daha üstündür..." diyerek bundan mutlu bile olmak gerekeceğini düşünüyordu.

Fakat bir zaman asıl isteği Süreyya'nın eski sevgisini kendine dönmüş görmek olduğu hâlde, arada yakıcı fakat benzersiz bir aşk hayatı geçirmiş olduğu için şimdi Süreyya'nın bu dönüşünü, istediği kadar sevgi ve bağlılık gördüğü hâlde de yine cazip bulmuyor, hayatını isteyerek değil, kendini zorlayarak sürüklüyordu. Başka çare olmadığını, alışmak lazım olduğunu anlıyordu. Etrafına bakınca herkesin hayatında birçok yaralar, çöküşler, belalar görüp, alışkanlıkla bunları unuttuklarını düşünerek hayatın bu kadar çok izni için bile seviyordu. İşte hayatında bulduğu en büyük iyilik, bütün kötülüklerinin zararını ödetecek kadar büyük bir lütuf, bu alışabilmek yetisiydi. Herkes felâketlerine katlanmakla başlıyor ve katlanmayla alışkanlık kazanarak direnebiliyordu. Hanımefendiye bakıp onun nasıl bir meleğe yakışır sabrıyla hayatına sarıldığını görerek bunda, bu mücadelede bir büyüklük buluyor ve mademki mutlu olmak imkânsızdır; olmaya çalışmakta, mutlu olamazsa bile öyle görünmekte güzel bir sağlamlık, bir kuvvet var gibi geliyordu. O zaman razı oluşta bir zafer kazanılmışlık değilse bile bir güzellik, özellikle bir rahat bulunduğunu anlıyordu. Hâlbuki hayata karşı isyan, insanı rahattan yoksun bırakıyor; felâketten felâkete değil, sefaletlere, rezaletlere atıyor; pislik içinde çalkalıyordu. Ve birdenbire aklına geldi ki, kış gerçekten her şeyi çürütüyor, harap ediyordu. Fakat öyle çiçekler, öyle fidanlıklar vardı ki, bunları onun zulmüne karşı önlemler ve ilgiyle saklayabiliyorlar, güzelce koruyorlardı. Demek hayatın eylülünde de ümitsizlik ve korku yerine, bağlılık bir şeye yarayabilirdi. Bu gerçekten bahardaki ferahlık ve gençlik olamazdı. Fakat hayattan daha fazlasını istememeliydi. Bu bir gençlik olmakla beraber yine bir hayat, özellikle sakin ve hiç olmazsa rahat bir hayat olurdu. Hızlı ve ateşli, biraz daha bayılarak yaşamak isteyenlere gelince, onlar hem başarılı olamıyorlar ve hem sönüp gidiyorlardı. O da denemek istemiş ve işte nasıl harap olmuştu.

Hele ki şimdi artık kendi hayatını o kadar da tedavisi imkânsız görmüyordu. Bu ara sıra yine ayrılıklar, yine üzüntülerle beraber bir gün mutlaka unutacağına emin olduğu aşkı bir yana atılırsa hayatı kötü bir hayat değildi, pek çabuk eski Suad olabilecekti. Zira Süreyya, ne Fatin gibi iğrenç, ne efendi gibi zorla yaptıran bir koca olmayıp tam tersine idare edilebilirdi. Ve bundan iyisini aramak artık o kadar felâketten sonra aklına bile gelmiyordu. Özellikle boş gelen hanımlık hayatında hepsinin yerini tutacak ve belki aşacak mini mini bir bebek de olursa... Ve bu fikrine kalben mutlu olup açıktan gülerek: "Oh, bir çocuğum olursa o zaman hayatımı ne kadar seveceğim. İşte o zaman mutlu olacağım..." diyor, bir genç kadın hayatında can verilecek, büyütülerek terbiye edilecek bir çocuk bulunmasının ne düşünülmesi bile mümkün olmayan faydaları olduğunu anlayarak "Asıl suçum, asıl eksiğim bir çocuktu..." diyordu. Ve bir hafta geçmemişti ki, şimdiden öyle olmuş gibi, şimdiden hâline saygı duyduğu ve sevdiği saatler oluyor, hatta bunların arasında o eseflerin, o acıların, o tırmalamaların kalbini gittikçe daha az zedelediğini görerek bir gün tamamen şifa bulacağına inanıyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

Târumar By 🍁

Non-Fiction

207 66 11
Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben n...
128 14 3
Her şeyden habersiz okulun bodrumuna indim. Saat akşam onu çeyrek geçiyordu. Araf neden beni bu saatte okula çağırdı ya? Yarın söylesindi ne söyleyec...
179K 8.1K 47
Biraz fazla içki içtikten sonra birinin yanında uyanmak bu çağda yeni ve sürükleyici bir hikaye değildi. Ama Korkut Mirzan'nın çarşaflarında uyanmak...
725K 41.5K 35
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...