Eylül

By WattpadClassicsTR

42.1K 1K 230

İlk defa 1900-1901 yılları arasında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen Eylül'ün kitap halinde ilk baskı... More

Birinci Bölüm
İkinci Bölüm
Üçüncü Bölüm
Dördüncü Bölüm
Beşinci Bölüm
Altıncı Bölüm
Yedinci Bölüm
Sekizinci Bölüm
Dokuzuncu Bölüm
Onuncu Bölüm
On Birinci Bölüm
On İkinci Bölüm
On Üçüncü Bölüm
On Dördüncü Bölüm
On Beşinci Bölüm
On Altıncı Bölüm
On Yedinci Bölüm
On Sekizinci Bölüm
Yirminci Bölüm
Yirmi Birinci Bölüm
Yirmi İkinci Bölüm

On Dokuzuncu Bölüm

500 26 19
By WattpadClassicsTR

Necib o gün akşama kadar kalbinde zehir ve ölüm olduğu hâlde kalmaya mecbur olduktan sonra bir zindandan kurtuluyor gibi oradan çıkınca, oradayken sokağa kendini atıp serbest kalırsa rahat edeceğini zannederken, şimdi yalnız, bütün endişeleriyle, bütün felâketleriyle yalnız kalınca harap oldu. Asıl beynini ezen, kafasını çatlatan, bir türlü halledemediği bir taraf vardı. Yüz bin kere: "Ama nasıl olur? Niçin? Bu mümkün değil!" diyor, bir sebep belirleyemeyerek, "Bir şey var, ne olduğunu bilmem, fakat her hâlde bir şey tuttuğunu ve kahrettiğini görüyordu. Bu ateş arasında bu şeyin başka birisi olmak ihtimali de düşüncesini bir zehirle yakıyordu.

Demek her şey bitmişti... Her şey, bütün her şey... Hiçbir dönüş ihtimali, geri alma ümidi olmaksızın... Büsbütün, ne bir ümit, ne bir emel, ne bir şey, hiç, hiçbir şey... Ne bir gülümseme, ne bir bakış, öyle mi? Fakat niçin? Burada, bu işin haksızlığı ile kudurmuş gibi öfkeden etrafını kanlı görüyordu. Niçin? Evet, o ne yapmıştı? Bu hakaret ve rezalete mahkûm olmayı anlamayarak, bilemeyerek, nedenini bulamayarak sersem, mutsuz, sefil yine oraya gidiyordu. Ah, oraya onun yanına çıkıp titreyerek varlığını isteyerek ölürken, onun gözlerinde yine o gülümsemeyi, onun sade gölgesini görmek için kalbinde ne sefil bir istek ve tehlikeli arzu vardı. Fakat Suad'ı donuk ve soğuk, yalnız görünürde bir nezaketle gördükçe, tekrar deli olarak ne yapacağını bilemiyor ve Hacer'in elinde kalıyordu. Başı endişe ateşinden çatlarken gülmek, güldürmek, konuşmak gerekiyor, kaçmak için bahaneler arayarak geldiğine pişman oluyordu. Hacer onu piyanoya götürür, şarkılar, peşrevler çalar; sonra kantolara geçerek eğlendirirdi. Ve Necib piyanoya dayanarak, şimdi ötede bir düşman gibi duran şu kadına, bir zaman kendisi için piyano çalmanın bir bahtiyarlık olduğunu acı acı düşünerek bu mutlu olmaksızın geçen bahtiyarlığa bir yetim ayrılığıyla ağlamak isterdi. Acı bir tırmalanmayla: "Ah, bir saatlik o hayat için bütün ömrümü verirdim..." diyordu. O zaman Hacer'in deliliklerine şen görünüp hüngür hüngür ağlamamak, yahut ümitsizlikle ve asık suratlı kalmamak için ona eşlik ederken, tekrar gelmeyeceğine yeminler ederek eziliyordu. Her gelişinde ümitle geliyor, gelir gelmez kaçmaktan başka bir şey istemeyerek onu bir kurtuluş gibi görüyor ve tekrar gelmemek yeminiyle çıkınca yine özlemle yanıyordu. Bu sefer bir daha gidip ona yalvararak, ağlayarak, onsuz kalınca harap ve yok olduğunu anlatarak ona tekrar hayat vermesi için rica etmek istiyordu. Fakat onu yalnız bulmak mümkün olmuyordu. Ve yalnız kalmasını beklemek o kadar şiddetli bir ateş olurken yalnız kalsa bile onda coşkusunu, zavallı cesaretini donduran bir ciddiyet ve ağırbaşlılık görerek korkuyordu. Bir zaman o kadar emin olduğu bu kadından şimdi böyle korktukça, kaçmaya cesaret edemeyecek bir hâle geliyordu, gözünde o kadar büyümüş oluyordu. Sadece bir kere yalnız kaldıkları ilk birkaç dakikada, bin gayret ve kalp çarpıntısıyla, ortada bir hayat ve ölüm meselesi varmış gibi heyecanla birçok şey söylemek niyetinde olduğu hâlde sinirleri kilitlenip çeneleri kuvvetsiz kalarak, en sonunda sadece "Artık zannediyorum ki dargınız..." diyebildi ve titreyerek sustu. Ciğerlerine kadar bitkin bırakan bir titremeyle çaresizdi.

Suad'ın gözleri, belirli bir mana veremeyeceği sorgu dolu bakışla kendine yöneldi. Necib, şu nefis yaratığın nasıl bir tek sözüne hayat ve mutluluğunun bağlı olduğunu, gözünde bu vücudun ne yüz bin hayata değer kıymette bulunduğunu düşünerek, tereddütlü, bir şey söylemedi:

"Bilmem..." dedi, "O kadar surat ediyorsunuz ki..."

Suad, yorgun, sonsuz bir bakışla baktı. Ve bir şey söylemedi.

Bir başka sefer Hacer'in piyanodan kalkmasından fırsatla birkaç gündür kendini oyalayan ve heyecanlandıran bir niyetini söylemek istedi. Cesaret ederek ona rica etti. Hem açıkça reddedemez diye onların yanında söylüyor, hem de belki bir hatırlatma olur da döner diye düşünüyordu.

Fakat Suad, gayet kısa ve cesaretini yok eden bir sakinlikle geri çevirdi. "Bitti, ah, ne olsa bitti!.. Tamiri imkânsız şekilde bitti..." diye başını dövüyordu. Ve onu gittikçe zayıf ve hasta görüyordu. Kendi geldiği zamanlar onun birçok şey bahanesiyle kaçtığını ölerek gördükçe acı acı: "Benden kaçıyor, benden... Bir zaman o kadar sevdiği Necib'den şimdi kaçıyor. Demek o kadar iğreniyor. Niçin? Ne oldu yarabbim?" değerlendirmeleriyle harap oluyordu. Elinden geri dönüşü imkânsız bir şekilde kaçtığından emin oldukça geçmişlerindeki mutlu hayatı, onun kendini mutlu etmek için yaptığı şeyleri, o uzun uzun geceleri düşünerek, o zamanları ateşlerle geçirdiği hâlde bugün yaşadıklarını anlayamıyordu, yaşadığı iki şey arasında dünyalar kadar fark vardı.

Sonra öfke geldi. Ve öfke gelince değerlendirmelerle beslenerek ateşli, kanlı bir düşmanlığa pek çabuk dönüştü. Onun elinden gittiğine kesinlikle karar verip bir sebep de bulamayınca bütün suçu ona yüklemekte bir intikam vahşeti buluyordu. "Ben ne yapayım? Daha ne istiyor?" Ona hürmet ve kölelikten başka ne göstermiş, onu o kadar büyük ve yüksek tutmuştu? O kadar özen ve ilgiyle beraber bu da mı böyle hakaret ve alçalmayla bitecekti? Bu da mı her aşk gibi sade bir nefret hâlinde bir mezar bırakacaktı? O kadar eşsiz ve muhteşem gördüğü, muhteşem olması için her şeyi yaptığı bu karşılıklı aşkın da bayağı, her günkü aşklar gibi olduğunu kabullenmek mecburiyetiyle isyan ederek başını duvarlara çarpmak ve bu isteğinin de hemen oracıkta böylesine aşağılık bir biçimde son bulmasını istiyordu. Ah, hayatından ne kadar iğreniyordu! Onun hiçbir zerresinde sevilecek, büyük, muhterem bir şey görmüyordu. Köpek gibi başlamış, köpek gibi yaşamış, köpekler gibi şimdi sürünmeye mahkûm olmuştu.

İlk, hayata dair hayallerinin büyüklüğüyle kendini aldattığı devri izleyen yenilgi dönemi başlamıştı. Önce şöhret kazanmak, büyük olmak için hiç durmadan çalışmıştı, görkemli emellerinin esaslarını hırs oluşturmuştu. Fakat bundan daha çabuk ve kesin bir şekilde şifa bulmak gerekti. Hayatının bu emellerini gördükten sonra, kadınlar bir hayat için yeterlidir emeliyle onlara koşmuş ve bu ömür boyu bir yıkım, sürekli yeni çalışmalarla, yeni tehlikeli arzularla feci bir yıkım oldu. İşte bu son, en son yıkımdı. Ve bu, her şeyin sonuydu... Artık hayatına tükürmek istiyordu. Ah, onu nasıl bir şey zannetmişti! Hâlbuki hep, hep boştu. Şöhret, hırs, aşk... Hepsi, hepsi, boştu. Tutacak, hayatta yardım edecek hiç, hiçbir şey yoktu. Yokluktan başka hiçbir şey gerçek, hiçbir şey sonsuz değildi...

Ona gidip: "Kadınlar, ah siz hep aynısınız..." diye haykırmak istiyordu. Ve bir gün, o kadar kahroldu, o kadar vahşileşti ki neredeyse onun önüne kadar gidip düşmanlıkla bakarak bu sözü söyleyecekti. Fakat çok zamandan beri yakından görmediği için onu şimdi, o kadar zayıf, sarı, gözlerini o kadar çürük ve zayıf buldu ki, bütün düşmanlık ve kızgınlığının gözyaşına dönüştüğünü gördü.

Evet, Suad ölüyordu. Her şey onu öldürüyor, evdeki hayatı, Süreyya'nın hâlleri, artık o kadar mutluluk umduğu aşkı gömmesi, her şey... Fakat onu asıl öldüren şey Necib'in Hacer'in elinde tahammülle değil, zevkle oyuncak oluşu, piyanoda, bezik masasında, pencere kenarlarında saatlerce gülmeleri, fısıldamaları idi. Kendini artık sevmeyişine, maddi bir faydalanma sağlayamayınca da onu ihmâl edişine, özellikle de onu böylesine paçavra gibi atmasına tahammül edebilecek, üstelik eğer gelmezse onu unutabilecekti. Fakat Necib'i gözlerinin önünde bu hareketlerde bulunacak kadar adi kalpli bulmak onu öldürüyordu. İlk defa kıskançlığın öldürücü deliği kalbini yakıyordu. Onu öyle gördükçe sade sevilmediğine değil, hiçbir vakit ciddi sevilmediğine karar vermek onu harap ediyordu. Hem niçin sevilecekti? Kendine bakıp siyahlanmış kapakları içinde gözlerini donuk, yüzünü sararmış bularak şimdiye kadar hatta o derece sevgi gördüğüne şaşırıyordu. Hiçbir zaman kendisinin eşsiz bir güzel olduğuna inanmamıştı. Fakat herkeste özel bir cazibe bulunur fikrindeydi. Hâlbuki kendisinin, işte bir sene bile bir aşkı sürdüremediğini görüyor, hiçbir şeyi başaramadığını fark ediyor ve kendini aşağılanmış hissediyordu. Ve acı bir fedakârlıkla beraber Necib'e hak veriyordu. Sevmekte hakkı olabilirdi; fakat gözünün önünde o hareketlerde bulunmak zalimane bir hareketti. Hele ara sıra kendine yine eski tarz sesi ve tavrıyla davranışında dayanılmaz haince bir alay buluyor ve o zaman ateş kesilerek kaçmaktan başka bir şey yapamıyordu. Ve bütün bu mücadeleler içinde her gün daha çok ölüyordu.

Hâlbuki Necib, bırakıp kaçamadığı için dayanamayarak, yanarak, ölerek gelip de Suad'ı böyle aşağılanmış, karanlık gördüğü için, kederli görünmemek, şüphe vermemek için, deli gibi, bilmeyerek yapıyor, ayrı yaşayamadığı için geliyor, onu öyle bulduğu için ölüyordu. Ve önce böyle birbirini yanlış anlamaktan başlayan kırgınlık, görüşülüp anlatılmadıkça, yavaş yavaş bağladığı düşmanlık rengi o hâle geldi ki, bir müddet sonra Suad, onu o hâlde görüp ölmemek için onları yalnız bırakarak kaçmaktan başka çare bulamaz oldu. Fakat hiçbir şey yapmak ihtimali yoktu. Sebepsizlik, çaresizlik içinde kudurmak istediği bu bunalım ve çöküş devrelerinde sadece kendini yiyordu. Ve bu öylesine karmakarışık bir hayat oluyordu, o kadar kararsızlık içinde sürünüyordu ki, artık gözünde hiçbir şeyin öneminin kalmadığı oluyordu. Buna karşılık, deli olacağını zannettiği, haykırmak istediği fırtına saatleri, "Ama ben ne yapaydım? Ben ne yapaydım? Niçin?" diye her şeyi ilân etmek istediği kin ve nefret anları da ardından geliyordu.

Bir gün bu son dereceye geldi. Bir akşam yine kendini engelleyemeyerek, belki bir gülümseme görürüm, belki sefaletimi görür de pişman olur diyerek konağa gitti. Hacer'le hanımefendi oradaydılar. Suad'ı görmediği için ümitsiz, sormaktan çekinerek, yemeği bekledi ve titreyerek onun sarı yüzü, soluk gözleriyle şimdi geleceğini beklerken Süreyya yalnız indi. Ve onun rahatsız olduğu için inemediğini söyledi, bu paramparça eden bir darbe oldu. Son ve öldürücü darbe... Bu artık her şeyin sonuydu. Demek her şey bu kadar, bu kadar tedavisiz bitmişti? Demek artık onu vücuduyla bile o kadar rahatsız ediyordu? Bir zaman onu tam tersine mutlu ettiğini ve kendini görmek, alıkoymak için neler, ah neler yaptığını acı acı düşünerek gözlerine yaşların hücumunu hissetti. Fakat birden öfke ve kin bunları kuruttu. Bu hakaret, tahammülünün pek, pek üstündeydi. O kadar ki, deli gibi elinden çatalı bıçağı fırlatarak sokağa fırlamak ve...

Evet, artık ölmek istiyordu. Mademki her şey bitmişti, mademki her şey bu derece bitmişti, artık ölecekti. Hem de ne bitiş, hem de nasıl bitiş yarabbim? O bütün bir temizlik ve soyluluğuyla bu kadın o kadar saygı ve aşkla sevip yücelttikten sonra şimdi, ah şimdi ne kadar, onu da öbürleri gibi hafiflikle, hakaretle kabul edip iki buluşmadan sonra eskiyip atılan bir kundura gibi bırakmış olmayı ne kadar istiyordu. Ona gidip "Ah, siz hepiniz aynısınız!" diye aşağılamak için nasıl bir arzusu vardı. Acı acı: "Beni pek budala bulmuştur!" diye gülüyordu. Fakat bu da mümkün değildi. Hiç öyle görünmüyordu. "Mutlaka, mutlaka bir şey var, fakat ne?" diye beynini yerken, bu kadar alçaklık ve hakaretle, rezalet ve miskinlikle kovulmak acısı bir yara oluyordu. Ona haykırmak, kanlarına boğularak, önünde ölerek haykırmak istiyordu. Ve onun ayaklarının altında kanlar içinde ölmenin bir intikam vahşeti var gibi geliyordu. Önce bu fikre tutuldu. Ne olursa olsun onun önünde kendini öldürecekti. Ona, yırtıcı bir düşmanlıkla: "Biliyor musun, sen de, sen de onlardansın. Bense bir şey zannetmiştim..." diyebilerek ölmek, ona kendi kalbinin kuvvet ve heybetini gösterip pişman etmek, harap etmek onu zevkten sarhoş hâle getiriyordu.

Ve yemekten sonra, bir bahaneyle, ellerinden kurtulup sokağa fırladığı zaman, ateşlerle yanıyordu. O kadar yanıyordu ki, "Ah bir şey, bir şey" diye sızlıyordu. "Bir şey, bir deva, bir şifa..." Birden aklına gelen fikre o kadar esir oldu ki, kendini bir arabaya atarak "Çabuk, Tokatlıyan..." dedi. Şimdi araba şiddetle kaldırımların üzerinde yuvarlanırken, sanki beyni uyuşmuş, bir şey bilmiyormuş gibi açıklamalarını ve sebeplerini düşünmüyor, acı çekiyordu. Acıya o kadar alıştığı, onu o kadar yaratılış hâli saydığı için ıstıraplıydı.

Tokatlayan bu kış gecesinin saat dördünde, ıssızdı, neredeyse kimseler yoktu. Yalnız birkaç yemekte geç kalmış, masa başında yemekten sonrasının rahatı ile sohbete dalmış takımlar vardı. Orada masaya oturdu. Garsona "Viski!" dedi. Garson, viski ile soda getirmişti ve büyük bardağa bu İngiliz rakısından iki parmak kadar koyuyordu. Necib "Koy, koy!.." dedi. O, hâlâ "Koy, koy!" diyor ve garson hayretle bakarak dolduruyordu. Bardak dolduğu zaman sodayı göstererek "Götür onu" dedi ve ilk hamlede rakının yarısını içti. İki dakika sonra midesinden bir ateş bütün damarlarına, beynine yayıldı. Hâlâ o acı, sebepsiz, o belirsiz bir sancı gibi işkence devam ediyordu. Ve bu yayılan sarhoşluk arasında, gözleri dumanlanıp derin bir özlem ateşiyle ruhu sızlarken, birden mızıkanın çığlıkları yankılanınca "oh" dedi. Dumanlı bulutlar beyninde acı bir zevkle dalgalandı.

Şimdi artık hatırlıyordu. Artık bütün aşk serüvenini, en uzak ve eski ayrıntılarına kadar görüyor ve onları her ayrıntıda uzun uzun düşündükçe, hepsinin sonunda sefillik ve alçaklığıyla yaralanarak, her mutluluktan bir başka yaralanıyordu. Ve onu bu işkencelerden çok, en çok öldüren şey, sebebini bilmeyerek anlatamadığı Suad'ın bu davranışını belki küçük bir hareketle engellemek mümkünken, bunu bilemeyerek, yapamayarak, her şeyin böyle sönmesine aciz bir tanık oluşu idi. Orkestra o kadar sevdikleri, beraberce o kadar kendilerinden geçtikleri Maskeli Balo'nun bir fantezisini çalıyor, "Ama sapından koparılmış." parçasına gelince, bütün o yok olmuş mutlulukları o kadar elem ve hasretle hatırlatan güzel nağmeyle kendinden geçerek, "Evet, sapından... Sapından değil, canından koparılmış, ruhundan koparılmış..." diye inledi. Viskiyle boğmak istediği kederi müziğin etkisiyle öyle bir dumanla sanki uzaklaşmış, sanki ateşi söndürür gibi bir tesir veriyor ve bundaki sarhoşluk zehri, kâinat his ve bilgisi o kadar yükseliyor ve uzaklaşıyordu ki, garsona tekrar bardağını gösterdi. Ve gece yarısına kadar burada kaldı. Artık gözleri ağır bir uykuyla mahmur gibi, yavaş, bulutlu, yüzünün adaleleri bir bir çekik, gergindi. İradesiz ve sürekli bir şekilde bıyıklarını karıştırıyor, ara sıra o havayı kendi kendine mırıldanarak: "Ah sapından koparılmış..." diye mırıldanıyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

4.3M 207K 52
"Ulan bari Polat de." dedi. Sesi yalvarır gibi çıkmış gözleri beklentiyle doluydu. "Mirza demiyorsan deme ama en azından Polat de." "Sen yengeye Eli...
1.9K 778 9
Bir ipi, bir tabure ve sallanan bir ceset... Sonumuz böyle olmamalıydı.
Târumar By 🍁

Non-Fiction

207 66 11
Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben n...
18.3M 1M 52
"Karımı artık yanımda, odamda ve yatağımda görmek istiyorum!" diye bağırınca donup kaldım. Ne söylediğinin farkında mıydı? Bir başkasının kimliğiyle...