KARANLIĞI ATEŞE VER - GÖLGE A...

By gokadan

101K 7.4K 1.9K

(Eski adı: Gölge Adam) "Beni bulmak için karanlığa ihtiyacın var, büyücü. Çünkü gölgeler, karanlıkta yaşar." ... More

KARANLIĞI ATEŞE VER
1. Bölüm: "Doğuş"
2. Bölüm: "Saf Korku"
3. Bölüm: "Peşindeki Karanlık"
4. Bölüm: "Ayna"
5. Bölüm: "Gizem"
6. Bölüm: "Duvar"
7. Bölüm: "Savunmasız"
8. Bölüm: "Adım"
9. Bölüm: "His"
10. Bölüm: "Hayal Kırıklığı"
11. Bölüm: "Orman"
12. Bölüm: "Hiçlik ve Kayboluş"
14. Bölüm: "Panzehir - umut"
15. Bölüm: "Karanlığın Tohumları"
16. Bölüm: "Yabancının Kalbi."

13. Bölüm: "Aynadaki Kırık Yansıma"

1K 94 81
By gokadan

Bölüm şarkıları:

Fields Of The Nephilim - And There Will Your Heart Be Also

Flunk - TMTTUOT

OSI – Radiologue

KAUAN - Raivo

* Beğenerek ve yorum yaparak bana destek olabilir ve ailemizin büyümesine yardımcı olabilirsiniz. Lütfen eksik etmeyin.*

13. Bölüm: "Aynadaki Kırık Yansıma"

Ayaklı bir fırtına hâkimdi gökyüzüne. Ayaklarımın altına dökülen her damla yağmur için bulutlara fısıldıyordu. Bazen fısıltısı yetmiyordu. Gürlüyor, bağırıyor, öfkeyle savuruyordu hâkimiyetindeki her şeyi. Öfkeli bir adam gibi görünüyordu gökyüzü. Kini soğumamış kalbinden taşan kibirle kararmıştı. Güneşi kovan bulutlar adeta karanlığın gardiyanlarıydı.

İçimdeki titremeyi kasvetli havaya teslim ederken bardaktan boşalırcasına yağan yağmurdan gözlerimi alamıyordum. Sırılsıklamdım. Üzerimdeki uzun, siyah hırka tenimi ısıtmaya yetmiyordu ama kendime sarılmama engel olamadım. Isınmak için değildi bu hareketim, biliyordum. Isınmaya çalışmıyordum. Bunu istemeyecek kadar başka bir yerdeydi aklım.

Gök yarılırcasına bir kere daha gürlediğinde artık alışmıştım. Hava berbattı, gökyüzü berbattı, içine düştüğüm sessizlik belki de ilk defa bu kadar korkunçtu. Yine de sakindim. Her zaman olduğum gibi, diye düşündüm ama her zamanki durumlardan biraz daha farklı hissettiriyordu bu.

Yüzlerce çam ağacının ortasında dikilirken nasıl normal olabilirdi ki zaten? Nasıl normal bir durum içinde hissedebilirdim kendimi? Hissedemezdim. Bambaşka bir evrenin, bambaşka bir zamanında duruyordum sanki. Bilincim ayaklarımın altına serilmiş ve ardından ayaklarımın altından çekilmişti.

Etrafımdaki yüzlerce ağacın dikenlerini tenimde hissediyordum sanki. Çam kokusuyla birleşmiş yağmurun huzur verici kokusu bile normalde olduğu gibi rahatlatmıyordu beni.

Bir sorun olduğunu biliyordum. Bir sorun vardı ve ben tam orta yerindeydim.

Belki de sorun bendim.

Ayaklı bir fırtınanın sessiz seyirciliğini yaparken bile sorunun ta kendisiydim belki de.

Kim bilir...

Sıkıntının bütün bedenimi ele geçirdiğini fark ediyordum. Düşüncelerim kendimi bildim bileli boğucu olmuştu. Her şey hakkında düşünürdüm. Kendim, annem, tanımaya fırsat bile bulamadığım babam, Duru... Düşüncelerim altında bunaldığım, kendime eziyet ettiğim olurdu ama şu an farklıydı. Sanki somut bir bedene bürünmüştü de elleriyle boğazıma sarılmış, nefesimi kesmek için uğraşıyordu. Bu sefer canımı yakan kendim değildim, yeni bir bedendi bunu bana yapan.

Kafamı çam ağaçlarının kapattığı, belli belirsiz görünen gökyüzüne doğru kaldırdım ve derin bir nefes almaya çalıştım. Dolunay vardı, bulutların ardından yansıyan ışıklarını görebiliyordum. Güçlüydü. Işıklarıyla bulutlara direnecek kadar, kasvetli gökyüzünü tek başına aydınlığa boğmaya çalışacak kadar güçlü görünüyordu. Direnişi gözbebeklerime yansıyordu.
Direnişi gözlerimi alıyordu.

Tam o sırada bir adım attım. Çıplak olduğunu yeni fark ettiğim ayaklarım yağmurdan dolayı çamurlaşmış karın içine gömüldü. Soğuk, tenimi ısırıyordu. Bir adım daha attım, adımlarımı yeni adımlar izledi. Nereye gittiğimi bilmiyordum ama yürüyordum. Arada sırada başım gökyüzüne kalkıyordu. Gökyüzünde parlamaya devam eden dolunayı görmek içimi rahatlatıyordu sanırım.

Koca bir belirsizlik kuyusunun içine düşmüş gibiydim. Adımladığım yol, düşüncelerim, duygularım, gelecek, geçmiş tam bir belirsizlikti.

Şimdi ise... Şimdinin de bir kesinliği yoktu ki.

Şimdi ne olacaktı?

Göğsümün tam orta yerine yerleşmiş şiddetli bir ağrı vardı. Hissettiğim tek şey buydu. Ne korku, ne endişe... Bir tek sızı hissediyordum. Boğuluyormuşum gibi, nefes alamıyormuşum, tek bir nefes için delicesine çırpınıyormuşum gibi.

Bu iğrenç histen kurtulmak için derin bir nefes almaya çalıştım ama kemiklerim ve ciğerlerim benimle dalga geçercesine sızladı. Nefesim boğazıma takıldı. Yarım yamalak titrek bir soluk girdi yorgun ciğerlerime. Göğsümdeki ağrıyı biraz olsun azaltmak için sağ elimle ağrıyan yeri ovalamaya başladım.

Neydi bu his? Nasıl da yerleşmişti içime. Nasıl da rahatsız ediciydi, güçlüydü...

Rüyada olduğumu düşündüm. Rüyaydı bu. Her adımımda kara gömülen çıplak ayaklarımdaki sızı aldatmaydı. Islak saçlarımı savuran rüzgâr yalandı. Bütün gökyüzüne emirlerini yağdıran öfkeli fırtına aslında yoktu. Göğsümün içindeki ağrı, yalnızlığın gürültülü sessizliği gerçek değildi.

İnanmak istemediğim her şey benim için büyük bir aldanıştı.

İnanmak istediklerim ise benim umudum.

Bakışlarım bir kere daha gökyüzüne çevrildi. Hâlâ orada duran, gözüme yansıyan ışıklarıyla umudumu yineleyen dolunaya karşılık gülümsemeye çalıştım ama dudaklarımın en ufak hareketi bile canımı yakmış gibiydi. Donuk suratımdaki ifadesizliği karşımda ayna yokken bile anlayabiliyordum. Adımlarım hızlandı ve gitmek istediğim yere bir an önce ulaşmaya çalıştım. İşimi bitirmek için gerekli olan cesarete, güvene sahiptim ama ne için yürüdüğümü, ne için cesaretli olduğumu bilmiyordum.

Belirsizlik. Ne dişli bir düşman.

Karşısında dururken hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum çünkü hiçbir zaman onun hamlesini tahmin edemiyordum. Onun hamlesi olmadan zafer de tahmin edilmiyordu. İki tarafın da hamleleri önemliydi, hatta hayatiydi.

Zafer de, yenilgi de belirsizdi. Adı üstünde.

Belirsizlikle savaşılmazdı. En doğru kurtuluş ya kaçmak olurdu, ya da... Henüz "ya da" kısmını bulamamıştım.

Nefes almak gittikçe zorlaşırken hırıltı halinde çıkan nefesimi düzenlemeye çalıştım. Nefesim bana düşman olmuş, bütün bedenimi tarumar etmek için bütün çabasıyla çalışıyordu sanki. Olduğum yere uzanma hissiyle dolup taşıyordum ama bitmeyen bir işim vardı.

O iş bittiğinde zaten istediğim kadar duraklamama izin olacaktı. En azından öyle hissediyordum.

Gözlerim biraz ilerde duran bembeyaz şeye çarptığında adımlarım duraksar gibi oldu. Karanlığın içindeki göze çarpan tek şeydi. Aynı zamanda ormanın içinde olabilecek en garip şeydi de. Kalp atışlarımın göğüs kafesime vuruşunu duyabiliyordum. Uyarırcasına tekmeliyordu kaburgalarımı. Yavaşlayan adımlarım durmadı. Ne kalbimin uyarısını dinledi, ne de başka bir şeyi. Giderek yaklaştım çam ağaçlarının orta yerine yerleştirilmiş bembeyaz küvete.

Yağmur suları tertemiz seramiğe çarpıyor, usulca kayarak yere damlıyordu. Küvetin içinin suyla dolu olduğunu görebiliyordum.

Ormanın ortasında, tertemiz bir küvetin hiçbir mantıklı açıklaması yoktu. Aynı zamanda bu havanın, bu garip ruh halimin de hiçbir mantıklı açıklaması yoktu. Duygularımdaki ifadesizlik benim için bile fazlaydı.

Gök gürlediğinde arkama bakma ihtiyacı hissetmiştim. Sanki biri beni izliyordu. Bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum. Tenim yabancı gözlerin varlığıyla karıncalanıyordu. Gözlerimi biraz önce yürümüş olduğum yola doğru çevirdiğimde Duru'yu gördüm.

"Duru?" Diye seslendim. Üstünde sıfır kol bluzdan başka hiçbir şey yoktu. Altındaki kot şort ise bu havaya oldukça tezattı.

Gök, Duru'nun sessizliğini bozarak yeniden gürledi. Küvete çarpan yağmur damlalarını bile duyabiliyordum. Derin bir sessizlik vardı. Duru bana cevap vermedi, bana bakmadı bile. Gözleri arkamda kalan küvete sabitlenmişti. Kaşlarım çatılırken önüme döndüm. Burada ne işi vardı bilmiyorum ama orada durması ve beni uzaktan izlemesi bir an iyi bir şey gibi gelmişti. Duru nerede olduğumu biliyordu, hatta benimle birlikteydi. Güven duygusu sinsi bir düşman gibi kanıma sızdı. Her ne yapıyorsam ve her ne yapacaksam artık daha cesurdum.

Boğazımdaki ağrı kendini daha fazla belli etmeye başlamıştı. Yutkunmaya çalıştım ama beceremedim. Her adımımda törpülenen bir tırnak gibiydi boğazıma saplanan şey. Sivrildikçe sivriliyor, soyut bir acı görünmez hislere yenik düşerek somutlaşıyordu.

Göğsümdeki ağrı şiddetli bir şekilde sekteye uğradı, bir an nefessiz kaldım. Vücudumdaki tüm ağrılar olduğum yere yığılmamı sağlayacak kadar şiddetle kendini göstermeye başlamıştı ama küvete doğru adımlamayı bırakamıyordum. Kendimi zorladım, direndim. En sonunda tertemiz, içinde bulunduğum karanlık ormana tezatlık gösteren küvetin hemen yanında durduğumda ellerimi küvetin pürüzsüz seramiğinde gezdirdim.

Kalbi atan bir canlıya dokunur gibi sımsıcak kesilmişti içim. Ilık bir sıcaklık damarlarıma aktı, daha önce hissetmediğim bir şekilde huzurlu hissediyordum. Güçsüz, yorgun, acı dolu bedenim bir tiyatro sahnesinde son perdeyi oynuyordu sanki. Repliklerim, oynamam gereken rolüm bitmiş, son demlerimdeydim. Bittiğini, bittiğimi biliyordum ama parmak uçlarımdan kalbime damlayan ve orada çoğalan huzura engel olamıyordum.

Sonu gelen bir insan nasıl huzurlu olabilirdi? Nasıl bu kadar sakin durabilirdi ayakta? Ve huzurlu olmasına rağmen bir insanın göğsü nasıl bu kadar çok ağrıyabilirdi?

Bu soruların cevabı yoktu. Bu sorular hakkında düşünecek aklım ve mantığım da yoktu. Tek başımaydım. Kendimle bir başımaydım.

Zorlukla yutkundum. Boğazımdaki ağrı gözlerimi yaşartacak kadar şiddetlendiğinde ters giden bir şeylerin olduğunu çoktan fark etmiştim. Nefeslerim hızlandı, her nefesimde ciğerlerim acıyordu artık. Ellerimin altındaki seramiğe sıkıca tutunurken huzur bedenimi hızlı bir şekilde terk etmişti. Artık sakin değildim, huzurlu değildim.

Gözlerim kendiliğinden kapandı ve bir beş saniye kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Nefes almaya çalışıyordum ama olmuyordu. Gök gürledi, yağmur daha da şiddetlendi. Fırtına yeniden öfkeyle doluydu ve garip olan yağmuru saçlarımda hissetmeyişimdi. Yağmur şiddetlenmişti ama saçlarıma düşmüyordu. Gök gürlüyordu ama sesi giderek daha da boğuktu. Yağmur, içinde bulunduğum küvetin suyuna çarpıyordu. Gök, içinde bulunduğum küvetin seramiğinde yankılanıyordu.

Büyük bir panik dalgası çarptı bedenime. Gözlerim aralandı neler olup bittiğini görmek için. Gördüğüm tek şey, suyun bulanıklaştırdığı dolunay olmuştu. Bulutlar, ayın önünden çekilmişti. Direnişçi ışıkları artık özgürdü, gecenin karanlığında parlıyordu. Dört bir yana saçılmıştı parlaklığı ama onu tam olarak göremiyordum bile. Zaferinin tatlı tadını çıkaramıyordum. Devrimini kutlayamıyordum.

Boğuluyordum.

Kendimi boğuyordum.

Çığlık atmak istedim, suyun altında avazım çıktığı kadar bağırmak ve neler olduğunu sormak istedim. Sudan dolayı bulanık gördüğüm aydan yardım istedim. En çok da nefes almak istedim ama küvetten çıkmak için çabalamıyordum bile.

Görüş alanıma bir karaltı girdi. O karanlık, bir gölgeydi. Bir anda dehşet içinde kalan vücudum buz kesmiş, küvet camdan bir tabuta dönmüştü. Soğuktu, toprağın içinde tertemiz, küçücüktü. Gölgeye doğru bağırmaya çalıştım. Yardım için, nefesim için bağırmaya çalıştım. Yardım etmeliydi, bana yardım etmesi gerekiyordu. Onun yardımına ihtiyacım vardı.

Çok geçmeden küvete doğru yanaştı ve bana doğru eğildi. Suyun altında kalan kollarımı tuttu. Ateş parçası elleri buz tutmuş tenimle buluşmuştu. Sıcacıktı, beni çözebilecek kadar sıcaktı ve bana sıkıca tutunmuştu. Yardım edecek, beni çıkaracak sandım ama düşündüğüm gibi olmadı. Beni küvete doğru daha fazla bastırıyordu. Çıkmamı istemiyordu.

Ellerim omuzlarıma baskı uygulayan kollarını buldu. Sıkıca tutundum ona. Bana acı verdiği kadar ona da acı çektirmek isterken buldum kendimi. Tırnaklarım etine geçerken acı içindeydim. Beni suyun içine bastırdığı gibi ona doğru bastırdım tırnaklarımı. Her bastırdığında daha sert geçirdim.

"Yapma!" Diyordum. Bağırıyordum kendimce ama suyun içindeydim. Yardım etmeyeceğini biliyordum. Karanlıklar içindeki bedeni, bedenimi karanlığa gömüyor, içinde bulunduğum temiz küveti ölümle kirletmeye çalışıyordu.

Beni bastıran kollarını daha fazla sıktım. Öyle ki, tırnaklarımın derisine tam olarak geçtiğinden emindim.

"Efsa," Boğuk bir sesten çıkan ismim kulaklarımda uğuldadı. Bilincimin duvarlarına çarptı ve anında yok oldu. Ardından yeniden duydum o sesi. Biri durmadan bana sesleniyordu. "Efsa..." Ona cevap vermeye çalıştım ama ölüyordum. "Efsa, uyan!"

Nefes nefese uyandığımda bana doğru eğilmiş olan Yankı'yla göz göze geldim. Omuzlarımı tutmuştu, beni uyandırmak için sarsıyordu. Bilincim yavaş yavaş gelirken tırnaklarımı geçirdiğim kollarına baktım.

Sımsıkı tutunmuştum ona. Tıpkı rüyamdaki o adama tutunduğum gibi tutmuştum kollarından. Beni kurtarması için yalvarırcasına geçirmiştim tırnaklarımı. Beni öldürmeye çalıştığını anladığım zaman canını yakmak istediğimdeki gibi kanatmış, canını yakmıştım belki de.

Hissettiğim yoğun korku ve pişmanlıkla telaşla doğrulmaya çalıştım ama ellerim hala Yankı'nın kollarında olduğu için kalkmaya çalışırken onu da kendime doğru çekmiştim. Bir an için dengesini kaybetti ve üzerime doğru sendeledi.

"Şşş... Sakin ol." Diyordu sürekli ama kulaklarım onu duymak için fazla buğuluydu. Sanki hâlâ suyun altındaydım. Sanki hâlâ kurtarılmak için çırpınan o çaresiz kızdım.

Kuruyan dudaklarımı yaladım ve ardından derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalıştım. Rüyaydı. Hepsi korkunç, gerçek olamayacak kadar absürt bir rüyaydı.

Dehşetten dilimin tutulmasına neden olacak kadar gerçekçiydi belki ama rüyaydı işte.

Gözlerimin önündeki perde usulca kalkarken, yüzümün tam üzerinde duran Yankı'nın yüzünü fark ettim. Yüzü yüzümün birkaç santim ötesindeydi sadece. Yakındı. Gördüğüm berbat rüyadan sonra olmasını istemeyecek kadar yakınımda duruyordu.

Rüyam beni boğuyor, gerçeklik nefesimi kesiyordu.

"İyi misin?" Diye sordu. Sesi, ilk uyandığımdaki kadar puslu değildi artık. Yavaş yavaş kendime geliyor, birkaç saniye önce dehşetle dolan bilincim gerçeklik için çırpınıyordu. Rüya boyunca, küçük bir fanusun içinde hapsolmuş, klostrofobisi* olan bir Japon balığı gibi hissetmiştim kendimi. Fanusun içinde dönmüş durmuş, çıkacak bir delik aramıştım. Yankı, kaçmak için çırpındığım o fanusu kırmış, beni serbest bırakmıştı. Beni o daracık, nefes alamadığım yerden çekip almıştı. İyi değildim, hiç iyi değildim.

Ben daha ne olduğunu anlamadan ellerim yüzümü bulmuş ve hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. Parmaklarımı bir yandan yüzüme bastırırken bir yandan da nefes almaya çalışıyordum. Sanki bütün rüya boyunca hiç nefes almamış gibiydim. Sanki nefesim gerçekten kesilmişti. Hıçkırıklarım hiç durmayacakmış gibi artarken Yankı'nın sesi çarptı kulaklarıma.

"Efsa, sakin ol." Elleriyle yüzümdeki ellerimi ittirdi ve çenemi kavradı. "Ağlama." Ağlamamı durdurmaya çalıştım. Sakin olmam gerekiyordu. Derin nefesler almaya çalıştım ama arada bir kaçan hıçkırıklarım tamamen durmama engel oluyordu. Berbat hissediyordum. "Ağlama." Dedi tekrardan. Sesindeki ciddiyet, tüylerimi ürpertecek kadar yoğundu ama onu umursayamayacak kadar yorgun hissediyordum. Bakışlarımı Yankı'nın yüzüne sabitlemeye çalıştım ama gözyaşlarımdan dolayı bulanık görüyordum. Buna rağmen sert çene hatlarını fark edebilmem ne komikti. Gergin yüzü sinirli görünmesine neden olmuştu. Gerçekten bir şeye mi öfkeliydi yoksa hemen dibinde çocuk gibi ağlayan bir kıza karşı ne yapacağını mı bilmiyordu?

Belki de uykusundan alıkoyduğum için sinirliydi. Ağlamasını durduramayacak kadar iradesiz bir kızı susturmaya çalıştığı için gerilmişti belki de.

Kendimi sakinleştirmek için derin bir nefes çektim içime. Tam bu sırada, Yankı'nın yoğun vanilya kokusu doldu ciğerlerime. Sıcacık, insanı mayıştıran bir kokuydu ve hemen dibimdeydi. Dibimde...

Farkındalık içinde gözlerimi kırpıştırdım ve gözüme dolan yaşlardan kurutulmaya çalıştım. Her gözyaşı damlası usulca yanaklarıma damladı ve görüş alanımı benim için açmaya çalıştı. Yankı'nın üzerime uzanmış sıcak bedeninin farkındalığına da tam bu sırada varmıştım. Sıcacık eliyle tuttuğu çenemi yukarı kaldırdı ve yüzümü inceledi. Gözleri bütün yüzümü tararken diğer eli yanaklarımı bulmuştu. Islak yanaklarımı kuruladı yavaşça. Gözlerimin önüne düşen saç tutamını kulağımın arkasına ittikten sonra yapması gereken her şeyi yapmış gibi, "İyi misin?" Diye sordu tekrardan. Bir eliyle hâlâ çenemi tutuyordu. Ben ise şok içerisindeydim. Yankı'nın yakınlığı karşısında rüyamın izleri biraz olsun üzerimden kalkmıştı. Tatlı kokusu, her nefesimde beni sakinleştiriyor, sıcak elleri buz tutmuş yanaklarımı ısıtıyordu.

Ne diyeceğimi bilemedim. Yüzüme çarpan sıcak nefesi şarap kokuyordu. Gözlerim yarı açık ona bakarken konuşmam gerektiğini yeni yeni idrak etmeye başlamıştım. Benden cevap bekliyordu ama hiçbir şey diyemedim. Yalnızca başımı onaylarcasına salladım ve çenemdeki elini savuşturmak istercesine yüzümü başka bir tarafa çevirdim. Bana bu şekilde yakınlık göstermesini istemiyordum. Onun şefkatine, merhametine ve merakına ihtiyacım yoktu. Onun yanındayken yalnızca fazlalık gibi hissediyordum. Dahası yoktu.

Eli yanağımdan kayarak yastığımın yanına düştüğünde derin bir nefes aldı ve doğruldu. Hareketleri yavaş ve aksaktı. Yataktan kalkıp benden tam olarak uzaklaştığında ben de yatakta doğrulmuştum. Ellerim kendime sarılmıştı. Kendimi korumak istediğimin farkındaydım. Kendimi rüyamdaki yaşadığım dehşetten, Yankı'nın şefkatinden ve içinde bulunduğum soğuk odadan korumak istiyordum.

Kendimi kendim hariç herkesten koruyabilirdim. Bu, daha önce yapmadığım bir şey değildi.

Yorgun bedenini yatağın ilerisindeki pencerenin yanında duran tekli koltuğa attığında, "Uyumadın mı sen?" diye sordum. Yorgun görünüyordu.

"Uyumadım." Dedi. Odayı aydınlatmada çok da yeterli olmayan loş ışık yüzüne yansıyor, Yankı'yı karanlıktan çekip çıkarıyordu. Onu tam olarak görebilecek kadar aydınlık değildi odanın içi ama bu ışık bile yeterliydi benim için. Kemikli çenesi, düzgün burnu, biçimli dudakları çelimsiz ışıkla beraber belirginleşmişti. Gözkapakları katran rengi gözlerini kapatmış, uzun kirpiklerinin göz çukuruna temas etmesine neden olmuştu. Kirpikleri sivri bir ok gibi gölgelenmişti teninde. Güzel görünüyordu. Ne kadar güzelse bir o kadar da can yakıcı olduğunu biliyordum. Ondan uzak durma isteğimin asıl nedeni buydu belki de.

Canımı yakacağını bildiğim birinin yanında kalamazdım. Canımı yakacak biriyle iletişim kuramaz, onunla sohbet ederek ona bağlanamazdım. Duvarlarıma verdiği zarar ne olursa olsun hasarı toplayabilirdim.

Uzun, kemikli parmakları ağrısı varmışçasına başını ovalarken gözlerim parmaklarının üzerine bulaşmış renklere takılı kaldı. "Neden?" diye sordum gözlerimi bir saniye bile parmaklarının üzerindeki renkten ayırmadan. Boyaydı bu. Akrilik, guaj veya suluboya. Ne olduğu önemsizdi. Önemli olan kimin bu boyaları kullandığıydı.

"Uyku tutmadı." Diye mırıldandı.

Gözlerim parmaklarından yüzüne çıktığında, "İçmişsin." Dedim, hareketlerindeki aksaklığı ve nefesindeki tatlı şarap kokusunu anımsayarak.

"Bu senin için bir sorun mu?" Gözleri gözlerimle buluştu. Gözlerinden damlayan karanlık, elalarıma bulaştı her seferinde olduğu gibi. İfadesiz gözlerinden en ufak bir duygu geçtiğini görmemiştim. Karanlık, duygularını saklamada başarılıydı.

"Bir şeylerin keyfini tek başına çıkarmak seni bencil biri yapar." Ses tonumu ifadesiz tutmaya çalıştım. Aynı onun yaptığı gibi.

Bir şaraba, yanımda duran bir adama ve biraz gürültüye ihtiyacım vardı. Belki bir çift laf iyi olabilirdi. Aklımı dağıtacak, içine düştüğüm karanlığı aydınlatacak bir sohbet iyi olabilirdi. Bunu da şimdilik Yankı ile yapabilirdim.

Tek kaşı usulca havalandı ve gözleri yüzümü en ücra köşesine kadar inceledi. Aramızda yoğun bir sessizlik süzüldü birkaç saniyeliğine. Benim ona bu şekilde bir şey söyleyeceğimi tahmin etmediğini düşündüm. Beni biraz olsun gözlemlediyse yalnızlığı seven biri olduğumu ve kuru gürültüden, kalabalıktan uzak durduğumu bilebilirdi. Onunla oturup şarap içmek isteyeceğim son şey olurdu belki de.

Parmakları hızlıca saçlarının içinden geçti ve saçlarını dağıttı. Karışık bir ifadeyle suratıma bakıyordu. "Yanlış mı anladım?" diye sordu.

Alt dudağımı dişlerimin arasına yuvarladım ve gülümsememek için kendimi zor tuttum. Alkolün verdiği etkiyle biraz sersemlemişti. "Ne anladın?"

"Benimle şarap mı içmek istiyorsun?"

"Eğer açgözlülük yapıp hepsini bitirmediysen... Evet. Seninle şarap içmek isterim."

Birkaç saniye öylece durdu ve yüzüme baktı. Belki de ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Ciddiydim. Bir daha uyuyamayacağıma göre sabaha kadar uzak durmak istediğim bu adamla oturup şarap içebilir ve ertesi gün de hiçbir şey olmamış gibi iletişimi tamamen koparabilirdim. En azından bunu yapabilirdim.

Üzerimden yorganı kaldırdım ve ayağa kalktım. "Hadi." Dedim onu harekete geçirmek için. Aynı zamanda yüzüme bakıp durması rahatsız hissettirmişti. Onun gibi biri tarafından incelenmek etobur bir karınca sürüsünün yuvasının üzerinde yatmak gibi hissettiriyordu. İncelediği her saniye, bakışları tenime yakıcı bir ısırık gibi batıyordu.

Ayaklanıp odadan çıkarken gözlerim onu takip ediyordu. Her ne kadar sersemlemiş gibi görünse de hareketleri sarhoş birinin hareketlerinden çok daha düzgündü. Sarhoş değildi, yalnızca biraz içmişti.

Boyalı parmaklarının tuttuğu şarap şişesiyle geri döndüğünde beni bıraktığı gibi bulmuştu. Hâlâ ayakta dikiliyordum. Nereye oturmam gerektiğini bilememiştim ve biraz da kendime şaşırmış durumdaydım. Yankı'ya böyle bir teklifi yaparken aklımın hangi diyara uçtuğunu düşündüm ve verecek herhangi bir cevap bulamadım. Sanırım düşünmeden hareket ettiğim saatlerdeydik.

Tekli koltuğun hemen yanı başında oturdu ve sırtını koltuğa yasladı. Ben ise tepesinde dikiliyordum.

"Otur." Emri üzerine gözlerimi devirdim ama bana karşı üslubu oturmama engel olmamıştı. Onu umursamıyordum. En azından onu umursamamaya çalışıyordum. Tam karşısına oturup bağdaş kurarken yanında getirdiği iki kadehi de dolduruşunu seyrettim. İnce cam şarabın kırmızı rengiyle canlanmış, hayata dönmüştü.

Doldurduğu kadehi bana uzattı ve ardından şişeyi hemen yanına koydu. Kendi kadehi olması gerekenden biraz fazla doluydu ama bunu ona söylemedim. İçmek istediği bir gününde olduğu belliydi. Onun huzurunu kaçırmak ve huysuzluğunun oklarını üzerime salmak istemiyordum.

Dudaklarım soğuk kadehe değdi ve ardından yudumladım. Aldığım ilk yudum küçüktü. Midemi şaşırtmamak için, biraz sonra alacağım büyük yudumlara alıştırmak içindi bu yudum. Şarabın ıslattığı dudaklarımı yaladığım sırada Yankı'nın bakışlarını üzerimde hissetmiş ve gözlerimi kadehimden çekerek ona çevirmiştim.

"Ne?" diye sordum gözlerim gözlerine çarptığında.

İfadesizliği, belirsizliği ve ruhsuzluğu artık rahatsız etmiyordu. Belirsizlikle savaşmaktan yorulmuştum. Sadece görmezden geliyor ve biraz da merak ediyordum. Nasıl bu kadar dümdüz olabilirdi? Nasıl bu kadar hissiz görünebilirdi? Benim karakterime soğuk diyenler bir de Yankı'yı görmelilerdi. Birbirimize benzerken bir o kadar da bambaşkaydık.

Benim aksime büyük bir yudum aldı ve doldurduğu bardağını yarıladı. Gözlerim bir an için boyalı parmaklarına değmiş ve ardından yeniden gözlerine çıkmıştı.

"Ne gördün?" diye sordu gözlerini gözlerimden çekmeden. Başta anlamadım. Neyden bahsettiğini, benim hakkımda neyi merak ettiğini algılayamadım. Sorusunu yineleyinceye kadar boş boş baktım suratına. "Rüyanda ne gördün?"

Tereddüt ve tedirginlik aynı anda girdi kanıma. Önce damarlarımı yaktı, sonra ise asitli bir sıvıymışçasına inceltti. Kalbimin pompalandığı kan, sanki incelen damarlarımdan dışarı sızıyor ve bedenimi terk ediyordu. Bütün kanım vücudumdan çekilmiş gibi hissederken elimdeki kadehe sıkı sıkıya tutundum ve bir önceki yudumuma tamamen zıt olan büyük bir yudum aldım.

Dilim vermek istediğim cevaba engel olmak istiyor, sızlıyordu. Sanki dilimin ucuna dökülen kelimeler ateşin içine düşmüş, küle dönmek üzere yanmaya başlamışlardı. Kendi kendilerini yok etmek için çabalayan her bir harfi durdurmak için tek bir şey bile yapmadım. Engellemedim. Saatin içinde saniyeleri sayan kırmızı çubuk hızla ilerlerken Yankı yeniden konuşmuştu. "Kollarımı çizdin. Söyleyemeyeceğin kadar mı tutkuluydu?"

Şok içinde başımı kaldırıp ona baktığımda işaret parmağının kolunun üzerindeki çiziklerde gezindiğini gördüm. Yüzünde ise belli belirsiz bir gülümseme vardı. Ne dediğini duymazlıktan geldim çünkü benimle dalga geçtiğini biliyordum. Gördüğüm rüyanın yükünü omuzlarımdan kaldırmak, biraz olsun aramızdaki havayı düzeltmek için muziplik yapmıştı.

İlk defa beni düşünerek bir şey yapmıştı.

Elim farkında olmadan koluna doğru uzandı ve yer yer kanayan tırnak izlerimin olduğu tenine dokundu. Tırnaklarımın bıraktığı derin izlerin üzerinden geçtim usulca. Birkaç saniye özürlerimi parmaklarımdan tenine akıttım. Sözsüz temasım parmaklarım kolunun üzerindeki eline değdiğinde son buldu. "Özür dilerim." Dedim. Sesim mahcup çıkmıştı. İşaret parmağım en yakındaki ize dokundu ve kısa, sözsüz bir özür daha sundu Yankı için.

"Özür dilemen için söylemedim." Hâlâ kollarında olan gözlerim Yankı'nın hareketlenmesiyle gözlerine çıktı. Kolunu benden çekip yanına bıraktığı kadehe uzandı ve bir dikişte hepsini bitirip yeniden doldurdu. "Seni utandırmaktı amacım ama anladığım kadarıyla kolay utanan biri değilsin."

Yankı'nın uzaklaşması yüzünden kendimi birden berbat hissetmiştim. Ne diye ona dokunuyordum ki? Beklenmedik temasımdan rahatsız olmuştu ve onun rahatsız olması beni de rahatsız etmişti. Yutkunup geri çekildim ve Yankı'yı tekrarlayarak kadehimi tek dikişte içtim. Doldurması için ona uzatırken, "Değilim." Diye onayladım onu.

Kendime olan sinirimi ondan çıkarmak istiyordum. "Senden niye utanayım ki?" diye sordum kendime gıcık olarak. Benden uzaklaştığı için çocukça bir hınçla dolmuştum ve bu ani öfke benim için beklenmedikti ama yanlış bir hedefe odaklandığımı biraz geç fark etmiştim.

Kaşları merakla havalandı. Ya da ben merak ettiğini varsaydım. "Peki, kimlerden utanırsın, Efsa?"

Devamını getirmem gereken bir cevap vermiş ve şimdi cevapsız kalmıştım. Ne diyeceğimi, nasıl diyeceğimi bilmiyordum çünkü ağzımdan çıkacak olan her bir kelime bir yalanı inşa edecekti. Ben utangaç bir insan değildim. Herkese karşı böyleydim ama bunu Yankı'nın bilmesine gerek yoktu. En azından biraz önce söylediğim gereksiz şeyden sonra bilmemeliydi.

"Fikirlerini önemsediğim insanlardan."

Saçma sapan bir cevap çıkmıştı ağzımdan. Kendimi susturmak istercesine büyük bir yudum aldım şarabımdan. Islanan dudaklarımı hızlıca yaladım ve gözlerimi Yankı'nın gözlerinden kaçırmamak için büyük bir çaba harcadım.

"Yani annenden?" diye mantıklı bir soru sordu. Fikirlerini önemsediğim insan annemden başkası olamazdı ama ondan utanmak dünyanın en mantıksız işiydi de aynı zamanda.

"Hayır." Yutkundum ve bir yudum daha içtim.

"Duru'dan mı?" Sesindeki alayı net bir şekilde duymuştum.

"Hayır."

"Kim kaldı geriye?"

Benim annemden ve Duru'dan başka kimsem yoktu ki fikirlerini önemseyecek ve bunu Yankı bile fark etmişti. O kadar okunabilirdim bu konuda. Hayatıma çok fazla insan almadığımı ve değer vermediğimi uzaktan beni izleyen biri bile anlayabilirdi. Yankı da anlamıştı. Kendi cevabımı kendim bulmam gerektiğini fark ettiğimde yerimde rahatsızca kıpırdandım ve bir süre sessizliği soludum. Ona verecek mantıklı bir cevabım yoktu çünkü daha ilk başta mantıksız bir yalan söylemiştim.

Sessizlik aramızda gevşemiş bir lastik gibi uzamaya başladığında artık cevap vermem gerektiğini biliyordum. Bu yüzden aklıma gelen ilk şeyi söylemeye karar verdim ve, "Erkek arkadaşlar, sevgililer ve flörtler." Diye sığ bir cevap verdim. Kendimden tiksinmiştim bu cevap yüzünden ama çok önemli değildi çünkü Yankı'nın ikna olması gerekiyordu. Gerçi niye onu ikna etmeye çalışıyordum onu bile bilmiyordum ya, neyse.

Yankı'nın dudakları aralandı. Cevabım onu şaşırtmıştı, bunu net bir şekilde görebiliyordum. Yüzündeki afallama beni normalde tatmin etmesi gerekirken tam tersi bir etki yaratmıştı.

"Erkekler mi seni utandıran?"

"Hoşlandığım erkekler." Diye düzelttiğimde kendimi tokatlamak istiyordum. Ne gerek vardı böyle bir konuşma yapmaya? Ne saçma, ne anlamsız bir konuşmaydı bu.

Nefret ettiğim yalanın kuyruğu bir yılan gibi bacaklarıma dolanmıştı. Beni yere düşürmek için ağzımdan çıkan her kelimeyle dengemi sarsıyordu.

Yankı'nın garip bakışlarından duyduğum rahatsızlık yerimde kıpırdanmama neden oldu. Biten kadehimi doldurmak için Yankı'nın yanındaki şişeye doğru uzandım. Geri çekileceğim sırada parmakları bir kelepçe misali şişenin bulunduğu elimi kavramış ve ona doğru sendelememe neden olmuştu. Şaşkın bakışlarım bileklerimi mengene gibi sarmış parmaklarına odaklandı.

"Ne tür erkeklerden hoşlanırsın?" Diye fısıldadığında kalbim tekledi.

Parmaklarımın arasındaki şişe ellerimin titremesiyle sallandı ve kayar gibi oldu ama şişeyi düşürmeden parmaklarımı sıkılaştırdım. Bu soru beklenmedikti. Sorunun kendisi kadar soran kişi de beklenmedikti. Dizlerimin üzerinde ona doğru eğilmiştim. Dudakları yanaklarımın biraz ötesinde duruyor, sıcak nefesi yanağıma çarpıyordu. Yakınlığı bir kere daha nefesimi kesmişti. Kalbim bozulmuş bir makine gibi titreşiyor, göğüs kafesimin içinde varlığını sancılı bir şekilde belli ediyordu. Bütün organlarım farkındalık içinde sıkışırken başımı çevirip bakamadım bile. Çünkü biliyordum. Başımı çevirdiğim an yüz yüze olacaktık. Başımı çevirdiğim an şimdi yanaklarımın biraz ötesinde duran dudakları, dudaklarımın biraz uzağında duracak, tatlı nefesini solumama neden olacaktı.

Yutkundum. Kalbimin kanatları çıkmış, çırpınarak ağzıma kadar gelmiş gibiydi.

Bileklerimi sıkıca tutan parmaklarının tenimde bıraktığı karıncalanmayı, yanaklarımın üzerindeki sıcak nefesini, kalbimin kulaklarımdaki gümbürdemesini görmezden gelmeye çalıştım. İçine düştüğüm garip durumdan en iyi bu şekilde çıkabilirdim. Ona, aslında ondan ne kadar etkilendiğimi, sırf baştan beri birbirimize ters düştüğümüz için ona yanaşmak istemediğimi, kendimi ondan gelebilecek her türlü zarardan korumak istediğimi belli etmemeliydim.

Ben sesimi bile çıkaramadan yine konuştu. "Kafedeki çocuk... Ondan hoşlandın mı mesela?"

Kimden bahsettiğini başta anlamasam da çok geçmeden hatırlamıştım. Buraya gelmeden önce ödev yaptığımız kafedeki garson çocuktan bahsediyordu. Duru'nun arkadaşı olduğunu söyleyen ve Duru aracılığıyla görüşmeyi teklif eden çocuktan. Kaşlarım çatıldı. Her gördüğüm insandan hoşlanacak biri gibi mi görünüyordum? Sinirle bileğimi ondan çekmeye çalıştığımda parmakları gevşedi ve beni serbest bıraktı. Bu kadar kolay olmasına kısa bir an şaşırmıştım ama çok geçmeden geri çekildim ve yerime oturdum. Elimdeki kadehi sıkmaktan parmaklarım ağrımıştı. Gevşeyen parmaklarım şişeyi serbest bıraktı.

"Hayır." Dedim sesimin ifadesiz çıkmasına özen göstererek. "Nasıl insanlardan hoşlandığımın tablosunu tutmadım. Bilmiyorum. Herhangi belirgin özellikleri yok." Derin bir nefes aldım ve boş kadehimi doldurdum. "Ne saçma bir konu böyle."

Yüzümü inceleyen gözleri zahmetsizdi. Sanki yüzüme dikkatle bakmasına gerek yoktu çünkü tek bir göz temasıyla görebiliyordu görmek istediği her şeyi. Bunu düşünmek canımı sıkmıştı. Kolay okunan biri olmak korkutucuydu. Kolay okunmak istemiyordum. Yankı gibi birinin beni görmesini istemiyordum.

"Konuyu değiştirmemi istersin diye düşünmüştüm."

Gözlerimi devirmeme engel olamadım. En son hangi konudan konuştuğumuzu bile unutmuştum. Aramızdaki sohbet nasıl bir sohbetti ki böyle saçma bir soruya dönüşmüştü. "Bu konuya nerden ve nasıl geldiğimizi bile hatırlamıyorum."

"Rüyandan bahsedecektin bana."

Dudaklarım gerildi. Rüyamdan konuşmak istemediğimi anladığı için mi konuyu tamamen farklı bir yere çekmişti yani? Afalladım. Yankı'nın bu düşünceli hali bir gece için fazla gelmişti bana. Ilık bir his kalbime yol alırken yutkunmaya çalıştım. Bir kere daha beni ne kadar kolay okuyabildiğini görmüştüm. Onun için bir çocuk romanıydım sanki. Okuması zahmetsiz, kolay, kısa süren...

Cevap vermek ile vermemek arasında ince bir çizgide gidip geldim ama bunun kararını vermek şaraptan gevşeyen zihnim için zor olmamıştı. "Kâbustu." Omuz silktim.

Söylediğimi onaylarcasına başını usulca salladı. "Onu anladım."

Bir süre sessizlik hâkim oldu aramızdaki çekimser havaya. Dudaklarımı defalarca kere çiğnedim, tırnaklarımla oynadım, elimdeki kadehi evirip çevirdim. En sonunda paylaşmaya hazır olduğumda kendimi alkolün de etkisiyle daha rahat hissediyordum.

"Nefes alamadığım yerlerde durmaktan hoşlanmam." Diye fısıldadım. Rüyamın izleri parça parça zihnimde süzülmeye başlamıştı. Rahatsız olduğum her şey tek bir kâbusun içine doluşmuştu. Şimdi fark ediyordum. Kaçtığım, korktuğum, uzak durduğum her şey tek bir yerdeydi.

Seramikten bir tabut gibi hissettiren küvet klostrofobimi tetiklemiş, suyun içindeki bedenim en büyük korkum olan boğulmakla yüz yüze gelmişti. Kollarına tutunduğum karaltı ise son günlerde ödümü kopartan gölgenin kendisiydi.

"Bu ormana benzer bir ormanın içindeydim. Belki de bu ormandı, bilmiyorum." Kadehimden büyük bir yudum aldım. Alkol gerim gerim gerilmiş vücudumun rahatlamasına neden oluyordu. Bu yüzden elimde tuttuğum üzüm şarabına minnettardım. Zihnimdeki uğultunun sesi her yudumumda kısılıyordu. "Karanlıktı. Dolunay vardı." Gözlerim pencereye doğru çevrildi ve ayın ışığı gözbebeklerime çarptı. Gariptir ki gökyüzü, benekli tabak gibi görünen bir dolunaya ev sahipliği yapıyordu ve o ay, küçük bir bulut kümesinin arkasında duruyordu. "Şu anki gibi gerçekçi görünüyordu." Gülümsemeye çalıştım ama dudaklarımın beceriksizce büküldüğüne emindim.

"Bir küvet vardı. Kendimi onun içinde boğuyordum. Ve..." Duraksadım. Sanki bir an için yeniden o küvetin içinde, o buz gibi suyun altındaydım. Küvetin altında kendimi boğmama neden olan bilinçsizliğim yeniden benimle birlikteydi sanki. Somut bir vücuda bürünmüş, kolları ve parmakları tenime saplanmıştı. Yaptığım şeyin farkında olup kendimi durduramadığım o dehşet dolu saniyelere saplanıp kalmıştım. Gözlerim suyun altındaymışçasına yeniden buğulanırken kulaklarım aldığım soluk sesi haricinde her sese tıkanmıştı. Korku, soluduğum havaya karışmıştı.

Birkaç dakika öncesine kadar hissettiğim o körelmiş korkuyu bilemişti zihnim. Dilimden dökülen kelimeler, zihnimin içindeki rüyamın acı hatırasına temas etmiş, alaycı bir uğraşla sivriltmişti. Zihnim kanamaya başladı, kan kalbime doğru akarken kalp atışlarım sıklaşmış, göğsümün üzerindeki ağırlık kendi varlığını belirginleştirmişti.

Soyut bir ağrıydı bu, biliyordum ama yine de ovalamama engel olamadım. Sanki ovalayınca geçecekmiş gibi bastırdım elimi göğsümün orta yerine.

"Ve?" Yankı'nın sesi, rüya kırıntılarını tek bir kelimeyle süpürmüş ve beni gerçekliğe çekmişti. Kulaklarımdaki uğultu dalgalanarak uzaklaştı ama görüşüm hâlâ bulanıktı. Sanırım kendime engel olmazsam yeniden bir çocuk gibi ağlamaya başlayacaktım.

"Ve bir karaltı..." Gölge kelimesi dilimde parçalanmış, un ufak olmuştu. "Bir karaltı bastırıyordu kollarımdan. Bana yardım etmiyordu."

"Nefes alamadım."

Gözlerim Yankı'nın siyahlarıyla buluştuğunda yutkunduğunu gördüm.

"Nefessiz kalmaktan hoşlanmıyorum. O küvet gibi dar bir yerde durmaktan da hoşlanmam. Tamamen korkularımı tetikleyen bir rüyaydı. Önemi yok." Gözlerimdeki yaşları ellerimle hızlı bir hareketle savuşturdum.

Önemi vardı ama bunu ona söyleyemezdim.

Başını usulca sallayarak onayladı beni. Anlattıklarıma şaşırmış mıydı, yoksa zaten böyle tuhaf bir şey mi bekliyordu, bilmiyordum. Soramadım da. Alkolün etkisiyle ona korkularımdan bahsettiğim için kendime kızamadım bile. Sadece elimi göğsüme biraz daha bastırdım ve gözlerimi Yankı'nın yüzünde tutmaya devam ettim. Çok geçmeden kadehim boşalmış, ellerim benim iznim haricinde Yankı'nın eline doğru uzanmıştı. Hareketlerim aksaktı. Sanırım alkol kanıma anca karışmış, sarhoşluğa bir adım yanaştırmıştı beni.

Yankı'nın ellerinin üzerine düşen elim kemikli parmaklarına tutundu ve elini ikimizin de göz hizasında olacak şekilde kaldırdı. Loş ışıkta bile belli olan rengârenk boyalarla göz göze geldim yeniden. "Nedir bu?" Diye sordum, dakikalarca tuttuğum merakımı serbest bırakarak. "Resim mi yapıyorsun?"

Elini elimden çekmesini bekledim ama çekmedi. İkimiz de göz hizamızda asılı duran ellerimize baktık bir süre.

"Evet." Dedi. Sesi huzursuz çıkıyordu. Yine de umursamadım.

"Ne çiziyorsun?"

Cevabı kısaydı. "Her şeyi."

"Vaov... Baya spesifik bir cevap oldu." Güldüm.

"Manzara çiziyorum." Dedi. Gözleri gülümsememden iz kalan dudaklarımın üzerindeydi. Her güldüğümde onu şaşırtıyormuşum gibi hissetmekten kendimi alamıyordum.

"Portre de çizer misin?"

"Sadece manzara." Diye yineledi kesin bir şekilde. Onun gibi birinin, başka birinin portresini çizeceğini düşünmek biraz tuhaf geliyordu zaten. Bir kadının veya bir erkeğin yüzü üzerinde yoğunlaşmak istemeyecek biri gibiydi. Gerçi resim yapması bile biraz tuhaftı... Acaba nasıl çiziyordu? Ne kadar yetenekliydi?

"Görebilir miyim?" Diye sordum. Dilime vuran alkol aklımı devre dışı bırakmıştı. Düşünmeden konuşuyor, her istediğimi dile getiriyordum. Yarın sabah kendime öfkelenecek, kızacaktım ama bunu bile düşünemiyordum.

Dudağının bir kenarı usulca havaya kalktığında onu dikkatle izledim. Benimle alay mı edecekti yeniden? Bu şekilde gülmesi hoşuma gitmiyordu.

"Hayır, göremezsin." Dedi alayla.

"Neden?" Dudaklarım büzüldü. Kendimi durdurmam gerektiğini biliyordum. Bilincimin sesini duyuyordum ama uzaktan geliyordu. Buğulu ve pusluydu. Onun verdiği emirleri yerine getirecek kadar net değildi hiçbir şey.

Yankı şaşkın bir şekilde kaşlarını kaldırmış yüzümü inceliyordu. Ne kadar şaşkın da görünse eğlenir bir ifade vardı yüzünde. Onu hem şaşırtmış hem de eğlendirmiştim ama bunun nedeninin tam olarak ne olduğundan emin değildim.

"Çünkü ben görmeni istemiyorum." Dedi. Sesinde vücudumu ısıtan, aynı zamanda gevşemesine sebep olan şarabınki gibi tatlı bir tını vardı.

"Ama rüyamı anlattım sana." Mızmız bir çocuk gibi karşı çıktım. Hâlâ parmaklarımın sıkı sıkıya tuttuğu eli ellerimin arasından kaydığında dizlerimin üzerinde kalkmıştım.

"Bunun karşılığında benden bir şey istememiştin." Dedi, gözlerini gözlerimden tek bir saniye ayırmadan kadehinde kalan son yudumu da içmişti. İnce cam, dudaklarında ıslak bir şarap lekesi bırakarak ayrıldığında gözlerim çoktan gözlerinden ayrılmış ve ıslak dudaklarına kaymıştı.

Dudaklarımı hızlı bir hareketle ıslattım. "Bu kadar sır dolu olma. Göster hadi." Ayağa kalktığımda birkaç saniye için dengemi sağlamaya çalıştım. "Nerede çiziyorsun?" Yatak odasının kapısına doğru yavaş adımlarla yürürken arkamdan ayaklandığını hissetmiştim. Onu beklemeden kapıyı araladım ve Meriç'in uyuduğu salona girdim. Çoktan sönmüş olan şömine, salonun soğuğuyla bütünleşmiş, küle dönmüş odunlar yenilmişliğini karanlığa teslim etmişti.

Hızlı adımlarla İdil'in bulunduğu odanın önüne yürüyüp aralık duran kapının tam önünde durdum ve tereddüt içinde arkama baktım. Yankı, yatak odasının kapısının pervazına yaslanmış beni izliyordu. "Burada mı?" Diye sordum, ne sorduğumu kendim bile bilmiyordum sanki. Yankı karşımda bana bu şekilde bakarken dikkatimi hiçbir şeye veremiyordum.

"İdil'i soruyorsan, evet."

"Neyi sorduğumu biliyorsun." Dudaklarının yukarı kıvrıldığını gördüm ama bunun nedenini sorgulama zahmetine bile girmedim. Karşımda duran adam Yankı'ydı. Onu sorgulamak vaktimi de öldürürdü, hevesimi de.

"Bu kadar meraklı olduğunu şimdiye kadar fark etmemiştim." Göğsünün üzerine bağladığı kollarını çözdü ve yaslandığı kapıdan ayrıldı. Yavaş adımlarla önüme kadar geldiğinde gözlerimi gözlerinden ayırmamak için büyük bir çaba harcıyordum. Bakışları onunla ilk kez karşılaştığım günkü gibi hissettirmişti. Yoğun, karmaşık, gergin. Gözbebeklerinin karanlığında, gözlerinin sınırlarında dolaşmayı öğrendiğimi düşünüyordum ama şimdi... Sanki şimdi yol bambaşka bir şeye evrilmişti. Çok fazla tanımadığım ama hakkında birçok şeyi merak ettiğim bu adamın gözlerine bakarken önce yolumu şaşırmış, sonra kaybetmiştim. Kendime olan güvenim bir an için sarsıldı, arkaya doğru gerilemeye çalıştım ama arkamda bulunan kapı engel oldu.

"Benim hakkımda ne biliyorsun ki?" Diye fısıldadım meydan okurcasına. Gözleri gözlerime mühürlenmiş, tek bir saniye bile ayrılmıyordu.

"Bilmem gereken her şeyi." Fısıltısı anlamlandıramadığım zehirli bir tınıya bürünmüştü. Söylediği kelimeleri yaratan her bir harf onun dilinde zehre bulanmış, duyduğum ses içimde bulunan bir yeri zehirlemişti. Farkına bile varamadan bana bir adım daha yaklaştı ve kolunu bana doğru uzattı. Belime sürtünen eliyle beraber nefes alış-verişlerim de hızlanmıştı. Tenimdeki karıncalanmayı bu dengesiz halimle bile fark etmiştim.

Sıcak eli belimin arkasına uzanıp İdil'in aralık duran kapısını yavaşça kapattı ama geri çekilmedi. Hâlâ kapı kolunda duran elinin varlığını bel oyuntumda hissedebiliyordum ve bu temas beni olması gerekenden daha fazla geriyordu. Tenime batırılan binlerce sıcak iğneyi hissedebiliyordum sanki. Her biri ince bir işçilikle sivriltilmiş ve tenime özenle batırılmıştı.

"Merak ettiğin şey çizdiğim resimler mi, yoksa hayal gücüm mü?" Diye mırıldandı. Bu sefer ona bakmak için başımı kaldırmadım çünkü biliyordum, başımı kaldırırsam ona daha yakın olacaktım. Kirpiklerimin altından ona bakarken ona cevap vermek için dudaklarımı araladım ama ben konuşamadan devam etti konuşmasına. "Zihnimin yarattığı karmaşayı mı görmek istiyorsun?"

Teninden yayılan yoğun kokusu içtiğim şarapla karışmıştı. Başım dönüyordu ama bu durumum ona cevap vermeme engel olmamıştı. "Sadece nasıl çizdiğini merak ettim." Diye mırıldandım sessizce.

Merakımın altında başka nedenler aramasına gerek yoktu. Bu arayış gerilmeme ve istemediğim bir şekilde dengemin bozulmasına neden oluyordu. Onun da, tıpkı benim ona yaptığım gibi, beni sorgulamaması gerekiyordu. Birbirimizi anlamıyorduk. Bunun için boş bir çabaya girmenin ikimiz için de yorucu olacağını biliyordum.

"Sen resmimi değil, beni merak ediyorsun." Alay etmiyordu, ciddiydi. Benim ne istediğimi benden daha iyi biliyormuş gibi sağlamdı duruşu, ses tonu. Belki de gerçekten benden daha iyi biliyordu. Normalde olduğumdan daha okunabilir olan bu sarhoş halimden faydalanmıştı beni basit bir kitap gibi okurken.

Hakkımdaki varsayımı beni biraz olsun kendime getirmişti ama hâlâ üzerimde hissettiğim temas ve yakınlığı tam olarak ayılmama yardımcı olmuyordu. "Beni tanımıyorsun." Diye karşı çıktım. Ses tonum kendimi bile inandırmaya yetmemişti.

"Belki." Diye yanıtladı yavaşça. Aramızda sessiz bir konuşma geçti. Gözlerinden anlamını bilmediğim onlarca kelime aktı gözlerime. Bazıları daha uzun süre asılı kaldı ikimiz arasında. Bu duraklamanın bir önemi varmışçasına nefesim hızlandı, dudaklarım sanki günlerce susuz kalmışım gibi kurudu. O yeniden konuşana kadar zaman bir an için durmuştu. "Alkollüyken dilinin kontrolünü kaybediyorsun. Normalde söylemeyeceğin, anlatmayacağın şeyler anlatıyorsun. Bir gece yeterdi seni tanımam için."

Öyle miydi sahiden? O kadar mı sığ görünüyordum onun gözünde? Bir gecede bir insan bir insanı nasıl tanıyabilirdi ki? Nasıl yeterdi 24 saat birinin değerini anlamaya? Benim için yetmezdi. Benim için bir ömür bile yetersiz kalırdı bir insanı tam olarak tanımak için. Sıradan olan hiçbir şey yoktu insanlıkta. Sürekli değişen, sürekli gelişen bir varlıktı ve bir ömrü bir güne sığdıramazdık.

"Sen beni bırak bir günde tanımayı..." diye fısıldadım. Tek bir küçük adımla ayaklarımın ayaklarına değmesine neden olmuş ve yakındığım o kısa mesafeyi kendi ayaklarımla kapatmıştım. Artık biraz önce olduğundan daha yakındım tenine. Başımı onu daha iyi görebilmek için kaldırdım ve gözlerimden bütün direnişimi görmesine izin verdim. "Yıllarını versen de beni tanıyamazsın." Alaycı bir gülüş filizlendi dudaklarımda. "Yalnızca izin verdiğim kadarını bilirsin."

Yanından geçip giderken omzum omzuna bir kibrit gibi sürtünmüş, temas eden yerleri küçük bir kıvılcımla yakmıştı. Bıraktığı hissi düşünmemeye çalıştım. Beni bu kadar kolay çözebileceğini düşünmesi, alkolün bende bu denli bir savunmasızlığa yol açtığını görmesi içine düştüğüm sarhoşluğu dağıtmıştı.

"Senin hakkında hiçbir şey merak etmiyorum." Diye söylendim yatak odasına girmeden hemen önce. Arkamdan bana baktığını hissedebiliyordum. Bakışları sırtımı delip geçiyordu sanki. Umursamamaya ve yok saymaya çalıştım. Dudaklarımdan bir hınçla dökülen cümleye sıkı sıkıya tutundum bir can simidi gibi. Doğru olmadığını biliyordum. Onun hakkında birçok şey merak edip öğrenmek isterken bunu reddetmeye çalışmak benim için bile zordu ama güneş doğduğunda ve ben buradan gittiğimde zaten bunun olması gerekecekti.

Yatağa yatıp yorganı burnuma kadar çektim ve gözlerimi kapattım. Uyuyamayacağımı biliyordum ama en azından denemeliydim. Saatin kaç olduğunu bile bilmiyordum. Sadece güneşin bir an önce doğmasını diliyordum. Sabırsız bir bekleyiş içinde iç çektiğim sırada yatağın diğer tarafı usulca çökmüştü. Varlığını hemen arkamda hissedebiliyordum.

Tek bir kelime bile dökülmedi dudaklarından. Suskunluk ikimizin dudaklarına mühürlenmiş, nefes seslerimiz bütün odada yaşamı belirten tek şey olmuştu. Düzene soktuğum soluklarım onun soluğuyla aynı ritimdeydi.

Düşüncelerimi iğneleyen bir merak süzüldü şakaklarımdan. Onu düşünmeyi şiddetle reddeden tarafıma karşı çıkan yanım baskın çıkmıştı. Yanımda soluğunu duyarken onu düşünmeyi nasıl reddedebileceğimi söyleyip benimle dalga geçiyordu. Canımı sıkan keskin bir alay doluydu gözleri.

Önce biraz önce olanları hatırlattı bana, sonra ise Yankı'nın mizacını. Nasıl bu kadar ifadesiz olabilirdi, nasıl benden daha fazla sakin olabilirdi anlamıyordum. Hayatım boyunca karşıma çıkan herkes benden çok daha farklıydı. Onlar için garip bir insandım. Herkesten uzak durmama neden olan soğuk karakterim, oldukça nadir kıvrılan dudaklarım, neşeden uzak mizacımla tamamen bambaşkaydım ve bu, onlara farklı geliyordu. Oysa ben, olduğum kişiden memnundum. Nasıl rahat hissediyorsam öyle davranıyordum. Beni güvende hissettiren şeylerden biriydi olduğum kişi.

Duru'ya göre eşsiz bir karakterim vardı, bunu bana her söylediğinde gözlerimi devirir ve benim gibi insanlarla tanışmamış olmasının beni eşsiz yapmayacağını söylerdim çünkü böyle hissediyordum. Azınlıkta olan taraftım ama eşsiz değildim. Karakterimle ilgili bildiğim en net şeylerden biri buydu.

Aynaya baktığımda gördüğüm kıza benzeyen kimseyi tanımamıştım. Ta ki Yankı ile tanışana kadar.

Uzun, gösterişli bir boy aynasının önünde durmuştum sanki. Aynanın önünde dikilen kanlı canlı bendim. Kendime bakıyor, yüzümün donukluğunu yine donuk gözlerle izliyordum. Kendimi görüyordum. Açık kahve saçlarımın kırık uçlarına, uzun kirpiklerimin göz çukurumda bıraktığı gölgelere, ısırılmaktan yıpranmış ve kan kırmızıya dönmüş dudaklarıma, ela gözlerime sıçrayan siyahlıklara kadar detaylıca inceliyordum kendimi. Sonra sıcak bir duşun ardından buğulanan bir ayna gibi bir anda buğulanıyordu dev ayna. Kendimden geriye kalan diğer şeyleri görmek için elimle yavaşça sildiğimde görüyordum karşımdaki yansımayı.

Dişlerini sıkmaktan kasılmış bir çene hattı, her baktığında bütün vücudumda derin bir ürpermeye neden olan o siyah gözler... Ama neredeyse benimle tamamen aynıydı bu bakış. Aynanın keskin yansımasıyla bilenen ifadesiz gözleri benimle aynı donukluğa sahipti. Yankı'ya bakıyordum artık. Aynadaki yansıma bana ait değildi ama Yankı'ya bakmak, aynaya bakmak gibi hissettiriyordu.

Birine benzediğim için rahatsızlık duyacağımı düşünmezdim ama duyuyordum. Onun bu rahatsız edici ifadesizliği bir dolu soruyla yüz yüze gelmeme neden oluyordu.

İnsanlar bana bakarken böyle mi hissediyordu?

Derin bir nefes aldım ve aklımda dönüp duran yersiz düşüncelerin her birini o dev aynanın arkasına iteledim. Ben insanların ne düşündüğünü önemseyen biri değildim ki bunları kendime dert edineyim. Kime benzersem benzeyeyim ben bendim. Kendime sahiptim ve sahip olduğum şeylerden vazgeçemezdim.

Göz kapaklarıma yansıyan loş ışığın kapandığını fark ettim, ardından gelen derin titreme neredeyse beni yerimden kaldıracaktı.

"Işığı açar mısın?" Diye sordum kibar olmaya çalışarak. Titreyen çenem dişlerimin birbirine çarpmasına neden olmuştu.

Derin bir sessizlik oldu. Ne ışık açıldı ne de bana karşılık verecek bir şey dedi. Bu sessizliğin uzayıp gideceğini düşündüğüm sırada, "Neden?" Diye sordu. Sesi bu isteğime anlam vermeye çalışır gibi çıkmıştı.

"Karanlıktan hoşlanmıyorum." Dürüstlüğüm beni bile şaşırtırken parmaklarımın arasında sıktığım yorgana daha fazla sarıldım. Gördüğüm rüyadan sonra Yankı'nın yanımda olması bile beni yatıştırmıyordu. Kendimi güvende hissetmek için her şeyi yapardım.

Beni sorgulamadı. Nedenini sormadı, karşı da çıkmadı. Göz kapaklarıma yansıyan loş ışık rahatlamayla iç çekmeme neden olurken uykulu bir teşekkür mırıldandım. Hem soru sormadığı için, hem de isteğimi yerine getirdiği içindi bu teşekkürüm.

"Bana yalan söylemiyorsun, değil mi?" Derinlerden gelen ince bir ses bilincimin duvarlarına çarptı ve beni uykunun sahiplenici kollarından çekip çıkardı. Gergin bir gecenin ardından bu kadar rahat bir uyku uyumak garipti. Kendimi dinlenmiş ve belki biraz da yenilenmiş hissediyordum ama bunun nedeni neydi tam olarak anlamamıştım. Belki yüzüme yansıyan güneş ışıklarının sıcak dokunuşlarından dolayı böyle hissediyordum. İçimdeki buza dönmüş gerginliği, sıcaklığıyla eritmiş ve rahatlamama neden olmuştu belki de. Güneşin bu zahmetsiz teması pencerenin ardında olan havaya rağmen sıcacık bir yerde hissetmeme neden olacak kadar güzeldi.

Kendi kendime düşünüyordum. Gözlerim kapalıydı ve bilincim, yataktan kalkıp güne başlamaya hazır olacak kadar açılmış değildi. Yine de biraz önce konuşan kişiyi net olarak duyabilmiştim.

Biraz önceki konuşmaya cevaben, "İdil..." dedi bir ses. Bu sesi tanıyordum. Alışık olduğum gibi tek düze değildi bu sefer. Oldukça sert ve uyarı doluydu. Bir şeye kızdığını düşündüm ama İdil'in onu kızdıracak ne yaptığını bilmiyordum. Tahmin de edemiyordum. "Bir kere daha sorarsan birkaç gün daha burada kalmak zorunda kalacaksın." Sesindeki tehdit netti. "Sabrımı zorlama."

Sesi soğuk bir su etkisi yaratmıştı. Parmaklarım elimin altındaki yorgana kenetlendi ve sıkı sıkıya sarıldım. Bugün benim için kolay olmayacaktı. Bunu hissediyordum.

Bunu biliyordum.

Gecenin getirdiği hatıralar zihnimde dönüp dururken pişmanlık, utanç ya da ona benzer rahatsız edici duyguları kovmaya çalıştım. Hissetmemem gereken şeyler hissedip kendimi hırpalamak istemiyordum ve bunu yapmayalı uzun zaman olmuştu.

Birkaç oflama ve karşı çıkış duydum ama artık çok daha uzaktan geliyordu ses. Büyük ihtimalle dışarı çıkmış ve Yankı'ya olan sitemini ormana karşı dile getiriyordu. Eh, ağaçlara karşı konuşmak Yankı ile konuşmak gibiydi zaten. İkisi de kütüktü, ikisi de tepkisizdi.

"Uyandığını biliyorum."

İrkildim ama gözlerimi kapalı tutmaya devam ettim. Ona cevap vermek zorunda olmadığım sabahların birindeydim ne de olsa.

"Kirpiklerin kıpırdıyor."

"Ben de uyandığımın farkındayım."

"Güzel." Dedi ve birkaç tıkırtı oldu. Dolabın açılıp kapanma sesini duydum. Birkaç çekmece de aynı şekilde açıldı ve kapandı. Büyük ihtimalle giyiniyor, diye düşündüm. Bu düşünce bir an için gözlerimi açmama neden olacaktı ama kendime engel oldum.

"Bütün gün yataktan kalkmanı bekleyemem. İşlerim var." Dün gecenin ardında bıraktığı Yankı'nın yarım yamalak anısını zihnimde oynatmaya çalıştım. Bu halinden on kat daha kibar ve binlerce kat daha çekilebilirdi ama sanırım ben o hakkımı dün gecede bırakmış ve sabaha ellerim bomboş bir şekilde girmiştim.

Gözlerim açıldı ve gördüğüm ilk şey her zamanki karanlığını üzerine giymiş bir Yankı'ydı. Siyah deri ceketi, siyah kot pantolonu, siyah boğazlı kazağı ve yine siyah postallarıyla birlikte adeta geceyi üzerine giymişti. Ağrıyan başımı biraz olsun yatıştırmak için şakaklarımı ovalamaya başladım. Dün gecenin getirdiği ağrıyı içimdeki huzursuzlukla ovalarken, "Saat kaç?" Diye sordum. Sesim pürüzlü çıkmıştı.

"7 buçuk." Diye yanıtladı, gözleri hareketlerimi dikkatle izliyordu. "Başın mı ağrıyor?"

Yerinde doğrularken onaylayan bir mırıltı çıkardım. Birkaç saniye kendime gelmek için yatakta oturduğum sırada Yankı hiçbir şey söylemeden odadan çıkmış ve beni kendimle baş başa bırakmıştı. Sırtıma vuran güneş ışınları kemiklerimi ısıtıyordu. Derin bir nefes aldım ve yataktan kalktım. Kesinlikle yaşamaya hazır olmadığım bir gündü ama kaçışı yoktu.

Banyoya girip elimi yüzümü yıkadım. Aynadaki yansımaya olabildiğince az bakmaya çalışan bir tarafım vardı. Dün gecenin bıraktığı izleri yüzümde görmek istemeyen tarafım, kendisiyle yüzleşmek isteyen tarafımla bir savaş halindeydi. Gecenin kalıntılarını yüzümde görmek istiyor ve kendine yeni hatırlatmalar yapmak istiyordu.

Yaşanan her şey onun için ders alınması gereken bir tecrübeydi. Kaçamazdım, saklanamazdım. Yüzleşmem ve ardından gelecek için ondan ders almam gerekirdi. En azından o tarafım benden bunu yapmamı istiyordu.

Diğer yanım ise beni dehşette bırakan her şeyden kaçmak, saklanmak isteyen tarafımdı. Onun için en iyi kurtuluş görmezden gelmekti çünkü bu yol en basitiydi. Kendini kandırmayı seviyordu.

Kirpiklerimden yanaklarıma damlayan suyu takip eden gözlerim lavabonun fayansına odaklanmıştı. Suyun sesi kulaklarımda çınlarken iki direnişçinin arasında kalmıştım. Yüzleşmek ve kaçmak. Bu sabah ikisini de yapmak istemiyordum ama benim için üçüncü bir seçenek yoktu.

Saklanmak, karşı karşıya gelip yüzleşmekten her zaman daha basitti belki ama benim ihtiyacım olan bu değildi. Derin bir nefesin ardından gözlerim aynayla buluştuğunda anlamıştım bunu. Ne şekilde olursam olayım yüzümdeki ifadeyi görmek her zaman beni gelecek için hazırlayacaktı. Yüzümdeki korkuyu gözbebeklerime işlemek beni cezalandıracak ve bir daha o korkuyu oraya yerleştirmemek için elinden geleni yapacaktı. Ben bir korkak olmak istemiyordum. Yüzümün her zerresinden o lanetli duyguyu kazımak, bir daha aynaya baktığımda en ufak bir parçasını bile görmemek için elimden gelen her şeyi yapmak istiyordum. Cesaretimi yüzümdeki korkuyu kazıyarak bileyebilirdim. Gözbebeklerime yerleşen yansımamı hatırlamak, yüz yüze geldiğim o aynadaki kadını anımsamak korkularımla mücadele etmem için bana gerekli olan şeyi verecekti.

İnanmak istediğim buydu.

Hemen karşımda duran kadına uzun uzun baktım. Sanki bir daha aynaya bakamayacakmışım gibi inceledim kendimi. Kirpiklerimden yanağıma bir gözyaşı damlası gibi inen suyu gözlerimle takip ettim. Kuruyan dudaklarımı yaladım, gözlerim çenemde, yanaklarımda ve dudaklarımda hızlıca dolaştı. Elmacık kemiklerimin üzerine kondurulmuş, daha önce fark etmediğim, küçük bir ben fark ettiğim sırada elalarıma sıçrayan yeni bir siyah damlanın varlığını da fark etmiştim. Belki de yeni değildi de benim dikkatimden kaçan eski bir benekti, bilmiyorum. Bu yüzden çok fazla önemsemedim.

Kendime yeteri kadar baktığımı hissettiğimde derin bir nefes daha aldım ve banyodan çıktım. Odaya girdiğim an yatağın üzerinde duran kıyafetlerimi ve komodinin üzerine bırakılmış suyu ve ilacı fark etmiştim. Başım otomatik olarak kapıya doğru döndü. Orada birini görmeyi umarak baktığım kapı kapalıydı. Yankı odada değildi ve benim için ağrı kesici bırakmıştı.

Yüzüme konan gülümsemeye engel olamadım. Yatağa adımlayıp önce kıyafetlerimi aldım elime. Yıkanmıştı. Tertemiz kokuyordu ve giymem için hazırdı. Şaşkınlığım beni ele geçirmeden üzerimi çıkardım ve hızlıca giyindim. Ondan bunu yapmasını istememiştim ve böyle bir şey yapmasını beklemiyordum bile. Kafamı karıştırıyordu, düşünmeme neden oluyordu. Onun hakkında düşünmek istemiyordum. Bu, zihnimin kaldırabileceği bir şey değildi.

Ağrım için getirdiği ilacı içtikten sonra aynanın karşısına geçtim ve son kez kendime baktım. Siyahlar içinde tamamen kendim gibi görünüyordum. Belimi açıkta bırakan siyah kazağım, siyah pantolonum ve siyah postallarım... Gözümün önünde beliren yansıma bir anlığına değişti. Gözlerimi açtığım an gördüğüm adamı hatırladım. Geceyi üzerine giyen o adamı. Bir hali diğer halini tutmayan dengesiz o adamı.

Aynı hayallerimdeki gibi aynadaki yansımamı çalmış, yerine geçmişti. Birbirimize benzediğimizi düşündüğüm o an çok uzak değildi. Daha dün gece düşünmüş ve kendi kendimi onaylamıştım. Şimdi bir kez daha şahit olmuştum bu görüntüye.

O ve ben birbirimize benziyorduk.

Farklılıklarımızdan doğan benzerliklerimiz, benzerliklerimizin insanlar tarafından sınır dışı edildiği farklılıklarımız vardı bizim. İnkâr edemezdim, görmezden gelemezdim.

"Hazır mısın?" Yansımama odaklanan dikkatim Yankı'nın sesiyle birlikte dengesini kaybetti ve incecik camdan yapılmış bir vazo gibi ayaklarımın altına düşerek paramparça oldu. Gözlerimdeki buğu kalktığı sırada arkamda dikilen bedenini görmek zor olmamıştı.

Biraz önceki düşüncelerimi kanıtlamak istercesine orada duruyordu. Siyahlar içinde, tamamen benim gibi...

Gözleri gözlerimi terk etti ve aynadaki yansımamı inceledi. Uzun sürmemişti ama kısa bir an için onun da benim gördüğüm şeyi görebildiğini düşünmüştüm. Aynadaki yansımalarımıza bakıp benim düşündüğüm şeyi düşündüğünü... Görmemek, bunu fark etmemek imkânsızdı sanki. Sanki bizi gören her kişi yanımızdan geçtiği an yeniden arkasını dönecek ve bize bakacak, ardından da benimle aynı düşüncelere sahip olacaktı.

"Hazırım." Diye mırıldandım alnına dökülen dağınık siyah saçlarına bakarken. Elim farkında olmadan saçlarıma gitmiş ve önüme dökülen saçlarımı kulağımın arkasına hızlı bir şekilde iteklemişti. Yankı, sanki çok önemli bir şey yapıyormuşum gibi saçlarımı düzeltmemi dikkatle izledi. Ardından gözleri yeniden ikimizin yansıması üzerinde sabitlendi.

Tutukluk yapan kalp ritimlerim nefesimi de aksatırken bu dengesizliğimi yok etmek için bir şey demem gerektiğini hissetmiştim. Aklıma ilk gelen şeyi söylemeye karar verdiğimde, "İlaç ve kıyafetlerim için teşekkür ederim." Dedim ona dönerek. Aynadaki yansımamızı daha fazla izlemek, buna şahit olmak istemiyordum.

Teşekkürüme karşılık başını salladı sadece.

"Gidebiliriz." Dedim kendimi hazır hissederek. Bu his, "hazır olmak" fiilinin iki farklı türü için de geçerliydi.

Bu evden gitmek için hazır olmak ve Yankı'dan uzak durmak için hazır olmak.

Gidelim ve bu şey her neyse bitirelim.

Yankı'nın kaşları çatılır gibi olduğunda kalbim tekledi. Aklımdan geçen o cümleyi sesli söylediğimi sandım ya da daha tuhafı aklımı okuduğunu düşündüm ama imkânsızdı bu. Son zamanlarda tuhaf olaylar yaşadığımı biliyordum ama akıl okumak yaşadığım tuhaf olayların içinde değildi ve olmamasını da umut ediyordum.

"Gidelim." Arkasını dönüp kapıdan çıkmadan önce yüzüme son kez kısa bir bakış attı. Anlamlandıramadığım ama kesinlikle bir anlama sahip olan bir bakıştı bu.

Belki de gerçekten akıl okuyabiliyor, diye düşündü duvarların arkasına sinmiş yanım. Şüpheci bakışlarına bir is gibi sinen korkuyu görmemek mümkün değildi.

Düşüncelerimin gittiği yönü fark ettiğimde başımı sağa sola sallayarak onları zihnimin dört bir yanına dağıtmaya çalıştım ve odadan çıktım. İdil, salonun tam ortasında duruyordu. Gözleri ben odadan çıktığım an beni bulmuştu. Aynı zamanda kolları da odadan çıkmamla beraber boynuma dolanmış, sıcacık bir kucaklama vermişti bana.

"Lütfen seni son görüşüm olmasın." Diye söylediğinde neredeyse yakınıyordu.

Yutkundum. Bu beklenmedik istek dengemi sarsmıştı. Cevap verememiştim belki ama bana sarılan kollara aynı şekilde karşılık vermiştim. Garip bir vedaydı bu. Yeni tanıştığım birine bu kadar kısa sürede alışmak tuhaftı ama bunu düşünemiyordum bile. Sadece sarılıyor ve belki de düşünmemem gereken şeyler düşünüyordum.

"Tanıştığıma memnun oldum, İdil." Diye yanıtlayabildim sadece. "Kendine çok dikkat et." Sarılmaya son verip geri çekildim ve gülümsemeye çalıştım. "Yankı dışarıda mı bekliyor?" Diye sordum aramızdaki şeyi çok fazla uzatmamaya çalışarak. Sorulardan, isteklerden ve vermem gereken cevaplardan kaçmam gerekiyordu. Bunu da kısa keserek yapabilirdim.

"Evet. Arabayı çalıştırmaya gitti." Gülümsedi. "Arkadaş mısınız gerçekten?" Yüzümü inceleyen gözleri sorunun cevabını benden duymak değil de yüzümden görmek istiyormuş gibi bakıyordu.

"Aslında arkadaş bile olmadığımızı düşünüyordum." Deyip alayla güldüğümde İdil'in kaşları hayretle havalanmıştı.

"Seninle konuşuyor." Dedi anlamadığım bir şeyi bana anlatmaya çalışır gibi. "Seni buraya getirdi."

"Mecbur kaldı." Diye yanıtladım hemen.

"Yolda indirirdi." Diye karşı çıktı.

"Düşünemeyecek kadar telaşlıydı."

"Yankı her şeyi ne durumda olursa olsun düşünür." Kesin bir sesle dediği bu şey kaşlarımın çatılmasına neden olmuştu.

Ona doğruyu söylemek istiyordum. Yankı'nın zor bir karakter olduğunu biliyordu, benden daha fazla tanıyordu onu ve bu tanışıklığın farkındalığını tetiklemesi gerekiyordu.

"İdil... Kapalı bir kutuyla arkadaş olunmaz." Aynı benimle arkadaş olamayacağın gibi, demek istedim ama bir şey buna engel olmuştu. Onu üzmek veya hayal kırıklığına uğratmak istemeyen bir yanım vardı ve her seferinde bu yanım baskın çıkıyordu.

Gergin dudakları anbean gevşerken hoşuna giden bir şey söylediğimi fark etmiştim ama tam olarak neye güldüğünü anlamamıştım. Dudaklarımdan çıkan her kelime olumsuzdu ama görülen o ki İdil zeki bir kızdı.

"Kapalı bir kutuyu açmak kolay." Dedi bir sır verirmiş gibi bana doğru eğilirken. "Sadece anahtarı bulman gerek."

Yankı'nın sahip olduğu anahtarı bulmak istemiyordum. Bunu yapmanın kolay olduğunu da düşünmüyordum zaten. Eğer herkesten gizli tutmak istiyorsa bulunmasına izin vermeyeceğini biliyordum. Sadece o izin verirse bulunabilecek bir şeyi aramaya da, onu bulmak için çabalamaya da isteğim yoktu.

Korna sesi ikimizin de bakışlarının kapıya dönmesine neden olmuştu. "Bunun için vaktim yok."

Dediğim şeyi farklı bir yere çektiğini büyüyen gülümsemesini gördüğümde fark etmiştim ama görmezden gelmeye çalıştım. Ben bile anlamamıştım aslında ne için vaktimin olmadığını. Bu konuşmayı yapmak için mi vaktim yoktu yoksa anahtarı bulmak için mi vaktim yoktu, bilmiyordum.

İncecik bir endişe, İdil'in gülümsemesinden havaya yayıldı ve ardından onu soluyarak içime çektim. Anlamsız bir şekilde paniklemeye başlamıştım ve İdil, sanki büyüyen telaşımın nedenini yüzümden görebiliyordu. Bana bakarken giderek keyiflendiğini görebiliyordum. "Şey..." diye mırıldandı söyleyip söylememekte kararsız kalmış gibi. "Vaktini alacağını düşünmüyorum zaten." Dışarıdan çalan korna sesi aramızdaki bu konuşmayı bölmek istercesine ısrarcıydı. Bakışlarım bir kez daha kapıya döndü.

İdil'in demek istediği şeyi anlamak için kendime fırsat vermem gerekiyordu belki. Belki gerçekten bu fırsata ihtiyacım vardı ama bunu yapmadım. İçimde bir yer bunu yapmama izin vermemişti.

"Gitmem gerek." Dedim kapıya doğru geri geri adımlarken. "Kendine iyi bak." Hızlı bir şekilde el salladım ve arkamı döndüm. Kapıdan çıkarken son bir kez arkama dönüp İdil'e bakmak istemiş ve bu isteğim duraklamama neden olmuştu ama dönüp bakmadım. Kapıdan çıkıp giderken arkamdan bir şey mırıldandığını duymuştum ve ben, bana söylemek istediği o yarım kalan şeyi söylediğini biliyordum.

Botlarım karın içine bata çıka yürürken çantama sıkı sıkı tutunmuştum. Arabanın içinde beni bekleyen Yankı'nın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum ama ona bakmayı reddettim. Dün koşarak girdiğim ve ardından hiçbir şey hatırlamayarak Yankı'nın yatağında uyanmama sebep olan ormana doğru diktim bakışlarımı. Bir şeyler hatırlamama sebep olması için uzun uzun baktım ama zihnim bomboştu. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Hatıralarımın üzerine kar yağmış, dondurucu soğukta buz tutmuştu sanki. Bir ürperti sardı her yanımı. Bununla birlikte gözlerimi ormandan çekmiştim. Arabaya bindiğim sırada, "Sonunda." Diye söylendiğini duymuştum ama umursamadım.

"İdil yalnız mı kalacak?" diye sordum öyle olmamasını umarak. Hiçliğin ortasında bir evde tek başına olmasını istemezdim.

"Meriç var." Dedi arabayı evin yolundan çıkarırken. Meriç'i görmek için aynadan arkaya doğru baktığımda elindeki odunlarla eve girdiğini görmüş ve rahatlamıştım. Dün İdil için o kadar endişelenen ve gözü hiçbir şey görmeyen bu adamın İdil'i böyle bir yerde yalnız bırakması tuhaf olurdu zaten.

Derin bir nefes alıp arkama yaslandım ve çantamdan telefonumu çıkardım. Şarjı az kalmıştı ama Duru'ya haber vermem için yeterdi. Arabadaki sessizliği bozan tek şey telefon klavyemin çıkardığı seslerdi.

"Duru'ya mı?"

Onaylayan bir mırıltı çıkardım. "Haber veriyorum."

"Dün birkaç kez bana yazdı. Bir an çıldırdı sandım."

Kaşlarım çatıldı. Telefonumda gezinen ellerim durakladı ve başım Yankı'ya doğru döndü. Bütün dikkati yoldaymış gibi görünüyordu ama ona baktığımı fark ettiğinde bana dönüp kısa bir bakış atmıştı.

"Bazen çok fazla meraklı ve ısrarcı olabiliyor." Dedim rahatsız bir şekilde. Duru'nun Yankı'yı mesajları ve aramalarıyla rahatsız ettiğini düşünmek kötü hissetmeme neden olmuştu. Başına iş açtığımı düşünmesini istemezdim. "Kusura bakma. Eminim sorgusuyla bunaltmıştır seni."

"Çevrende seni seven ve merak eden birinin olması güzel bir şey." Gözleri bir kez daha beni buldu ama bu sefer biraz daha uzun bakmıştı. "Bunalmadım."

Yutkundum. Sanırım bu iyi bir şeydi. Kendimi suçlu hissetmeyi bırakabilirdim.

Bir süre ikimiz de konuşmadık. Yankı farklı bir CD takmıştı ve müziğin kısık sesi arabadaki sessizliği dağıtan tek şeydi. Bu arabada Thurisaz'ın Past Perfect şarkısından başka bir şarkı dinlemek beni daha iyi hissettirmişti. Zira bayılarak dinlediğim o şarkıyı bir daha aynı ruh haliyle dinleyebileceğimi sanmıyordum. Her dinlediğimde aklıma Yankı'yı getirecekti. Ne zaman o şarkıyı duysam aklıma dün ve ardından gece yaşadığım şeyler gelecekti, biliyordum. Bu yüzden şarkıyı zihnimde temiz bir köşeye koymam gerekiyordu. İyice temizlemek için bir süre o şarkıyı duymamalıydım. Bu süre biraz uzun olabilirdi ama eninde sonunda temizlenecek ve hatıralardan arınacaktı.

Öyle olması gerekiyordu.

İzlediğim yol görüş açımdan kayıp giderken çam ağaçlarına odaklandım. Süratle geçiyorlardı yanımdan veya ben onların yanından. Dün beni içine yutmamış, beni içlerine hapsetmemiş gibi özgür ve masum görünüyorlardı. Hâlâ ürkütücülerdi ama benden uzaklardı. Kulaklarıma çarpan şarkı odağımın dağılmasına neden olurken görüş alanım buğulandı ve bütün ağaçları belirsizliğime hapsetti.

We must suffer / To free our pain / Can you help us / To find our way / You're here to stay / Stay here in paradise / I'd end this moment / To be with you / Through morphic oceans / I'd lay here with you / Only to stay / Stay here in paradise

(Acı çekmeliyiz acımızı serbest bırakmak için / Bize yardım edebilir misin yolumuzu bulmak için / Kalmak için buradasın, burada cennette kal / Bu anı bitirirdim seninle olmak için / Morfik okyanuslar boyunca burada seninle yatardım...)

Şarkıya dalıp gitmişken sormayı düşünmediğim bir soru firar etmişti dudaklarımın arasından. "Dün ne oldu?" diye sordum dalgın bir şekilde. Hâlâ şarkıyı dinliyordum, gözlerim ise yanımdan kayıp giden yoldaydı. Ona bakmayı ve cevabı verirken yüzünü izlemeyi düşünmüştüm ama başımı çeviremedim.

Bir anda gelmişti aklıma bu soru. Dün gece onca zaman varken sormadığım bu soruyu tam şu anda sormak ne kadar mantılıydı bilmiyordum ama içimde yeşermeye başlayan merakın bir sebebi olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Bir süre cevap vermedi. Hatta öyle çok bekledim ki beni duymadığını düşünmüştüm.

"Ormanda bana ne oldu?" Diye yineledim sorumu, hiç aklımda yokken.

"Bayıldın." Dedi sadece. Sesindeki kesinlik soru sormama engel olmak ister gibiydi. Sanki ne kadar kesin görünürse o kadar az soru soracağımı düşünüyordu.

"Ondan önce?"

"Yanında değildim. Benden kaçıyordun hatırlarsan." Sesinde, Yankı'dan beklediğimin aksine, alay yoktu. O kadar ciddiydi ki ve hatta biraz da huysuz.

"Kimseyi görmedin mi?" Sanki vakti gelmiş gibi bir an kendimi hazır hissetmiştim. Başımı ona çevirdim ve gözlerimi yüzüne diktim. Profilini dikkatle izlerken kaşlarının çatıldığını görmüştüm.

"Birini mi görmem gerekiyordu?" diye sordu karmakarışık bir ifadeyle. Gözleri gözlerimi bulduğunda titrek bir nefes dudaklarımın arasından kaçtı. Ondaki bu karışık, şaşkın ifadeyi gören bedenim anında rahatlamıştı. Bilinçaltımın derinliklerinde bir yer başka bir şey görmeyi bekliyordu, tam olarak neyi görmeyi hedeflediğini bilmesem de vücuduma yayılan rahatlamayı hissedebilmiştim. Bir şey içime şüphe tohumlarını ekmiş, ardından onu büyütmek için sulamıştı ama Yankı'nın şaşkınlığı bu nereden geldiğini anlamadığım anlamsız şüpheyi söküp atmıştı.

Ne diyeceğimi bilemeyerek baktım yüzüne. Yola odaklanan bakışları sık sık bana çevriliyordu. Sorduğum şeyi tuhaf bulduğunu görebiliyordum. Merak etmişti ve bunun cevabını almadan da bu konuyu kapatmayacak gibiydi.

"Yani şey..." dedim titrek bir nefesin ardından. Gözlerimi gözlerinden kaçırarak yola çevirdim ve ona verebileceğim mantıklı bir cevap aradım. Bu saçma sorunun dilime neden düştüğünü sorgulayıp kendime kızarken, "Birini mi gördün ormanda?" diye sordu. Benim duraklamalarım ve cevapsız kalmam böyle bir sonuca ulaştırmıştı onu ama hatırlamıyordum ki. Ne olduğunu, ormanda nereye kadar gittiğimi ve ardından neden bayıldığımı hatırlamıyordum. Bu sorunun neden dudaklarımdan döküldüğünü bile ne kadar düşünürsem düşüneyim çözemeyecektim.

"Hatırlamıyorum." Diye mırıldandım. Kuruyan dudaklarımı dilimle hızlıca ıslattım. "Yani-" Duraksadım. "Sanmıyorum. Saçma bir soru oldu, üzgünüm."

Yankı sessiz kaldı. Göz ucuyla ona baktığımda yola odaklandığını görmüştüm ama kaşları hâlâ çatıktı. Yüzündeki ifade ise düşünceli olduğunu gösteriyordu. Onun da aklını karıştırdığımı biliyordum ama bu bir sorun değildi. Sorun, hiçbir şey hatırlamadığım halde Yankı'ya bu soruyu sormamdı. Hiç hesapta yokken, hiçbir mantığı yokken bu şekilde bir soru sormamdı sorun olan.

Hatırlamadığım, sadece tahminde bulunduğum bir şeydi bu. Ormanda gölgeyi görüp görmediğimi bilmiyordum, sadece hissetmiştim. Uyandıktan sonra onun huzursuzluğu çökmüştü üzerime. Hafızamdaki dipsiz boşluğa rağmen ne yaşadığımı tahmin edebilmiştim sadece. O şey, duvarda gördüğüm, rüyalarıma giren o şeyi ormanda da gördüğümü ve bu yüzden bayıldığımı düşünüyordum ama bunu Yankı'ya sormak... Deli saçmalığı olduğunu biliyordum. Yankı'nın ıssız bir ormanda birini görmesi, üstelik sadece benim için orada olan birini, bir şeyi görmesi imkânsızdı.

"Ödeve ayrı devam edebiliriz. Buluşmak zorunda değiliz. Giriş ve prosedür kısmını ben alabilirim." Sırf konuyu değiştirmek içindi bu çabam. Bir de Yankı ile daha fazla yan yana gelmemek için çünkü karar vermiştim ve bu kararımdan dönmek istemiyordum.

Bakışlarını yüzümde hissettim ama dönüp bakmadım. Arkadaki müziğin sözlerine odaklanmaya çalıştığım sırada, "Yine benden kaçtığını düşünmeye başladım." Dediğini duydum.

Doğru düşünüyordu ama bunu ona söyleyemezdim.

"Neden senden kaçayım ki?"

"Bunun cevabını kendine zaten verdiğini düşünüyorum." Dönüp ona baktım. Bir kere daha aklımı okuyabildiğini düşünmüştüm. "Ama benim düşüncem, benden hoşlanmaktan korktuğun."

"Ne?" Şok içinde yüzüne bakarken gözlerini bana çevirdi ve kısa bir gülümseme gönderdi. Bu gülümsemesi bir kere daha şaşkına dönmeme neden olmuştu. "Tam olarak senin neyinden hoşlanacağım?"

"Bunun cevabını da kendin verebilirsin."

Lal** olmuştum. Şaşkınlıktan açılan dudaklarım bir an için titrediğinde verecek cevap düşünüyordum ama sanki tutulan dilimin yanında zihnimde tutukluk yapmıştı. Konuşmayı, düşünmeyi unutmuştum sanki. Sanki yeni doğmuş bir bebek gibi tecrübesizdim iki konuda da. Yüzüne öylece bakarken onu reddetmek aklıma bile gelmemişti çünkü içten içe doğru olduğunu biliyordum. İçten içe ne kadar haklı olduğunu görebiliyordum, bu yüzdendi bu şaşkınlığım ama yine de komik gelmişti. Yankı'nın benimle bu şekilde eğlenmesi beni de eğlendirmişti.

Titreyen dudaklarımı ısırırken gülümsememi durdurmaya çalıştım ama bu konuda pek başarılı değildim. "Senden daha iyisini beklerdim." Diye söylendim eğlenerek. "Bu pek komik değildi."

Yoldan gözlerini ayırıp bana baktığında gülümsediğimi gördü ve bir an için afalladığını görür gibi oldum. Tıpkı o güldüğünde benim de afallayışım gibi, o da beni gülerken gördüğünde şaşırıyordu ve ikimiz de buna engel olamıyor gibiydik.

"Bir dahakine daha çok çabalarım." Diye mırıldandı gözlerini yola çevirmeden hemen önce. Ben ise ona bakmaya devam ediyordum. Tuhaf bir adam olduğunu anlamıştım ama bu dengesiz ruh halleri ve bir an iyi olup daha sonra bir anda uzak birine dönüşmesi hâlâ garip geliyordu. Ne düşünmem gerektiğini şaşırtıyordu bana. Ne yapmam gerektiğini, nasıl davranmam gerektiğini unutturuyordu ve bu iyi bir şey değildi. Kontrolümü kaybedemezdim. Güvensiz gelen her şeyden yıllarca uzak kaldığım gibi yanımda tüm dikkatiyle araba kullanan bu adamdan da uzak kalabilirdim.

Ona her baktığımda gördüğüm benzerlikleri unutabilirdim. Aynaya baktığımda karşılaştığım o hayali bedeni yok edebilirdim. Ellerime küçük çakıl taşları alır, önünde durduğum o dev boy aynasına çakıl taşlarını fırlatarak aynanın dört bir yandan kırılmasını sağlayabilirdim.

Ayna kırılırsa yansıma da kırılırdı. Yansıma kırılırsa ona bakma, onu inceleme ve onu daha fazla tanıma isteğim de paramparça olurdu. Aynadan kırılan cam parçaları gibi ayaklarımın altına dökülürdü tüm isteklerim. Üstünden yürüyüp giderken ayaklarımı kanlar içinde bırakır ve tüm suçu aynadaki o kırık yansımaya atardım, aynayı kendi ellerimle kırmamışım gibi. Derdim ki, "Gördün mü bak, yansıması bile zarar veriyor."

İşte böyleydi benim için birini hayatımdan çıkarmak ya da hiç hayatıma almamak. Bir an için hayallerde yaşar ve ardından onu hayallerimde yok ederdim. Kendimi bu şekilde korumak benim için sorun değildi, önemli olan kendimi gerçekten koruyabiliyor olmak, bunu başarabilmekti.

* Klostrofobi, genel anlamıyla küçük bir alana ya da odaya girmenin veya kaçmanın korkusu. Birçok durum veya uyaranlar tarafından tetiklenebilir; kalabalık asansörler, penceresiz odalar ve hatta dar boğaz kazaklar da dahildir.

**lal olmak: konuşamaz duruma gelmek, dili tutulmak.

Kitabın kurgusunu akılda oturtabilmek, hakim olabilmek başka bir şeydir ama ilham bambaşka bir şeydir. Kurguya hakimim, ne yazmam gerektiğini biliyorum ama ilham yoksa nasıl yazacağım hakkında en ufak bir fikrim bile olmuyor. Böyle durumlarda bilgisayar başında ekrana bakakalıyorum, betimlemeler tutmuyor, duyguyu aktaramadığımı hissediyorum.

Yazarken en zevk aldığım ve tatmin olduğum bir kurgu bu. Asla ama asla aceleye gelmesini, aylar veya yıllar sonra dönüp baktığımda ne yazmışım ben demeyeceğim bir hikaye çıkarmak isterim ortaya. Bu yüzdendir bölümler arasındaki uzun ara ama yazdığım zaman da uzun bölümler çıkartmaya çalışıyorum ki her iki taraf da memnun olsun bu durumdan.

Umarım beğenmişsinizdir ve umarım bana kızmıyorsunuzdur. Yorumlarınızı ve beğenilerinizi bekliyorum.

Gitmeden önce bir sorum olacaktı: Spotify kullanıyor musunuz ve eğer kullanıyorsanız bölümleri yazarken dinlediğim şarkılardan oluşan ve bölümlere uygun olarak seçtiğim şarkılardan oluşan bir plaslist hazırlamamı ister misiniz?

Sizi seviyorum ve kocaman öpüyorum. Bir sonraki bölüme kadar güzel kalın!

Continue Reading

You'll Also Like

73.9K 2.7K 13
"Seni çok seviyorum Çavê Şîn. Seninle gözlerimi açıp kapatacak kadar. Seninle doğup ölecek kadar. En çokta o mavi gözlerine aşık oldum."
2.5M 77.9K 54
Babasının borcu yüzünden genç kızı alı koyan Karahan başına büyük ama tatlı bela alır... Genç kız Karahandan küçük olmasına rağmen yalnız adama eş ol...
535K 52.2K 49
Yıllar önce kurtlara atılan bir darbede tüm omegalar katledilmişti ama Efendi Jeon; saklanmayı başaran genç ve güzel bir omega bulmuştu. #ukeV #Seme...
195K 16.1K 42
Av oyunlarını bilir misiniz? Hani bir ormana hayvanları salarlar, en hızlı avcıyı bulabilmek için. Avcılar için bir zevk ve güç gösterisi olan bu oyu...