Statis: YAKAMOZ (TİLKİ KİTAP)

By theharmonia

57.1K 3K 1K

WATTYS 2020 GİZEM & GERİLİM KAZANANI! "Bu fırtınanın başlangıcıydı," dedi Maskeli. "Ne yazık ki bu fırtınadan... More

TANITIM
1. Bölüm: Giriş
2. Bölüm: İlk Buluşma
4. Bölüm: Favor
5. Bölüm: Farah Atahan
6. Bölüm: Maske
7. Bölüm: Derin Sessizlik
8. Bölüm: Cesur
9. Bölüm: Yakamoz
10. Bölüm: Veda
11. Bölüm: İtiraf
12. Bölüm: Parmaklıklar
13. Bölüm: Cevaplara Giden Adım
İKİNCİ KİTAP DUYURUSU
STATİS SATIŞTA

3. Bölüm: Distopya

2.1K 210 48
By theharmonia

DİSTOPYA

Telefonumu kulağıma dayayarak erken geldiğim sunumdan önce huzura ulaşmayı hedefledim. Bugün benim için özel ama muhtemelen diğer insanlar için, dünün aynısı olacak bir gündü.

Özel olmasının tek sebebi Asrın Türkmen'in sunumu değildi. Beni tehdit eden adamlar, haftada bir gün belirleyerek, o gün içerisinde kardeşimle konuşmamı sağlıyorlardı. Doğruluğundan emin olamasam da, maskeliyle iletişime geçmenin bir yolunu bulduğum takdirde onu yanıma alabileceğimi dahi söylemişlerdi ama dediğim gibi, tehlikeli adamlara güvenmemek hayatımdaki ilk kurallardan biriydi. Özellikle de ailemi katleden insanlara güvenmemek yaptığım tek akıllıca şey olabilirdi.

"Alo," diye açıldı telefon beklediğim gibi. Sert ve kaba sesli adamdı, her zaman ki gibi telefonu açan. Bilerek mi telefonu sürekli ona açtırdıklarını düşünmekten kendimi alamadım çünkü şu hayatta nefret ettiğim sayılı insanlardandı. Ona karşı bir duygum olduğu için şanslı sayılırdı.

"Bugün kardeşimle telefonda konuşma günüm," diye mırıldandım. Kendi kendime konuşuyor gibi göründüğümden emindim. "Her hafta bugün konuşuyoruz."

Her zaman işe yarayan bir numara olduğunu düşünmeme rağmen işe yarayamayacak gibiydi. "Elle tutulur bir şey getirmediğin sürece konuşabileceğini düşünüyor musun?" Boğazını temizleyerek devam etti, son iki haftadır yaptığı gibi. "Ayrıca kendisi şu anda uyuyor."

Gerçekten uyuyup uyumadığını, beni bir çocuk olarak görüp görmediklerini öyle içten bir şekilde merak ediyordum ki, dilimin ucuna sakladığım tüm kötü sözleri yutmak ve gözyaşlarımı gözlerime 'yeniden' hapsetmek zorunda kaldım.

Yeniden, bazen dünyanın en duygusuz ama bir o kadar duygulu kelimesi olabiliyordu.

Hayatın, "Bir insana asla yapmam,' dediği ne varsa, hepsine şahit olmuş, hepsinden nasibimi almıştım. Bunun ruhsal açıdan ne kadar güzel bir şey olduğundan çok emin olamıyordum ama beni ben yapan şeyin bu olduğunu artık biliyordum.

Bizi sadece sevinçlerimiz değil, asıl acılarımız biz yapıyordu ama ben, tüm bunlara rağmen sırf acı çekmemek için ben olmamayı tercih ederdim.

Ruhsal anlamda çöktüğümü hissettiğim her an, çöküntünün üzerinde büyük bir taş daha konulmuştu. Bunu kaldıramayacağımı söylemelerim asla bir sonuca varmamış, muhtemelen dinlenmemiştim bile. Bunu neye bağlamam gerektiğini bilmiyordum.

Annem gibi çok dindar bir insan değildim, bunun yanı sıra babam gibi dini, kısıtlamalardan ibaret gören biri de değildim.

Kim olduğumu, böyle konularda ne düşünmem, nasıl hissetmem gerektiğini bilmeyen, henüz bir arayışın ortasında ve araştırmaya hiç vakti olmayan bir insandım. Vakit kelimesini bahane olarak kullanmamam gerektiğini biliyordum ama ilk defa biri için sadece bahane değildi, bunu çok daha iyi biliyordum.

Benim yaşamaya bile vaktim yokken araştırmak, plânlarım arasına son sıradan bile giriş yapamıyordu.

Kardeşimi istiyordum.

Yaşamak, benden alınan hayatın yerine yepyeni bir hayat çizmek, kendime çok daha özel ve temiz bir taslak oluşturmak istiyordum.

Bunların hepsini ölmeden önce yapıp yapamayacağımdan emin değildim. Bazen hayat okumaktan büyük keyif aldığımız romanların sonundan çok daha görkemli ama çok daha kötü bir şekilde bitebiliyordu. İnsanlara düşen görev, yaşamaya devam etmek ve sanki hiç ölmemiş gibi, kırılmamış ya da kırmamış gibi yeni bir başlangıç yapmaktı.

İnsanların -ben de dâhil olmak üzere- düşündüğü şeyse, tuzla buz olan herhangi bir şey, nasıl yeni bir başlangıç için bile olsa yapıştırılamıyorsa, bunu bir insandan beklemenin de saçma olduğuydu.

Haklı bir teoriydi ama yeterli değildi.

Bazen yaşamak değil, yaşamayı bilmek gerekiyordu.

Kimseyi öldürmeden sorunumu halletmek adına derin bir nefes almaya çalıştım ama pek başarılı olduğum söylenemezdi.

"Haftalardır uyuyor bu çocuk," dedim sinirden gülmeye başlayarak. "Uyutucu ilâç falan içiyor olabilir mi? Bir insanın saatlerce, kusura bakmayın yanlış söyledim, haftalarca uyuması imkânsız."

Sinirlendiğini anlamak zor değildi ama bir şeyler söylemediğini, söyleyemediğini biliyordum. "Beğenmiyorsan bunu başımızdaki adama söylersin," dedi hızlı hızlı. "Tabi o da, sen bunları söyledikten sonra çocuğu yaşatır mı, galiba biraz muallâkta."

Suratıma kapanan telefonla ayağımı sertçe yere vurarak başımı gökyüzüne çevirdim. Ağlamaktan korktuğum için değil, Asrın Türkmen üzgün insanları sorguladığı için ağlamayacak, onun sorularına maruz kalmayacaktım. Eğer gerçekten sakin sorular sormayacağını, yaramı deşmeyeceğini bilsem saatlerce ağlayabilirdim.

Hiç kullanılmayan ama çok güzel bir cümle vardı hayatta.

Ağlamaya ihtiyacım var, gibi.

Ağlamaya ihtiyacım vardı.

Bir çocuğun annesine ne kadar ihtiyacı varsa, insanların yaşamanın bir yolunu bulmaya nasıl ihtiyaçları varsa, o kadar ihtiyacım vardı ağlamaya.

Bazen dünyanın en korkulan şeyi olduğunu kabul ediyordum elbette ama gözünü sevmemek gibi bir şeydi ağlamayı sevmemek. Özellikleri, işlevlerdi birbirinden çok farklı iki şey olmalarına rağmen iç içelerdi.

Ağlamak, insana verilmiş en kutsal hediye, en güzel tebrik kartıydı.

Ağlamayı sevmek, ağlamanın kutsallığını görmekse ömre bedeldi. Yılları alabilecek, ömrü tüketebilecek olduğu değiştirilemez bir gerçekti.

Önümdeki varlığını unuttuğum sıcak kahveden bir yudum alarak rehbere girdim. Aramam gereken numaranın bende olmadığını hatırlamam zamanımı bayağı aldı ama anlamamı sağlayan şey, telefon numarasının bende olması gerektiğinden çok daha önemli bir şeydi.

Aramam gereken ama numarasının bende olmadığını hatırladığım kişi tarafından aranıyordum.

Bu henüz başlamayan sevgimiz için bir işaret olabilir miydi?

"Dinliyorum," diye açtım telefonu. Kendimi örgüt üyesi gibi hissetmekten alıkoyamamıştım ama şu durumda bu his yeri doldurulabilir bir histi. Birazdan yeri korku, öfke ve acının harmanlanmış haliyle doldurulacak ve bir daha asla yok olmanın bir yolunu bulamayacaktı. Bu harmanlanma etkisi en uzun süren etkiye sahip olmasına rağmen varlığı en kısa sürede yeşeren duygulardandı.

Asıl bunlardan, bu türlerden korkmak gerekiyordu.

Yaşamak için üç siyahtan uzak durun: Korku, öfke, acı.

"İsyan ettiğini duydum," dedi alaycı bir ses. Alaycı ses tonlarından da, bu ses tonlarına sahip olmak için yersiz egolarını şaha kaldıran insanlardan da nefret ediyordum.

İşe bakar mısınız, tam neden kendimi sevmiyorum diye düşünüyordum.

"Evet," dedim dürüstçe. "İşimi lâyığıyla yerine getiriyorum. Onunla tanıştım ama haftalardır kardeşimle bir bahane yüzünden konuşamıyorum. Uyuduğuna inanmıyorum demek istemiyorum ama kardeşimin günün yirmi saatinde uyumayan biri olduğunu biliyorum. Eğer bilmediğim bir şey varsa, bilmeyi hak ediyorum."

Birkaç saniye süren sessizlikten sonra bir kıkırtıyla doldu kulaklarım. "Lâyığıyla yerine getiriyorsun," dedi gülerek. Ciddîleşmesi uzun sürmedi. "Onunla tanıştım mı, dedin?"

"Evet," dedim içimden dua etmeye başlayarak. Dindar olsanız da olmasanız da dua ederdiniz. İnanmak, belki duanın kabul edileceğine, belki o duanın gerçek olmasa bile birine ulaşacağına, fark etmez, en değerli şeydi. İnanmak yaşamanın belki de en güzel yanıydı. Bir şeye inanmak ama inanmak! "Dün tanıştım."

"Nasıl?" dedi. Sesi gürdü. "Bunca zamandır iletişim kurmaya çalıştığımız bu adamla nasıl konuşmanın bir yolunu buldun?"

Kahvemden kendimden emin olarak bir yudum daha aldım. Kahveyi keyifli hale getirmenin bir yolunu bulduğum için mutluydum. "Felsefî konuşmalardan, daha doğrusu, içerisinde mantık da içeren konuşmalardan gördüğüm kadarıyla bayağı hoşlanıyormuş. Biraz muhabbet ettik."

"Yaşıyorsun," dedi bu dünyanın en garip şeyiymiş gibi. Sanki yaşamamam, beni çoktan öldürmesi gerekiyormuş gibi konuşuyordu. Garipsemeden edemiyordum. "Garip."

Aslına bakarsan ben de aynı şeyi senin için düşünmüştüm.

Gelen çan sesiyle irkilerek ayaklandım. Sunum saatinin geldiğinin bir göstergesiydi. Yaklaşık bir dakika sonra bir kadın sesi, sunumun az sonra başlayacağını söyleyecek ve çevreden insanlar bir anda salona akın etmeye başlayacaklardı. Daha iyi dinleyebilmek için önlerde oturmam gerektiği düşünüldüğünde telefonu kapatmanın bir yolunu bulmalıydım.

Görünen o ki, Asrın Türkmen bugünlük kardeşimden daha değerliydi.

"Kardeşinle konuşma olayını halledeceğim," dedi ben minnettar olduğumu belli edercesine gözlerimi kapatırken. Halledeceği için değil, telefonu kapatıyor olduğu için mutluydum. "Haber bekle."

Kahveyi kenardaki çöp kovasına atarak suratıma kapandığı anlayıp ilk defa sorun etmediğim telefonu cebime tıkıştırdım. Çok büyük olmamasına rağmen varlığıyla beni geren sırt çantamı sandalyeden alarak koşar adımlarla hangi salonda sunum olacağını öğrenmek için binanın girişindeki danışmaya gittim. Gitmem gereken salonun hangi katta ve kaç numaralı odada olduğunu öğrendikten sonra merdivenlere ilerledim.

Merdivenlerin sonuna geldiğimde gelen kadın sesiyle olduğumdan çok daha hızlı bir yürüyüş temposuna geçtim.

Asrın Türkmen'i görmek herkes için, her gün, bir önceki günden çok daha değerli oluyordu.

Asrın Türkmen, istese de istemese de, herkesin ailesinden önemli bir hale geliyordu.

Salona girerek etrafa bakınmaya başladım. Tanıdık birilerini bulmayı beklemiyordum ama birilerini bulmanın günümü daha iyi hale getireceğini de biliyordum. Fakat her zaman ki gibi, insanların beni gördüklerinde gözlerini kaçırmalarından korkuyordum.

Ben ne kadar korkarsam o kadar gözlerini kaçıracaklar gibi geliyordu ve nedense çoğunlukla öyle oluyordu.

Okuldan, belki binanın çevrelerinden tanıdığım ya da bir şekilde tanıştığım insanlar, ben sanki hayatlarında daha önce hiç karşılarına çıkmamışım gibi, rollerini öyle güzel oynuyorlardı ki, bu insanların tiyatrocu olmadıklarına üzülmekle yetiniyordum. Bazen sırf utandıkları için gülümsemeye çalışıyor ama yanlarına doğru hareket ettiklerimi gördükleri anda ortadan kaybolmanın bir yolunu buluyorlardı.

Bunu benden korktukları için mi yoksa sadece ailemi öldüren kişilerden korktukları için mi yapıyorlardı, gerçekten bilmiyordum.

Bu konuyla ilgili tek bildiğim şey hoşuma gitmediği, çoğu zaman sabaha kadar uyuyamama sebebim olduğu ve ölme isteğimi arttırdığıydı.

En kötüsü de bunun için elimden gelen hiçbir şey yoktu.

Sırf insanlar beni dışlıyor, benden korkuyor ve beni yanlarına almıyor diye kimseyi anneme şikâyet edemiyor, anneme sarılıp ağlayamıyordum. Bir şekilde kendimi savunmak için herhangi bir adım atmıyor, insanları umursamadığımı söyleyerek büyük bir yalan havuzunun kenarında güneşlenmeye devam ediyordum. Neden yaptığımı, neye dayanarak böyle yapmayı sürdürdüğümü bilmiyordum ama sanırım ilk kez başkalarının tepkilerinden değil, en çok kendi tepkilerimden korkuyordum.

Annem gibi biri olduğumu biliyordum. Bana yapılan hiçbir şeyi unutmaz, saniyesine kadar her şeyi hafızamda tutar ve vakti geldiğinde insanların suratına çarpardım. Hayır, iyi bir şey olduğunu savunmuyordum ama beni kıran insanlardan kalan parçaları bir köşeye atmak hiçbir şekilde işime yaramayacaktı. Canımı daha fazla yakmanın, parçaları daha fazla batırmanın ötesine gitmeyecekti.

İntikam duygusu sadece insanlarda olan bir şey miydi?

İntikam, neden alınırken dünyanın en iyi hissi, iş bittiğinde pişmanlıkla harmanlanmış acıydı?

İntikam, nasıl hem bu kadar zarif, hem bu kadar acımasız olabilirdi?

İnsanların gözlerine bakmamaya çalışarak önlerde kalan tek kişilik boşluklardan birine doğru ilerledim. Herkes arkadaşlarıyla grup halinde geldiği için böyle tek kişilik koltuklar benim için çok büyük bir şans oluyordu. Yine de insan yanında bir arkadaşı olsun istemiyor değildi ama insanlar yanımda olmak istemiyor, özellikle de yanlarında beni görmek istemiyorlarsa saygı duymaktan başka yapacak bir şeyim kalmıyordu.

Kimseyi zorla yanıma alacak, kimsenin zorla yanında kalacak değildim.

Henüz o derece yalnız değildim.

Bir parça özlem, birkaç tutam hüzün ve hala yakamı bırakmayan sevgi, beni dünyanın en yalnız olmayan insanı haline getirebiliyordu -belki de asosyal insanı haline getirebiliyordu daha doğru bir cümle olur tabi.

Ben ne zaman oturduğumu, kocaman salonun ne zaman bu derece olduğunu fark edemeden büyük bir alkış tufanı koptu.

Asrın Türkmen, elindeki cam şişeyi masanın üzerine bırakarak seyircilere doğru yaklaşarak uzunca bir süre insanları izledi. Bu onun için mükemmel bir şey olsa gerekti. Kim istemezdi milyonlar tarafından izlenmek, sevilmek ve bazen özlenmek? Ancak bunların en doruğuna gelmiş insanlar bir süre sonra sıkılabilir, kendi çaplarında havaya girebilirlerdi ama normal insanlar, bunların kıymetini en iyi bilen ve hiç tanımadığı bir duyguya en çok hasret kalabilen kesimdendi.

Ceketinin önünü ilikleyerek elini karnına koydu ve hafifçe eğildi. Bu hareketi karşısında nereden geldiğini anlayamadığım bir çığlık tüm salonu doldurarak, insanları kahkahalara boğdu. Asrın Türkmen'in hayranları bugün güne bayağı heyecanlı ve istekli başlamış görünüyorlardı ama bir adamı ya da herhangi bir insanı, sırf yakışıklı ya da güzel olduğu için, sevmek yahut takip etmek ne kadar doğruydu bilmiyordum.

Asrın Türkmen'i gerçekten tanıyan ve onun cümleleri için burada olan, birkaç cümlesine muhtaç olan insanların böyle hareketler sergilemeyeceğini adım gibi biliyordum çünkü Asrın Türkmen böyle bir adam değildi. Muhtemelen gençlik parklarında çığlıklar atıyor, deliler gibi eğleniyordu. Fakat bu devlet sunumlarını ciddî hale getiren bir şey varken, dünyanın neredeyse en iyi sunumcusunun, -kabul etmeliyim ki hoş bir hareketine- çığlık atarak karşılık vermek, bir insana yapılamayacak kadar büyük bir saygısızlık olabilirdi.

İşte normalde böyle yerlere alınmayan insan türü bunlardı.

Bir insanın hayranı olmayı, bir insanı diğer tüm insanlardan daha fazla sevmeyi elbette anlıyordum, kendisinin belki buradaki insanların çoğu hayranıydı. Fakat nasıl bir şarkıcıya insanlar sevgisini onun konserinde çığlıklar atarak gösteriyorsa ve o sanatçı bunu istiyorsa, bir hâkimin karşısında ceket ilikleniyorsa ve yine o hâkim bunu istiyorsa, Asrın Türkmen'in karşısında da yapılması gereken ve onun çok istediği bir şey vardı.

Konuşabilmek.

Asrın Türkmen insanlardan konuşmalarını istiyordu. Ancak konuşursak gelişeceğimizi düşünüyor ve sunumu tek başına yürütmek yerine her insan grubundan en az birine söz vermeye çalışarak tamamlıyordu, bunu her sunumunda böyle yapıyordu. Bazen yorum alınacağında ciddî kavgalara gidilecek konuları es geçtiği tartışılmaz bir gerçekti ama her şeyin yerinde yapılması gerektiğini en iyi öğreten öğretmendi.

"Merhabalar," dedi güler yüzlü bir ifadeyle. İnsanlar yeniden alkışlama gereği duydular ancak bu sefer neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduklarını anlayamadım. "Hepiniz iyi görünüyorsunuz. Gerçekten çok sevindim bu duruma. Karşımda bitik, yorgun suratlar olsa biraz telâşlanabilirdim."

Keşke bilsen, demek istedim diyemeyeceğimi bile bile. Keşke sadece yüzleri değil, kalpleri de görsen.

"Bugün, dilersiniz ki tâbii ki de ben de konuşacağım, fakat biraz da siz konuşun istiyorum." Garip bir uğultu oluştu. "Biliyorsunuz ki, sunuma gelemeyen insanlar için bir site oluşturarak her yayınımızı oraya yüklüyor ve insanlardan gelen yorumlar doğrultusunda konular seçmeye çalışıyoruz çoğunlukla. Bazı günlerin özel olduğunu ve o günler içerisinde bizim seçmemiz gerektiğini unutmayalım tabi. Yine her zaman ki günlerden birinde, videoyu yükledikten sonra aklıma hiç kendi videolarımı daha önce izlemediğim geldi. Bu yakışıklılık ekranda nasıl görünüyor, merak ettim. Her zaman ki gibi harikaydım falan..." Gülmemeye çalışarak arkama daha da yaslandım. "Şaka bir yana, gerçekten işimi hakkıyla yapıp yapmadığımı merak ettim ve yüklediğim videoyu açtım. Baktım, hep ben konuşuyorum hatta bakın çok ciddî söylüyorum, videonun sonlarına doğru uyuklayan bir amca kameraya yakalanmış. Adam gözlerini açık tutamıyor bile."

Ses tonundan kaynaklı olarak çok zaman uyuklamamak için direndiğimi hatırlıyordum. Bazı konuşmaları saatler alıyor, yıllardır konuşuyormuş gibi geliyordu ama bir saatlik konuşmanın kırkıncı dakikasında bile olsa havada kaptığınız bir cümle sizi uyandırmaya hatta ve hatta ayıltmaya yetiyordu. Tabi, bunun ne kadar iyi bir şey olduğunu bilmiyordum ama ben uyuklasam bile, uyukladığım kısımlarda bir şekilde dinlemeyi başarabiliyordum. Uyandığım an kısa bir süre konuşmadan kopmuş olsam bile, er geç o konuşmaya eskisinden daha aktif katılım gösteriyordum.

"Demem o ki, bugün biraz siz konuşacaksınız. Biliyorsunuz ki hepinizi konuşturmam imkânsız ama önce önlerden başlayacağım, gerilere doğru gidebildiğimiz kadar gideceğiz ama tabi salonun her yerinden insan katılmak istediği takdirde katılabilecek ve bir saat, en fazla bir buçuk saat içerisinde sunumu bitireceğiz. Yoksa çok acıktık diye bana kızıyorlar, daha fazla bu sözel şiddete maruz kalmak istemiyorum." Ellerini birbirine çırparak ovuşturdu. "Evet, gelelim soruya. İlk olarak bana sözlükteki tanımı haricinde özgürlüğün ne demek olduğunu ifade edebilir misiniz?"

Elini birine doğru uzatarak cevaplamasını bekledi. "Kendimi tanıyorsam, yapabileceklerimin farkındaysam ve bu farkındalığı hayata geçirebiliyorsam özgürümdür."

"Çok güzel," diye mırıldandı Asrın Türkmen, elini bir başkasına doğrultmadan hemen önce.

"Ben para diyeceğim," dedi adam sanki uzun zamandır nefesini tutuyormuş gibi tüm gücüyle bırakırken. "Eğer param olursa özgür olurum. Takdir edersiniz ki para olmadan özgür olabilmek günümüzde neredeyse imkânsız. İnsanlar, paranın kurbanı olmuş gibiler çoktan. Bunları çok parası olan bir insan olmadığım için söylemiyorum, para sadece ülkeyi değil, insanları da satın alacak hatta çoktan aldı gibi durduğu için söylüyorum."

"Bunu ben söyleyince ne kadar ciddîye alırsınız bilmiyorum ama ben katılmıyorum." Hemen yanlarından konuşmaya başlayan konuşmacı herkesin bir anda odak noktası oldu. İnsanlar söyleyeceği her kelimeyi duymak için nefes bile almıyorlardı. "Paranın satın alamadığı bir sürü duygu var. Siz hayatınızda para olmadığı için değil, ayrıca bu duygulara sahip olmanın bir yolunu bulamadığınız için mutsuzsunuz bana göre. Sevgi, birine verilebilecek en önemli ve en masrafsız şey. Evet, bazen çocuklarınızın çok isteği oluyor ve kendinizi kötü hissediyor olabilirsiniz ama o çocuğun çok ucuz kıyafetlerle de mutlu olabileceğini bilmek zorundasınız."

"Bir genç olarak söylüyorum," dedi bir kız. Kendinden emin olduğunu buradan bile anlayabiliyordum. "Evet, marka giymeyi çok sevdiğim ya da markalar içerisinde çok sevdiklerim oldu ama ailem bunu alamayacağını söylediğinde anlayışla karşıladım. Bir süre üzüldüm, neden benim ailem alamıyor dedim ama zaman geçtikçe onlar yerine çok daha ucuz şeyler bulabileceğimi ve gerekirse dünyanın en ucuz tişörtünü, çok yüksek fiyatlı tişörtlere dönüştürebileceğimi öğrendim. Siz çocuğunuza ne verirseniz onu alacak ve emin olun, 'Alamıyorum,' diyerek bağırdınız değil, yumuşak bir sesle, 'Sonra alsak,' dediğiniz çocuğunuz sizi anlayacak."

"Sanırım hiç bu açıdan düşünmemiştim ama sadece çocuk değil, gezme anlamında da problemlerim var. Zengin insanlar, sıkıldım şuraya gideyim, diye düşünebilirken, bu düşünce benim için rüya bile olamayacak kadar güzel," dedi para konusunu ilk açan adam. Onu en başta haklı bulsam dahi, genç kızın düşünceleri benim için çok daha önemli bir yerdeydi.

İnsanların hiç anlamadıkları, anlamak istemedikleri ve anlayamadıkları için ağlayıp durdukları bir konuyu, öyle güzel anlatmıştı ki, gençlerin neredeyse çoğuna ses olmuştu. Buradaki insanların çoğunun, özellikle ebeveyn olanlarının, şimdi çok daha iyi kavradığının ya da en azından düşündüğünün farkındaydım.

Bu sistemin en güzel yanı buydu. Herkes mikrofon nerede diye durmadan, beklemeden konuşabiliyor ve koltuklardaki sistemler sayesinde sesleri salonun diğer ucuna bile gidebiliyordu. Koltuğun kenarında duran düğmeye bastığınız takdirde, eğer başkası sizden önce basmadıysa, size hak tanıyor ve konuştuğunuzda sesin herkes tarafından duyulmasını sağlıyordu.

"Biraz kalıp bir düşünce mi acaba bu?" dedi Asrın Türkmen. Ellerini kaşlarının kenarlarına hafifçe dokundurup ileriye doğru uzattı. "Artık keşke önümüze bakarken aynı zamanda etrafta olup bitenleri de bilsek, değil mi? Hepinize ayrı ayrı hak veriyorum çünkü bir zamanlar bu sandalyelerde, ne kadar bu sandalyeler ben sizler yaşındayken olmasa da, ben vardım. İnsanları dinliyor, anlamaya çalışıyor ve ne kadar yansıtabilirsem düşüncelerimi, o kadar yansıtmaya çalışıyordum. Fakat bırakın artık nefes alsın düşünceleriniz. Kendinizi olduğunuz distopya içerisinde öyle sıkıyorsunuz ki, yaşamayı unutuyorsunuz."

Bekledi, bekledi, bekledi ve yeni bir başlangıç yaptı.

Derin bir nefes aldı.

"Arkadaşlar," dedi. "Hepimizin hayatı bir distopyadır. Hepimizin hayatında hayalî hatta gerçekleşmesi bile mümkün gelmeyen ama inanmamak yerine mucize olarak adlandırdığımız durumlar, olaylar gerçekleşir. Fakat bu distopyanın içerisinde bir kere kaybolursak, bir kere daha kaybolur ve kendimizi asla bulmadan, bu distopyadan ve haliyle bu evrenden kayıp bir halde gidebiliriz. Bırakın nefes alsın düşünceleriniz, korkmayın. Fakir olmaktan da, zengin olmaktan da korkmayın. Bu dünyanın bir düzeni değil mi? Birileri mecburen zengin olacak ve yine birileri mecburen fakir olacak, bunun için elimizden gelen hiçbir şey yok. Bu yüzle, bu hayatla yaşamayı öğrenin. İşinizde ilerlemeyi hedefleyin, eğer rahat edecekseniz yüzünüze bakım yapın, olduğu kadar güzel hale getirin ama yapmanız gereken ilk şey, düşünceleri ilerletmek. Fakir olan insanların fakirlikten ağladığı elbet olacak, peki, neden bazıları mutlu?"

"Bu hayatı benimsediklerinden dolayı mı?" dedi bir kadın. Havalı bir tip gibi duruyordu ama emin olamıyordum.

Kafamı iki yana sallayarak düğmeye bastım. "Bu hayatın onlara verilmiş en özel şey olduğunu anlayıp, hayatı sevmeye çalıştıkları için," dedim. "Size verilmiş hayatları küçümseyebilir, 'keşke' ile başlayan tonlarca cümle kurabilirsiniz ama geçmişten kalma bugüne gelen çok güzel bir söz var. 'İyi bir sporcu keşke demez, koşar.' Bundan çok daha kötü hayatlar olduğunu bilerek değil, bu hayatı renklendirmenin sizlerin elinde olduğunu bilerek yaşarsanız ancak yaşanır hale getirilir bir hayat. Her sabah, 'Yine mi?', ile başlayan cümleler kurmak kolay. Sadece bir kez mutlu başlamayı deneyin, o zaman bir şeyler rayına oturacaktır."

"Teşekkür ederiz," dedi Asrın Türkmen. Fakat ben konuştuğumun farkında bile değildim. Nefes alıyor, yaşıyor ve belki de ilk defa düşüncelerimi çizerek anlatmaktansa, konuşarak anlatmayı tercih ediyordum. Bunu başka insanlar beni zorladığı ya da zor durumda bıraktığı için değil, gerçekten istediğim, birilerine ses olduğumda kendimi iyi hissettiğim için yapıyordum.

Bugün, burada, belki de hayatımda ilk defa yaşadığımı bu kadar hissediyordum.

"Eklemek istediğin son bir şey var mı?" dedi Asrın Türkmen. Sanki ekleyecek bir şeylerimin olduğunu biliyor gibiydi.

Sizi gerçekten dinleyen ve muhtemelen söylediklerinizden bir şeyler alarak gidecek insanlara ne söyleyebilirdiniz?

Ne söylerseniz kendilerini iyi hissederler ve buradan kendilerine yeni bir düşünce daha, yeni bir şey daha katmış olarak giderlerdi?

Herkese istediğiniz her şeyi söyleyebilirdiniz. Bana, son bir şey söyle, diyen herkese bir şekilde söyleyecek bir şeyler bulurdum. Fakat açıkçası çoğunun beni umursamayacağını ve düşüncelerime çok kulak asmayacağını bildiğim için ne söylediğim ve onların ne anladığı, onlar bana sorana kadar çok umurumda olmazdı.

Oysa burada beni dinleyen, gözleri canlılıktan, yeni bir şey duymak için istekli olmaktan kocaman olmuş, yürekleri gözlerinden ve zihinlerinden daha kocaman insanlar, benden bir cümle bekliyor, bana gülümsüyorlardı. Âdeta yapabileceğimi söyleyerek haykırıyordu zihinleri, elimden ne gelirse yapmaya, söylemeye hazırdım ama bir tarafım ürkek kalmaya ve korkmaya hiç durmadan devam ediyordu.

Derin bir nefes aldım.

"Herkesin hayatı var olan bir sistemdir," dedim tane tane, önümde durmuş, merak içerisinde bana bakan insanlara bakmaya özen göstererek. "Kendi distopyanızda kaybolmaktan korkmayın." 

Continue Reading

You'll Also Like

364K 14.9K 31
Bir komutana anonim olarak mesaj atarsak en fazla nolur? ‹ ·_· › Başlangıç: 04.03.2024
88.4K 4.5K 18
l Asker - Doktor l kurgusu ve aşk; Bazen nefes almak kadar kolay, bazen ise; sol göğüsüne saplanan kurşun kadar acıdır. Bu isimle yazılan tek kitap
33.1M 1.9M 39
Yaşıyorduk, işkence çekiyorduk, idam ediliyorduk, köle gibi çalıştırılıyorduk, susuyorduk, çığlık atıyorduk ama hepsinin sonunda sesli ya da sessiz b...
79.5K 6.7K 19
Wattys2017 Kazananı Lacender Goldberg, yedi kişilik ailesinin ortanca çocuğudur. Cehennemin en kuytu köşelerinde can bulan ruhu ve ızdırap dolu çocuk...