NOKSAN | ✓

Galing kay celestial_bones

404K 15.1K 2.6K

O, bir kraliçeydi; hayran kaldığım ancak asla ulaşamadığım. Güzeller güzeli, fakat acımasız olan, beni gidişi... Higit pa

[ Bölüm Bir: Kâğıtlar]
[ Bölüm İki: Paranoyak ]
[ Bölüm Üç: Aslan ]
[ Bölüm Dört: Hız ]
[ Bölüm Altı: Güller ]
[ Bölüm Yedi: Zebani ]
[ Bölüm Sekiz: Rubik Küp ]
[ Bölüm Dokuz: Alevler ]
[ Bölüm On: Yabancı ]
[ Bölüm On Bir: Düş ]
[ Bölüm On İki: Salıncak ]
[ Bölüm On Üç: Sitrin ]
[ Bölüm On Dört: Karanlık ]
[ Bölüm On Beş: Bulutlar ]
[ Bölüm On Altı: Düşman ]
[ Bölüm On Yedi: Kibir ]
[ Bölüm On Sekiz: Bay Resmiyet ]
[ Bölüm On Dokuz: Yapmacık ]
[ Bölüm Yirmi: Kural Tanımaz ]
[ Bölüm Yirmi Bir: Küçük Kalp ]
[ Bölüm Yirmi İki: Gerçekdışı ]
[ Bölüm Yirmi Üç: Pembe Dizi ]
[ Bölüm Yirmi Dört: Kireç ]
[ Bölüm Yirmi Beş: Minnettar ]
[ Bölüm Yirmi Altı: Bilmece ]
[ Bölüm Yirmi Yedi: Şenlik ]
[ Bölüm Yirmi Sekiz: Paha Biçilmez ]
[ Bölüm Yirmi Dokuz: Yoldaş ]
[ Bölüm Otuz: Söz ]
[ Bölüm Otuz Bir: Büyü ]
[ Bölüm Otuz İki: Baskı ]
[ Bölüm Otuz Üç: Gazap ]
[ Bölüm Otuz Dört: Strateji ]
[ Bölüm Otuz Beş: Büyük Gün ]
[ Bölüm Otuz Altı: Cevher ]
[ Bölüm Otuz Yedi: Panik ]
[ Bölüm Otuz Sekiz: İyi ]
[ Bölüm Otuz Dokuz: Çilek ]
[ Bölüm Kırk: Teklif ]
[ Bölüm Kırk Bir: Takdire Şayan ]
[ Bölüm Kırk İki: Şehrin Soytarısı ]
[ Bölüm Kırk Üç: Kist ]
[ Bölüm Kırk Dört: Şehrin Prensesi ]
[ Bölüm Kırk Beş: Soysuz ]
[ Bölüm Kırk Altı: Affedilmez ]
[ Bölüm Kırk Yedi: Başkaldırı ]
[[FİNAL] Bölüm Kırk Sekiz: Cadı Avı ]
[ YAZARDAN FİNAL NOTU ve İKİNCİ HİKÂYE BİLDİRİSİ ]
[ Şarkı Listesi ]

[ Bölüm Beş: Tesadüf ]

17.6K 736 100
Galing kay celestial_bones

Multimedya: Sarp 

Şarkı: London Grammer - Truth is a Beautiful Thing

[ Bölüm Beş: Tesadüf ]

Kedi gibi düştüm demek istesem de öyle olmadı. İki ayak üzerindeydim ama en az düştüğüm yer kadar titriyor, hafif bir dokunuşla kayıp gidecekmiş gibi hissediyordum. Sıkı sıkıya tutunduğum merdiven korkulukları avuçlarımın içini buzla dolduruyor, elektro şok kadar keskin bir etki bırakıyordu üzerimde.

Merdivenin tekrardan sarsılması ile neye uğradığımı şaşırarak sıkı sıkıya kapadığım gözlerimi tekrardan açtım ve oflayıp puflayan Sarp'la karşılaştım. Ani bir hareketle bileğimden tutarak yapıştığım merdiven korkuluğundan beni çekti ve çiseleyen yağmur nedeniyle kaygan hale gelen merdivenden hızlı adımlarla çıkmaya başladı.

"Hızlansana!" diye homurdandı bileğimi daha sert çekiştirerek.

"Biraz dur ya!" diye sitem ettim. Sayılabilecek kadar az basamak çıkmama rağmen kalbim hızlı hızlı atıyor, iki basamak daha çıkarsam yere yığılıp kalacağımdan şüpheleniyordum. Sarp benden birkaç basamak daha ilerideydi, o da kötü düşmüştü ama pek etkilenmişe benzemiyordu, aksine yerinde duramıyor, atladığımız pencereye bakıyordu.

"Duramayız," dedi aksi aksi.

Yüzümü ekşiterek bileğimi tutan elden kurtuldum ve "İki dakika, lütfen," diye mırıldandım.

Az daha yere oturacaktım ki Sarp beni kaldırdığı gibi önüne itti. "Oyalanmamız lazım," dedi ve gri yangın merdivenin basamaklarını gösterdi.

İç çekerek, "Bari bu yaptıklarımız bir şeye değsin," dedim ve basamakları çıkmaya başladım. Tehlikenin, yani daha demin personel asansöründen çıkan Amas'ın, peşimizden geldiğini sanmıyordum ama merdivene inişimizi veya Sarp'ın düşürdüğü sandalyenin metalik gürültüsünü duymuş olmalıydı. Umursamamıştır muhtemelen, diye düşünsem de Sarp benle aynı fikirde değildi, durmaksızın beni ittiriyor, kafası üç yüz altmış derece dönen oyuncaklar gibi etrafını kolaçan ediyordu.

Bilmem kaçıncı basamağa adımımı atıyordum ki aniden pencerenin açılmasıyla başımı pencereye çarptım ve dengemi bulamayıp yalpaladım ve Sarp'a çarptım. Sarp'ın da dengesi benden iyi değildi bu nedenle o da sendeledi ve dördüncü kata çıkan merdiven korkuluğuna çarptı. Sırtım Sarp'ın göğsündeydi ve başım çok fena zonkluyordu. Kulaklarımın uğultusu ve yağmurun metale çarpan sesi resmen bir asit etkisindeydi; beynimi, düşüncelerimi ve algılarımı eritiyordu.

Arkamda olan Sarp'ın acı bir şekilde inlemesi kulaklarımı doldururken ondan hızla ayrıldım ve yarı bulanık gören gözlerle yanına geçtim. Ellerimle sıkı sıkıya korkuluk demirlerini tuttum, mide bulantımı dindirmek adına gözlerimi havaya diktim. Boğazımdaki safra tadı bir türlü geçmiyordu ve başım dönme dolap gibi dönüyordu. Yağmur damlalarının metal zemine vurduğunda çıkan ses, o kadar bunaltıcı olmuştu ki kulaklarımı yerinden sökmek istiyordum.

Sarp inleyerek "Ne kadar aksi bir gün," dedi, gözlerini sımsıkı kapadı.

"Kesinlikle," dedim. 

Pencerenin neden açıldığını görmek için gözümü koyu mavi renkteki gökyüzünden aldım ve pencereye baktım. Hala açıktı ama pencereyi silen ya da tekrar kapamaya gelen kimse yoktu.

"Hepsi pencere yüzünden," dedim sızlanarak.

"Morgdan gitseydik neler olacağını düşünemiyorum," dedi Sarp, gözlerini açıp bana bakarak.

"En fazla ölürdük," dedim ve gülümsedim.

"Bence altıncı kata varamadan ölmüş olacağız," dediğinde başımla onayladım.

"Az sonra bana ya da sana yıldırım çarparsa hiç şaşırmam," dedim. 

Mide bulantım ve baş dönmem pek geçmemişti ve hala kendimi merdiven çıkabilir gibi hissetmiyordum. Ama gittikçe kararan havaya ve aleyhime işleyen saate bakarsak bir an önce altıncı kata -Nefroloji bölümüne- varmamız gerekiyordu, yoksa ancak gece yarısında ulaşabilirdik. Veya ulaşamadan geri dönerdik ki bunu yapmaya hiç ama hiç niyetim yoktu.

Söylediğim şeye hafifçe gülümsedi ve ardından, "Başım dönüyor," deyip korkuluklara daha sıkı tutundu.

"Yalnız değilsin," dedim ve hemen ekledim. "Ama çıkmaya devam etmeliyiz." Ağzımdan dökülen kelimelere bakınca onları benim yerime telaş duygumun söylediği apaçık belliydi.

"Bu halde çıkarsam kendimi de seni de ölüme sürüklerim," dediğinde sadece gülümsemekle yetindim, içeri girmenin bir yolunu arıyordum. Başıma çarpan pencereyi kimsenin kapamadığını görünce ne zamandır tuttuğumu bilmediğim nefesimi geri verdim.

"O zaman açık olan pencereden içeri girelim," dedim ve pencerenin yanına yaklaştım. Pencere, atladığımız pencerenin benzeriydi, dolayısıyla içerinin de aynı olmasını bekliyordum. Ama öyle değildi. İçeride yan yana dizilmiş olan mavi örtülü beş tane ranza vardı ve ranzalarda uyuyan üç kişi bulunuyordu. İkisi en dipteki ranzadaydı; diğeri ise onların bir önündeki ranzanın alt katındaydı. Muhtemelen uyuyan kişiler dinlenmek isteyen görevlilerdi.

Hala korkuluğa tutunan ve gözlerini sımsıkı kapayan Sarp'ın yanına gittim. Siyah kapüşonlu hırkasını çekiştirerek, "Şu pencereden sessizce içeri gireceğiz," dedim.

"Beş dakika daha," dedi yerinden kıpırdamayarak.

"Sarp, Nefroloji'ye ulaştıktan ve oradan da sağ salim çıktıktan sonra beş dakikan değil, beş günün olacak. Hadi!" dedim ve yine hırkasının kolunu çekiştirdim.

"Diyene bak! İki dakika diye mızmızlanan sen değil miydin?" dedi, sesi aksi olmaktan öte yorgundu ve pencereye oldukça isteksiz bakıyordu. Basamakları çıkarken yerinde olan enerjisi, benim ona sertçe çarpmamla yerle bir olmuştu.

Dediğine aldırış etmeyerek, "İlk ben gireceğim. İçeride uyuyan üç kişi var, yani olabildiğince sessiz olmalıyız," dedim ve pencerenin yanına yaklaştım.

Sarp da ağır aksak yanıma geldi ve o da pencereden içeri baktı. Onaylayarak başını salladıktan sonra pencere pervazına tutunarak kendimi yukarı çektim ve içeri girdim. Bu oldukça kolay olmuştu, çünkü pencere o kadar yüksek değildi. 

Yine parmak ucunda yürüyerek kapıya doğru yaklaştım, gözümü uyuyan üç kişiden de ayırmıyordum. O sırada Sarp içeri girdi. Benim gibi parmak ucunda değil de normal yürüyerek yanıma vardı. İkimizde arkamızda çamurlu ayak izi bırakmıştık ve bunlar olduğu takdirde işimiz zordu.

Sarp'a çenemle ayak izlerimizi gösterdim. "N'apalım?" diye sordu, boş ver dermişçesine omuz silkti.

"Silmeliyiz," diye fısıldadım.

"Kim umursayacak?" diye sordu bıkkınlıkla.

"Uyuyanlar uyandığında görürsün!" dedim sinirli sinirli. Çoktan etrafımda süpürge aramaya başlamıştım bile.

"Sen yürüdükçe bu izler daha fazla olacak. Haliyle silmen bir işe yaramayacak. Arkandan bir süpürge sürüklemeye gönüllüysen, sen bilirsin," dediğinde ofladım. Haklıydı, yürüdükçe ayak izlerimiz olacaktı ve onu her dakika silemezdik. Yine de ayakkabımızın altını silsek çok bir şey olmazdı.

Tam söze başlıyordum ki yatanlardan biri, "Orada kim var?" dedi.

Adamın kalın sesi kulaklarıma çarptığında istemsizce nefesimi tutmuş, kaskatı kesilmiştim. Aynı şekilde Sarp da gözlerini kısmış, karanlıkta adamı seçmeye çalışıyordu. 

Korku bedenime yavaş yavaş yayılmaya başladığında elim istemsizce kapı kulpuna gitti ve açtığım gibi koşmaya başladım, Sarp da adımlarıma ayak uydurarak peşimden geldi. Adamın arkamızdan, "Nereye!" diye bağırdığını duyabilmiştik. Doğru dürüst cevap versek bir ihtimal başımız beladan kurtulurdu ama tercihimiz koşmak yönünde olmuştu.

Ne tarafa doğru gittiğimden emin değildim ama merdivenleri aramaya başlamıştım. Önümüzdeki dümdüz koridorun ortasında yan yana duran merdiveni ve asansörü gördüğümde kocaman gülümsedim ama gülümsemem yarıda kaldı, çünkü ben merdivene koşarken Sarp asansöre yönelmişti.

Bedenim kaskatı kesildiği halde ayaklarım koşmaya devam ediyor, yakalanma senaryoları bin bir türlü gözümün önüne gelerek aklımı çeliyordu. Düşüp bayılmamak için tek dayanak noktam ablamı bulma isteğimdi.

Kaçıncı katın merdivenine geldiğimi bilmiyordum; kaybolmuş gibiydim. Ne yöne gideceğimi de bilemiyordum ve etrafta bana yardım edebilecek hiçbir tabela yoktu ya da ben göremiyordum. Sarp'ın sarı kafasını çevrede arasam da bulamadım ve bir kat daha merdiven çıkmak yerine sol tarafa doğru dönmeye karar verdim.

Koridorun duvarları maviydi ve yer zemini ise krem rengindeydi. Kafamın üzerindeki floresan lamba herkesin duyabileceği bir vızıltıyla çalışıyor, zaman zamansa titreşiyordu. Önüme çıkan personel kapısına burun kıvırarak ilerlemeye devam ettim ve koridorun az da olsa kalabalığından yararlanarak iki üç doktorun peşine takıldım. Nereye gidiyorlarsa o tarafa gidiyordum.

Kulaklarım hiçbir sesi doğru dürüst algılayamayacak kadar yıpranmış olsa da birinin, "Şşşt, pişt!" gibi sözler çıkardığını fark ederek çevrede gözlerimi gezdirdim. Yanımda mavi danışma bankosu vardı. Bu tür danışma masalarının altı gözükmediğinden oturan biri var mı diye kafamı hafifçe uzattım.

"Buradayım," diye bir fısıltı duyunca sağa ve sola bakındım ama görebildiğim tek şey sıra sıra dizilmiş olan cam pencereli odalardı. Belki de ses odalardan birinden geliyordu. Odaların içine göz gezdiremeden biri ya da bir şey kazağımın kolunu çekti.

Siyah koltuk kendi kendine iki santim kadar hareket edince artık hiç şüphem kalmamıştı. Doktorların yakın olup olmadığına baktıktan sonra mavi danışma bankosuna girmek için yapılmış olan kahverengi küçük kapıyı ittirdim. Kapı kilitli olduğundan üstünden atladım ve emekleyerek siyah koltuğun yanına vardım.

Danışma bankosunun altı, tahtalar tarafından üçe ayrılmıştı. Sarp ortadakinde büzüşmüş bir şekilde duruyordu. Benim geldiğimi görünce, "Sonunda," diye mırıldandı.

Yanına sıkışamayacağımı fark ederek sağındaki boş yere geçtim. Geçtiğim yerde sandalye yoktu, bu yüzden rahatça sığabildim. 

Sarp fısıldayarak, "Nereye gittin, gelsene buraya!" dedi.

"Oraya ikimiz sığamayız," dedim ses tonumu olabildiğince alçaltarak.

"Burada bilgisayar var," diye cevap verdi.

"Eee?" dedim tersleyerek.

"Gel bi' şuraya," diye homurdandı.

Emekleyerek yanına geldim ve oflayarak sıkışmaya çalıştım. Bacaklarımı göğsüme çektim, başımı eğdim ve sırtımı tahtaya dayadım. Sarp'ın bacakları benimkinden daha uzun olduğundan bacaklarını benim gibi çekse dahi dizlerimiz birbirine değiyordu.

Pozisyonumdan mutlu olmadığımdan, "Geldim de ne oldu? Sıkıştık böyle," dedim sinirli sinirli.

Derin bir şekilde iç çekti. "Buranın ne bölümü olduğunu biliyor musun?" diye sordu.

"Hayır," diye cevap verdiğimde içimden, umarım nefroloji bölümüdür, diye geçiriyordum.

Sarp düşüncelerimi haklı çıkararak, "Evet, nefroloji!" dedi. Hiçbir şey söylememe fırsat bırakmadan, "Danışman gelmeden bilgisayardan ablanın adını aratacağım. Eğer gerçekten buradaysa veya buraya gelmişse hastane kaydı çıkacaktır," dedi.

Sesi o kadar berrak çıkmıştı ki kulaklarımdaki gereksiz gürültünün hiç var olmamış gibi yok olduğunu hissettim. Ancak ne düşüneceğimi, nasıl hissetmem gerektiğini bilemiyordum; zira geleceği göremiyor, yalnızca zihnimdeki tahminlerden yola çıkabiliyordum. Belki de beni rahatsız eden zihnimin içerisinde yüzlerce soru olmasıydı; ona sormak istediğim, ancak cevabını duyduğumda yıkılacağım sorular.

Sonunda, "Tamam," diye mırıldandım. Sesim istediğimden daha sakin çıkmıştı ve bu Sarp'ın bana şüpheli bir bakış atmasına neden olmuştu.

"Ablanı bulmak istemiyorsun gibi gözüküyorsun bazen," dedi düşünceli bir halde.

Bunu demesi kesinlikle sakinliğimi sürükleyip götürmüştü. "Tabii ki de onu bulmak istiyorum!" diye karşı çıktım.

"O zaman neden huzursuz gözüküyorsun?"

"Ben..." bir süre duraksadıktan sonra gerçeğin yarısını söylemeye karar verdim. "Kafamda bir sürü soru var ve bunları bir türlü cevaplayamıyorum." 

"Bak, bence kafandaki sorular zamanla cevaplanacaktır. Sadece şu an onlarla uğraşmayı kes. Zamanı geldiğinde tekrar uğraşacaksın zaten," dediğinde bunun mantıklı bir cevap olduğunu ama yine de benim için geçerli olmadığını düşündüm.

Sarp dizlerinin üzerinden doğruldu ve ellerini klavyeye koydu. Bende onu izlemek için yerimden kalktım ve neler yaptığını izlemeye başladım. Bilgisayara girdi ve bir sürü sekmeye tıkladı; sonunda bir arama boşluğuna, "Eda Karayel" yazdı. Ekranda dönüp duran yuvarlak mavi imgeyle beraber kalbim heyecandan küt küt atıyor, huzursuzluğumu bastırıyordu.

Ama karşıma çıkan yazı, içimde patlayan havai fişeklerin dakikasında yok olup koyu mavi gökyüzüne karışmasını sağlayacak kadar kötüydü:

"Hasta Kaydı Bulunamadı."

Bu noktada tam olarak ne hissettiğimden emindim: Hayal kırıklığı.

Olduğum yere çöktüm ve alt dudağımı dişleyerek gözlerimi beyaz tavana diktim. Tavandaki floresan ışık gözümü acıtsa da bunu önemsemedim. Sadece tavana bakmaya devam ettim. Sıvalar şekillenip aslanı oluştururken ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

"Hepsi benim suçum." Dudaklarımdan bu üç kelime dökülürken kendi kendime bunu neden sözlü olarak söylediğimi düşünüyordum. Tir tir titrerken ağlama kotasının sonuna vardığımı hissettim.

"Hayır, kendini suçlama. Benim suçum," dedi Sarp yanıma çökerek.

"Anlamıyorsun," diye fısıldadım titrek sesimle.

"Hiçbir şey kesin olmadığı halde seni buraya sürükledim, onca şey yaşadık ve hepsi benim yüzünden. Aptalın tekiyim," dedi.

Sarp kendi kendini suçlarken hışımla ayağa kalktım. Hiçbir şey bildiği yoktu, sadece bana yardım etmeye çalışmıştı o kadar. Eda burada olmayabilirdi ama yanımda, evde, okulda ya da yakınımda bir yerde olmaması benim suçumdu. Sarp'ın kendini suçlamasına izin veremezdim.

"Senin suçun yok, tamam mı? Suç bende! Tüm suç bende!" dedim sinirle. Bendeki ani duygu değişimi Sarp'ın tuhaf tuhaf bakması için yeterliydi.

"Saçmala," dediğinde, "Saçmalamıyorum!" diye bağırdım.

Gözyaşlarımı artık tutamadığımdan hızla danışma bankosundan çıktım ve geldiğim yönden gitmeye başladım. Sinirlerimi kontrol edememiştim; beni anlamaması oldukça normaldi ancak bu şekilde çıkışmam doğru değildi.

Bu sefer macerasız yoldan eve dönmek istediğimden asansörü kullanmaya karar verdim. Gözyaşlarımı elimin tersiyle sildikten sonra asansör geldi, birkaç doktor ile içine doluştuk ve ben zemin katına basarken onlar farklı farklı sayılara bastılar.

Asansörün aynasından kendime bakarken bir kez daha kötü durumda olduğumu gördüm ama sonra başka bir şey fark ettim: Kamera. Asansörde kamera vardı ve beni de çekmişti. Eda gerçekten bu hastanede olsaydı onları ablamı saklamaktan suçlardım ki bu hastanede olmadığından kameranın bir önemi yoktu. Olsa olsa Amas'ın babası beni görürdü ve "Geçen gün bizim hastanede ne işin vardı kız?" diye sorardı şen şakrak. Ona cevap vermeyip sadece gülümsesem ya da saçma sapan bir yanıt versem bile pek umursamazdı. Sonuçta gün içinde hastanede dolu hasta oluyordu, onlardan birini ziyarete gelmiş olabilirdim.

Ben bunları düşünürken asansör gıcık bir sesle açıldı. Kimseyle göz teması kurmamaya çalışarak gözlerimi ayakkabılarıma diktim, yürümeye başladım. İstediğimden daha hızlı yürüyordum, sanki hastanede olan tüm olayları, hissettiğim her şeyi geri de bırakmak, bugünün hiç yaşanmadığını düşünerek ablamı bulma konusunda hayallerime devam etmek istiyordum. Ama ne kadar uzun süre hayal dünyasında yaşarsam, gerçek dünyanın bir o kadar sert bir şekilde bana cevap vereceğini biliyordum.

Sıkıntıyla iç çektim ve otobüs durağındaki banka oturdum. Yağmur daha da şiddetlenmiş, beni çileden çıkarmak adına duraktaki demir desteklere vurmaya başlamıştı. 

Hayal kırıklığımın yoğunluğu ile sürükleniyordum; içten içe ablamı tesadüfen bulmak, bir sabah uyandığımda karşımda görmek istiyordum belki de. Zira bugün Sarp ile girdiğim uğraşın hiçbir anlamı yoktu; etrafta koşuşturmuş, gereksiz yere olay çıkarmıştık. Lüzumsuz yere yorulmuştum; üstelik ablamın özlemi ile dolmuş, onun o ışıltılı gülümsemesine bir kez daha hasret kalmıştım. Altın sarısı saçları belirmişti gözlerimin önünde; ona ulaşmak, dokunmak ve yanımda kalmasını söylemek istemiş, ancak başarısızlığın o acı, kahredici tadı ile tanışmıştım bir kez daha.

Gıcırdayan, rahatsız edici homurtuları olan bir araba sesi yağmuru bastırarak kulaklarıma iliştiğinde düşüncelerimden sıyrıldım ve önüme baktım. Karşımdaki arabayı tanımam uzun sürmedi.

"Ne bekliyorsun, hadi bin," dedi Sarp gülümseyerek. Zoraki bir gülümseme olduğunu bir bakışta anlamıştım.

"Bugün sana çok yük oldum. Otobüsle dönebilirim," diye cevap verdim.

"Olmaz. Buraya birlikte geldik, birlikte döneceğiz," dedi. 

Çok istekli değildim ancak Sarp'ın bakışlarından kaçacak yerim de yoktu. Bu sebeple ön kapı kolunu açarak arabanın içine bindim. Şikâyet etmemeye kararlıydım. Hastanede ettiğim lafların konusunu açmak bile istemiyordum, meraklanıp anlatmamı isteyebilirdi ve bu ikimiz içinde pek iyi olmazdı.

"Peşinden gelemedim; odalara bakmam gerekiyordu. Eğer onu burada saklıyorlarsa hasta olarak geçmemiş olabilirlerdi çünkü."

Böyle bir şeyi daha önce düşünmediğim için kıpkırmızı oldum. "Bu benim aklımın ucundan bile geçmemişti," diye itiraf ettim.

"Aslında sadece Nefroloji bölümüne gitmek doğru değil. Eğer gördüğüm doğruysa kamera kayıtlarına ya da arşive de bakmamız gerek," dedi. Ne dediğimi duymamış gibi bir hali vardı.

"Bak, bunu da düşünmemiştim," diye yineledim.

"Bir tek Nefroloji bölümüne bakmak doğru değil..." dedi, bana söylemekten çok, kendi kendine konuşurmuş gibi bir hali vardı.

"Kamera kayıtlarına bakmak o kadar zor olmamalı. Hazır buradayken bakabiliriz," diye bir öneri sundum.

"Hayır, bunu şu an yapamayız. Öyle hazırlıksız gelip bir anda odaya dalamayız."

Haklıydı. Bunun için hazırlıklı olmak gerekiyordu. "O zaman ne yapacağız?" diye sordum.

"Şu anlık hiçbir şey," dedi omuz silkerek.

"Hiçbir şey mi? Buraya boşuna mı geldik?" diye itiraz ettim. Boşu boşuna demek bile nefesimin daralmasına, kalbimin sıkışmasına sebep oluyordu.

Ceplerini karıştırdıktan sonra küçük kehribar rengindeki bir taş çıkardı. İlk kehribar taşı sandım ama belli ki değildi. Başka bir taştı.

"Bu ne?" diye sordum merakla.

"Her şey boşuna değil. Bu taşı buldum. Her odada -aslında her böbrek hastasında- bu taştan vardı," dedi taşı gözüme tutarak.

İmalı imalı, "Ve sende bunu bir hastadan çaldın?" dedim.

"Oda boştu, bende taşı aldım," dedi omuz silkerek.

"Pekâlâ, bu da bir hırsızlık."

"Hırsızlık falan değil! Sadece ödünç aldım, işim bittiğinde geri veririm."

"Evet, mutlaka verirsin," dedim emniyet kemerimi takarak. Taşı cebine attı ve arabayı çalıştırdı.

Araba hareket ederken hastaneyi ve ablamı arkamda bıraktığımı biliyordum. Geri dön, araştır, deseler bunu yapabilecek kadar gücüm var mıydı, işte bu tartışılabilir bir konuydu. Yaşadıklarım, beni bu sorunun üzerinde düşünemeyecek kadar bitkin bırakmıştı ki, çok geçmeden arabanın içinde gözlerimi kapadım ve içimde sürüklenen, parçalanan onca şeyi görür gibi oldum.


Ipagpatuloy ang Pagbabasa

Magugustuhan mo rin

11.4K 506 21
Bahar en yakın arkadaşının düğününe mardine gider ve oraya damadın en yakin arkadaşı olan ateş'i görür ve o yüz bir daha aklından çıkmazsa ve bir ka...
58.2K 10.4K 20
''Koştum, günlerce koştum Alvea. Göğe bakıp Aztlan'ı buldum, Denizden vardım Panotlan'ı buldum, Turnaları izledim Ay Gölü'nü buldum, Kanımı denize...
157K 43 9
Onlar için aşk, meskensiz bir yavru gibiydi. Yine de içlerine o kor düştüğünde, Akel; "Kalbim gün batımının kızılına boyanmış saçlarının bir teline b...
4.6M 390K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...