Kendine Ait Bir Oda

By WattpadClassicsTR

12.4K 624 62

Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf'un 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni yeni açmakta olan Cambridge Üni... More

1
2
3
4
5
6
7
9
10
11

8

356 34 5
By WattpadClassicsTR

Bir roman gerçek hayatla böyle uyuştuğu için değerleri de bir ölçüde gerçek hayatın değerleridir. Ancak belli ki kadınların değerleri karşı cins tarafından konulan değerlerden sıklıkla farklı; doğal olarak böyledir bu. Ne var ki geçerli olan erkeklerin değerleridir. Kabaca söylersek, futbol ve spor 'önemlidir'; modaya düşkün olmak, giysiler satın almaksa 'önemsiz'. Ve kaçınılmaz olarak bu değerler hayattan alınıp kurmacaya taşınırlar. Savaşı konu edindiği için bu önemli bir kitap, diye karar verir eleştirmen. Bu kitapsa önemsiz, çünkü bir salondaki kadınların duygularını konu edinmiş. Bir savaş alanı sahnesi bir mağazadaki sahneden daha önemlidir – her yerde ve çok daha az göze çarpacak biçimde değer farklılığı mevcuttur. Bu bakımdan eğer karşımızdaki kadınsa, on dokuzuncu yüzyıl başındaki romanın bütün yapısı, kafasının dikine gitmeyen ve dış otoriteye saygı nedeniyle berrak bakışını değiştirmek zorunda kalan bir zihin tarafından kurulmuş oluyordu. Yazarın eleştiriyle karşılaştığına dair kehanette bulunmak için o eski unutulmuş romanları gözden geçirmek ve onlarda kullanılan ses tonuna kulak vermek yeterlidir; şunu saldırı kabilinden, ya da ötekini uzlaşma kabilinden söylemiştir diyebiliriz. Ya 'sadece bir kadın' olduğunu kabulleniyordu o, ya da 'bir erkek kadar iyi olduğunu' söyleyerek itiraz ediyordu. Yaradılışı gereği tepki veriyordu eleştiriye, ya alttan alıp çekinerek, ya da öfkeyle ve şiddetle. Hangisi olduğu önemli değil; kadın yazar, kitabın kendisini değil, başka bir şey düşünürdü. Kitabını önümüzde bulurduk. Özünde bir hata olurdu. Londra'daki ikinci el kitap satılan kitabevlerinde, bir meyve bahçesindeki küçük, çopur elmalar gibi sağa sola dağılmış bütün o kadın romanlarını düşündüm. Onların bozulmasına neden olan özlerindeki kusurdu. Yazar, başkalarının fikirlerine gösterdiği saygı yüzünden kendi değerlerini değiştirmişti.

Ama sağa ya da sola doğru kıpırdamak kimbilir ne kadar olanaksızdı onlar için. Bütün o eleştirilerin karşısında, o tamamı ataerkil toplumun ortasında, ürkmeden bakarak, kitaplarına sıkı sıkı sarılabilmeleri için kimbilir nasıl bir yetenek, nasıl bir tutarlılık gerekmişti. Bunu sadece Jane Austen ve Emily Brontë başardılar. Onların şapkalarındaki belki de en hafif tüydü bu. Onlar erkek gibi değil, kadın gibi yazdılar. O dönemde roman yazan binlerce kadın arasında sadece onlar ebedi eğitimcinin şunu yaz, bunu düşün diye süregiden uyarılarına kulak
asmadılar. Kâh homurdanan, kâh büyüklük taslayan, kâh hükmedici kâh kederli çıkan, kâh korkulu, kâh öfkeli, kâh babacan o ısrarlı sese, kadınları rahat bırakmayan, titiz bir dadı gibi tepelerinden eksik olmayan, Sir Egerton Brydges gibi zarif olmaları için ricada bulunan; hatta şiiri ve cinsiyeti eleştiren, (15) iyi davranırlarsa, sanırım, parlak bir ödül kazanırsınız diye öğüt veren, söz konusu beyefendinin uygun bulduğu sınırlar içinde kalmalarını söyleyen o sese bir tek onlar kulaklarını tıkadılar – '... kadın romancılar ancak kendi cinslerinin kısıtlanmalarını cesaretle kabul ederek mükemmellik peşinde koşmalıdırlar.' (16) Bu da meseleyi toparlar, şaşıracaksınız ama size, bu cümlenin Ağustos 1828'de değil de Ağustos 1928'de yazıldığını söylersem, sanırım, bize şimdi ne kadar eğlenceli görünse de, geniş kitlelerin fikirlerini temsil ettiğini kabul edeceksiniz –o eski defterleri karıştırmayacağım; sadece tesadüfen yoluma çıkanları ele alacağım – yüzyıl önce çok daha güçlüydü bu fikirler, çok daha fazla duyuluyordu. 1828'de ancak çok yürekli bir genç kadın bütün bu küçümsemeleri, azarlamaları ve ödül vaatlerini duymazlıktan gelebilirdi. Ama edebiyatı da satın alamazlar ya, diye düşünmek için tam bir delifişek olmak gerekliydi. Edebiyat herkese açıktır, demek için. Üniversitenin idare amiri de olsanız beni çimenlerden çıkarmanıza izin vermiyorum. İsterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun; ama zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de sürgü, ne de kapatabileceğiniz bir kapı.

15- 'Onun doğaüstü bir amacı var ve bu da tehlikeli bir saplantı, özellikle de bir kadında, çünkü kadınların güzel konuşmaya olan merakları erkeklerinki gibi sağlam değildir pek. Başka konularda daha ilkel ve daha materyalist olan bu cinste garip bir eksikliktir bu.' New Criterion, Haziran 1928.
                       
16- 'Eğer siz de muhabirin dediği gibi kadın romancıların ancak kendi cinslerinin kısıtlanmalarını cesaretle kabul ederek mükemmellik peşinde koşabileceklerine inanıyorsanız, Jane Austen bu hareketin ne kadar zarafetle yapılabileceğini göstermiştir...' Life and Letters, Ağustos 1928.

Ancak cesaret kırıcı davranışların ve eleştirilerin nasıl bir etkisi olmuş olursa olsun – ki ben büyük etkileri olduğuna inanıyorum– düşüncelerini kâğıda dökmeye başladıklarında kadınların karşısına çıkan öteki zorlukla karşılaştırıldığında önemsiz kalıyordu (hâlâ on dokuzuncu yüzyıl başındaki romancıları ele almaktaydım), demek istediğim sırtlarını dayayacakları bir gelenek yoktu, varsa da öyle küçük ve sınırlıydı ki pek yardımı olmuyordu. Çünkü kadınlar anneleri üzerinden geçmişi düşünürler. Yardım istemek için büyük erkek yazarlara başvurmanın yararı yoktur, onların yanına gitmek bize ne kadar zevk verse de. Lamb, Browne, Thackeray, Newman, Sterne, Dickens, De Quincey –hangisi olursa olsun– asla bir kadına yardımcı olmamışlardır, ama onlardan birkaç numara öğrenip bunları kendi yazdıklarında kullanan bir kadın olmuştur belki. Bir erkeğin zihninin ağırlığı, hızı, adımları kadınınkine hiç benzemez, bu nedenle de kadın erkekten dişe dokunacak bir şey öğrenemez. Maymun, çaba gösteremeyecek kadar uzaktadır. Belki de kalemini kâğıda değdirdiği anda, kullanabileceği ortak bir cümle bulunmadığını anlamıştır. Thackeray, Dickens ve Balzac gibi büyük romancıların düzyazıları doğaldı, hızlı tempoluydu ama dağınık değildi, zengin ifadeli ama süslü püslü değildi, ortak özelliklerden uzaklaşmayıp kendi renklerini katıyorlardı. O günlerde geçerli olan cümleyi temel alıyorlardı. On dokuzuncu yüzyılın başında geçerli olan cümle belki de şöyleydi: 'Eserlerinin ihtişamı bir kanıttı onlar için, durmamalı, ilerlemeliydiler. Onları, sanatlarını uygulamaktan, sürekli hakikat ve güzellik üretmekten daha fazla heyecanlandıracak ya da tatmin edecek bir şey mevcut değildi. Başarı kişiyi çaba göstermeye sevk eder; alışkanlık da başarıyı kolaylaştırır.' Bu, bir erkek cümlesidir; o cümlenin gerisinde Johnson'ı, Gibbon'ı ve ötekileri görebiliriz. Bir kadının kullanmasına uygun bir cümle değildi bu. Düzyazıya ne kadar yetenekli olsa da Charlotte Brontë elinde bu hantal silahla tökezleyip yere düştü. George Eliot, tanımlaması zor gaddarlıklar yaptı onunla. Jane Austen ona baktı, alay etti, son derece doğal, biçimli bir cümle kurup kullandı ve o cümleden hiç vazgeçmedi. Böylece, yazma konusunda Charlotte Brontë kadar yetenekli olmasa da çok daha fazla şey söyleyebildi. Gerçekten de, sanatın temelinde özgürlük ve zengin ifade yattığına göre, böyle bir gelenek eksikliği, kullanabileceği araçların kıt ve yetersiz oluşu, kadınların yazmaları üzerinde müthiş etkili olmuştur. Ayrıca, bir kitap peş peşe dizilen cümlelerden oluşmaz, eğer bir imgenin yararı olursa, kemerli geçitler ya da kubbelere dönüşen cümlelerden oluşur. Ve bu şekli de, erkekler kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kendi kullanımları için hazırlamışlardır. Epik oyunun ya da manzum oyunun kalıbı en az o cümle kadar ters düşer kadına. Ama kadının yazar olduğu dönemde, artık edebiyatın bütün o eski kalıpları katılaşmış ve sabitleşmişti. Sadece roman yeniydi ve kadının ellerinde yumuşacık duruyordu – bu da neden roman yazdığını gösteren bir başka gerekçe. Yine de 'romanın' (kelimelerin yetersiz olduğuna işaret etmek için tırnak içine alıyorum bu sözcüğü), bütün kalıpların içinde en esneği olan romanın bile onun kullanımına uygun olduğunu kim söyleyebilir? Kuşkusuz, elini kolunu serbestçe kullanabildiğinde onu kendi istediği biçime sokabileceğini göreceğiz; ve içinde taşıdığı şiir için, mutlaka şiir kalıbında olması gerekmeyen yeni bir araç sağlayacağını da. Çünkü hâlâ çıkış yolu verilmeyen tür, şiirdir. Bir kadının bugün beş perdelik bir manzum tragedyayı nasıl yazabileceğini düşünmeye devam ettim: Dizeler mi kullanırdı – düzyazıyı tercih etmez miydi?

                Ama bunlar geleceğin alacakaranlığında yatan zor sorular. Onları bırakmalıyım, konumdan ayrılıp yolu izi olmayan, kaybolacağım ve büyük olasılıkla vahşi hayvanların eline düşeceğim ormanlara girmem için beni kışkırtıyor olsa bile. Bu çok sıkıcı konuyu, kurmacanın geleceğini, açmak istemiyorum, eminim ki siz de istemiyorsunuzdur, bu nedenle burada bir an durup kadınları ilgilendirdiği kadarıyla dikkatinizi fiziksel koşulların gelecekte sahip olacağı önemli role çekmek istiyorum. Kitap bir biçimde bedenle uyumlu olmalıdır, kadınların kitaplarının erkeklerinkinden daha kısa, daha yoğun olması gerektiği söylenebilir gelişigüzel, ve öyle düzenlenmelidir ki denebilir, saatlerce yerlerinden kalkmadan, bölünmeden çalışmak zorunda kalmasınlar. Çünkü kadınların çalışmaları her zaman bölünebilir. Beyni besleyen sinirlerin kadınlarla erkeklerde birbirinden farklı olduğu da söylenebilir, o sinirlerin en iyi, en verimli şekilde çalışmasını istiyorsanız onlara nasıl davranılacağını öğrenmelisiniz –örneğin keşişlerin yüzlerce yıl önce tasarladığı varsayılan şu ders saatlerinin onlara uyup uymadığını–, hangi aralıklarla çalışıp dinleneceklerdir, dinlenme derken hiçbir şey yapmamak değil, bir şey, ama farklı bir şey yapmak anlamında; peki ne olacak bu fark? Bütün bunlar tartışılmalı ve ortaya çıkarılmalı; bütün bunlar kadınlar ve kurmaca sorununun bir parçası. Yine de, diye devam ettim, kitap rafına yeniden yaklaşırken, kadınların psikolojisi hakkında bir kadın tarafından yapılmış bir çalışmayı nerede bulacağım? Futbol oynama yetenekleri olmadığı için kadınların doktorluk yapmalarına izin verilmeyecekse –Bereket düşüncelerim başka yöne kaydı.

Beş

Böyle dereden tepeden konuşurken sonunda günümüz yazarlarının kitaplarının bulunduğu raflara gelmiştim; kadınların ve erkeklerin; çünkü kadın yazarların kitaplarının sayısı neredeyse erkeklerinki kadardı. Ya da, bu dediğim henüz pek doğru değilse de, eğer erkek hâlâ daha konuşkan olan cins ise de, kadınların artık sadece roman yazmadıkları da bir gerçektir. Jane Harrison'ın Yunan arkeolojisi üzerine kitapları vardır; Vernon Lee'nin estetik üzerine; Gertrude Bell'in İran üzerine. Bir kuşak önce hiçbir kadının elini sürmediği her türlü konuda kitaplar var. Şiirler, oyunlar ve eleştiriler; tarih kitapları ve biyografiler, gezi kitapları, ilim ve araştırma kitapları; hatta birkaç felsefe kitabıyla bilim ve ekonomi üzerine kitaplar da. Sayıca daha fazla olsalar da başka türlü kitaplarla bir araya gelince romanlar da değişmiş olabilir. Kadınların yazdıklarında artık doğal bir sadelik bulunmayabilir, epik çağ geçmiş olabilir. Okumak ve eleştiri kadının ufkunu genişletmiş, zekâsını bilemiş olabilir. Özyaşamöyküsüne eğilimi azalmış olabilir. Yazmayı kendini ifade etmenin yöntemi olarak değil de bir sanat olarak kullanmaya başlıyordur. Bu yeni romanlar arasında bu tür pek çok sorunun yanıtı bulunabilir.

                Rastgele birini seçtim. Rafın en sonundaydı, adı Hayatın Serüveni ya da ona benzer bir şeydi, yazarı Mary Carmichael'dı, içinde bulunduğumuz ekim ayında yayımlanmıştı. Galiba ilk romanı, diye düşündüm, ama epeyce uzun bir dizinin son kitabıymış gibi okumalıyız onu, göz attığım bütün o kitapların bir devamı olarak – Lady Winchilsea'nin şiirlerinin ve Aphra Behn'in oyunlarının ve dört büyük kadın romancının romanlarının. Biz onları alışkanlıkla ayrı ayrı değerlendirsek de romanlar birbirlerini izlerler. Onu –tanımadığım bu kadını– koşullarına göz attığım bütün o kadınların soyundan gelen biri gibi görüp onların özelliklerinin ve kısıtlamalarının ne kadarını devraldığını görmeliyim. Romanlar çoğunlukla panzehir değil, uyuşturucu etkisi gösterirler, insanın içini dağlayıp harekete geçireceklerine uyuşukluğa sevk ederler, bu yüzden içimi çekerek elime bir defterle kalem aldım, Mary Carmichael'in ilk romanı olan Hayatın Serüveni'yle ilgili olarak elimden geleni yapmak üzere oturdum.

                İlk önce sayfayı baştan sona gözden geçirdim. Zihnimi mavi gözlerle ve kahverengi gözlerle ve Chloe ile Roger arasındaki olası ilişkiyle doldurmadan önce, yazarın cümlelerinin aslını esasını kavrayacağım, dedim. Yazarın elinde bir kalem mi yoksa kazma mı taşıdığına karar verdikten sonra gerisi için bol zamanım olacaktı. Bir-iki cümleyi dilimin ucunda çevirdim. Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu çok geçmeden belli oldu. Cümleler birbiri peşi sıra akıp giderken birden bu gidiş bozuldu. Bir şey yırtıldı, bir şey kazındı; şurada burada tek tek sözcükler gözüme çarptı. Eski tiyatro oyunlarında dendiği gibi yazar kendi 'elini çekiyordu'. Yanmayacak bir kibrit çakan birine benziyor, diye düşündüm. Ve sanki karşımdaymış gibi ona, neden Jane Austen'ın cümlelerinin biçimini beğenmiyorsun, diye sordum. Emma ile Mr. Woodhouse öldükleri için o cümlelerin ıskartaya çıkması mı gerekiyor? Böyle olması ne yazık, diye içimi çektim. Mozart'ın besteden besteye geçmesi gibi Jane Austen da ezgiden ezgiye geçiyordu, bu yazılanları okumak üstü açık bir teknede açık denizde olmak gibiydi. Bir yukarı kalkıyor bir iniyordunuz. Bu kısa ve öz üslup, bu kestirme sözler yazarın bir şeyden korktuğu anlamına gelebilirdi; belki 'duygusal' damgası yemekten çekiniyordu; ya da kadınların yazdıklarına süslü-püslü denildiğini hatırlayıp gereksizce sertleşmiş olabilirdi; ama bir sahneyi dikkatle okumadan onun kendisi mi bir başkası mı olarak yazdığına emin olamam. Her ne olursa olsun, dedim, daha titizlikle okurken, insanın enerjisini azaltmıyor. Ama çok fazla olgu yığıyor üst üste. Bu kalınlıkta bir kitapta bunların yarısını bile kullanamaz. (Jane Eyre'in yarısı kadardı kitap.) Yine de, şu ya da bu şekilde, hepimizi –Roger, Chloe, Olivia, Tony ve Mr. Bigham– bir kanoya bindirip nehirde götürmeyi başarmıştı. Bekle bir dakika dedim, arkama yaslanırken, daha fazla ilerlemeden önce her şeyi daha dikkatli ele almalıyım.

                Mary Carmichael'ın bize bir oyun oynadığına neredeyse eminim, dedim içimden. Dönemeçli bir demiryolunda, vagon beklendiği gibi savrulacağına yeniden yola dönünce ne hissedilirse onu hissediyordum. Mary romanın beklenen devamıyla oynuyordu. Önce cümleyi kırmıştı; şimdi de romanın gidişini kırıyordu. Pekâlâ, kırmak için değil de yaratmak içinse bunların ikisini de yapmaya hakkı var. Mary'nin karşısına bir durum çıkmadıkça bunların hangisinin geçerli olduğuna emin olamam. Ona her türlü serbestliği tanıyacağım, dedim, istediği durumu seçebilir; isterse teneke kutulardan ve eski çaydanlıklardan yapsın; ama bunun bir durum olduğuna inandığına beni ikna etmeli; o durumu yarattıktan sonra da karşısında durabilmeli. Sıçramalı. O bana karşı yazarlık görevini yerine getirirse ben de ona karşı okurluk görevimi yerine getirmeye kararlı olarak sayfayı çevirdim ve okudum... Böyle aniden kestiğim için kusura bakmayın. Hiç erkek yok değil mi burada? Şuradaki kırmızı perdenin arkasında Sir Chartres Biron'un gizlenmediğine söz verir misiniz? Buradaki herkes kadın mı diyorsunuz bana? O zaman okuduğum sözcüklerin şunlar olduğunu söyleyebilirim size: 'Chloe Olivia'dan hoşlanıyordu...' İrkilmeyin. Yüzünüz kızarmasın. Aramızda kalsın, böyle şeyler olur bazen, kabul edelim. Bazen kadınlar kadınlardan hoşlanır.

                'Chloe Olivia'dan hoşlandı,' diye okudum ve sonra burada ne kadar büyük bir değişiklikle karşı karşıya olduğumu anladım. Belki de edebiyatta Chloe ilk kez hoşlanıyordu Olivia'dan. Kleopatra Octavia'dan hoşlanmıyordu. Eğer hoşlanmış olsaydı Antonius ile Kleopatra nasıl da baştan sona değişirdi! Korkarım ki Hayatın Serüveni'nden biraz uzaklaştım ve bu durumda her şey basitleştirilmiş, gelenekselleştirilmiş, diye düşündüm, hatta saçma bir biçimde bile diyebilirim. Kleopatra Octavia'ya karşı sadece kıskançlık duyuyor. Boyu benden daha mı uzun? Saçlarını nasıl tarıyor? Belki de oyunda daha fazlasına gerek yoktu. Ama iki kadın arasındaki ilişki daha karmaşık olsaydı ne kadar ilginç olurdu. Kadınlar arasındaki bütün bu ilişkiler, diye düşündüm, kurmacalardaki kadınların muhteşem geçit törenini hatırlayarak, fazla basit. Ne kadar çok şeye değinilmemiş, ilgilenilmemişti. Okuduklarım arasında, iki kadının arkadaş olarak sunulduğu bir örnek olup olmadığını hatırlamaya çalıştım. Aykırı Diana'da (17) böyle bir girişim var. Racine'in yapıtlarında ve Yunan tragedyalarında bu kadınlar sırdaş. Ara sıra da anne ve kız evlat. Ama hemen hemen her zaman erkeklerle ilişkileri bağlamında gösteriliyorlar. Jane Austen'a gelene kadar kurmaca yapıtlardaki bütün kadınların sadece karşı cins tarafından görüldüklerini değil, sadece karşı cinsle ilişkileri bağlamında görüldüklerini düşünmek çok tuhaftı. Ve bir kadının yaşamının ne kadar küçük bir parçasıdır bu; cinsiyetin gözüne oturttuğu kara ya da pembe gözlükle bakan bir erkek, bunun bile ne kadarcığını bilebilir. Belki de kadının kurmacadaki garip yapısı bundan kaynaklanmaktadır; güzelliğinin ve korkularının bu kadar uçlarda verilmesi; cennete gidecek kadar iyi ve cehenneme gidecek kadar ahlaksız olması – çünkü aşkı çoğalıp eksilen, mutlu ya da mutsuz olan bir âşık, onu böyle görürdü. Ama aynı şey, on dokuzuncu yüzyıldaki romancılar için pek de geçerli değil kuşkusuz. Kadın çok daha çeşitleniyor ve karmaşıklaşıyor orada. Belki de erkeklerin manzum dramalardan yavaş yavaş uzaklaşmalarının nedeni kadınlar hakkında yazmayı arzulamış ve romanı kadınlar için daha uygun bir kılıf olarak görmüş olmalarıdır, çünkü şiddet içeren dramalarda kadınlar fazla kullanılamıyordu. Hal böyleyken, Proust'un yapıtlarında bile, bir erkeğin kadınlar hakkındaki bilgilerinin korkunç derecede kısıtlı ve kısmi olduğu belli, aynı şey aksi yönde de geçerli, kadınlar da erkekler konusunda aynı durumda.

   17    Diana of the Crossways, İngiliz şair ve yazar George Meredith'in (1828-1909) 1885'te yayımlanan ve başkahramanı Diana Warwick adlı kadın olan romanı. (ç.n.)

Continue Reading

You'll Also Like

10.5K 465 5
Macbeth, William Shakespeare'in en kısası olmasının yanında en önemli trajedilerinden biridir. Tüm dünyadaki hem profesyonel hem de amatör tiyatrolar...
10K 417 19
Cesur yeni Dünya bizi 'Ford'dan sonra 632 yılına' götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında "Cemaat, Özdeşlik, İstikrar" yazan Londra Merkez kul...
19.8K 921 26
Maskemin ardında gizlenen bu aşkı yalnızca sen görebilirsin... Paris Opera Binası'nın mahzeninde, yüzü tanınmayacak derecede ürkütücü olduğu için ins...
1.1K 80 18
Yazar: Virginia Woolf Çeviren: İlknur Özdemir Yayınevi: Kırmızı Kedi - 2012 Karakterlerin iç yaşamının bilinç akışı tekniğiyle iç içe geçtiği Mrs. Da...