Kendine Ait Bir Oda

By WattpadClassicsTR

12.4K 624 62

Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf'un 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni yeni açmakta olan Cambridge Üni... More

1
2
3
4
5
6
8
9
10
11

7

360 37 1
By WattpadClassicsTR

Ama konumuza dönelim. Aphra Behn yazı yazarak da para kazanılabileceğini kanıtladı, belki bazı hoş niteliklerin feda edilmesi pahasına ve böylece yavaş yavaş yazmak, sadece saçma sapan bir iş ya da oyalanan zihnin bir işareti olmakla kalmadı pratikte de önem kazandı. Bir ailede koca ölebilir ya da ailenin başına bir felaket gelebilirdi. On sekizinci yüzyıl ilerlerken yüzlerce kadın, çeviri yaparak ya da ders kitaplarında bile artık yer almayan, ama Charing Cross Yolu'ndaki ucuza kitap satılan kutularda bulunabilen çok sayıda kötü kitapları yazarak harçlıklarına para eklediler, ya da ailelerini kurtardılar. On sekizinci yüzyıl sonlarına doğru kadınların zihinlerini aşırı çalıştırmalarının –konuşmalar, buluşmalar, Shakespeare üzerine yazılar yazmalar, klasiklerin çevirisi– temelinde, yazı yazarak para kazanabilecekleri gerçeği yatıyordu. Bedeli ödenmedikçe önemsiz sayılan şeye, para saygınlık kazandırıyordu. 'Bir şeyler karalamak için kaşınan entelektüel kadın'a hâlâ dudak bükülüyordu belki, ama o kadınların cüzdanlarına para koyabildikleri de yadsınamıyordu. Böylece, on sekizinci yüzyıl sonlarına doğru bir değişiklik meydana geldi, tarihi yeniden yazıyor olsaydım bu değişikliği daha ayrıntılı anlatır ve onun Haçlı Seferleri'nden ya da Güller Savaşı'ndan daha önemli olduğunu düşünürdüm. Orta tabaka kadınları yazmaya başlamışlardı. Gurur ve Önyargı'nın bir önemi varsa, Middlemarch'ın, Villette'in ve Uğultulu Tepeler'in bir önemi varsa, o zaman sadece kırdaki evine kapanıp yaprakların ve hayranlarının arasında oturan yalnız aristokratın değil, genelde kadınların yazı yazmaya başlaması, benim bir saatlik konferansta kanıtlayabileceğimden çok daha fazla önem taşımaktadır. Bu öncü kadınlar olmasaydı Jane Austen ve Brontë'ler ve George Eliot da yazamazdı, tıpkı Marlowe olmadan Shakespeare'in, Chaucer olmadan Marlowe'un ya da önden giden ve dilin doğal vahşiliğini ehlileştiren bütün o unutulmuş şairler olmadan Chaucer'ın da yazamayacağı gibi. Çünkü başyapıtlar tek başlarına ve başkasının yardımı olmadan doğmazlar; yıllar süren, insanlarla bir arada olmakla gelişen ortak düşüncenin sonucudurlar, böylece kitlenin deneyimleri bir tek seste birleşir. Jane Austen, Fanny Burney'in mezarının üzerine bir çelenk koymalıydı, George Eliot da Eliza Carter'ın iri gölgesine saygılarını sunmalıydı – sabah erkenden uyanıp Yunanca çalışabilmek için karyolasına çıngırak takan o cesur yaşlı kadına. Kadınlar birleşip Aphra Behn'in –rezillik ama çok da uygun düşüyor– Westminster Katedrali'ndeki mezarına çiçekler serpmeliler, çünkü akıllarındakileri söyleme hakkını onlara kazandıran odur. Bu gece sizlere, 'Aklınızı kullanıp yılda beş yüz pound kazanın' dememi pek olağanüstü kılmayan da –karanlık ve cilveli biriydi o– odur.

                 Böylece on dokuzuncu yüzyılın başına gelmiş olduk. Ve ilk kez burada, kadınların yapıtlarına ayrılmış pek çok raf buldum. Ama gözlerimi onların üzerine gezdirirken, birkaçı dışında neden hepsi roman diye sormaktan kendimi alamadım. Kadınların ilk içgüdüleri şiire yönelikti. 'Şiirin yüce önderi' bir kadın şairdi. Hem Fransa'da hem İngiltere'de kadın romancılardan önce kadın şairler çıkmıştır. Üstelik, diye düşündüm, dört isme bakarken, George Eliot'la Emily Brontë'nin ortak yönleri neydi? Charlotte Brontë, Jane Austen'ı hiç anlayamamış değil miydi? Büyük olasılıkla bu kadınların hiçbirinin çocuğu olmamasını bir kenara bırakırsak, bunlardan daha uyumsuz dört karakterin bir odada bir araya gelmeleri mümkün değildi, dolayısıyla bir toplantı yapmak, aralarında diyaloğa girmelerini sağlamak çok kışkırtıcı bir fikirdi. Tuhaf bir güç, onları roman yazmaya itmişti. Mesele orta tabakada doğmuş olmak mı acaba, diye sordum; ve Miss Emily Davies'in kısa bir süre sonra çarpıcı bir şekilde gösterdiği gibi orta tabakadaki ailelerin sadece bir tek oturma odasına sahip oldukları gerçeği mi? Bir kadın yazacaksa, herkesin kullandığı oturma odasında yazmak zorundaydı. Miss Nightingale'in şiddetle yakındığı gibi –'kadınların kendilerine ayıracak yarım saatleri yok'–, yazarken araya hep bir şey giriyordu. Yine de böyle bir durumda şiir ya da oyun yazmaktansa düzyazı ve kurmaca yazmak daha kolaydı. Daha az dikkat gerektiriyordu. Jane Austen ölene kadar bu koşullarda yazmıştı. 'Bütün bunları nasıl becerdiği,' diye yazmıştır, yeğeni anılarında, 'çok şaşırtıcı, çünkü kendine ait bir çalışma odası yoktu, çalışmalarının büyük kısmını herkesin kullandığı oturma odasında yapmış olmalı, oysa orada işini bölecek her türlü şey oluyordu. Ne yaptığını ailesi dışındaki kişilerin, hizmetkârların ya da konukların fark etmemesine özen gösteriyordu.(14) Jane Austen elyazmalarını saklıyor ya da üstlerine bir kurutma kâğıdı kapatıyordu. On dokuzuncu yüzyıl başlarında bir kadının edebiyat konusunda alabileceği bütün eğitim, kişilik gözlemi, duygu çözümlemesinden ibaretti. Onun duyarlılıkları yüzyıllar boyunca ortak kullanılan oturma odasındaki etkilenimlerle eğitilmişti. İnsanların duyguları onun üzerinde iz bırakmıştı; kişisel ilişkiler hep gözlerinin önünde cereyan ediyordu. Bu nedenle, adını verdiğim dört ünlü kadından ikisinin doğasında roman yazmak olmadığı yeterince aşikâr olmasına rağmen orta tabakadan bir kadın yazmaya başladığında, doğal olarak roman yazıyordu. Emily Brontë manzum oyunlar yazmalıydı; George Eliot'ın yetenekli zihni iyice açılıp yayıldığı sırada tarih ve biyografide kullanmalıydı yaratıcı içgüdülerini. Oysa roman yazdılar; daha da ileriye gidebiliriz, diye düşündüm, raftan Gurur ve Önyargı'yı alırken, iyi romanlar yazdıklarını söyleyebiliriz. Böbürlenmeden ya da karşı cinsi incitmeden, Gurur ve Önyargı'nın iyi bir roman olduğunu söyleyebiliriz. Ne olursa olsun, Gurur ve Önyargı'yı yazarken yakalanmaktan utanmazdı insan. Yine de bir menteşe gıcırdadığında memnun oluyordu Jane Austen, odaya kimse girmeden elyazmasını gizleyebiliyordu. Jane Austen'ın gözünde, Gurur ve Önyargı'yı yazmanın ayıplanacak bir yanı vardı. Acaba, diye düşündüm, Jane Austen elyazmasını, eve gelen konuklardan gizleme gereğini duymasaydı Gurur ve Önyargı daha iyi bir roman olabilir miydi? Anlamak için bir-iki sayfa okudum; ama içinde bulunduğu koşulların çalışmasına en ufak bir zarar verdiğine işaret eden bir şeye rastlamadım. Belki de bu işteki asıl mucize buydu. İşte 1800'de bir kadın kin duymadan, umutsuzluğa kapılmadan, korkmadan, itiraz etmeden, öğüt vermeden yazıyordu. Shakespeare de böyle yazmıştı, diye düşündüm, Antonius ve Kleopatra'ya bakarken; insanlar Shakespeare ile Jane Austen'ı karşılaştırırlarken her ikisinin zihninin de, kendilerini engelleyecek her şeyi tükettiğini söylemek istemiş olabilirler; bu nedenle de biz Jane Austen'ı tanımıyoruz ve Shakespeare'i tanımıyoruz ve bu nedenle Jane Austen yazdığı her kelimeyi sindiriyor, Shakespeare de aynısını yapıyor. Eğer Jane Austen içinde bulunduğu ortamdan rahatsız idiyse, bu ancak uymak zorunda olduğu kısıtlı yaşam yüzünden olabilirdi. Bir kadının tek başına sokağa çıkması olanaksızdı. Asla seyahate çıkmadı; asla Londra'da bir otobüsle dolaşmadı ya da tek başına yemek yemedi bir dükkânda. Ama belki de elinde olmayanı istememek Jane Austen'in doğasında vardı. Yeteneği ve bulunduğu ortam birbiriyle tamamen uyuşuyordu. Ama aynı şeyin Charlotte Brontë için geçerli olduğundan kuşkuluyum, dedim, Jane Eyre'i açıp Gurur ve Önyargı'nın yanına koyarken.

               

                    14    Memoir of Jane Austen (Jane Austen'ın Anıları), yeğeni James Edward Austen Leigh.

On ikinci bölümü açtım, gözüm şu cümleye takıldı: 'Kim isterse beni suçlayabilir.' Charlotte Brontë'yi neyle suçluyorlardı, diye merak ettim. Mrs. Fairfax reçel hazırlarken Jane Eyre'in nasıl dama çıktığını ve kırların üzerinden uzakları seyrettiğini okudum. Ve sonra şunu arzulamış –ve suçlanmasının nedeni de buymuş–

  sonra o sınırı aşacak bir gücüm olsaydı keşke dedim; kalabalık dünyaya ulaşsam, kasabalara, duyduğum ama hiç görmediğim cıvıl cıvıl yörelere; sonra sahip olduğumdan daha fazla hayat deneyimim olmasını arzuladım; kendi sınıfımdan olanlarla daha çok bir araya gelseydim, burada, yakınımda olan insanlar arasından daha çeşitli kişileri tanısaydım. Mrs. Fairfax'in iyi yanlarına değer veriyordum, Adèle'nin de; ama daha farklı ve daha güçlü iyiliklerin var olduğuna inanıyordum, inandığım şeyi de görmek istiyordum.Kim suçluyor beni? Pek çok kişi, kuşkusuz, ve benim için huysuz diyecekler. Elimde değildi: Huzursuzluk doğamda vardı, bazen altüst oluyor, acı çekiyordum...İnsanlar sükûnetten tatmin olmalı demenin yararı yok; eylem içinde olmalıdırlar; eğer bulamazlarsa yaratacaklardır. Milyonlarca kişi benimkinden çok daha sakin bir yazgıya sahiptir, milyonlarca kişi kaderlerine sessizce isyan ediyordur. İnsanların sessiz hayatlarında kim bilir kaç isyan mayalanmaktadır. Genelde kadınların çok serinkanlı olmaları istenir; ama kadınlar da erkeklerle aynı şeyleri hissederler; erkek kardeşleri gibi onları da yeteneklerini işletmek, çabalarını harcayacakları alanlar bulmak ihtiyacındadırlar; katı yasaklamalara, mutlak durgunluklara tahammül edemezler, tıpkı erkekler gibi; daha fazla ayrıcalığa sahip başka insanların onların puding hazırlamakla, çorap örmekle, piyano çalmakla ya da nakışla yetinmelerini söylemeleri darkafalılıktır. Kadınlar, geleneklerin kendi cinsleri için gerekli gördüğünden fazlasını yapmak ya da daha fazla öğrenmek istiyorlarsa onları suçlamak ya da alay etmek düşüncesizliktir. Böyle yalnızken Grace Poole'un kahkahalarını az duymadım...

   Biçimsiz bir mola, diye düşündüm. Birdenbire Grace Poole ile karşılaşmak rahatsız ediciydi. Süreklilik bozulmuştu. Elimdeki kitabı Gurur ve Önyargı'nın yanına bırakırken, bu sayfaları yazan kadın Jane Austen'dan daha parlak bir yeteneğe sahipti denebilir, diye düşündüm. Ama o sayfaları tekrar okuyup içlerindeki o sarsıntıyı, o öfkeyi fark edince yazarın yeteneğini hiçbir zaman eksiksiz ve bütün olarak dışa vuramayacağını görüyorsunuz. Kitapları biçimini yitirecek, çarpılacaklardır. Sükûnet içinde yazacağına öfke içinde yazacaktır. Karakterlerini anlatacağına kendini anlatacaktır. Kaderiyle savaş içindedir. Genç yaşta, sıkışmış ve engellenmiş durumda ölmemek elinde miydi?

                Bir an için Charlotte Brontë'nin yılda üç yüz pound'luk bir geliri olduğunu varsaymak geliyor içimden – ama budala kadın, romanlarının teliflerini toplam bin beş yüz pound'a satmıştı; her nasılsa kalabalık dünya, kasabalar ve hayat dolu yöreler hakkında daha fazla bilgisi olduğunu, hayat deneyiminin daha fazla olduğunu, kendi sınıfından kişilerle görüşebildiğini, değişik kişilerle tanışabildiğini varsaysak. Bu sözler sadece bir romancı olarak onun kusurlarını işaret etmiyor, o çağda yaşayan ve kendi cinsinden olanların kusurlarını da gösteriyor. Yeteneğini tek başına, kırların ötelerine bakarak harcamasaydı, deneyim kazanmasına, insanlarla ilişki kurmasına, seyahat etmesine izin verilseydi, bundan yeteneğinin ne kadar daha kazançlı çıkacağını herkesten daha iyi biliyordu. Ama ona izin verilmedi; bu dediklerim ondan esirgendi; Villette, Emma, Uğultulu Tepeler, Middlemarch gibi bütün o iyi romanları yazan kadınların ancak saygıdeğer bir papazın evinin kapısından giren kadar hayat deneyimine sahip oldukları gerçeğini kabul etmeliyiz; hem de bu kadınlar, o saygıdeğer evde bütün ailenin oturduğu odada, Uğultulu Tepeler ya da Jane Eyre'i yazmak için her seferinde birkaç tabakadan fazla kâğıt alamayacak kadar yoksuldular. Aralarından biri, bu bir gerçek, George Eliot, pek çok sıkıntı çektikten sonra evden kaçtı, ama sadece St. John's Wood'da izbe bir eve gitmek üzere. Kınayan gözlerin gölgesi altında oraya yerleşti. 'Davet edilmek istediğini söylemeyen hiç kimseyi gelip beni burada ziyaret etmesi için çağırmayacağım,' diye yazıyordu, 'bunun bilinmesini istiyorum'. Çünkü o evli bir adamla günah içinde yaşamıyor muydu ve onu öyle görmek Mrs. Smith'in ya da uğrayan her kimse onun namusunu da lekelemez miydi? İnsan, toplumun âdetlerine boyun eğmeli ve 'dünya denilen şeyle bağlarını koparmalıydı.' Aynı zamanda, Avrupa'nın öbür ucunda, genç bir adam şu Çingene'yle ya da bu hanımefendiyle serbestçe yaşıyordu; savaşa katılıyordu; engellenmeden ve yasaklanmadan, daha sonra, kitaplarını yazarken kendisinin işine müthiş yarayacak insan hayatının bütün değişik deneyimlerini ediniyordu. Eğer Tolstoy Priory'de, 'dünya denilen şeyle ilişiğini keserek' evli bir kadınla gizli saklı yaşasaydı, ne kadar terbiye edici bir ahlak dersi verirse versin, Savaş ve Barış'ı pek yazamazdı, diye düşündüm.

Ama roman yazma ile cinsiyetin romancı üzerindeki etkisi sorusunun biraz daha derinine inebiliriz belki. Gözlerimizi yumup romanı bir bütün olarak düşünürsek, hayatı ayna gibi yansıtan bir yaratı olarak görebiliriz, ama tabii basitleşmiş bir biçimde ve sayısız çarpıtmalarla. Yine de, akıl gözümüzde izini bırakan bir yapı bu, kâh dörtgen olarak inşa edilmiş, kâh pagoda biçiminde, kâh kanatları ve kemerli geçitleri olan, kâh sağlam ve sıkı, İstanbul'daki Aya Sofya gibi kubbeli. Bazı ünlü romanları aklıma getirerek, bu biçim, diye düşündüm, insanın içinde tam da ona uygun düşen duyguyu canlandırıyor. Ama o duygu hemen başkalarıyla birleşiyor, çünkü taşın taşla ilişkisi kurmaz 'biçim'i, insanın insanla ilişkisi kurar. Bu yüzden bir roman içimizde her türlü zıt ve birbiriyle çelişkili duyguları uyandırır. Hayat, hayat olmayan bir şeyle çelişir. Bu yüzden romanlar konusunda uzlaşmakta zorlanırız, kişisel önyargılarımızın üzerimizdeki etkisi bu yüzden büyüktür. Bir taraftan Sizin –kahramanımız John'un– yaşamanız gerektiğini hisseder, yaşamazsanız umarsızlığa kapılırız. Öbür taraftan da, ne yazık ki ölmelisin John diye hissederiz, çünkü kitabın biçimi bunu gerektiriyor. Hayat, hayat olmayan bir şeyle çelişiyor. Kısmen hayat olduğu için de hayatmış gibi hüküm veriyoruz onun hakkında. En nefret ettiğim adamlardandır James, deriz. Ya da, bu saçma sapan, karmakarışık bir şey, ben asla bu tür bir şey hissedemezdim. Belli ki bütün yapı dedim, geçmişteki ünlü romanları düşünerek, son derece karmaşık, birçok farklı hükümden, birçok farklı duygudan oluşuyor çünkü. İşin şaşırtıcı yanı, bu şekilde oluşan herhangi bir kitabın, bir-iki yıldan fazla dağılmadan kalması, ya da Rus yahut Çinli okur için ne anlama geliyorsa İngiliz okur için de aynı anlama gelebilmesi. Ara sıra pek ilginç bir biçim alır bu süreklilik. Kalıcı olabilen nadir örnekleri (Savaş ve Barış'ı düşünüyordum) bir arada tutan, tutarlılıktır, ancak bunun faturalarımızı ödememizle ya da tehlike anında onurlu bir davranış sergilememizle bir ilgisi yok. Konu romancı olduğunda, tutarlılıkla kastedilen, onun bizi bunun gerçek olduğuna inandırmasıdır. Evet, bunun böyle olabileceği hiç aklıma gelmezdi, diye hissetmemizdir; böyle davranan insanlar görmemiştim hiç, dememizdir. Ama sen beni bunun böyle olduğuna, böyle yaşandığına inandırdın. İnsan okurken her cümleyi, her sahneyi ışığa tutuyor – çünkü tuhaf ama doğa bize bir iç ışık bahşetmiş sanki, bununla romancının tutarlı oluşuna ya da dağılışına hükmediyoruz. Belki de Doğa, tamamen mantıksız davranarak, görünmez mürekkeple zihnimizin duvarlarına bir uyarı çizmiştir ve bu büyük sanatçılar onu doğrulamışlardır; görünür olması için sadece yeteneklerin ateşine tutulması gereken bir karalamadır bu. O böyle görünür olunca ve biz onun canlandığını görünce coşkuyla, Ama ben zaten hep böyle hissetmiştim, bunu bilmiş ve arzulamıştım, diye haykırırız! Heyecandan içimiz içimize sığmaz, kitabı çok değerli, hayatta oldukça başvuracağımız güvenilir bir şeymiş gibi adeta saygıyla kapatıp rafa geri koyarız, dedim ve Savaş ve Barış'ı elime alarak yerine koydum. Öte yandan insanın alıp sınadığı bu yetersiz cümleler, parlak renkleri ve enerjik hareketleriyle ilk başta hemen ve hevesli bir karşılık alırlarlarsa da orada kalırlar: sanki ilerlemeleri engellenmiş gibidir: ya da yüzeye çıkardıkları sadece şu köşede cılız bir karalama, burada bir mürekkep lekesi olacaksa, tam ve bütün olarak bir şey göremeyeceksek, o zaman hayal kırıklığıyla iç geçirir ve bir başarısızlık daha deriz. Bu roman bir yerde takılıp kalmış.

                Ve elbette çoğunlukla bir yerlerde takılıp kalır romanlar. Yaşanan müthiş gerginlik altında hayal gücü tökezler. İdrak bocalar, gerçekle yalanı birbirinden ayıramaz, her an birçok değişik melekenin kullanılmasını gerektiren büyük çabayı sürdürecek gücü yoktur artık. Ancak romancının cinsiyeti bütün bunları nasıl etkiler, diye merak ettim, Jane Eyre'e ve öteki romanlara bakarak. Bir kadın romancının cinsiyeti onun tutarlılığına engel olur mu – bir yazarın omurgası saydığım tutarlılığına? Jane Eyre'den alıntıladığım paragraflarda öfkenin, romancı Charlotte Brontë'nin tutarlılığı ile oynadığı belliydi. Kendini hikâyesine bütünüyle vermesi gerekirken onu bırakıp başka derdine düşmüştü. Hak ettiği deneyimlerden yoksun bırakıldığını hatırlamıştı – başını alıp dünyayı gezmek istiyordu o, oysa bir papaz evinde ot gibi yaşayıp çorap yamamak zorunda kalmıştı. Öfkesi yüzünden hayal gücü yolundan sapıyordu ve biz de hissediyoruz bu sapmayı. Ama onun hayal gücünü oraya buraya çekiştiren ve yolundan çeviren daha birçok etki vardı. Örneğin cehalet. Rochester'in portresi karanlıkta çizilmişti. Korkunun onun içindeki etkisini hissederiz; tıpkı bastırılmanın sonucu olan burukluğu, romancının tutkusunun altında usul usul tüten ıstırabı, ne kadar şahane olsalar da bu kitapları acıyla kasılarak daraltan hıncı sürekli hissettiğimiz gibi.

Continue Reading

You'll Also Like

754 70 3
there's no time to figure out if this the right thing to do! just move, don't try to keep your hands clean. that's right, the world is cruel 𝗮𝗻𝗴𝘀...
880K 53K 40
"Demez mi anası, topallığına bakmadan benim kızıma göz koymuş diye? Der. Bu konuyu bir daha açma anne." ****** "Seni yaktım, kül ettim ruhumda; ama y...
1.1K 78 18
Yazar: Virginia Woolf Çeviren: İlknur Özdemir Yayınevi: Kırmızı Kedi - 2012 Karakterlerin iç yaşamının bilinç akışı tekniğiyle iç içe geçtiği Mrs. Da...
4.9K 196 20
Otuz yaşındayken yurdunu ve yurdunun gölünü ardına bırakarak dağa çekildi Zerdüşt. Dağda on yıl zaman zarfında, bıkmadan, usanmadan hep ruhunu dinled...