Kendine Ait Bir Oda

By ClassicsTR

12.5K 636 66

Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf'un 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni yeni açmakta olan Cambridge Üni... More

1
2
3
4
6
7
8
9
10
11

5

524 43 1
By ClassicsTR

ÜÇ

Akşam eve elimde önemli bir açıklamayla, hakiki bir olguyla dönmemiş olmak umut kırıcıydı. Kadınlar erkeklerden daha yoksuldur, çünkü – filan falan. Belki de artık gerçeğin peşinde koşmaktan vazgeçip başıma lav kadar yakıp kavurucu, bulaşık suyu kadar bulanık bir sel halinde fikirlerin yağmasına razı olmalıydım. Perdeleri kapatmak daha iyiydi, dikkatimizi dağıtacak şeyleri dışarıda bırakmak, lambayı yakmak, araştırmayı daraltmak ve fikirleri değil de gerçekleri kayda geçiren tarihçiden, kadınların, bütün çağlar boyunca değil de İngiltere'de, örneğin Kraliçe Elizabeth döneminde hangi koşullarda yaşadıklarını anlatmasını istemek daha iyi olacaktı.

                Görünüşe göre her iki erkekten birinin elinden şiir ya da sone yazmak gelirken neden hiçbir kadının edebiyatın o olağanüstü türünde tek bir kelime bile yazmadığı bugüne dek yanıtı bulunamamış bir muammadır. Kadınlar nasıl koşullarda yaşadılar, diye sordum kendime; çünkü kurmaca yazı, yani imgelemin ürünü olan bir çalışma, çakıl taşı gibi atılmaz yere, bilimse öyle olabilir; kurmaca, örümcek ağı gibidir, çok hafif de olsa yine de dört bir köşesinden hayata tutunur. Çoğunlukla pek fark edilmez bu tutunuş; Shakespeare'in oyunları örneğin, o köşelerde kendiliklerinden asılı gibidirler. Ama örümcek ağını kenara çekince, ağ kenarından takılı kalıp, ortasından yırtılınca, bu ağların soyut varlıklar tarafından havada örülmediğini, acı çeken insanlar tarafından yapıldığını, sağlık ve para ve içinde yaşadığımız evler gibi somut şeylere bağlı olduklarını hatırlarız.

                Tarih kitaplarının durduğu rafa giderek en yenilerden birini çekip aldım: Profesör Trevelyan'ın İngiltere'nin Tarihi kitabını. Bir kez daha 'Kadınlar' başlığını aradım, 'konumu' diye bir bölüm bulup bulunduğu sayfayı açtım. "Eşini dövmek" diye okudum, "erkeğe tanınan bir haktı. Hem alt hem yüksek tabaka tarafından utanmazca uygulanıyordu... Benzer biçimde," diye devam ediyordu tarihçi, "annesiyle babasının seçtiği erkekle evlenmeyi reddeden kız evlat odasına kilitlenebilir, dayak yiyebilir, odada duvardan duvara fırlatılabilirdi, üstelik kamuoyu bu durum karşısında hiç de dehşete düşmezdi. Evlilik sevgiyle ilişkili bir konu değildi, ailenin para hırsına bağlıydı, özellikle de "onurlu" üst tabakada... İki taraftan biri ya da her ikisi daha beşikteyken söz kesilir, neredeyse çocukluktan çıkarken evlendirilirlerdi." Bu okuduklarım 1470 civarındaydı, Chaucer'ın döneminden hemen sonra. Kadınların konumuna değinen bir sonraki bölüm iki yüz yıl kadar sonraydı, Stuart'lar döneminde. "Evlenecekleri kişiyi seçmek hâlâ üst ve orta tabakadan kadınlara tanınan bir ayrıcalıktı, kocanın kim olduğu tayin edildikten sonra erkek, kadının sahibi ve efendisi olurdu, en azından yasalar ve gelenekler elverdiği kadar. Yine de," diye sözünü bağlıyordu Profesör Trevelyan, "ne Shakespeare'in kadınları ne de Verney'ler ve Hutchinson'lar gibi on yedinci yüzyıla ait gerçek anılardaki kadınlar kişilik ve nitelik açısından eksik görünürler." Elbette, düşünecek olursak Kleopatra'nın bir duruşu vardı herhalde; Lady Macbeth'in iradesini kullandığını varsayabiliriz; Rosalind çekici bir kız olmalı diye düşünüyorum. Shakespeare'in kadınlarının kişilik ve nitelik açısından eksik olmadıklarını söylerken sadece gerçeği dile getirmiş Profesör Trevelyan. Tarihçi olmadığımıza göre, biraz daha ileriye gidebilir ve ezelden beri bütün şairlerin bütün yapıtlarında kadınların işaret ışığı gibi yandıklarını söyleyebiliriz – Oyun yazarlarında Clytemnestra, Antigone, Kleopatra, Lady Macbeth, Phèdre, Cressida, Rosalind, Desdemona, Malfi Düşesi; düzyazı yazanlarda, Millamant, Clarissa, Becky Sharp, Anna Karenina, Emma Bovary, Madame de Guermantes – bu adlar insanın aklına üşüşürken 'kişiliği ve niteliği eksik' kadınları düşündürmüyor hiç. Aslında, eğer kadın, sadece erkeklerin yazdığı kurmacalarda var olsaydı, kadının büyük öneme sahip biri olduğunu hayal ederdik; çok farklı; yürekli ve huysuz; muhteşem ve çıkarcı; müthiş güzel ve aşırı derecede çirkin; bir erkek kadar büyük, bazılarına göre erkekten de büyük.(8) Ama bu, kurmacadaki kadın. Aslında, Profesör Trevelyan'ın da işaret ettiği gibi, kadın odasına kilitleniyor, dayak yiyor, oraya buraya fırlatılıyordu.
               
(8)'Kadınların neredeyse Doğu'ya özgü bir baskı altında, odalık ya da köle gibi tutuldukları Athena kentinde sahnede Clytemnestra ve Cassandra, Atossa ve Antigone, Phèdre ve Medea ve 'kadın düşmanı' Euripides'in her oyununda ortaya çıkan bütün öteki kadın kahramanlar gibi kahramanların görünmüş olması tuhaf ve hemen hemen açıklanamaz bir gerçek olarak kalır. Ama gerçek hayatta saygın bir kadının sokağa neredeyse tek başına adım atamadığı, ama sahnede kadının erkeğe eşit hatta üstün olduğu bir dünyadaki çelişki için asla tatmin edici bir açıklama sunulmamıştır. Ne olursa olsun, Shakespeare'in eserleri üzerinde son derece baştan savma yapılan bir inceleme (Marlowe ya da Johnson ile olmasa da Webster ile benzer biçimde) Rosalind'den Lady Macbeth'e kadar kadınların bu üstünlüğünü, bu girişimciliklerini ortaya koymaya yeterlidir. Racine'de de aynı şey geçerlidir. Tragedyalarından altı tanesi kadın kahramanlarının adlarını taşır; Hermione ve Andromaque'nin, Berenice ve Roxane'ın, Phèdre ve Athalie'nin karşısına onun hangi erkek kahramanını çıkarabiliriz? Ibsen'de de aynı şey; Solveig ve Nora ile, Hedda ve Hilda Wangel ile, Rebecca West ile boy ölçüştürebileceğimiz erkekler var mıdır?' F. L. Lucas, Tragedy (Tragedya).

                Böylece çok garip ve karışık bir varlık çıkıyor ortaya. Hayal edildiğinde çok önemli; pratikte ise tamamıyla önemsiz. Şiir kitaplarını baştan sona istila etmiş, tarihte ise adı geçmiyor. Kurmacalarda, kralların ve fatihlerin hayatlarına hükmediyor; gerçek hayatta ailesinin parmağına zorla yüzük taktığı herhangi bir delikanlının kölesi. Dudaklarından, edebiyatın en ilham verici sözcükleri, en derin duygularından bazıları dökülüyor, gerçek hayatta okuması yazması neredeyse yok, zor heceliyor sözcükleri ve kocasının malı durumunda.

Önce tarihçileri, sonra da şairleri okuyarak uydurduğumuz bir canavardı bu kuşkusuz – kartal kanatlı bir solucan; et doğranan bir mutfakta hayatın ve güzelliğin ruhu. Hayal etmesi eğlenceli olsa da bu canavarlar gerçekte mevcut değillerdir. Kadını hayata geçirmek için yapılacak şey, aynı anda hem şiir hem düzyazı bağlamında düşünmekti, böylece gerçekten kopulmamış olunurdu – o kadın Mrs. Martin'di, otuz altı yaşında, mavi giysili, başında siyah bir şapka, ayaklarında kahverengi ayakkabılar vardı; ama kurmaca da gözden uzak tutulmamalıydı – o kadının, içinde her türlü ruhun ve gücün dolaşıp sürekli yanıp söndüğü bir kazan olduğu gerçeği. Ancak bu yöntemi Elizabeth dönemi kadınında denediğiniz an aydınlanmanın bir kolu başarısız kalır; olguların azlığı engeller bizi. O kadın hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olamayız, tamamı doğru ve önemli bilgiler edinemeyiz. Tarihte adı pek geçmez. Tarihin kendisi için ne anlama geldiğini görmek için tekrar Profesör Trevelyan'a döndüm. Kitabındaki bölüm başlıklarına bakınca şunları buldum –

                "Malikâne ve Açık Arazide Tarım Yöntemleri... Sistersiyanlar ve Koyunculuk... Haçlı Seferleri... Üniversite... Avam Kamarası... Yüzyıl Savaşları... Güller Savaşı... Rönesans Âlimleri... Manastırların Kaldırılması... Tarımdaki ve Dindeki Sürtüşmeler... İngiliz Deniz Gücünün Kaynakları... Donanma..." vs. Ara sıra bir kadının adı geçer, bir Elizabeth'in ya da bir Mary'nin; bir kraliçe ya da önemli bir hanımefendinin. Ama aklından ve kişiliğinden başka meziyeti olmayan orta sınıftan kadınlar, bir araya getirildiklerinde tarihçinin geçmişe dair görüşünü oluşturan büyük hareketlerin hiçbirinde yer alamazlardı. O kadına anekdotlarda da rastlayamayız. Aubrey pek söz etmez ondan. O kadın ne hayatını yazar ne de günlük tutar; sadece bir avuç mektubu kalmıştır geriye. Kendisi hakkında hüküm verebilmemizi sağlayacak ne bir oyun ne de bir şiir bırakmıştır. İnsanın istediği, diye düşündüm –ve neden Newnham ya da Girton'daki parlak bir öğrenci sağlamaz bunu– bir miktar bilgidir; o kadın kaç yaşında evlenirdi; genelde kaç çocuğu olurdu; evi nasıldı, kendine ait bir odası var mıydı; yemekleri o mu pişirirdi; bir hizmetçisi var mıydı? Bütün bu bilgiler bir yerde vardır, bölge kilisesinin kayıtlarında ve hesap defterlerinde olabilir; Elizabeth dönemindeki ortalama kadının hayatı bir yerlere serpilmiş olmalı, keşke biri toplayabilse onu ve bir kitap hazırlayabilse. O ünlü okulların öğrencilerine tarihi yeniden yazmalarını önermeyi aklımın ucundan bile geçiremem, diye düşündüm, olmayan kitapları bulmak amacıyla raflara göz gezdirirken, oysa tarihin sık sık biraz tuhaf, gerçekdışı, dengesiz göründüğünü biliyorum; ama tarihe neden bir bölüm eklemesin o öğrenciler, elbette göze çarpmayan bir ad vermeliler ki o bölüme kadınlar orada yakışıksız görünmesinler. Çünkü sıklıkla büyük insanların hayatlarında şöyle bir gözümüze çarparlar, sonra geri plana kaçarlar, göz kırpışlarını, kahkahalarını, belki de bir gözyaşını gizleyerek, diye düşünürüm bazen. Ne de olsa Jane Austen'dan pek çok hayat vardır elimizde; Joanna Baillie'nin tragedyalarının Edgar Allan Poe'nun şiiri üzerindeki etkisini yeniden gözden geçirmek pek de gerekli değil gibi; bana kalırsa, Mary Russell Mitford'un evleri ve uğrak yerleri en az yüz yıl halka kapalı kalsa hiç umurumda olmazdı. Raflara yeniden göz gezdirirken, asıl esef edilecek olan, diye devam ettim, on sekizinci yüzyıldan önce kadınlar hakkında bir şey bilinmiyor olması. Şu ya da bu yönden ele alabileceğim hiçbir örnek yok kafamda. Kadınların Elizabeth döneminde neden şiir yazmadıklarını soruyorum ancak nasıl bir eğitim aldıklarını bilemiyorum; yazı yazmak öğretiliyor muydu onlara; kendilerine ait bir oturma odaları var mıydı; yirmi bir yaşına gelmeden kaç kadın çocuk doğuruyordu; kısacası sabahın sekizinden akşamın sekizine kadar ne yapıyorlardı. Görünüşe bakılırsa paraları yoktu; Profesör Trevelyan'a göre, çocukluktan çıkmadan, on beşinde ya da on altısında, hoşlansalar da hoşlanmasalar da evlendiriliyorlardı. Bunları gördükten sonra, içlerinden birinin ansızın Shakespeare'in oyunlarını yazmasının son derece garip olacağına karar verdim ve artık hayatta olmayan o yaşlı beyefendiyi düşündüm, sanırım piskopostu, geçmişteki, şimdiki ya da gelecekteki hiçbir kadının Shakespeare'in yeteneğine sahip olamayacağını söylemişti. Bu konuda gazetelere yazılar göndermişti. Bilgi almak için kendisine başvuran bir hanıma, bir tür ruha sahip olsalar bile kedilerin cennete gitmediklerini söylemişti. Şu yaşlı beyefendiler insanı fazla düşünmekten nasıl da kurtarıyorlardı! Onlar yaklaşınca cehaletin sınırları nasıl da geriliyordu! Kediler cennete gitmez. Kadınlar Shakespeare'in oyunlarını yazamaz.

                Böyle de olsa, rafta duran Shakespeare'in eserlerine bakarken elimde olmadan piskoposun en azından bu konuda haklı olduğunu düşündüm; bir kadının Shakespeare'in yaşadığı çağda Shakespeare'in oyunlarını yazması kesinlikle ve asla mümkün olmazdı. Gerçeklere ulaşmak pek zor olduğundan, hayal kuralım ve diyelim ki Shakespeare'in çok yetenekli bir kızkardeşi vardı, adı da Judith'ti. Çok muhtemeldir ki Shakespeare ortaokula gitmiştir –annesine para kalmıştı–, orada Latince –Ovid, Vergilius ve Horace–, ayrıca gramerin ve mantığın esaslarını öğrenmiştir. Yaramaz bir çocuk olduğunu biliyoruz, tavşan avlar, belki geyik de vururdu ve çok genç yaşta yöredeki kadınlardan biriyle evlenmişti, kadın da ona yakışık almayacak kadar kısa bir sürede bir çocuk doğurmuştu. Bu çılgınlığın arkasından, şansını aramak için Londra'ya gitmişti. Anlaşıldığına göre tiyatrodan anlıyordu; işe sahne kapısında nöbet tutarak başladı. Çok geçmeden tiyatroda bir iş buldu, başarılı bir oyuncu oldu, hayatın içinde yaşamaya başladı, herkesle tanışıyor, herkesi tanıyor, sanatını sofralarda icra ediyor, yaratıcılığını sokaklarda uyguluyor, hatta kraliçenin sarayına bile girebiliyordu. Olağanüstü yetenekli kız kardeşinin de o arada evde kaldığını varsayalım. O da ağabeyi kadar maceraperest, hayalperestti ve dünyayı görmeye can atıyordu. Ama okula gönderilmemişti. Dilbilgisi ve mantık öğrenme şansı yoktu, nerede kalmış Horace ve Vergilius okuması. Ara sıra eline bir kitap alır, belki de ağabeyinin kitaplarından birini, ve birkaç sayfa okurdu. Ama sonra annesiyle babası gelir, çorapları yamamasını, ya da ocakta pişen yahniye bakmasını, kitaplarla kâğıtlarla oyalanmamasını söylerlerdi. Kesin ama nazik konuşurlardı, çünkü bir kadının hayatının hangi koşullar altında geçtiğini bilen ve kızlarını seven düzgün insanlardı – gerçekten de büyük olasılıkla babasının gözbebeğiydi kız. Belki de elma deposunda gizli gizli birkaç sayfa doldurmuştu yazılarıyla, ama dikkatli davranıp onları saklıyor ya da yakıyordu. Ancak çok geçmeden, daha yirmi yaşına varmadan, komşularından bir yün tüccarının oğluyla nişanlanacaktı. Evlilikten nefret ettiğini haykırdı ama bu yüzden babasından sıkı bir dayak yedi. Sonra babası onu azarlamaktan vazgeçti. Bunun yerine kızından kendisinin kalbini kırmamasını, bu evlilik yüzünden kendisinin yüzünü kara çıkarmamasını istedi. Ona bir dizi inci ya da güzel bir iç etek vereceğini söyledi; gözlerinde yaşlar vardı bunu söylerken. Nasıl itaat etmesindi babasına? Kalbini nasıl kırsındı? Ama yeteneği zorluyordu onu, bu yüzden işe girişti. Nesi varsa küçük bir çıkın yaptı, bir yaz gecesi iple penceresinden aşağı indi ve Londra'nın yolunu tuttu. On yedisine bile basmamıştı. Çalılarda şakıyan kuşlar ondan daha ahenkli değildiler. Çabucak hayal kurabiliyordu, tıpkı ağabeyi gibi o da sözcükleri ezgiye dönüştürebiliyordu. Onun gibi tiyatrodan anlıyordu. Tiyatronun kapısına dikilip rol almak istediğini söyledi. Erkekler yüzüne güldüler. Şişman, boşboğaz bir adam olan tiyatro müdürü ağzı açık bakakaldı. Dans eden kanişler ve sahneye çıkan kadınlar hakkında bir şeyler geveledi, hiçbir kadın, dedi, bir aktris olamaz. Neler ima ettiğini tahmin edebilirsiniz. Yeteneğini geliştiremedi Judith. Bir handa akşam yemeği yiyip geceleri sokaklarda dolaşabilir miydi peki? Onun kurmacaya yeteneği vardı, kadınlarla erkeklerin hayatlarını ve hareket tarzlarını inceleyip beslenmek için yanıp tutuşuyordu. Sonunda –çünkü çok gençti, şair Shakespeare'e çok benziyordu yüzü, aynı kurşuni gözler ve kavisli kaşlar–, sonunda oyuncu menajeri Nick Greene ona acıdı; o beyefendiden bir çocuğu oluverdi ve böylece –eğer bir kadının bedenine hapsolursa ve oraya karışırsa, şairin kalbindeki sıcağı ve coşkuyu kim ölçebilir?– bir kış gecesi kendini öldürdü, şimdi otobüslerin Elephant ve Castle dışında durdukları yerde, bir kavşakta gömülüdür.

                Eğer Shakespeare döneminde bir kadın Shakespeare'in yeteneğine sahip olsaydı hikâye aşağı yukarı böyle olurdu, diye düşünüyorum. Ancak ben merhum piskoposla aynı fikirdeyim – Shakespeare'in zamanında bir kadının onunki gibi bir yeteneğe sahip olması mümkün değildi. Çünkü Shakespeare gibi dâhiler çalışan, eğitimsiz, alt sınıftan insanların arasından çıkmazlar. İngiltere'de, Saksonların ve Britonların arasından çıkmadı. Bugün de işçi sınıfından çıkmaz. O zaman, Profesör Trevelyan'ın anlattığına göre çocukluktan çıkar çıkmaz işleri başlayan, aileleri tarafından buna zorlanan, yasaların ve geleneklerin zoruyla bundan kaçamayan kadınların arasından nasıl çıksın? Yine de kadınların arasında, tıpkı işçi sınıfındaki gibi büyük yetenekler mevcut olmuş olmalı. Arada sırada Emily Brontë ya da Robert Burns gibi biri çıkıp bunu kanıtlar. Ama kuşkusuz kâğıda geçirilmemiştir bu yetenek. Bununla birlikte sindirilen bir cadı ya da içine cin giren bir kadın, şifalı ot satan bir bilge kadın, hatta çok dikkat çeken bir erkeğin annesi hakkında yazılanları okuyunca, o zaman kayıp bir romancının peşinde olduğumuzu düşünüyorum, sesini duyuramamış bir şairin, konuşmayan ve tanınmamış bir Jane Austen'ın ya da kırlarda kafa patlatan ya da yerleri silen, anayolların çevresinde ot biçen, yeteneği yüzünden çektiği eziyetle çıldıran bir Emily Brontë'nin. Altına imzasını atmasa da pek çok şiir yazmış olan Anon'un kadın olduğunu düşünürüm sık sık. Edward Fitzgerald, sanırım, baladları ve halk şarkılarını yazanların, onları çocuklarına mırıldananların, ördüğü örgüleri ya da uzun kış gecelerini onlarla şenlendirenlerin bir kadın olduğunu öne sürmüştü.

                Bu doğru da olabilir, yanlış da –kim bilebilir?– ama Shakespeare'in kızkardeşi hakkında uydurduğum hikâyemi gözden geçirirken bana doğru gelen şuydu: On altıncı yüzyılda büyük bir yetenekle doğan her kadın mutlaka delirirdi, kendini vururdu, ya da köyün dışındaki ıssız bir kulübede geçirirdi hayatının son günlerini, yarı cadı yarı büyücü sanılır, korkulur ve alay edilirdi. Yeteneğini şiirde kullanmayı denemiş olan üstün yetenekli bir kızın başkaları tarafından kösteklenip engellenince, acı çektirilince, kendi çelişkili dürtülerinin arasında kalınca ruh ve beden sağlığını mutlaka kaybedeceğine emin olmak için psikoloji konusunda uzman olmak gerekmez. Şiddet görmeden; akıldışı olabilir ama acılar çekmeden hiçbir kız Londra'ya gidip bir tiyatronun sahne kapısında duramaz ve aktör-yönetmenlerin karşısına çıkamazdı – çünkü iffet bazı toplumların bilinmeyen nedenlerle uydurduğu bir fetiş olsa bile bir kadının öyle olması istenirdi. O dönemde, hatta bugün bile, iffetin bir kadının hayatında dinsel bir rolü vardır, sinirlerle ve içgüdülerle öylesine sarılıp sarmalanmıştır ki onu kesip almak, gün ışığına çıkarmak büyük cesaret ister. On altıncı yüzyılda Londra'da serbest bir hayat sürmek, şair ve oyun yazarı olan bir kadını ölüme götürebilecek bir baskı ve çıkmaz anlamına gelirdi. Hayatta kalsa bile, ne yazdıysa hastalıklı bir zihinden çıkmışçasına çarpıtılır, biçimi bozulurdu. Ve kuşkusuz, diye düşündüm, kadınların yazdığı hiçbir tiyatro oyunu bulunmayan rafa bakarken, eserlerinin altına imzasını atmazdı. Böyle bir çözüme sığınırdı mutlaka. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bile kadınların anonim kalmasını gerektiren iffet duygusunun yadigârıydı bu. Currer Bell, George Eliot, George Sand, yazdıklarının kanıtladığı üzere hepsi de içlerindeki mücadelenin kurbanı olan bu kadınlar, erkek adı kullanarak, beyhude bir çabayla, kendilerini gizlemeye çalıştılar. Böylece de, karşı cins tarafından konulmuş olmasa da onun tarafından bolca desteklenen geleneğe, yani kadınların ünlü olmasının (Perikles, kadının esas onurunun hakkında konuşulmaması olduğunu söylemiştir, oysa kendisi hakkında çok konuşulurdu,) iğrenç bir şey sayılmasına biat ettiler. Anonim olmak, kadınların kanında var. Gizli kalma arzusu hâlâ tutsak etmekte onları. Şimdi bile ünlü olmaya erkekler kadar meraklı değillerdir, genel konuşursak, üzerine adlarını kazımak için dayanılmaz bir arzu duymaksızın bir mezar taşının ya da işaret levhasının yanından geçerler, oysa Alf, Bert ya da Chas olsa, güzel bir kadının, hatta bir köpeğin geçtiğini görünce, ce chien est à moi9 diye mırıldanan içgüdülerini dinler. Ve elbette, köpek olmayabilir, diye düşündüm, Parlamento Meydanı'nı, Kuşatma Caddesi'ni ve öbür caddeleri hatırlayarak; bir toprak parçası ya da kıvırcık siyah saçlı bir erkek de olabilir. Kadın olmanın en büyük avantajlarından biri, çok güzel bir siyah kadının yanından bile, onu bir İngiliz kadını yapmak için istek duymadan geçebilmektir.

(9)    (Fr.) Bu köpeğin sahibi benim. (ç.n.)

  Demek ki on altıncı yüzyılda şairlik yeteneğiyle dünyaya gelen o kadın, mutsuz bir kadındı, kendisiyle mücadele eden bir kadındı. Hayatının bütün koşulları, bütün içgüdüleri, beynin içinde ne varsa serbest bırakmak için ihtiyaç duyulan ruh haline düşmandı. Yaratma eylemine en elverişli olan ruh hali hangisidir, diye sordum. O tuhaf eylemi mümkün kılan ve geliştiren bir ruh hali edinebilir mi insan? Bu noktada Shakespeare'in tragedyalarının bulunduğu kitabı açtım. Örneğin, Kral Lear'i ve Antonius ve Kleopatra'yı yazarken nasıl bir ruh hali içindeydi? Şiire, gelmiş geçmiş en uygun ruh hali içindeydi mutlaka. Ama Shakespeare'in kendisi bu konuda bir şey söylememişti. Onun bu konuda 'asla birkaç satır karalamadığını' tesadüfen biliyoruz. Belki de on sekizinci yüzyıla kadar sanatçılar içinde bulundukları ruh halinden hiç söz etmezlerdi. Belki de bunu başlatan Rousseau idi. Her ne olursa olsun, on dokuzuncu yüzyılda özbilinçlilik öylesine gelişmişti ki edebiyatçılar ruh hallerini itiraflarında ve özyaşamöykülerinde dile getiriyorlardı. Onlar öldükten sonra hayatları kaleme alınıyor, mektupları yayınlanıyordu. Böylece, Shakespeare'in, Kral Lear'i yazarken neler yaşadığını bilmesek de Fransız İhtilali'ni yazarken Carlyle'ın neler yaşadığını biliyoruz; Flaubert'in Madame Bovary'yi yazarken neler yaşadığını da; yaklaşan ölümü ve dünyanın kayıtsızlığı karşısında şiir yazmaya çalışan Keats'in neler yaşadığını da.

                İtiraflardan ve kendini çözümlemelerden oluşan bu devasa modern edebiyata bakınca, dahice bir şey yazmanın hemen hemen her zaman muazzam bir güçlük içerdiğini öğreniyoruz. Yazılanların, yazarın zihninden eksiksiz ve bütün olarak çıkma olasılığı pek zayıf. Genellikle somut koşullar engeller bunu. Köpekler havlar; insanlar çalışmayı böler; para kazanmak gerekir; sağlık bozulur. Ayrıca, bütün bu güçlükleri hızlandıran ve tahammül etmeyi zorlaştıran başka bir şey de dünyanın açıkça görülen kayıtsızlığıdır. Dünya, insanlardan şiir, roman ve öykü yazmalarını istemez; bunlara ihtiyacı yoktur. Flaubert'in doğru sözcükleri bulup bulmadığı ya da Carlyle'ın şu ya da bu olguyu titizlikle doğrulayıp doğrulamadığı umurunda değildir. Doğal olarak, istemediği şeyin bedelini de ödemez. Böylece yazar, Keats, Flaubert ve Carlyle, özellikle gençliğinin yaratıcı yıllarında, her açıdan umutsuzluğa kapılır, cesareti kırılır. Ruh çözümlemeleriyle, itiraflarla dolu o kitaplardan beddualar, ıstırap çığlıkları yükselir. 'Büyük şairler acılarında ölürler.'(10) O şairlerin şiirlerindeki ana konu budur. Bütün bunlara rağmen ortaya bir şey çıkması mucize olur ve herhalde hiçbir kitap, kitap olarak doğarken, yazarın aklına düştüğü anki kadar eksiksiz ve sağlam değildir.
               
(10) William Wordsworth, İngiliz şair (1770-1850), Cesaret ve Bağımsızlık adlı şiirinden (ç.n.)

Continue Reading

You'll Also Like

29.5K 1.8K 10
Irene Wagner'in sevdiği bir kocası, iki çocuğu ve rahat bir hayatı vardır. Ancak kolay elde edilmiş bir hayatla mutlu bir şekilde baş etmek her zaman...
792 60 76
Stendhal'in yaşanmış bir ya da iki olayı birleştirerek kaleme aldığı bu romanın baş kahramanı Julien Sorel'in yazar ile birçok yönden örtüştüğü söyle...
1.1K 82 18
Yazar: Virginia Woolf Çeviren: İlknur Özdemir Yayınevi: Kırmızı Kedi - 2012 Karakterlerin iç yaşamının bilinç akışı tekniğiyle iç içe geçtiği Mrs. Da...
69.1K 5.4K 55
On yaşında öksüz kalan Jane Eyre, kendisini hiçbir zaman sevmeyen, ancak kocasının vasiyeti üzerine bakımını üstlenen yengesiyle zor bir yaşam sürmek...