Rüzgârınla Kal

Bởi JayAckles

26.4K 973 383

Güneş batıyordu. Deniz çekiyordu içerisine büyük ışıltıyı, alizarin rengini alıyordu gök. O rengin içerisinde... Xem Thêm

Bölüm 1: Güneş Vedada
Bölüm 2: Yağar Yağmurla Zaman
Bölüm 3: Birikmiş Yapraklar
Bölüm 4: Yedinci Bank
Bölüm 5: Esinti
Bölüm 6: Anahtar
Bölüm 7: Sokak
Bölüm 8: Masal
Bölüm 9: Vakit
Bölüm 11: Yolcu Nehirler
Bölüm 12: Uzak Yakın Rüya
Bölüm 13: Günebakan
Bölüm 14: Karşı Kaldırımdaki Gerçek

Bölüm 10: Varmak

688 37 31
Bởi JayAckles

Uykunun en keyifli saatlerinde sere serpe yatıyordu. Kasımın ilk pazarının keskin sabah güneşi hiç kaçınmadan odaya hücum edince rahatsız olup hareketlendi. Dün gece, sobalı büyük oda yerine kendi odasına geçmeyi ve özlediği yatağında uyumayı koymuştu aklına. Tabii odası buz gibiydi, kat kat giyinse de, paçalarını çoraplarının içine sokup ayaklarını birbirine sürtse de uzun süre faydasını görememişti bunların, ısınamadan uykuya dalmıştı, ara ara gözlerini açtığında bile hâlâ soğuktu her bir yanı.

Ayılmamak için kolunu gözlerine siper etti, ancak o zaman, kolunun dışarı çıktığı anda donmasıyla anladı ki burnuna kadar çektiği yorganın altı sıcacık olmuştu, nefesiyle ısıtmıştı kendini. Yorgan soğuk bir duvar işlevindeydi yalnızca. Bu zamana dek buna benzer çok insan tanıdığını düşündü, duvar duvar insan, insan insan duvar, duvar gibi insanlar. Mantığının ötesinde ipsiz sapsız düşüncelere daldığına göre uyanıyordu işte, bu kadardı, güneş yapmıştı yapacağını.

Kolunu yeniden yorganın içine soktu, cesaret edip kalkması zaman alacak gibiydi. Yastığı dikleştirip ona uyum sağlarken gözlerini iyice açıp kırpıştırdı, başının yükselmesiyle denizi görebiliyordu artık. Daha dikkatli bakınca beyaz perdenin kıpırdanışını sezdi, pencereyi ne ara açtığını anımsayamadı, üşümüştü ama olsun, iyi ki de açmıştı. O sırada şaşılacak bir hızla doğruldu, yere sarkıttığı ayaklarına, yatmadan önce ağızlarını yatağa çevirdiği terlikleri geçirdi. Üzerindekinin fermuarını, yakası çenesinin çevresini saracak biçimde çekti. Ayaklanıp rüzgârın kıyısına gitti, perdeyi yana kaydırıp pencereyi tamamen açtı. Duraklamadan esti suratına, tepesindeki dağınık saçlar uçuştu. Tümsekleri pembeleşmiş ellerini pervaza dayayıp tertemiz havayı içine çekti. Biraz daha öne eğilip etrafa göz atınca pencerenin önüne kim bilir ne zaman koyduğu nane saksısına rastladı, toprakla birlikte çürümüştü içindeki. Bir şeylerin yitip gitmesine çoktandır alışıktı ama bu savunmasızca yok olmuş naneler, yabancı bir sızı bıraktı yüreğine. Minik yaprakların ölümü, Cahit'in içine köksüz bir yaşam bahşetmişti. Deniz bu yana koşan rüzgârın kovasına sertlik katınca gözlerini kapattı, yeniden yaşadı.

"Yalan söyledim, ödeştik."

Hayretler içinde kalan Cahit, ne olup bittiğini tam manasıyla kavramak için uğraşmadı. Bunun yerine şemsiyeyi açıp yukarı doğru kıvrılan kolu kavradı, tam ortada bir yere hizaladı çatılarını.

Adımlarının ve yağmur damlalarının yankıları dışında oluşan sessizlikte Zühre içinden gülüyor olmalıydı, yüzüne bakabilseydi belki dudağında da görürdü gülüşünü. "Ben yalan söylemedim ki sana." diyerek sonunda attı ağzındakini, muzip bir kibirle başını kaldırmış, doğruca sokağın ucundaki karanlığa bakıyordu.

"Ne?" diye dönüverdi Zühre, dudağının kenarında gerçekten de yarım bir tebessüm kalmıştı. "Güldürme beni."

"Zaten gülüyorsun." derken Zühre'ye hâlâ bakmıyordu. "Ayrıca, diyorum, sana yalan söylemedim; yalan söylemek zorunda kaldım."

"Yalanın hiçbir zorunluluğu olamaz."

"O zaman, yalan hiçbir koşulda ödeşmek için kullanılamaz, bunu da savunur musun?"

İki çift göz parıl parıldı loş sokağın göbeğinde, sokak zararsız bir sürüngen gibi eşlik ediyordu onlara. Oynuyorlardı birbirleriyle fakat sahici bir oyundu bu, saklanamaz ve kandıramazlardı, tüm hislerini ve fikirlerini misliyle üstleneceklerdi.

"Yine de özür dilerim," Biraz olsun toparladı. "Açıklanmak üzere söylenmiş yalanım için." Çenesini indirdiğinde oyun içindeki oyununu sonlandırmıştı. "Belki ileride..." Yavaşladı, yarıda bıraktığı cümlesini geceye üfledi.

Zühre utanmıştı, havada kalan sözcükleri eşelemedi. "Omzum ıslanıyor." deyince Cahit şemsiyeyi ona adamakıllı yaklaştırdı. Bir an için konuyu değiştirdiğini sansa da ikisi de daha büyük, daha sırlı bir hayale sürüklenmişti. Sarılmak ve sığınmak istiyorlardı, olacak iş miydi?

"Şimdi de senin omzun ıslanıyor." Kıkırdadı. Sesi sokaktan silindiğinde yüzleri karşı karşıyaydı, göz göze yürümeye devam ediyorlardı. "Cahit," İşaret etti. "Omzun ıslanıyor."

Omuz silkti. "Kuru kuruya yürüyemeyiz, ikimizden biri mutlaka ıslanacak."

Biri söylediği, öteki duyduğu şairane cümlenin etkisiyle sustu, ardından kahkahayı bastılar, bastılar da ikisi de farkındaydı anlamlı gerçekliğin. İç taraftaki kolları durmadan değiyordu. Sokak, kalplerinin de aynı anda attığına yemin edebilirdi.

Kadın yolu bile bile uzattı, adam sorgusuz sualsiz yürüdü fakat her yol, bir yenisine bağlansa da mutlaka son bulurdu, her yol taşıdığı sonla var olurdu ve son cümleler daima ezberde kalırdı.

Zühre evine geldiklerini belli etmek istercesine sol topuğunun üzerinde Cahit'e döndüğünde yağmurun altında kaldı, şemsiyenin dışına çıktığını anlayamadı. Gülümseyişi içten değildi, kendine acır bir hâli vardı. Bu gece, burada bitecek ve hiç yaşanmamışçasına geçmişe yamalı kalacak diye ödü kopuyordu.

Cahit'in kaşları kalktı. "Geldik mi? Ne çabuk geldik ya. Saat kaç olmuş?" Sol bileğini kaldırdı, saat takmayı hiç sevmediğini ve hâliyle bileğinde saat olmadığını unutup. Mahcubiyetle yeniden Zühre'ye baktı. "Kaç olmuş?"

Dişleri göründü. "Hayret bir şey, sen saatçi değil misin, nasıl saatin olmaz?"

"Bazen takıyorum ama rahatsız ediyor." Göğsü hızlandı. "Seninkinden bakar mısın?"

"Bu kadar önemli mi vakit?"

"Yo." Çenesini ovaladı. "Saat takmamam değil de saatçi olup vakti durduramamam daha aptalca değil mi?"

Meseleyi vakte oturtup vakit kazanıyorlardı. Samimiyetleri dükkândan buraya artmış, artmış ama burada donuvermişti. Garip bir vaziyetti içine düştükleri. Yolun başındaki iki yabancı, yolda iç içe giren iki nehre dönüşmüşken işte burada ayrılmak zorundaydı birbirinden. Ruhen katiyen uzaklaşamazlardı, öyle bir şey değildi; daha çok, güçlenebilmek için üstlerine yaptıkları barajlara evrilmiş gibilerdi.

"Seni buraya kadar yordum." dedi kadın. "Kusura bakma, ıslandın bir de."

Adam, kadının bu söyleyeceğine hazırmış gibi atıldı. "Yürümeyi sevdiğimi söylemiştim sana."

"Evet. Ben de yalnız yürümeyi hiç sevmezdim. Çok teşekkür ederim." Tırnaklarını avucunun içine batırarak karşısındakinin gözlerine süzüldü, süzüldüğü yere konunca kalbindeki tutuşmayı hissetti.

Cevap vermedi, öylece bakıyordu kadına, kadın anlıyordu onu. Duyuyorlardı birbirlerini hiç konuşmadan.

"Şemsiye sende kalsın." dedi bir adım daha uzaklaştığında. "İyi geceler Cahit."

Ses çıkarmadan başını belli belirsiz öne eğip şemsiyeyi daha sıkı tuttu.

Evin dış kapısını açıp içeri girdikten sonra elinde anahtarla duruldu, dönüp son kez Cahit'e baktı. "Seninle hiç tanışmamış olsaydık acaba başka türlü nerede, nasıl tanışırdık?" Cevabını beklediği bir soru değildi, hatta sanki Cahit'e de değil, kendine sormuştu, sesli düşünmüştü. Kapıyı sessizce kapattığında silüeti kapının buğulu camındaydı.

Hapşırdı, o esnada görememişti ama Zühre içeride hapşırığı duyup bir kez daha durmuştu. Sulanmış gözleri berraklaştı, camın ardını görmeye çalıştı, girişteki ışık çoktan sönmüştü. "Biz seninle zaten çok kez tanıştık." diye fısıldadı. "İyi geceler Zühre."

Elleri ceplerinde eve vardığında yoğun bir huzur yüreğine serpilmişti. Yolları iyice kazımıştı hafızasına, Zühre'nin evini öğrenmenin ferahlığındaydı. Sobanın üzerine ıhlamur dolu cezveyi bırakırken sabahki rüyasını hatırladı: Bir kadın vardı karşısında, soğuktan çatlamış ellerini uzatıyordu. Yüzü silikti ama Cahit için Zühre'den başkasına ait değildi eller. Avucunun içine aldığı elleri zedeli yerlerinden öptü, o an duyduğu şefkati uyandığında da hissetmişti.

İkisi de günlerce uyumuş gibi dinçti gecenin bu saatinde, durmadan gülümsüyorlardı. Cahit çareyi yeni bir mektuba gömülmekte bulmuştu, üstelik bir ara aklını yitirmişçesine kâğıdıyla, kalemiyle balkona çıkmıştı. Kaleminin ucuna, yırtıp attığı son mektuba dair bir özür iliştirmişti. Aynı zamanda her şeyin böylesine hızlanması korkutuyordu, bu korkusu biçimlenip sözcüklerine dökülüyordu yeni mektupta. Zühre'yse hemen karşısındaki duvarda asılı tabloya dalıp gitmişti. İki yanı yabani otlarla dolu ufacık bir boğazdan geçip denize açılan, belki de denizden dönen bir kayık vardı, gün batımı göğü turunculaştırmıştı. Teyzesi vermişti bu tabloyu, herkesin baktıkça ürperdiği, herkese kasvet veren tablo Zühre'yi rahatlatıyordu. Kayığın içine uzanıp gitmek ama nerelere, nasıl; boşluğa teslim olmak ama neden?

Geçen iki hafta boyunca ondan uzak durarak -durduğunu sanarak- arındırmıştı hislerini, onu tertemiz sevebilmek için aklında yatan diğer pislikleri yok ettiğinden emin olmak istemişti. Fakat bunu yaparken Cahit çoktan zihninin her yanını kaplamıştı, tıpkı bu tablo gibi asılmıştı her yana. Bunun farkına varması da uzun sürmedi. Şuurlu bir kayboluşun içindeydi. Bir yerlere bağlandığı her ipi kesiyor, geçtiği yollara iz bırakabilecek her şeyi elinden atıyordu. Bu kayboluşun ceplerinde bir kurtuluş taşıyordu. Acımasızca görünebilir ama yaşarken zaten farkında olunmaz: İnsan insanın bilhassa merdivenidir. En güzel manzaralara ve insanlara varabilmek için ötekilere basılır, ötekilerden çıkılır, ötekiler geçilir. Sonunda şu kayığın içinde ışık saçar gözler, artık varılmıştır varılacağa.

Gözlerini açtı tatlı bir masaldan koparılırcasına feryat ederek. Saksıyı oradan alıp öksüre öksüre pervazdan ayrıldı, odaya döndü. Ağzında tat kalmamıştı, boğazı öksürürken neredeyse patlayacaktı. Çöken yüzünü, özensizce uzamış sakallarını görmemek için aynaya bakmadı.

Bir hafta geçip gitmişti. Pazartesi gecesinden sonra onu tekrar göreceğinden emindi. Nitekim Zühre çarşamba günü dükkâna gelmişti ama ne saatlerin ne de şemsiyenin bahsi açılabilmişti. Çünkü sessiz sedasız kuyumcuya girip Cahit için Ömer'e sefer tasında çorba bırakmıştı ve Cahit'i görmeden ayrılmıştı oradan. Sefer tasının üzerindeki kâğıtta "İyi yaşa." yazıyordu. Cahit Ömer'e kızdı, Ömer yapabileceği bir şey olmadığını söyleyerek isyan etti, kadını kollarından tutup bağlayacak mıydı? Evine gidecek hâli yoktu, beklemek zorundaydı. Gün geçtikçe daha büyük bir umutla bekler olsa da cuma günü yatağa düştü, dükkâna gidemedi. Yakınlarda yüzen yunuslar gibi bir görünüp bir kayboluyorlardı hayatlarında.

Mutfağa gittiğinde saksıyı olduğu gibi çöpe attı, o saksıdan da hayır gelmezdi, öyle eskimişti. Bir bardak ılık su içti, başka da bir şey yiyemedi.

Aynı dakikalarda Zühre, cuma günü Ömer'den aldığı ev adresini bulmaya çalışıyordu. Yapacağı şey değildi fakat sabrı kalmamıştı, böyle olacağını bilse çorbayı kendi elleriyle verirdi Cahit'e. Bir elinde çantası ve dopdolu bir poşet, diğer elinde adres yazan kâğıtla taksiciye laf anlatıyordu.

Cahit Ekrem, sobayı yakmalıydı. Onca kıyafetinin üzerine bir de kalın ceketini giyip dışarı çıktı, kömür poşetleri hazırdı ama biraz odun kırması gerekiyordu.

Ben yürüyorum Zühre, sana doğru, seninle, bana doğru, bizimle. Seni kendime katıp kendimden sana varmak ve yeniden dönmemek çorak arazilere...

Đọc tiếp

Bạn Cũng Sẽ Thích

775K 43.8K 36
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
ZEMHERİ Bởi yudumsucan

Tiểu Thuyết Chung

38.8K 2K 9
Zemheri babası tarafından zorla evlendirilen bir kızdı. Akay ona yıllarca aşık bir adamdı. Zemheri Akay'ı sevecek mi?
GÖLGESİZ Bởi Ssibellasibell

Tiểu Thuyết Chung

763K 44K 24
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...
152K 6.6K 29
siz: askerim biçim biçim siz: ölürüm asker için siz: teröristler bana düşmandır siz: asker sevdiğim için Siz: çevik asker giderken siz: teröristler ç...