İNTİKAM; Gazze'nin Kuşları

Von kremalikrep

19.3K 1.2K 482

Bir gazeteci kızı... Bir bomba... Bir genç... Ve kuşlar.. Geleceğe dönük, uzun vadeli ve uluslararası bir int... Mehr

İNTİKAM; Gazze'nin Kuşları
Endişe , Bomba ve Kuşlar...
Macera, Son ve Kuşlar...

Boşluk, Acı ve Kurtuluş...

2.8K 282 151
Von kremalikrep

Kliniğin büyük yer karolarını donuk ve ifadesiz suratımla izlerken etraftaki aşırı steril kokuyu ciğerlerime çekiyordum. Annemin psikiyatrist arkadaşının kliniğinin bekleme salonunda hafif aralık kapıdan gelen sesleri dinliyordum. Annemin son bir aydır sesinden eksik etmediği endişe ve ağır çaresizlikle konuştuğunu duyuyordum.

"...Ahh ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Yemiyor. İçmiyor. Uyumuyor. Uyuduğu kısacık anlarda çığlık çığlığa, kan ter içinde uyanıyor. " dedikten sonra sesi kısılırken "Ve hala konuşmuyor..." dedi. Öyleydi. O günden sonra kendime gelememiştim. O gün babam alelacele bir araba istetmiş ve ilk uçakla ayrılmıştık Gazze'den. Konsolosluğa can güvenliğinin tehlikede olduğunu yazmış ve İsrail hükümetine konuyla alakalı bir mektup göndermişti. Aldığımız cevap ise saldırıda hiçbir basın mensubunun ölmediği için suçlamaları kabul etmedikleri olmuştu.

Belki hiç basın mensubu ölmemişti ama o gün ben ölmüştüm. Ruhum ölmüş gibi hissediyordum. Kollarımın arasında can veren Hasan giderken ruhumu da götürmüştü beraberinde.

Uyuyamıyordum çünkü... Çünkü sanki her uyku aynı sabaha açılıyor gibiydi. Sanki her uyandığımda sarsılarak ve toz duman içinde uyanıyordum. Ve sanki her sabah bir can çıkıyordu avuçlarımın arasından.

Tek yaptığım ifadesiz bir suratla yatakta uzanmak oluyordu. Gözlerimi bile kırpmadan. Konuşmuyordum. Çünkü ağzımı açarsam içimdeki kuşlar kaçardı. Hasan'ın giderken içime hapsettiği kuşlar... Ve o kuşlar hıçkırık olurdu boğazımda. Bir tanesi kanat açarsa göğe, hepsi peşinden giderdi. Duramazdım. Durduramazdım.

"Doktor psikolojik olduğunu söyledi ama terapide bir işe yaramadı. O günden beri tek kelime etmedi. " diye ağır bir çaresizlikle konuşunca arkadaşı ne kadar üzgün olsa da kendini savunmaya geçti. "Üzgünüm hayatım. Ama benimle de konuşmuyor. Sorularımı cevaplamıyor. Bu şekilde onu tedavi edemem." diyince annem kırık çıkan sesiyle konuştu. "En acısı da bu. Konuşmadığı için bir şey soramıyoruz. O çocuk kimdi? Armina ile ne alakası vardı bilmiyoruz. Onun bu halde olması kahrediyor." diye zorlukla konuşurken sona doğru sesi kısılmıştı.

"Yaşadıkları hiç kolay değil. Kucağında biri ölmüş. Böyle olması normal." diye karşılık veren arkadaşına karşın annem ağlayarak konuşmaya başladı. "Çalıştım. Onu korumaya çalıştım. Etkilenmesin diye etrafında olanları sakladık. Böyle acı bir şekilde öğrenmesi...çok acı. Hergün yeterince kahrolmuyormuşum gibi... Orada hergün biri ölüyordu kollarımda... gelen yaralılar...Hastaneye hergün bir sürü yaralı geliyordu. İşim bu ama dayanamıyordum. Onların o hallerini gördükçe Armina'yı daha da korumaya çalışıyordum. Ama şimdi...kendi kızımın bu halini görmek...kahrediyor..." konuşmasını hıçkırıkları bölüyordu.

Son kelimeyle artık hıçkırık sesleri daha net ve aralıksız duyulmaya başlamıştı.

Uzun süren hıçkırık ve teskin sözlerinin ardından annemin çökmüş yüzü kapıda göründü. Kızarmış gözlerine rağmen gülümsemeye çalışıp "Eve gidiyoruz kızım. " dedi. Hiç birşey demeyip ifadesiz yüzümle ayağa kalktım. Onu beklemeden ağır adımlar atmaya başlayınca arkamdan gelen iç çekişini duymuştum.

Arabada giderken arka koltuğa oturmuştum. Başımı cama yaslayıp bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Kuşları görünce acı bir sıvı aktı boğazıma. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Gözümden bir damla yavaşça süzülürken dudaklarımı birbirine bastırdım. Bu...çok, çok acı vericiydi.

Gece yine bir kabusla uyandığımda derin nefesler aldım. Banyoya gitmek için terliklerimi giyip odadan çıktım. Elimi yüzümü yıkamak iyi olabilirdi. Banyoya girmeden oturma odasından gelen ışıklara gözüm takıldı. Kapısına ilerlerken televizyondan gelen ses ilişti kulağıma. "Gazze'deki katliamdan yeni fotoğraflar...Yürek burkan kareler..." diye devam eden sunucunun sesiyle odaya girdim.

Annem koltukta oturmuş haber izliyordu. Benim yüzümden televizyon izlemiyordular. Görmemem için gece kalkıp izliyor olmalıydı. Bakışlarım hemen televizyona dönerken ekranda gördüğüm manzara ile midemdekilerin yukarı hareketlendiğini hissettim. Kafasının arkası tamamen kırılmış çocuğun boş kafatasının görüntüsüne kilitlenmiş gibi bakarken kanal değişti.

Annem konuşmayacağımı bildiği halde telaşlı bir sesle "Neden uyandın kızım?" derken donuk bakışlarım ona döndü. Kulağıma garip gelen sesimle "Aç onu." dedim. Bir aydır konuşmayınca kendi sesimi unutmuştum. Annem konuşmamın heyecanı ile söylediğim şey arasında gidip gelirken ağır bir çaresizlikle "Neden bunu kendine yapıyorsun Armina? Neden kendine acı çektiriyorsun?" dedi ağlamaklı sesiyle.

İfadesiz suratım değişmezken yüksek sesle "Aç. Onu. Anne." dedim bastırarak. Ağzından kaçan hıçkırıklar eşliğinde kanalı açtı. Kalbimi acıtmak ister gibi dikkatle ekrana baktım. Bunun hesabını soracaktım. Nasıl yapacağımı bilmiyordum. Ama Hasan bana 'Yanlarına bırakma' demişti. Ve ben bırakmayacaktım...

###

Çiseleyen yağmurda karakolun kapısından babamla çıktık. Sinirlendiğini biliyordum. Çok sinirlenmişti. Ben üstündeki ceketin ona göre ne kadar genç durduğunu düşünürken arkasına döndü. İnanamaz ve alaylı bir şekilde "Knorr fabrikasının sahibine tehdit mesajı göndermek ha? İnanamıyorum Armina." diye hiddetle konuştu.

İnternette İsrail mallarını araştırmış sonra da Türkiye'deki fabrikanın sahibine eğer fabrikalarını hemen kapatıp kan bulaşmış mallarını piyasadan çekmezlerse fabrikalarını yakacağıma dair bir mesaj göndermiştim. Tamam belki bir değil bin mesaj göndermiştim. Ama lanet adam sözümü dinlemek yerine beni polise şikayet etmişti. O gün o haberi izledikten sonra ne yapacağıma bakmıştım. Ve tek yapabileceğim şeyin malları boykot etmek olduğunu öğrenince deliye dönmüştüm. Elimden bu kadarı geliyorsa bunu layığıyla yapacaktım.

Babamın sinirle sesi yükselirken "Armina yeter ! Bak öfkeli olduğunu anlıyorum. Yaşadığın kolay birşey değildi. Ama bunu yapmakla eline birşey geçmez. Mallar İsrail'e ait olabilir. Ama o fabrikanın sahibi bir Türk. Ve fabrikada çalışan binlerce işçi de Türk. Fabrikalar kapanırsa Türkiye'deki işsizlik ne kadar artar haberin var mı? " diyince ben de sinirlendim.

"Ne yapmamı bekliyorsun baba? Bu katliama sessizce ortak olmamı mı? Bunu yapmaktan başka ne gelir elimden?" diye bağırdığımda yorgun bir nefes verip "Bilmiyorum. " dedi "Bilmiyorum ama ben kızımı karakollardan toplamaktan bıktım." dedikten sonra hışımla arkasını dönüp arabaya doğru ilerledi.

Geçen seferden söz ediyor olmalıydı. Büyük bir alışveriş merkezine girip tüm İsrail mallarını kırmızı sprey boyayla boyadıktan sonra yine nezarethaneyi boylamıştım. Marketteki müşteriler tarafından yaptığım alkışlansa da güvenliğin elinden kaçamamıştım. Sadece bu kadarını yapabiliyor olmak canımı yakıyordu.

###

İnternet üzerinden topladığım kişilerle yaptığımız eylemden sonra eve dönüyordum. Yediğim biber gazı genzimi yakmıştı. Gözlerim kızarıktı. Evin yakınlarındaki ara sokaklardan birine daldığımda Salih Abinin kitapçı dükkanını gördüm. Salih Abi dışarıdaki kitapları düzeltiyordu. Beni görünce gülümseyip gelmemi işaret etti.

Salih Abi aile dostumuzdu. Küçük şirin bir kitapçı dükkanı vardı. Önceden sık sık yanına uğrar tavsiye ettiği kitapları okurdum. Aristokrat bir kişiliği vardı ve oldukça bilgili bir adamdı.

Dükkanın kapısına varınca gülümseyip "Armina uzun zamandır uğramıyorsun. Güceniyorum bak." diyip şakayla karışık gücenmiş gibi yaparken gülümsedim. Yaşanan olayları biliyordu. Yine de kötü hissetmemem için hatırlatmıyor, birşey sormuyordu.

"Salih Abi bu aralar çok yoğunum sen benim kusuruma bakma. Ee yeni birşeyler var mı?" diye heyecanla sorduğumda gülüp "Gel içeri deli kız. Bir çayımı iç." dedi. Ben de gülerken beraber içeri girdik.

Küçük ahşap kitapçı dükkanında masanın arkasındaki iki hasır tabureye oturmuş, çaylarımızı yudumluyorduk. Salih Abi çayından bir yudum alıp masaya bırakırken hafif bir tebessümle ve temkinli bir şekilde konuşmaya başladı. "Ee senin şu İsrail'e kafa tutma işleri nasıl gidiyor?" diye sorduğunda ben de çayımı masanın üzerine bıraktım.

Omuzlarım düşerken yorgun bir nefes verip umutsuzlukla "Berbat." dedim. Sonra kafamı arkadaki kitaplığa yaslayıp devam ettim. "Boykot ve eylem yapıyoruz. Ama yine de işe yarıyormuşum gibi hissetmiyorum. Daha fazlasını yapmam gerek." dediğimde Salih Abi boğuk bir kıkırtı çıkarıp "Yarar yarar. İşe yarar. Bu bilinçle hareket etmen bile güzel." dedi.

Kaşlarımı mızmız bir çocuk gibi çatarken "Tek başına savaşmak çok zor Salih Abi. Yaptığımız eylemlere az kişi katılıyor. Üstelik sadece Türkiye'de yapıldığı için İsrail pek de kâle almıyor. Hayır aklım almıyor. O kadar insan nasıl sessiz kalıyor? Dünyada bu kadar müslüman varken neden yardım edilmiyor?" dedikten sonra yorgun bir nefes verip "Anlamıyorum. " diye çaresizlikle fısıldadım...

Salih Abi yine boğuk bir kıkırtı çıkarırken "Ahh Armina. Adı gibi cesur ve yürekli kız. Madem küçük savaşçı bir şeyleri anlamıyor o zaman biz de anlatırız." dedikten sonra ayağa kalktı. Gözlerini raflarda gezdirirken bir şeyler aradığı için kısılmışlardı. Ağzından "Bakalım bakalım. " diye mırıltılar yükseliyordu. Sonunda "Hah" diyip bir rafa uzandı ve beyaz bir rulo çıkardı. Önümüzdeki masaya ruloyu serince bunun bir dünya haritası olduğunu gördüm.

Salih Abi yerine otururken ben de masaya iyice yaklaşmıştım. Salih Abi elini kaldırıp İsrail'in üstüne koydu ve konuşmaya başladı. "Bu küçücük tırnak kadar yeri görüyor musun? Burası İsrail. Ve şu küçücük toprakla tüm dünyayı kendi pazarı olarak kullanıyor. Çok güçlü bir ekonomisi ve dış pazarı var. Türkiye'de dahil birçok ülke İsrail'e neredeyse bağımlı. Aslına bakarsan İsrail en başından beri tarih sahnesinde yoktu. Dünyadaki yahudi düşmanlığı onları aşağılara itti ve onlarda devlet kurmak için Tevrat'da onlara vadedilmiş topraklar olduğunu savunduğu bölgeyi seçti. Nüfusunu bu bölgede yoğunlaştırarak toprak hakkı istedi. İlk başta verilen müsamahalar bugünki sonuçları doğurdu. Daha Osmanlı zamanında da yahudiler padişahtan toprak istemişti. Fakat padişah onların bu yayılmacı politikalarını anladığı için onlara toprak vermedi. Çünkü böyle sonuçlar doğuracağını biliyordu. İki şehirle başlayan maceraları tüm dünyayı pazar haline getirmeye kadar ilerledi...Gelelim neden diğer ülkelerin yardım etmediğine." dedikten sonra elini Amerika'nın üstüne koydu.

"Amerika. İsrail'i kınamıyor. Aksine yardım ediyor. Çünkü İsrail'le çıkar ilişkileri var. Bir diğer nedeni ise Ortadoğu'da bu kadar müslüman ülkeyi yalnız başlarına bırakmak istemiyor. İsrail onun Ortadoğu'daki eli ayağı. " dedikten sonra elini Mısır'ın üstüne koydu.

"Mısır. Arap baharı diye birşey uydurup dış etkenler tarafından başlarına getirilen diktatörü indirdiler. Başa Mursi'yi getirdiler ama bu bahsettiğim 'dış etkenler'in hoşuna gitmedi. Çünkü onu kukla gibi oynatamıyordular. Bu yüzden ülkede darbe yapıp onu indirdiler. Şimdi kendi sorunları ile boğuşuyor. Aslında Mısır'ın başına gelenler kesinlikle Allah'ın adaleti. " dedikten sonra Mısır'la Gazze arasında parmağını gezdirdi. "Mısır'dan Gazze'ye açılan tüneller vardı. Bundan önceki saldırılarda Filistinliler bu tüneli kullanarak Mısır'a geçip hayatlarını kurtarıyordular. Ama Mısır bu tünellere taş döküp kapattırdı." diyince ağzım o şeklini aldı.

Dehşetle "Neden?" diye sorduğumda Salih Abi omuzlarını kaldırıp "Bilmem. Belki de daha önce kendi himayesindeki Filistinlilerin bağımsızlığını kabullenememiştir. Ya da yine dış etkenler olabilir." dedikten sonra elini Ürdün'ün üzerine koydu.

"Ürdün. İsrail ile sınırları var. Bu yüzden herhangi yanlış bir hareket yapmamaya çalışıyor. Çünkü İsrail kurulduğu 1948 yılından daha iki sene bile geçmeden dünyadaki nükleer silah üreticilerinin başında yer aldı. Üstelik şuan dünyada nükleer silah kullanımı birçok ulus tarafından imzalanmış bir anlaşma ile yasaklanmıştır. Ama İsrail bu anlaşmayı imzalamayan dört devletten biri. Bu yüzden Ürdün İsrail'e bulaşmak istemiyor." dedikten sonra elini Türkmenistan ve Özbekistan'ın olduğu bölgede gezdirip "Bu ülkeler paçalarını Rusya'dan zor kurtardı. Kendi şapkalarını başlarında zor tutuyorlar. " dedikten sonra elini aşağılara indirdi. Böyle sanki savaş hazırlığı yapıyor gibi hissettim.

"Ve can alıcı kısım. Araplar. Diktatörlükle yönetiliyorlar. Düşünebiliyor musun? Adaletli Ömer'in hüküm sürdüğü topraklarda şuan diktatörlük var. Ve hayatını onca bolluğa ve peygamber olmasına rağmen mütevazı yaşamış Muhammed'in ayak bastığı yerlerde şeyhlerin beş yıldızlı otelleri var. Kendilerine evcil hayvan olarak kaplan alan aşağılık insanlar bu zulme ses bile çıkarmıyor. Hoş Osmanlı'ya karşı yaptıkları şeyler düşünülecek olursa bu tam da onlara göre. " dedikten sonra masadan biraz uzaklaştı.

Birçok şeyi anlamıştım ama hala aklımda soru işaretleri vardı. "Peki düne kadar barışı savunan halk? Onlar nerede? Şu Amerikalı barış severler?" dediğimde acı bir gülümseme sundu bana. "Söz konusu çıkarlar olduğu zaman barış sadece bir masaldır." dedi.

Kaşlarımı çattım. İnsanların bu kadar aşağılık olması kanıma dokunuyordu. "Ya Birleşmiş Milletler?" dediğimde bilmiş bir bakış atıp "Sence Amerika ve diğerleri kendi isteklerini yok sayacak birini başa getirir mi?" dediğinde hemen atılıp "İyi de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon Güney Koreli." dediğimde başını sallayıp "Bu birşeyi değiştirmez. Ban Ki Moon arada kalmış biri. Amerika ve İsrail yüzünden bu olaya karışamaz. Karışmasa da Türkiye var. Bu yüzden 'Dehşet verici' gibi ifadeler kullanıp fiilen birşey yapmayarak dengeyi sağlamaya çalışıyor." dediğinde daha da sinirlendim. Hiçbir çıkış yoktu.

"Peki Türkiye?" diye sorunca yüzü aydınlanır gibi oldu. "Türkiye iyi ama yeterli değil. Çünkü yeterince söz sahibi bir ülke değil. Ortadoğu'da dini müslüman olup demokrasi ile yönetilen sayılı ülkelerden. Üstelik Amerikalı ekonomistler 2050 yılında Türkiye'nin süper güç olmasını bekliyor. Bunu kullanabilecek güçteyken insanlar bilinçsiz olduğu için hiçbir halt olmuyor. Hem Erdoğan diğer ülkelerin halkları tarafından halife gibi görülüyor. Bu çok büyük bir avantaj." dediğinde ona ilginç bir şekilde baktığımı farkedip "Hayır, Erdoğan'ı sevdiğimden değil. Sadece zeki bir adam olduğunu inkar edemem. Yaptığı Davos şovu ile müslümanların gönlünde büyük bir yere sahip oldu. Hem sadece bu da değil. Montrö Boğazlar Antlaşmasını tarihinden önce etkisiz hale getirmek için yaptıklarına bir bak. Diğer devletler boğazın stratejik yönünü kullanmayalım diye bize yüz yıllık bağlayıcı bir antlaşma imzalattılar. Ama Erdoğan tarihinden önce Antlaşmanın önemini yitirmesi için Haliç Projesini sundu. Haliç, Marmaray, üçüncü köprü...Bunlar ne kadar trafiği azaltmak için yapılmış projeler olsa da asıl amacı farklı.

Sadece adam kartlarını iyi oynuyor ama yine de yeterince değil. Çünkü diğer devletler yüz yıl sonrasını planlamış durumda. Çok ileriki hamleleri bile şimdiden belli. Bu o kadar titiz hazırlanmış bir plan ki , sadece kendilerini geliştirmiyorlar. Aynı zamanda bizi de geriletiyorlar." diye gizemli konuştuğunda kaşlarımı çatıp ona baktım. "Nasıl yani?" diye sorduğumda "Eşekleştirerek." dedi ve sonra açıkladı.

"Bu Ali Şeriati'nin dediği eşekleştirme." dedikten sonra ayağa kalkıp rafların arasında kayboldu. Geri geldiğinde elinde bir kitap vardı. Kitabı önüme bırakınca incelemeye başladım. 'Ali Şeriati - Bilinç ve Eşekleştirme' Bir kitap için ilginç bir başlıktı. Salih Abi oturunca konuşmaya başladı. "Oku bunu. Anlayacaksın bizi nasıl eşeklestirdiklerini. Çok planlı oynuyorlar. Yaptıkları ürünler hayatta o kadar büyük bir yer tutuyor ki vazgeçilmez hale getiriyorlar. Örneğin Türkiye. Türkiye'ye giren domates tohumları İsrail'den ithal ediliyor. Ve tohumlar genetiğiyle öyle bir oynanmış ki tohumu sadece bir kere ekebiliyorsun. Sadece bir kere hasat veriyor. Sonraki sene yine tohumları onlardan almak zorundasın. İşte böyle bağlıyorlar elimizi kolumuzu.

Bir zımbırtı yapmışlar. Gençlerin eline vermişler. Onları araştırmadan, bilgiden, dinden herşeyden uzak tutuyor. Yıllarca at üstünde koşan bir milleti getirdikleri hale bak. İnsanımız artık şarj aletine bağlı yaşıyorlar. Ee tabi bunda bizim etkimizde var. Yıllarca yobaz din adamları insanları dinden soğuttu. Dini hep baskıcı buldular. Biz burada kuran kursunda 5 yaşındaki çocuklara işin özünü anlatmadan zorla anlamadıkları arapça halini okuturken Amerika laboratuvarlarında Kuran-ı Kerim inceleniyordu.

Muhammed kadınlara yaşama hakkı ve özgürlük tanımışken çok bildiğini sanan imamlar kızların okutulmasını yasakladı. Onlar böyle baskı uyguladıkça Batı'nın özgürlük masalları insanımıza tatlı gelmeye başladı. Bu baskı birikip 21. yy'da patladı. Özgür kadın profiliyle yola çıkan kadınların çoğu şuan elinde bir çocukla ortada kaldı. Bu tıpkı Forest Gump'taki durum. Kadınlarımız dinine ve ilmine yöneleceğine moda programları takip etmeye başladı. Çocuklar sure ezberleyip Kuran'ı araştıracağına İngilizce şarkı ezberledi.

Bu ülke başta din olmak üzere herşeyi yanlış anladı. Feminizm dediler bizim kadınımız kadını yükselteceğine erkeği aşağılamaya çalıştı. Kominizm dediler. Onu da yanlış anladık. Kominizm eyleminde esnaf kepenk kapatırdı. Bunun kadar trajikomik bir olay olur mu? Protesto edip işçi emekçinin hakkını savunurken zararı yine işçi emekçi görüyordu. Bu akımları hor görmüyorum.

Aksine hakkını davasını bilen insana saygım sonsuz. Ama sorun bizim insanımızda. Herşeyi yanlış anladılar. Ve son olarak Atatürk'ün batılı devletler seviyesine çıkma sözünü batı hayranlığı olarak algıladılar. Çünkü bizim insanımızı o kadar eşekleştirdiler ki hiçbir şeyi araştırmayan saman kafalı insanlar yaptılar. Tabi bunda yaşayış tarzımızında etkisi var.

Bizim insanımız hala savaş psikolojisinden çıkamadı. Tek amaçları geleceklerini garantiye almak. Üniversite okumuş kalifiye eleman laboratuvarda araştırma ve icat yapacağına iyi bir iş tutturup rahat emeklilik hayali kuruyor. İsrail 1948'de kurulmuş bir devlet. Bak biz ondan kaç sene önce kurulduk. Ama biz yerimizde saydık onlar ilerledi. Neden? Çünkü dinlerini yaymak için en iyisi olmak zorunda olduklarını biliyorlardı.

Merhum Akif ne demiş 'Dinleri var bizim yaşayışımız gibi, yaşayışları var bizim dinimiz gibi.' Bu söz herşeyi açıklıyor. Onların dini bizim dinimiz kadar mukaddes olmamasına rağmen öyle bir yaşıyorlar ki, Kuran onlara indirilse dünyayı fethederdiler heralde." dedi. Konuşmaktan yorulmuştu ama aklımda sorular vardı. "Peki ne yapmak gerekiyor Salih Abi?" dediğimde "Okumak ve bu ülkeyi geliştirmek." dedi.

Derin bir nefes verirken "İyi de bu çok uzun vadeli bir plan." dediğimde başını sallayıp "Hayır. Müslüman ve Türk hep bunu dediği için kaybetti. Dediklerim yapılsa en fazla yirmi sene sonra bir süper güç oluruz. Bundan yirmi yıl önce de söylediklerim söylendi. Eğer o zaman bilinçlenilseydi şimdi büyük bir devlettik. Yapmak zorundayız. Gazze'de ölen çocuklar için yapmak zorundayız. Eğer Türkiye şimdi büyük bir devlet olsaydı İsrail bunu yapmaya teşebbüs edebilir miydi? İşte bu yüzden en iyisi olmak zorundayız. Yaptığın iş herneyse.

Mesela çiftçi olursun. İşini iyi yaparsın. Meyveyi sebzeyi ithal etmeyiz. Mühendis olur icat yaparsın bu ülke bir adım daha büyür. Her ne yapıyorsan en iyisi olursun. Oyuncu olup Hollywood'a gitmek için kendini geliştirirsin. Biz onların filmini alıp izleyeceğimize onlar bizimkini izler. Kitap yazarsın tüm dünya okur. Her ne yapıyorsan dünya çapında yaparsın ve biz dünya çapında bir ülke oluruz. O zaman kimse bize dokunmaya cesaret edemez.

Onların malını tüketmemek yerine daha iyisini üretirsin. O zaman tüm dünya seninkini tüketir. Eğer gerçekten ölen insanlara üzülüyorsak ve müslümanları ezenleri ezmek istiyorsak onlara böyle saldırmalıyız.

Çünkü onlar bize böyle saldırıyor. Şimdi yerimizden kalkmalı ve en iyisi olmaya çalışmalıyız. Orada ölen binlerce insanın hakkı için bunu yapmak zorundayız. " diyip bitirdiğinde transa geçmiş gibi onu dinliyordum. Sanki arkasından güneş vuruyor ve rüzgar esip saçları dağılıyormuş ve bir kahramanmış gibi hissediyordum. Heyecanla doğrulup "Hadi o zaman bunu insanlara anlatalım." dediğimde güldü.

"Ahh tatlım. Keşke o kadar kolay olsa. J.J. Rousseau' nun mu yoksa Mark Twain'in mi hatırlayamadığım bir sözü var. 'Şimdi ben bunları anlatıyorum. Ancak bu anlattıklarım zaten bunları anlatmamıza gerek olmayan kişiler tarafından anlaşılacak.' Kısacası insanları bilinçlendirmek fillerin uçmasından bile zor." dedi. Ama bunu yapacaktım. Gerekirse önüme gelene anlatacaktım. Ve dediği gibi güçlü olmak için ve o yetimlerin hakkı için başaracaktım.

Evet. Buydu. Yapmamız gereken buydu. Kitapçıdan çıkarken artık ne yapacağımı biliyordum...

Umarım azıcık da olsa aklımdakini aktarmışımdır. Ben yapılması gerekenin bu olduğuna inanıyorum. Zalimlere karşı savaşmak için önce güçlü olmak gerekir.

Weiterlesen

Das wird dir gefallen

4.3M 97K 103
❗️Kitap ağır cinsellik ve vahşet içerir❗️ ... "Söz verebilir misin, Liya?" "Sana söz veriyorum, seni sevmekten asla vazgeçmeyeceğim. Senden vazgeçtiğ...
521K 27.9K 34
Yaş farkı vardır, dikkate alarak okuyun. Karakterlerime gelen en ufak hakarette engellenirsiniz. Siz: adınız lütfen bayım :) 0535*: Karşılığında bana...
1K 342 11
[kısa hikâye, tamamlandı] 𝘳𝘶𝘩𝘶𝘮𝘶 𝘬𝘢𝘺𝘣𝘦𝘵𝘵𝘪𝘮* * 277
862K 3.1K 4
Hayatı boyunca barut kokusunu özlemek zorunda kaldığı için bu kokudan nefret eden bir kız.. HAZAL ERVA BIÇAKÇI.. Yurt dışında tıp eğitimi aldı. Doğdu...